Hukuki Net Hukuki NET | Forum | Mevzuat Anasayfa | Kaynaklar | Yazarlar | Dizin | Arama | Uyarlama | Giriş | Üye Ol
TÜRKİYE’DE HUKUKUN SOSYAL TEORİSİ Mustafa T. Yücel,LLM,JSD(*)
Ekleyen: Av.tayfun Eyilik | Tarih: 27-11-2006 | Kategori: Makale | Okunma : 3830 | Not:
Av.tayfun Eyilik

Hakkımdaki bilgilere http://www.tayfuneyilik.av.tr sitesinden ulaşabilirsiniz


Profil >
TÜRKİYE’DE HUKUKUN  SOSYAL TEORİSİ
Mustafa T. Yücel,LLM,JSD(*)
 
Ülkemiz hukukunun sosyal teorisini oluşturmak doğrultusunda sistemdeki aktörlerin tutum ve davranışlarını belirlemek üzere niceliksel/niteliksel araştırmalara vurgu yapılması önemi şimdilerde daha iyi algılanmaktadır. Avrupa Birliği uyum yasaları bağlamında çıkarılan yasalara karşın uygulamanın aynı tutarlılığı göstermediği savları karşısında sosyal teorinin saptanması daha da önem kazanmaktadır. işte bu gereksinmeden hareketle  yaşayan hukuku saptama açısından aktörlerin de-facto ne yaptıklarını saptamak, belli amaç – değerlere vurgu yapılıp yapılmadığını belirlemek üzere  yargı pratiği  açısından niceliksel ağırlıklı olarak yaptığım teorik  saptamalara aşağıda yer verilmiştir.
 
Bu saptamalar sırasıyla şöyledir:
 
  • Birincisi, diğer ülkelere oranla kamu davasındaki itham yüzdesi ile ceza mahkemeleri beraat oranlarında (%) görülen yüksekliktir1.  Aşağıdaki formüle göre,
 
                                                                 İddianame
                 (İtham yüzdesi    =                                                           X 100)
                                                İddianame+Takipsizlik + Ön ödeme
 
              saptanan itham yüzdesi 2000 yılı verilerine göre DGM Başsavcılıklarında % 68, diğer
              Başsavcılıklarda % 52’dir2.  Bu orandaki yüksekliğin uzun yıllardır süregelmesi Cumhuriyet
              Savcılarının tutumundan kaynaklanmaktadır.                                          
Uluslararası karşılaştırmada ülkemizdeki mahkumiyet oranı oldukça düşük, % 75.2(2000), görülmektedir. Nitekim,   mahkumiyet oranı İsveç’te %94.7 (1988), Fransa’da %98.9 (1982) ve Japonya’da %99.9 (1999), Çin ve Kore’de % 99.6’dır. Düşük mahkumiyet oranının, hazırlık soruşturmasının eksik veya yetersiz yapıldığına /gereksiz açılan  kamu davalarının israf ekonomisine işaret etmesi; kamu davasının  yanlış kişi hakkında açıldığı; gerçek suçlunun yargı önüne çıkarılmadığı ve mağdur yararına adaletin sağlanamadığı gibi gösterge- leri ile Savcılık yönetimi yozlaştırılmaktadır.  Ülkemizde ceza adaleti sisteminin etkinliği için  yüksek mahkumiyet oranı elde edilmeye çaba gösterilmeli; hazırlık evresi ile  hüküm anına kadar geçen sürede “ayıklama” işlemine özgü  yasal düzenlemeler  geliştirilmelidir3.   
 
  • İkincisi, aşağıdaki tabloda yer alan verilerin ortaya koyduğu üzere, ceza davalarında “zamanaşımı nedeniyle düşme” kararlarının gizli bir af gibi çalıştığıdır. Bu sonucu etkileyen öğeler arasında 1774 sayılı Kimlik Bildirme Kanununun işlevsel etkinlikten yoksunluğu yer almaktadır. Nitekim Yargıtay  Başsavcılığınca düzenlenen tebliğnamelerin tebliğ edilmesi hükmü  bu gerçeği çarpıcı bir şekilde sergilemiştir4.
 
                                      2000 yılı verilerine göre düşme kararları dağılımı
 
Evre
Sayısı
Savcılık
117.941
İlk derece mahkemeler
365.174
Yargıtay
   10.728
Toplam
493.843
 
  • Üçüncüsü, adlı yargıdaki  yanılgı oranıdır. 2002 yılı itibariyle Yargıtay Ceza Dairelerindeki bozma oranı %39.7 ile yazı emirle bozma istemlerinin5 sonuçları(1992 yılında Adalet Bakanlığına gelen 2.606 yazılı emrin 1.394’ünde istem yerinde görülmeyerek mahalline iade edilmiş, 1.133 dosya Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına intikal ettirilerek bunlardan 1.026’sında kabul -%90.6 ve 107’sinde ret -% 9.4 kararı verilmiştir) toplamı   ilk derece mahkemelerindeki yanılma payını sergilenirken,  Ceza Genel Kurul’undaki % 44.9’ luk  (son on yedi yıllık süredeki en yüksek) oran da Yargıtay Ceza Dairelerindeki yanılma payına işaret etmektedir. Bu payın saptanmasında  Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca Ceza Daireleri kararlarına karşı yapılan itiraz ile karar düzeltme sonuçları da göz önüne alınmalıdır. Aşağıdaki tablolarda  itiraz ve düzeltme istemlerindeki kabul oranının (1992-2002) küçümsenmeyecek ölçüde olduğunu göstermektedir.
 
                    Ceza Genel Kuruluna Yapılan  İtiraz  Sonuçları

 

Karar/İtiraz
Kabul
%
Ret
%
1992
53
32
60.37
21
39.63
1993
49
23
46.94
26
50.06
1994
39
24
61.53
15
38.47
1995
50
25
50.0
25
50.0
1996
30
6
20.0
24
80.0
1997
46
19
41.0
27
59.0
1998
53
17
32.07
36
67.92
1999
90
34
37.77
56
62.22
2000
64
24
37.50
40
62.50
2001
241
80
33.19
161
66.80
2002
98
51
52.04
47
47.95
                       
                  Karar Düzeltme İstem Sonuçları
    

Yıl

Karar Düzeltme
 
  Kabul
 
%
 
Ret
 
%
1992
178
162
91.01
16
8.99
1993
140
134
95.71
6
4.29
1994
140
125
89.28
15
10.72
1995
123
110
89.43
13
10.57
1996
96
 84
87.50
12
12.50
1997
84
72
85.71
12
14.28
1998
105
90
85.71
15
14.28
1999
110
84
76.36
26
23.63
2000
111
96
86.48
15
13.51
2001
77
62
80.51
15
19.48
2002
118
95
80.50
23
19.49
 
İşte adalet istatistiklerinin belgelediği beraat ve düşme oranlarındaki yükseklik ile adli yanılma oranındaki bu çarpıcı oranlar, ceza adaleti sisteminde kalite açısından patolojik bir görüntüye işaret etmektedir6.
 
