AD, ADIN ÇEŞİTLERİ,
KAZANILMASI, DEĞİŞTİRİLMESİ VE
AD ÜZERİNDEKİ HAKKIN KORUNMASI
Yüksel HIZ Zekeriya YILMAZ
Kanunlar Gn. Md. Bakanlık Tetkik Hâkimi
Daire Başkanı
1. Giriş
Fertleri birbirinden ayırmak için onlara doğdukları andan itibaren bir ad takılması adeti, insanlığın ilk devirlerinden beri bir ihtiyacın gereği olarak yerleşmiştir.
Ad kişiyi, toplum içindeki öteki kişilerden ayırmaya yarayan bir hukuki araç, bir belirtidir. Belirli hukuki sonuçların belirli bir kişiye bağlanabilmesinde de ad en önemli araçtır. İnsanların yerleşik yaşama geçmedikleri ve göçebe yaşamı sürdürdükleri dönemlerde, çok az sayıdaki insandan oluşan topluluklarda bile ad, topluluk içinde insanları birbirinden ayırt edebilmek için zorunluydu. Bugünkü yerleşik ve çok kalabalık sayıdaki insanların toplumsal yaşamda, adın bu işlevi daha da büyük bir önem taşımaktadır.[1]
Hısımlık, kişilerin yalnızca belirli çevredeki kişilerle olan ilişkilerini, ikâmetgah da kişinin belirli bir yerle olan ilişkisini belirlediği halde, ad, kişinin bunlardan daha geniş kapsamda ve çevredeki ilişkilerini belirler. Ad kişiyi, kişinin kendi ülkesinde ve hatta yabancı ülkelerde bireyleştirmeye yarayan bir belirtidir. Örneğin uluslararası alanda iş gören tüzel kişilerinin adlarının -ticari ad, firma, marka- uluslararası alanda korunmasında adın önemi kendiliğinden ortaya çıkar.[2]
Ad verme konusu tamamen sosyal bir olgu olup, dil, kültür ve hukuki açıdan bazı sınırlamalara tabi kılınmıştır.
Dil bilimi ve halk bilimi uzmanları ile hukukçular ve sosyologlar, ad konusu üzerinde önemle durmuşlar ve bu konuda pek çok eser meydana getirmişlerdir.
Hukukçular, gerek doktrin ve gerek uygulama açısından söz konusu olguyu değerlendirmişler ve Medeni
Kanun ile ilgili her eserde ad konusunu ele almışlardır.
Canlıların, nesnelerin ve kavramların, kısacası çevremizde gördüğümüz ve algıladığımız her şeyin adıyla ilgilenen bir bilim dalı olarak “Ad Bilimi” ortaya çıkmıştır. Bu bilim dalında, dil bilimciler, sosyologlar, halk bilimciler, hukukçular vb. kendi alanlarıyla ilgili yönleri ele alarak incelemekte ve birtakım sonuçlara varmaktadırlar.
Bir adın mesela bir insan adının, konuluşundan mahkeme kararıyla düzeltilmesine veya aile arasında, okul veya mahalle arkadaşlarınca söylenişindeki değişikliğe varıncaya kadar çok farklı yönleri vardır. Bu sebeple bir adın etrafında kümelenen araştırma dalları da farklılık göstermekte ve değişik adlarla anılmaktadır. Fransızların onomastigue, İngilizlerin onomastics ve Almanların namenkunde olarak adlandırdıkları bu bilim dalı, özellikle kişi adları, soyadları, takma adlar ve yer adları alanlarında gelişme göstermiştir. Hayvanlar, özellikle kuşlar, bitkiler, yiyecekler de adları açısından sıkça ele alınan konulardır.[3]
Ad biliminin başlıca alt dalları ise, kişi adları bilimi (Antroponymie), yer adları bilimi (Toponymie), dağ adları bilimi (Oronymie) ve su adları bilimi (Hydronymie)dir.[4]
Biz bu incelememizde; “kişi adları” üzerinde durup, ad ve soyadın verilmesi-kazanılması ve değiştirilmesinde göz önünde bulundurulması gereken kurallar ve yasal sınırlar ile adın korunma yollarını açıklamaya çalışacağız.
2. Ad kavramı
Ad, kişileri diğer kişilerden ayıran ve toplumsal ilişkilerde onu belirleyen bir tanıtım, bir işarettir.[5]
Önceki Medenî Kanunda “isim” terimine yer verilmişken, (md. 25, 26) yeni Medenî
Kanun (md. 26, 27) ve 2525 sayılı Soyadı Kanununda “ad” terimi tercih edilmiştir.