  • Dördüncüsü, Yüksek Mahkemelerde süregelen “adli kırtasiyecilik”tir. Yargıtay Hukuk Dairelerince "aidiyeti cihetiyle ilgili daireye gönderilen" iş sayısı  2000 yılında çıkan toplam 244.978 işten 28.827(% 11.8) iken; Danıştay için bu sayı 1999 yılında çıkan toplam 59.753 işten 1677 (% 2.8) dır.
 
  • Beşincisi, ceza adaleti sisteminde “her şey sanki suçluları korumaya yöneliktir”. Sistemde mağdurlar açısından büyük bir haksızlık ve dengesizliğe tanık olunmaktadır. Bu durum isimlendirme açısından Batı dünyasındaki görüntü daha da belirgindir: victim justice/mağdur adaleti değil, criminal justice/ceza adaleti  olarak adlandırılmaktadır. Ülkede var olan ceza adaleti süreci  “mağdur”u daha da mağdurlaştırmakta; nerede ise mağdur suçlu konumuna getirilmektedir7.
Önemli olan mağdurun makul sayılabilecek ölçüde sosyal kontrol sürecinde (ceza adaleti mekanizmasında) yerini alabilmesi ve bu suretle ikinci kez mağduriyetinin önlenmesidir. Bu bağlamda, yargılama sürecinin de makul sürede sonuçlandırılması gerekmektedir. Anayasal nitelikteki bu buyruğa karşın Ceza Mahkemelerince  1993 yılında T.C.K. 415 ( Irz ve Namusa Tasaddi ) ve  416 ıncı (Zorla Irza Geçme ve Tasaddi) maddelerinden karar verilen davaların açıldıkları yıllara göre dağılımı oldukça düşündürücüdür.
 
                                       1993 yılı     Kararlarının    Açılış     yıllarına     göre     dağılımı
Madde
1989 ve
öncesi
%
1990
%
1991
%
1992
%
1993
%
Toplam
   415
  17
3.24
  22
4.2
  58
11.1
  182
34.7
  245
46.8
 354
   416
  93
1.98
102
2.2
262
  5.6
1359
29.0
2877
61.3
4693
Toplam
110
  2.1
124
2.4
320
  6.1
1541
29.5
3122
59.8
5217
 
Yukarıdaki  verilere ek olarak, bu iki cinsel suça ilişkin olarak 1993 yılında ilk derece ceza mahkemelerince karara bağlanan davalardan (5217) yalnızca %52 sinde  (2702) mahkumiyete tanık olunmuş; davalardan  % 60’ı (3122) yılı içinde karara bağlanırken, diğerlerinde ise bu sürenin en az iki yıl ve hatta bunlardan 110’unda(% 2.1) beş yıl ve daha fazla olduğu gözlenmiştir. Bu konumdaki  tanık-mağdurlar ile en yakın aile bireylerinin psiko-dinamik yapısındaki fırtınaları algılamak için insanın hayal gücünün fazlaca zorlanmasına gerek bulunmamaktadır (Secondary victimization).
 
  • Altıncısı, genelde mevcut kurumlarda sistem modeline referansla verimlilik ve etkinlik/moral analizleri yapılmaksızın kaldırılan/konulan kurumlarla süreçte çıkmazlara neden olunmasıdır.  Bunun en tipik örneği de, sorgu hakimliğinin kaldırılmasıdır.
 
Sistem modeline göre iş akışı/girdi kontrolü/aşınma parametrelerini belgelemek üzere 2000 yılı Adalet İstatistiklerinde 1000’e indirgenmiş görüntüsüne aşağıdaki tablolarda yer verilmiştir8.   Savcılık tablosunda görüldüğü üzere  işlerin % 30.3 ‘ünde takipsizlik kararı verildiği göz önüne alınarak  kolluk evresinde bu ayıklama işlemine olanak sağlayacak yasal düzenleme  gereği belirmektedir.
 
                   SAVCILIK
 
 
 
Takipsizlik kararı
303
Ön ödeme
120
Açılan Kamu Davası
457
Yetkisizlik
72
Görevsizlik
8
Birleştirme
41
Çıkan iş sayısı
1000
 

CEZA MAHKEMELERİ

 
 
 
 
Yetkisizlik
8
Görevsizlik
19
Birleştirme
19
Düşme
217
TCK 119 göre ort.kaldırma
83
Beraat
133
Mahkumiyet
521
Çıkan Dava Sayısı
1000
 
 

HUKUK MAHKEMELERİ

 
 
Açılmamış Sayılması
122
Birleştirme
30
Ayırma
1
Zamanaşımı
3
Yetkisizlik
10
Görevsizlik
12
Sübut bulmadığından
102
Feragat sebebiyle
35
Tam Kabul
556
Kısmen kabul kısmen ret
126
Sulh olma
3
Çıkan dava sayısı
1000
 
      Yukarıdaki tablolardan Ceza Mahkemeleri bölümünde yetkisizlik ve görevsizlik oranının %27’i bulması sistemdeki kırtasiyeciliğin boyutunu sergilerken, hukuk mahkemelerindeki %3’lük sulh oranı da  adliyede uzlaştırma/sulh kültürünün gelişmediğine işaret etmektedir.
 
  • Yedincisi, varlıklar ya da ilkelerin, gereksiz olarak arttırılmasıdır. Bu yöntem terk edilerek hukukçular ve akademisyenler çabalarını artık adaletin etkin ve kaliteli bir şekilde gerçekleşmesi ve adalete susamış insanların/kamu vicdanının tatmin edilmesi çarelerine yöneltmelidirler. Bu bağlamda, ilk önce yıllardır Yargıtay’da süregelen “aidiyet nedeniyle ilgili daireye gönderme” (2000 yılında çıkan kararların % 11.8) sorunu çözüme kavuşturulmalıdır. Bu derece basit bir sorun çözüm beklerken yeni kurumlarla yeni sorunlar yaratmanın mantığını anlamak kolay değildir.  Önem verilmesi gereken, geliştirilecek hususlardan biri, kararların, olgu ve kanıtların etraflıca değerlendirilerek hukukun açık bir dille ifade edilmesini içeren bir gerekçeye bağlanmasıdır. Bu ilke-kalitenin yakalanması, mahkeme ve kararlarına karşı gerekli saygının sağlanması ve korunmasına yaptığı katkı yanında taraflara temyiz başvurusu için yapacakları çalışmada da yardımcı olacaktır. Açık ve doyurucu gerekçeler karşısında; temyiz eden, temyizi, davanın bazı yönleriyle sınırlayarak temyiz sürecinin hızlandırılmasına da katkıda bulunabilecektir.
 
·         Sekizincisi, Yargıtay’a gelen iş sayısının yeterince sınırlandırılması halinde istinaf yerine genişletilmiş temyiz niteliğinde yeterli olabileceği merkezindedir9. Bu önermeyi pekiştirir nitelikte ilk derece mahkeme kararlarındaki temyiz oranına yer verilmiştir. Bu oranı saptamak üzere iki ayrı yönteme  başvurulmuştur:
 
  1. Yöntem: İlk derece mahkemelerince verilen kararların Yargıtay’a gelen iş sayısına oranlaması yapılarak saptanan temyiz oranı dağılımı10 yıllar itibariyle şöyledir:
 
                                               (1998-2002)
Yıl
Ceza  %
1998
20.84
9.28
1999
21.20
8.11
2000
22.00
9.05
2001
22.47
9.51
2002
21.98
10.20
2. Yöntem Hukuk mahkemelerindeki reel temyiz oranını saptamak üzere, ilk derece mahkemelerince verilen kararların Yargıtay Hukuk Dairelerince verilen kararlardan “kabul”, “kısmen kabul, kısmen ret” ile “subut bulmadığından” değerleri toplamının,  “ret”, “geri çevirme”, “ilgili daireye” ait değerlerin gelen işlerden çıkartılarak kalanına oranlaması yapıldığında 2002 yılı için (hukuk mahkemelerince verilen karar toplamı 1.064.353, Yargıtay Hukuk Dairelerine gelen iş sayısı da 211.139 alındığında) hukuk işlerinde temyiz oranı % 19.83’ü bulmaktadır.
 
Ceza mahkemelerindeki reel temyiz oranını saptamak için de, ilk derece mahkemelerindeki değerlerden yalnızca mahkumiyet ve beraat kararları toplamı esas alınarak Yargıtay Başsavcılığına gelen işlerden  Yargıtay Ceza Dairelerince “iade”, “ret” ve “ilgili daireye” ait karar sayıları  toplamı çıkarıldığında kalan toplama oranlaması yapıldığında 2002 yılı için (ceza mahkemelerince verilen karar toplamı 1.435.103, Yargıtay Başsavcılığına gelen iş sayısı da 302.411  alındığında) ceza işlerindeki temyiz oranı % 21.07 olmaktadır.
 
Bu verilerden reel ölçümleme değerleri alındığında da temyiz oranının oldukça yüksek olduğu görülmektedir. Kamu kurum ve kuruluşlarının bu orandaki katkısı küçümsenmeyecek derecededir. Genelde bu değerin ne kadar aşağıya çekilebileceği göstermek için ilk derece ceza mahkemelerince verilen kararların suç türü itibariyle dağılımına bakmak yeterli olacaktır11:
 
Suç türü
Dava Sayısı
%
T.C.K.
574.860
29.86
İcra İflas Kanunu
981.431
50.98
Çek Kanunu
148.467
7.71
Karayolları Trafik K.
91.451
6.77
Orman Kanunu
29.403
2.17
Ateşli Silahlar ve ..
19.710
1.45
Kaçakçılığın Men ve.
10.040
0.74
Çıkar Amaçlı Suç Ör.
314
0.02
Terörle Mücadele..
451
0.03
Diğer
68.746
3.57
Genel Toplam
1.924.873
100
 
Bu tablonun belgelediği üzere,  sisteme giren suçların % 29.86’sı Türk Ceza Kanununu ihlal eden suçlar oluştururken % 51 oranı İcra ve iflas suçları oluşturmaktadır. İşin en çarpıcı yanı da  bu son gruptakilerden cezaevlerine girenlerin oranı 1992-1999 yıllarında % 50’lere vararak 100.000 nüfustaki cezaevi nüfus oranını  şişirmesidir. İşte, kapalı cezaevlerine giren  icra ceza  hükümlüsü yoğunluğu ve trafiği  göz önüne alınarak onlara özgü müstakil prefabrik bölümlerin  kapalı cezaevine ek olarak inşa edilmesi planlanmalıdır.
 
Yıllar
İcra iflas’tan
hükümlü  (A)
Toplam hükümlü (B)
(A/B)*100
%
1992
27.171
54.400
49.9
1993
27.511
53.618
51.3
1994
31.386
60.742
51.7
1995
30.948
63.103
49.0
1996
27.369
61.120
44.8
1997
26.890
62.946
42.7
1998
30.504
69.077
44.2
1999
43.954
83.466
52.7
 
İşte kanun yolları konusunda yapılacak en akıllı iş, adli denetim hakkı bakımından uzun deneyimlerle sosyo-juridik bir olgu olarak beliren Türk temyiz sisteminin olumlu yanlarını vurgulamak ve yeni tedbirler geliştirmek üzere, çoğu sistemimizde yer etmiş, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin (95) 5 sayılı Tavsiye Kararı metnindeki örnekler ışığında kanun yollarına ilişkin profil çalışma ve değerlendirilmesini yapmak üzere bir proje grubu oluşturmaktır12. Unutulmamalıdır ki, “iyi aletler temin etmek imkânsız olduğunda, yapılacak en iyi şey, eldekilerin kusurlarını anlamaktır” (J.S.Mill)13.  
 
  • Dokuzuncusu, ilk derece ceza mahkemeleri beraat kararlarındak farklılığa bakarak ceza adaletinin şans oyununa dönüşmesidir. Mahkeme, duruşmalarında her davaya özgü bulguları tanıklardan öğrenebilen ve yanılgıya düşebilecek insanlar tarafından yönetildiği için kaçınılmaz türden hatalar olağan sayılmalıdır. Bu bağlamda aynı kanıt bir hâkim için inandırıcı olurken, bir diğerine saçma gelebilmektedir. Nitekim hâkimlerin olaya ilişkin sorular üzerindeki farklılığı, hukuka ilişkin yorumlarında saptanan farklılıktan daha fazladır. Bu farklılığı vurgulayıcı nitelikteki görünüme aynı suç türlerine ilişkin görevli mahkemelerce verilen beraat kararlarındaki oran değişimlerinde tanık olunmaktadır14. Bu değişimin boyutunu belirlemek üzere, Ankara Adliyesinde mevcut olan 22 adet Asliye Ceza Mahkemesinde 1996 yılı verilerine göre hırsızlık (TCK491-494), müessir fiil (456-460) ve dolandırıcılık (503-505) ve diğer yedi suçtan yargılanan sanıkların beraat şansına ait veri analizleri yapılmıştır: Hırsızlık suçlarına ilişkin davalarda beraat oranları ortalaması % 47 iken , altı mahkemede bu oran, ortalama üstünde % 70-81; beş mahkemede ise, ortalama altında, % 9-27 değişen bir oran olduğu saptanmıştır. Bu tabloya göre , bir mahkemede hırsızlık suçundan sanık on kişiden yaklaşık birinin beraat şansı varken, bir diğerinde bu şans sekize yükselmektedir. Benzer bir tabloya müessir fiil suçlarında da tanık olunmakta; bu suça özgü ortalama beraat oranı olan % 34 ‘ün  üstünde dört mahkemede bu oran % 50-81 arasında seyrederken normalin altındaki on mahkemede bu oranın % 5-26 arasında seyrettiği görülmüştür. Bu tabloda bir mahkemedeki on sanıktan birinin beraat şansı 0.5 iken, bir diğer mahkemede bu şans sekize yükselmektedir. Dolandırıcılıktaki görünümde diğerlerinden farklı olmayıp; ortalama beraat oranı % 47’nin üstünde yer alan dokuz mahkemede bu oran % 58-82 arasında seyrederken, on bir mahkemede % 2-37 arasında seyrettiği ve bu durumda bir mahkemede beraat şansı 0.2 iken , diğer bir mahkemede 8 olmaktadır.
 