Kişilerin, birbirleriyle olduğu kadar toplumla olan ilişkilerinde de kendilerini diğer kişilerden ayırmaya, onları bireyselleştirmeye yarayacak bir tanıtım aracına ihtiyaçları vardır. İşte ad, bu ihtiyacı karşılamaktadır.[6]
Ad, önce bir kişinin hüviyetini belirterek kişiler arasında karışıklığa engel olur; ancak görevi sadece bundan ibaret değildir. Aynı zamanda kişinin belirli bir aileye bağlılığının belirtilmesini de sağlar. Adın kişilerin karıştırılmasını önleme görevi, aynı zamanda toplumda belirli bir düzen sağlama görevini de içerir. Adın, bu hâliyle kişiliğin ayrılmaz bir parçasını teşkil ettiği söylenebilir.[7] Tabir-i diğerle adın, bir kimseyi, başkalarından ayırma ve bir aileye bağlama suretiyle gerçekleştirdiği “belirtme görevi” yanında, ayrıca hukuk alanında, “düzenleyici bir görevi” de mevcuttur.[8]
3. Adın çeşitleri
3.1. Gerçek ve dar anlamda ad
Gerçek ve dar anlamda ad, kişinin hukuken taşıma zorunluluğunda olduğu öz ad ile soyadından oluşur.
2525 sayılı Soyadı Kanununun 1’inci maddesine göre; “Her Türk öz adından başka soyadını da taşımaya mecburdur.”
Öz ad ve soyadın birlikte kullanılması kural olup, söyleyişte, yazışta ve imza atarken önce öz ad, sonra da soyadı kullanılır (Soyadı Kanunu md. 1, 2). Ancak, söyleyişte ve yazışta, sadece soyadının kullanılması da mümkündür (Soyadı Tüzüğü md. 2). İmzada ise, öz adın ilk harfini, öz ad iki tane ise, her ikisinin ilk harflerini veya birinin ilk harfi ile diğerinin bütününü ve soyadını yazmak mümkündür (Soyadı Tüzüğü md. 2).
Batı ülkelerinde genellikle soyadı önde geldiği ve kişilerin genellikle soyadlarıyla anıldıkları hâlde ülkemizde, öz ad önce gelir ve genellikle kişiler “Ahmet Bey, Sezen Hanım” gibi, öz adlarıyla anılır. Ancak, yukarıda da ifade edildiği gibi Soyadı Tüzüğünde, yalnızca soyadının kullanılabileceği de kabul edilmiştir.[9]
Öz ad, bir çocuğun doğumundan sonra kendisine verilen veya takılan addır. “Küçük ad”, “has ad” ve “ön ad” da denilen öz ad sayesinde, gerçek kişileri ve özellikle aynı aileye mensup olan kişileri birbirlerinden ayırt etmek mümkündür.[10]
Bir kimsenin birden fazla öz adının bulunmasına engel yoktur. Halk arasında “göbek adı” denilen bu ikinci adlar, nitelikleri yönünden öz addan başka bir şey değildir.[11] Göbek adı da öz ad sayılır ve onun da birinci öz adla birlikte yazılıp söylenmesi gerekir.[12] Ne var ki, bazı ailelerin göbek adlarını nüfusa yazdırmadıklarına ve bu yüzden söz konusu ikinci adların “kayıt dışı” kaldığına da şahit olunmaktadır. Böyle de olsa, bu adlar kişilik hakkı olarak hukukî korumadan yararlanır. Yeter ki, ilgili kişi, toplum içinde bu ad ile de tanınmış, ferdîleşmiş olsun.[13]
Soyadı, bir kimsenin belli bir aileye, belli bir soya mensubiyetini gösteren addır. “Aile adı” ve “medenî ad” da denilen soyadı, ayrı ayrı ailelerden gelen kişileri birbirinden ayırmaya yarar ve nesilden nesile intikâl eder.[14]
Gerek öz adın, gerek soyadının nüfus kütüğüne kaydedilmesi zorunludur (Nüfus Kanunu md. 4; Soyadı Kanunu md. 7).
3.2. Geniş anlamda ad
Geniş anlamda ad, kişileri belirtmeye, bireyleştirmeye yarayan ve hukuken korunan diğer tanıtım araçlarını (adları), ifade eder.