  • Onuncusu, “yaptırımlar coğrafyası”dır.  Yaptırımların de facto dağılımı açısından   ülkeler arasında farklılıklar olduğu gibi aynı ülkedeki mahkemeler arasında da farklılıklara tanık olunmaktadır. Bu tür ülke içi karşılaştırmalar Kanada, Avustralya, ABD, İngiltere ile Türkiye için yapılmış olup; İngiltere’de otuz sulh ceza mahkemesini kapsayan çalışmada; bir mahkemenin, önüne gelen suçluların % 46’sını para cezasına mahkum ettiği, diğerinde para cezası uygulamasının % 76’ya ulaştığı; hürriyeti bağlayıcı ceza uygulamasında ise, mahkemeler arasındaki değişimin % 3 ile % 19 arasında olduğu saptanmıştır. Ne var ki, anılan mahkemelerde yıllar itibariyle bir değişime tanık olunmamıştır. Türkiye’de ceza uygulaması bakımından mahkemeler arasında görülen farklılığa ise, özellikle kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezaya seçenek ceza ve tedbirlerin uygulanmasında tanık olunmuştur. Nitekim, 31/12/1986 tarihinde yapılan bir saptamaya göre, Türkiye genelinde bu oran % 9 iken, Ağır Ceza Merkezleri arasında bu yüzdenin (0)’dan (38)’e kadar değiştiği görülmüştür. Bu değişimde Ağır Ceza Merkezlerinden % 73’ü Türkiye ortalaması altında kalırken (Bergama, Ceyhan, Dinar, Karaman, Sandıklı, Siverek ve Zile’de (0) iken) % 27’si ise ortalamanın üstünde bir görünüm (en fazla yüzde gösteren merkezlerden, 6 aydan az cezaya hükümlü yüzdesinin 30'dan fazla olduğu Bakırköy, Boğazlayan ve Kartal) sergilemektedir.
 
Bu farklılık yalnızca seçenek ceza ve tedbirlere özgü olmayıp, tüm yaptırımlar içinde geçerli olmaktadır.  Nitekim, 1993 yılına ait seçilmiş metropol adliyeleri ceza mahkemelerince verilen mahkumiyet kararlarındaki yaptırımların oransal dağılımı, bu görünümü destekler niteliktedir. Şöyle ki;
                                   
 
ADLİYE
 
Hapis
 
Para
Hapis &
Para
 
Erteleme
 
Diğer
İSTANBUL
52.0
33.1
4.4
7.5
3.0
İZMİR
50.9
33.7
3.1
8.5
3.8
KONYA
45.5
26.6
10.8
14.8
2.3
BURSA
43.4
34.4
4.7
13.9
3.6
ANKARA
39.1
40.1
4.5
14.4
1.9
SAMSUN
31.7
45.8
8.3
12.4
1.8
ADANA
25.5
33.3
24.5
14.9
1.8
TRABZON
20.7
39.3
4.6
25.2
10.2
ERZURUM
20.0
57.7
5.0
13.3
4.0
DİYARBAKIR
17.8
50.8
7.8
14.7
8.8
TÜRKİYE
32.6
38.6
6.5
16.7
5.6
  
  • Onbirincisi, hükmedilen yaptırımların bir aldatmaca olmasıdır. Hiç infaz edilmeyen, zamanaşımına uğrayan yaptırımlar yanında (ilamların infazına bk.), çekilen hürriyeti bağlayıcı cezasının genelde hükmedilen ceza ile aynı olmadığıdır.  Şartla salıverilme ve çalışma için  yapılan aylık özel indirim nedeniyle çekilen ceza önemli ölçüde azalmaktadır.  Bu yaklaşım, cezaevlerinde hükümlülerin iyileştirileceğine inanılarak hükümlünün ne zaman salıverileceği hükümde gösterilmeyip, cezanın çekilmesi sürecinde beliren gelişmeye göre belirlenmesi  ilkesine dayalı oluşturulmuştur. Ne var ki, hükümlülerin  % 99.9 şartla salıverilmesi, kurumun otomatik uygulandığını kanıtlamaktadır. Öte yandan, cezaevlerinin hükümlüleri etkili bir şekilde iyileştiremeyeceği  yargısına karşın şartlı salıverme uygulamasına devam edilmektedir.  Bu durumda mevcut uygulama, salıverilecek hükümlünün toplum için tehlike oluşturup oluşturmayacağı konusunda yapılacak bir değerlendirmeye dönüştürülebilir. Yalnız hükümlünün  erken salıverilmesindeki şu yarar yadsınamaz: Mahkemelerin potansiyel suçlulara tehdit niteliğinde  mesaj vermesine olanak sağlayan uzun süreli hürriyeti bağlayıcı cezalara hükmedebilmesi; buna karşılık hükümlünün bihakkın salıverilme halinde yapılacak harcamadan tasarruf edilmesidir.  Bedel – etkinlik irdelemesinde,  bedeli ödenmeksizin cezaların genel önleme niteliği güçlendirilebilmektedir.
 
·         Onikincisi, kararların yeterli  gerekçeden yoksun olmasıdır. Hukukun mantık ve “iyi duygu” arasındaki çatışmanın bir ürünü oluşuna “gerekçe” olgusunun sağladığı katma değer oldukça önemlidir. Gerekçe ve muhalefet şerhleri kararların sorgulanmasını sağlayan ve hâkimlere rasyonel yargılama gücü sağlayan unsurlar olarak hukukun zenginleşmesine katkıda bulunmakta15; ilkelerin oluşumunu sağlamaktadır.  Bu metotların varlık ve etkinliği, sosyal yaşamın diğer alanlarındaki gerekçeli yaşamanın varlık derecesiyle de yakından ilintili; demokratik  toplumlar için vazgeçilemez bir gerekliliktir. Öte yandan, ilk derece mahkemelerinde hükmün tefhiminde genelde gerekçeye yer verilmediği görülmektedir.  Tefhim sürecinde gerekçeye yer verildiği, sanık ikna edildiğinde ceza adaletinin etkinliği için çok şeyler yapılmış olacaktır16. Yine üçüncü kişilerin bir davayı total olarak inceleme ve algılama olanağı yoktur. Yargıtay Kararlar Dergisi’nde yer alan  anlatımın davanın kendisi olmayıp yalnızca ufak bir kısmı,  kuyruğu  denilebilecek kısmından ibaret olduğudur. 
 
·         Onüçüncüsü, Ceza muhakemesindeki tretmanın adilliğidir.  Bu sonucu etkileyen nitelikler şunlardır:
 
1.       Hâkimin tarafsız olmak yanında karara dayanak yaptığı “bulgular” hakkında yeterli bilgi sahibi olarak görülmesi;
2.       Sujenin, kendi görüşünü sunabilme, “sesini” duyurabilme şansı ve muhakeme sürecinde etkili olabilme imkanı olması; hâkimin duruşmada sunulan argümanları ciddiye aldığı ve üzerinde kafa yorduğu izlenimini elde etmesi;
3.       Muhakeme sırasında sujenin kendisine saygı ve nezaket sınırları içinde davranıldığını hissetmesidir.
 
          Metropol adliyeleri ceza mahkemelerinde yapılacak basit gözlemlerle iş yükünün stresi
          altında kalan mahkemelerin ne derece  “adil” oldukları kuşkulu görülmektedir. İş
          yükü stresi altında bulunan mahkemelere egemen olan fazlaca  iş çıkarılmasıdır. Ne var
          ki, yukarda sergilenen niteliklerin yoksunluğu sonucu, sujelerin hükmü kabullenme
          olasılığı zayıflayacaktır. İşte ilk bakışta ceza adaletinin etkinliği doğrultusunda bir
          izlenim verecek olacak “çıkan iş miktarındaki artış” uzun sürede “başarısızlığa” müncer
         olacaktır: Muhakeme ilkelerine uyumlu tretman  zaman faktörüne bağlı olduğundan 
         standart dışı iş yükü ile çıkan iş oranındaki artış her ilke için gerekli zamandan kısmayı
         gerektirecektir.
 
Adalet Perisinin gözü bantlı olmanın ötesinde körlüğü de söz konusu olabileceğinden adalet psikolojisi ve adlı tıbbın rol ve etkinliği küçümsenmeyecek ölçüdedir.  Avcılarda saptanan en ufak ayrıntıyı gözleme   yeteneği; eğitimle hâkimler içinde sağlanabilir. Bu amaçla  duruşma hakimliğine hazırlamak üzere  Adalet Akademisinde  özel programlar geliştirilmelidir. Ve ancak uçak/gemi kaptanlığında olduğu gibi böyle bir programdan belgeli olanlar hâkimlik yapabilmelidir. Hakimliğin de en az uçak veya gemi kaptanlığı kadar önemli olduğu unutulmamalıdır. Her şeyden  önce de, hâkimlerin çok iyi görme ve işitmesini etkileyen rahatsızlıkları giderilmesi veya teknik destekten yararlanması gerektiği bilinmelidir.
 
·         Ondördüncüsü,  yasal sonuçları dile getiren şu iki deyiş yenilenmelidir: 1) Dura lex, sed lex-Yasa serttir, ama yasadır; 2  summum jus summa inuria, en adil yasa en büyük bir adaletsizlik olabilir. Bunu önlemek için hukuk toplumsal ihtiyaçlara uygun olarak geliştirilmeli ve hukuki gerçeklerin araştırılması, anahtar rolünü almalıdır.
 
İlke olarak, bir ülkenin tarihi ve geleneği göz ardı edilerek yeni kurallar vaz edilemez. Aksi takdirde yozlaşma kaçınılmaz olmaktadır.  Aynı derecede halkın mentalitesi ve yaşam biçimi de göz önünde bulundurulmalıdır.  Bu gereksinme Montesquieu tarafından şu şekilde ifade edilmiştir: “C’est au legislateur à suivre l’esprit de la nation, lorsqu’il n’est pas contraire aux principes du gouvernement; car nous ne  faisons rien de mieux que ce que nous faisons libremen, et en suivant notre génie natural17.
 
Özetle, yasalar yapıldıkları ülkenin mentalitesi, geleneği ve tarihi  ışığında vaz edilmeli; halkın kültür ve eğitsel seviyesi de  göz önünde bulundurulmalıdır. Kuşkusuz, eğitsel yasalar eğitim seviyesi yüksek ülkeler ile okur yazarlık seviyesi düşük olan ülkeler için farklı olacaktır.
 
Yasa koyucu, her yeni yasa ile yeni bir adalet unsurunu mevcut hukuk sistemine eklediğinden, çıkarılan yasalar temel adalet ilkelerine  uyum ile haklılık kazanmalıdır- lar.  Müktesep haklar ihlâl edilmemeli; eşyanın tevzii her kesin ihtiyacına ve/ya icraatına göre yapılmalıdır.  İlaveten, çatışma halindeki menfaatler rasyonel bir temel üzerinde dengelenmelidir. Böylece, farklı menfaatler irdelenirken hiyerarşik sıralama yolunda rasyonel ve demokratik haklılık sağlayıcı nitelik üzerinde önemle durulmalıdır18.
 
·         Onbeşincisi, hukuk kurallarının formüle edilmesinin bir teknik olduğu unutulmamalıdır. Avrupa ülkelerindeki  yasama  faaliyetinin  temel amacı gelecekteki insan aktivitelerini için güvenlik ve rehberlik sağlamak üzere  davranışa özgü (uyulması veya uyulmamasının sonuçlarını belirterek) genel reçeteler vaz etmek ve bu bağlamda, insanların hukuki ilişkiye girilebileceği, değiştirilebileceği veya korunabileceği  mekanizmalar oluşturmaktır.  Bu önerme hukuk kurallarından beklenen şu amaçları telkin eder niteliktedir:
 
(1)     Kurallar hitap ettikleri kişiler tarafından anlaşılmalı;
(2)     Kurallar, açık, net, direkt ve güçlü bir anlatımla  ifade edilmeli;
(3)     Kurallar, kesin olmalı ve  ilke ile hususilik arasında doğru dengeyi korurken olası davaları kapsayıcı şekilde kaleme alınmalı19;
(4)     Sade bir şekilde ifade edilmeli; muhtevasında muğlaklığa yer vermemeli;
(5)     Yanlış yorumlama veya kötüye kullanıma  karşı açık kapı bırakılmamalı;
(6)     Diğer kurallarla tamamen uyumlu bulunmalı;
(7)     Geçmişe şamil olmamalı; fizik olarak uyum gösterilmesi imkânsız olmamalı;
(8)     Halkın dikkatlerine sunulmalı; kolayca erişilebilmeli; ve kullanımı kolay olmalı;
(9)     Konu hakkında sistematik ve kapsamlı ifadeler sağlamak üzere kurallar mantıksal ve düzenli bir şekilde organize edilmeli;
(10) Sokaktaki vatandaşın anlayabileceği  akıcılıkta ve mükemmellikte olmalıdır.
 
·         Onaltıncısı, popülist ceza yaklaşımının bilimsel gerçekleri göz ardı ettiğidir. Siyasete egemen olan popülist yaklaşımın yakın bir geçmişte ceza hukuku alanına da sıçradığına tanık olunmuş ve “popülist ceza” kavramı kriminoloji’ye yer etmiştir. Bu kavram “yasa koyucuların cezai değerini göz ardı ederek daha ziyade popülarite beklentisine dayalı siyasetleri yasalaştırma eğilimine”  işaret etmektedir. Ceza siyasetindeki bu  geleneksel yaklaşıma özgü başlıca sakıncalar şöyledir:
 
  1. Girift sorunlara basit çözümler getirilmesi;
  2. Sistematik kriminolojik araştırma sonuçları ile tutarsız olması;
  3. Gereksiz ıstırap kaynağı olması yanında maddi ve sosyal bedelinin yüksekliğidir.
 
Siyasiler  popülist süreçte cezai  “silahlanma yarışına” kilitlenmekte; her parti seçmenleri arasında popülarite kazanmak üzere halkın korunması için cezaların daha ağırlaştırılmasını önermektedir.  A.B.D.’de tavana  vuran cezai eskalasyon sürecini Avrupa Ülkeleri ve özellikle Türkiye’nin de kat etmeğe başladığı görülmektedir.
 
Medyanın  genelde gerçeği yansıtmayan “suç haberleri” ile pompalanan suç korkusu, yaratılan isterya cezaların ağırlaştırılması doğrultusundaki popülist bir yaklaşıma yol vermekte ise de, bunun çoğulcu bir bedeli olacağı göz ardı edilmektedir. Ekonomi, trafik veya eğitim konusunda  farklı öneriler getiren siyasiler rasyonel planlama gereği bu önerilerin maliyeti ile kaynağın nasıl sağlanacağına  işaret etmek zorundadırlar. Kuşkusuz, aynı gereklilik suç ve ceza siyaseti bağlamındaki öneriler içinde geçerli olmalıdır.  Yalnızca hukukun etkinliği ve kamu düzenini istemek yeterli görülmeyerek, cezaların ağırlaştırılmasının suçta ne kadar azalma sağlayacağına ilişkin tahminler ile artan hürriyeti bağlayıcı ceza uygulamasının kamu maliyesine getireceği parasal yükün ne olacağı da ortaya konulmalıdır. İşte siyasetin diğer alanları için geçerli olan “hesap sorulması” standartlarının ceza  adaleti için de geçerliği de facto benimsendiğinde cezaların  salt ağırlaştırılması yaklaşımının cazibesi  önemli ölçüde azalacaktır.
 
Bu amaçla siyasiler kriminolojik gerçeklerden bilgilendirilmelidir. Farklı seçenekler arasında  siyasi tercih yapmak konumunda olan siyasiler olası gerçeklerin leh ve aleyhindekileri açıklamakla yükümlüdürler. Halk onlardan bunu beklemektedir.  Bu nedenle, hürriyeti bağlayıcı cezanın ne sağlayabileceği, sınırının ne olabileceği ile tehlikeleri konularında siyasilerin bilinçlendirilmesine yardımcı olunmalıdır.  XX. yüzyılın son çeyreğinde ülkemiz cezaevlerinde yaşanan acı gerçekler karşısında  kabarık cezaevi nüfusunun ne denli bir bedel ortaya koyduğu unutulmamalıdır. Siyasiler fazlaca “insancıllık” ve “topluma yeniden kazandırma” projelerinden etkilenmeseler de, zaman zaman çok normal gibi görünen hürriyeti bağlayıcı cezaya fazlaca başvurulmasının  parasal tutarından  etkilenebileceklerdir.
 
·         ·        Onyedincisi, Türk ceza siyaseti ve uygulamasında “yolsuzluğun” ne derece önemli olduğunun anlaşılamadığıdır. Yolsuzluk konusunda yapılan suçlamalara karşı, sorunun sistemden kaynaklandığı dile getirilmekte veya bileşik kaplar metaforuna sıkça başvurulduğu görülmektedir. “Sistem” her düzeydeki sorumluluktan kurtulabilmek için dilimize pelesenk ettiğimiz bir maymuncuk” mazeret sözü haline gelmiştir. Gerçekte sorun, sorunun sistemden kaynaklandığını söyleyenlerden/ mazeret arayanların iyi niyetli olmamalarından kaynaklanmaktadır20.
 
Ülkeyi yolsuzluklardan temizlemenin, istenmeyen bir iktisadi bir maliyeti olacak; bozuk ve kirli ilişkilerin doğurabildiği bazı hayırlı sonuçlardan mahrum kalınacak ise de, bu tür ilişkiler yüzünden heba olan ulusal kaynakların miktarı, doğurduğu hayırlı sonuçlardan kat be kat fazla olacaktır. Hukukun de facto üstünlüğü, iktisadın verimini artıracaktır.
 
·         ·        Onsekizincisi, hukuk sosyolojisi öğretiminin nazari kaldığı, ülkemize özgü olgusal araştırmalara yabancı kaldığıdır. Hiç kuşkusuz, ampirik hukuk sosyolojisi,  toplum incelemesi olarak hukuk sisteminin araştırılmasında başvurulan en yetkin bir vasıtadır: Toplumsal görüntü ile yaşam gerçeğinin ne derece örtüştüğünü saptayarak, negatif ayrıştırıcıları belirleyerek sağlam bir hukuk  sisteminin gereklerini ortaya koymakta yardımcı olabilecektir. Ülkemizde hukuksal olgular araştırması Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü dışında, yine sınırlı ölçüde Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi kürsülerinde ele alınmıştır. Bu kürsüler, geleneksel olarak görevlerini, ampirik hukuk araştırmasından ziyade, hukuk felsefesi ile beraber teorik-spekülatif hukuk sosyolojisinin geliştirilmesi olarak algılamışlardır. İşte bu noktada yeni kurulan Adalet Akademisi’nin  bu eksikliği giderici,  niteliksel ve niceliksel araştırmaların yapılabileceği bir merkez olması üzerinde ciddiyetle durulmalıdır.
  
İşte Devlet mekanizmasının “hukuk” sistemi diye adlandırılan bir yönüne ilişkin koordine edilen faaliyetler bütününe ait sergilediğimiz bu on sekiz  saptamada göz önüne aldığımız,   bu faaliyetler kompleksinde yer alan kişilerin (legal aktörlerin) iddia ettikleri üzere neler yaptıkları ile gerçekte neler yaptıkları veya yapmadıkları ve diğer kişilerin (sistem dışındaki aktörlerin) bu kompleksle ve ürünleriyle ilişkilerinde neler yaptıklarıdır. İşte bu  soruların yanıtları devlet hukukunun sosyal teorisi olarak adlandırılabilir. On sekiz halkalı  bu teorik  zincire yeni  halkalar eklemek  ve  bütüne varmak üzere şlarımız devam etmektedir.   Sorular çok olmasına çok ama bir buyuru  oldukça kesindir: UYAN BAY HUKUK!21
 
 
 


(*) Çankaya Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Ana Bilim Dalı Başkanı
1  M.T.Yücel. Kriminoloji, Ank., 2003, s.132.
2 Ne var ki, kamu davası açmak için "yeterli belirti" yerine getirilen "yeterli delil" ölçütü istenilen işleve  kavuşturulamamıştır. Bunun en belirgin nedeni ise,  Savcılara güven duyulmamasıdır. Bu duygu  adliye kültürümüzün yerleşik bir öğesi olup, Savcıların ciddi bir  hazırlık işlemi   yapmaksızın kamu davası açması tutumu ile beslenmektedir. Nitekim, adalet müfettişlerince1986 yılı Ankara Cumhuriyet Savcılığı denetiminde,  hazırlık soruşturmalarının tamamına yakın bir kısmının zabıtaya yaptırıldığı; derdest 31074  hazırlık evrakından   yalnızca 732 sinin (% 2.3) Savcılarca tahkik işlemine tabi tutulduğu saptanmıştır.
Ülkemizde, yeterli delil ölçütüne göre dava açma tekelini elinde  bulunduran Savcıların bu ölçüte ne derece işlerlik kazandırdığı yukarıdaki somut veriler (beraat oranları) ışığında kuşkulu görülmektedir. Bu ölçüt, Savcıları  kamu davası açılması için  gereken “yeterli delil” için objektif bir değerlendirme yapma imkanı  bulamadıklarından mı yeterli bir işleve  kavuşamamıştır?  Yoksa  önceden  kamu davası açılmasına egemen olan “yeterli belirti “ ölçütünün yarattığı kültür ve davranış tutumu karşısında “yeterli delil”  işlevden yoksun mu kalmaktadırlar?
Savcılar, her sanık için yapılan  suç isnadına ilişkin  mahkumiyete  yönelik gerçek  bir beklentiyi besleyecek yeterli delil olduğu  konusunda tatmin  olmalıdırlar. Savcılar, savunmanın görüşlerini de göz önüne alarak tezlerini nasıl etkileyeceğini de göz önüne almalıdırlar. Kuşkusuz, mahkumiyete ilişkin gerçek bir beklenti olup olmaması objektif bir test niteliğindedir. Bu test, mahkemece, hukuka uyarlı ikame edilen leh ve aleyhteki delillerin değerlendirilmesi sonucu  büyük bir olasılıkla sanığın mahkumiyetine karar verilmeyeceği anlamına gelmektedir.
Cumhuriyet Savcıları kamu davası açarken yeterli delil olup olmadığına karar verirken, delillerin kullanılıp kullanılmayacağı  ile güvenilirliğini de göz önünde bulundurmalıdırlar. Bazı davalardaki sözde deliller ilgiyi çekmezken; bazı davalardaki delillerde,  ilk algılandığı gibi  güçlü olmayabilir. İşte bu nedenle kamu davası açılması sürecinde  yanıtlanması gereken sorular şunlar olmalıdır: Delil mahkemede kullanılabilir mi? Delilin mahkemede kabul görmemesi olasılığı var mı? Bazı  ceza usulü kurallarının ilgili  delilin hükme esas alınamayacağını emretmesi (CMUK md. 238, 254/2) karşısında,  delilin  elde edilmesi  şekli veya dolaylı tanık ifadesi  nedeniyle  delil mahkemece reddedilecek mi?  Bu durumda, gerçekçi bir şekilde mahkumiyete götürücü nitelikte diğer deliller var mı? Delil güvenilir mi? Suç itirafı örneğin sanığın yaşı, zeka derecesi veya  anlama gücü olmayışı nedeniyle güvenirlikten yoksun mudur? Tanığın özgeçmişi göz önüne alındığında Savcılığın  davasını zayıflatma olasılığı var mı?  Tanığın saikının karanlık olması veya sabıkasının bulunması, kendisinin  davaya yaklaşımını etkileyebilir mi?  Tanığın kimliği sorgulandığında, elde edilen kanıtlar yeterince güçlü mü?  Ne var ki,  Savcılar,  kullanabilecekleri  veya  güvenirliği konusunda emin olmadıkları kanıtları da göz ardı etmemelidirler.
İşte, Savcılar  kamu davası açılması sürecinde yer alan  “yeterli delil” ölçütüne işlerlik kazandırmak üzere sanık hakkında mahkumiyet beklentisi olup olmadığını test ederken şimdiye dek sözü edilenleri özenle irdelemelidirler. Özetle, kanıtları, kamu davasını açmak hususunda yeterli sayılıp sayılamayacağını Savcılar  takdir edecektir.  Tutum oluşumu ve değişikliği için ayrıca bk. M.Şerif  ve C.W.Şerif. Sosyal Psikolojiye Giriş II Sosyal Yayınları, İst., 1996, ss.539-573.
 
3 M.T. Yücel. “Adli Sistem-Kavramsal Modeller”  Hukuk Sosyolojisi-Hukuk ve Gerçekler Ank., 2004
4 Tebliğnamenin tebliğ edilememesi nedeniyle son iki yıl içerisinde beliren düşme sayısındaki artış nedeniyle yaptırım etkisi sınırlı olan suçlara ilişkin dava dosyalarının temyiz üzerine Yargıtay Başsavcılığınca tebliğname düzenlenmeksizin ilgili daireye gönderilmesi hükme bağlanmıştır (Yargıtay Kanunu 28. maddesine fıkra  eklenmesi- R.G. 21 /07/2004-25529- Madde 13).
5 Bk. Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğünün  yazılı emirle bozma talepleri hakkındaki 17/12/2002 tarih ve 3.3.-337/143 sayılı Genelgesi.
 
6 Bu istatistik görüntünün yıllarca  varlığına karşın   gerekli  adli irade tezahürüne tanık olunamadığı gibi  Beş Yıllık Kalkınma Plan Stratejileri ve yıllık kalkınma  programlarında da şimdiye dek  beraat/düşme/adli yanılma için bir oran hedeflendiği görülmedi. Öte yandan,  halkta ta bilinç yaratılamadığı için demokratik sistem  gerekli refleksi gösteremedi.
 
7 Hüküm giyen suçlu eğitilmekte, çalıştırılmakta /psikiyatrik tedaviye tabi tutulmakta;kendilerine “af” sağlamak üzere kader kurbanı etiketi yapıştırılmakta; aflarla salıverilenler özellikle cinsel sapıklar yeni kurbanlara doğru yelken açmaktadırlar.  Psiko-sosyal anketlerle suçluların öz geçmişlerinin profili çıkarılırken, mağdurlara ne olduğu konusunda hiç bir araştırma yapılmıyor. Cinayete kurban gidenler, sanki “temizlendiler”. Onlar mağdur potansiyelli kişilerdi; cinayet olmasa başka bir nedenle X olacaklardı-belki de yolda yürürken kafalarına bir saksı düşerek veya geceleyin evlerine giren bir kamyonla can vereceklerdi. Öte yandan, suç zamanaşımı ile takibattan kurtulan suçlulara karşın mağdurlar yaşam boyu geçirdikleri travmanın etkisine mahkum oluyorlar. İşte sistem çeşitli açılardan fire vermektedir. İnsan hakları bildirgelerinde  sanıkların korunmasına yönelik  hükümler pozitif hukuka yansımış iken mağdurların korunmasına yönelik düzenleme daha yasalaşmamıştır.  İlke defa suç işlediklerinde korunan  suçlular  salıverilme sonrası yeniden suç işlediklerinde sistem yine koruyuculuğunu sürdürmekte; zaman zaman cezai sorumluluk açısından  akıl hastalığı devreye girerek (insanity defense) farazi açıklamalarla sanığın cezai sorumluluğu olmadığı de  hükme bağlanabilmektedir. Kuşkusuz, bu düzenleme de sorgulanarak, gerçekte sanığın suçu işleyip işlemediği/suçlu olup olmadığı saptanmalı; bu saptama sonrası yaptırım ve tretman türü (akıl hastanesi mi, cezaevi mi, yoksa her ikisin mi olacağı)  belirlenebilmelidir. 
 
8 Bk. Cezaevi ve Penolojik Gerçekler bölümü.
9        1998 yılı  içinde  karar verilen (hukuk ve ceza) iş sayısı ve oranı dağılımı
                                          (a)                   (b)                        (c)
Ülke
İlk derece
İstinaf         %
Temyiz      %
b+c/a   %
Almanya
3.446.516
 273.878      7.9
7.839         2.8
     8.1
Avusturya
   203.859
   37.101    18.1
3.033         8.1
    19.6
Fransa
3.474.163
 250.603      7.2
27.798      11
     8.0
Türkiye(*)
2.499.456
 
528.620    21.3
         21.3
        (*) 2002 yılı değerleri
10 Yargıtay Hukuk Daireleri/ Yargıtay Başsavcılığına  gelen kararların ilk derece mahkemelerince verilen tüm kararlara oranlamasıdır.
11 Bu tabloda kara para aklama yasası uyarınca bir mahkumiyete tanık olunmadığı görülmektedir.
12 Üst Mahkemeler kurulması gereği hakkındaki  normatif yaklaşım için bk. S. Selçuk. “Konumu Açısından Yargıtay ve Üst (İstinaf) Mahkemeler Sorunu” Yargıtay Dergisi, C.2, S.4 (Ekim 1976) ss.33-51; T. Alp.” İl Üst Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Bir Öneri” Ankara Barosu Dergisi, S.1992/1, Y.49,ss.26-39;mukayeseli hukukta istinaf Adalet Dergisi, Yıl.91, (Ocak 2000) S.2 . Üst mahkemeler ile temyizin birlikte olması gerekmediği hakkında bk.Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin  R(95)4 sayılı  Hukuki ve Ticari Davalarda  Temyiz Sistemleri   ve  Usullerini  Geliştirme  Hakkındaki  Tavsiye  Kararı (Çev. M.T.Yücel); N.Bilge. “Karar Düzeltmenin İslâm  Hukukundaki Dayanağı” Prof. Dr. Kemal Fikret Arık’a Armağan Ank., 1973 ss. 63-79.
13 Hukuk ve ceza dairelerini içerecek şekilde Yargıtay’ın (1949-1997) dönemindeki iş yükü profili irdelendiğinde toplam iş yükü artış oranına yaklaşık oranda daire sayısı  arttığı ve verimlilik oranın da yaklaşık ayni değeri koruduğu görülmektedir:
   Yıl         Daire Sayısı   Değişim  Toplam iş        Değişim      Çıkan iş     Değişim    Verimlilik %
1949
12
100
129.334
  100
113.980
  100
88
1964
18
150
181.401
  140
161.621
  142
89
1997
32
267
375.129
  290
342.422
  300
91
  
14 Council of  Europe. Disparities in Sentencing: Causes and Solutions, Strasbourg, 1989.
15 Bilimsel görüşlerin/soyut kuralların  olaya ve kişiye uygulanması halinde  beliren sakıncalar karşısında gerekli değişim ihtiyacı belirdiği; ve bunun en belirgin kanıtına da  Prof. N. Kunter’in eserinde tanık olunmuştur.
16 E.Allan Lind & Tom R. Tryler. The Social Pschology of Procedural Justice Plenum, New York, 1988; M.T.Yücel. Adalet Psikolojisi, Ank., 2004.
17   Montesquieu. L’Esprit des Lois, Livre XIX, Chapitre 5.
18      Quinney’e göre, “Toplum, konsensüs ve dengeden çok farklılık, çatışma, zorlama ve değişimle karakterize edilmektedir. Hukuk, özel menfaatler ötesinde çalışan bir enstrümandan çok menfaatler etkisiyle oluşan bir olgudur. Hukuk, menfaatleri kontrol  altına alabilirse de, bizzat kendisinin özel kişiler ve grupların özel menfaatleri ile yaratılmakta ve ender olarak tüm toplumun ürünü olduğu unutulmamalıdır. Hukuk, menfaatlerini kamu siyasetine  dönüştürme gücü olan özel menfaatleri temsil eden insanlarca yapılmaktadır.  Siyasetin çoğulculuğu kuramı aksine, toplumdaki farklı menfaatlerin uyumlaştırılmış bir görüntüsü  olmak yerine  diğerleri pahasına bazı menfaatleri desteklemektedir.” (R. Quinney. The Social Reality of Crime, Boston:Little, Brown,1970,p.35). Yasal düzenlemeye özgü yapılan bu değerlendirmenin, ceza hukukunda klasikleşen hırsızlık, gasp, ırza geçme ve adam öldürme gibi suçlar dışındaki düzenlemeler için de haklılık payı küçümsenemez.
19       
19 İlkelerin–ağırlık veya önem–boyutu almasına karşılık kuralların bu niteliği yoktur.  İlkeler kesiştiğinde/çarpıştığında karara verecek kişinin her ilkenin ağırlığını göz önüne alması gerekmektedir. Diğer bir anlatımla, ne kadar önemli veya ağırlıklı olduğunun saptanması  söz konusu olmaktadır. Otomobil alımında yapılan sözleşme bağlamında “sözleşme serbestisi” ilkesi ile “tüketicilerin korunması” ilkesi gündeme gelmektedir.  Öte yandan, kuralların bir boyutu yoktur. Kuralların ancak işlevsel olarak önemli veya önemsiz olduğu söylenebilir.  Davranışı düzenlemek bakımından oldukça önemli bir kuralın diğerinden daha önemli olduğu belirtilebilirse de, kurallar sisteminde bir kuralın çok önemli olduğuna değinilerek iki kural çatışması halinde ağırlığı olanın üstünlüğü söz konusu olamaz. Özet olarak, hukuk, kurallar kadar ilkeleri de kapsamaktadır. Davaya karar verilme öncesi kuralın varlığına karşın mahkemenin yeni bir kural benimsemesi ve uygulaması durumunda  ilkelere  haklılık nedeni olarak yer verilmektediir.
20  İnformal davranış modelleri ve yolsuzluk için bk. H. Ökçesiz. “İnformal Adalet” Toplum ve Bilim 87, Kış 2000/2001 ss.195-201.E.Bohne, informal davranış biçimleri oluşum ve sıklığı  için şu nedenleri orta koymuştur:
 1) Yasal hedef açıklamalarının   belirsiz/çatışmaya müsait /enformasyon taleplerinin  fazlaca olması;
 2) Hukuksal biçimselleştirmelere uyma bedelinin yüksek bulunması;
 3)İçsel çatışma nedenlerinin çok ve sistem üyeleri için yenilgi “bedeli”nin korkutucu bir nicelik kazanması;
 4)Hızlı teknolojik, ekonomik, politik vs. değişimlere tanık olunan yasa alanlarının varlık göstermesi. Ökçesiz. a.g.e. s.197; F.Adaman, A.Çarkoğlu ve B.Şenatalar. Hanehalkı Gözünden Türkiye’de Yolsuzluğun Nedenleri ve Önlenmesine İlişkin Öneriler, İst.:TESEV, 2001; TBMM. Yolsuzlukların...(10/9) Esas Numaralı Meclis Araştırması Komisyonu Raporu Esas No.: A.01.1.Geç.10/9-539 – 19/06/2003.
21 M.T.Yücel “Sorular...” Hukuk Sosyolojisi- Hukuk ve Gerçekler, Ank., 2004, ss.214-215.

Forum