3.2.1. Müstear ad (namı müstear, mahlâs, takma ad)
Müstear ad, kişinin belli bir çevrede veya belli bir faaliyette gerçek kimliğini gizlemek amacıyla seçip kullandığı addır. Buna, “namı müstear”, “mahlâs” veya “takma ad” da denilmektedir. Müstear ad, genellikle, sanatçılar ve yazarlar tarafından kullanılmaktadır. Bu adın kullanılması çok eski devirlere kadar gitmektedir. Örneğin, Fuzulî, Bâki, Nâbi, Nefî, Server Bediî, Ahmet Muhtar, Voltaire, Moliere, Claude Farrere, Pierre Loti, Mark Twain, Carmen Sylva gibi adları gösterebiliriz. Fatih Sultan Mehmet de, “Avnî” adıyla şiirler kaleme almıştır. Günümüzde de bazı yazarlar ve birçok sanatçının müstear ad kullandıkları görülmektedir. Müstear ad, Medenî Kanunda yer almamakla birlikte, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun 11’inci maddesinde, “... o eserin sahibi olarak adını veya bunun yerine tanınmış müstear adını kullanan kimse ...” denilmek suretiyle, müstear ad, bir hukukî terim olarak benimsenmiştir. Medenî Kanunumuzda müstear adla ilgili herhangi bir hüküm mevcut değilse de; doktrinde, müstear adın da, az çok ender rastlanan adlardan olması, başkalarınca da benzer işlerde kullanılması, ilgili kişiye ait olduğunun bilinmesi, kullanmanın hukuka aykırı olmaması gibi şartlar dahilinde Medenî Kanunun 26’ncı maddesindeki korumadan yararlanacağı kabul edilmektedir.[15] Takma adlar (namı müstearlar) bazen isim (ad) kadar ve ondan çok ünlü olup, daha çok önem taşır, kişiyi tanıtır. Sözgelimi, ünlü yazar Cevat Şakir’in namı müstearı, yani takma adı olan “Halikarnas Balıkçısı”, soyadı olan “Kabaağaçlı”dan çok ünlüdür. Bugün Cüneyt Arkın şeklindeki takma ad, gerçek adı olan Fahrettin Cüreklibatır’ı tümü ile unutturmuştur. Onun için takma adın korunmasını istemek, pek haklı bir taleptir.[16]
3.2.2. Lâkap
Lâkap, bir kimseye, öz ad ve soyadının yanında, bazı davranış ve görünüşünün özelliklerine, tutum ve tepkilerine bakılarak çevresi (başkaları) tarafından takılan addır. Lâkaba örnek olarak şişko, arnavut, deli, kör, uzun, topal, avcı, kara, köse, çömez, kirpi, cingöz, tuzsuz, nursuz, pofuduk, ödlek gibi adlar gösterilebilir. Lâkap müstear addan farklıdır. Gerçekten, müstear adı kişi kendisi seçip kullanmakta, lâkap ise kişiye başkalarınca yakıştırılmaktadır.[17]
Lâkap da, başka adlar gibi bir kimseyi teşhise ve diğerlerinden ayırt etmeye yarar ve genel ahlâka aykırı olmamak şartıyla ad olarak kazanılabilir. Kişilik hakkına saldırı niteliği taşıyan davranışlar karşısında lâkabın da Medenî Kanunun 24’üncü maddesindeki korumadan yararlanacağı kabul edilir.[18] Zira, lâkaplar da bazen kişinin adından çok ün yapar. Kanunî Sultan Süleyman, Aksak Timur, Yıldırım Beyazıt, Fatih Sultan Mehmet’lerde olduğu gibi, Kanunî, Aksak, Yıldırım ve Fatih lâkapları o kişileri daha da ünlendirmiştir. O halde lâkaplara saldırı da kişilik haklarının korunmasını gerektirir.[19]
3.2.3. Ticaret unvanı (firma)
Ticaret unvanı (ya da firma), tacirin hem ticarî-ekonomik, hem de hukuksal kimliğini belirleyerek onu öteki kişi ve tacirlerden ayırt etmeye yarar.[20]
Türk Ticaret Kanunu, her taciri bir ticaret unvanı almaya, onu ticaret siciline tescil ettirmeye ve ticarî işletmesini bu unvan altında işletmeye zorunlu kılmıştır (TTK, md. 41 vd.).
Gerçek kişi tacirin ticaret unvanı, kısaltmadan yazılacak öz ad ve soyadından oluşur; tacir dilerse buna bir ek de koyabilir. Örneğin, Ali Şimşek veya Ali Şimşek Manifatura Mağazası gibi. Bu unvandaki “Manifatura Mağazası” ticaret unvanının eki; Ali Şimşek ise çekirdeğidir.[21]
Tüzel kişi tacirlerin de ticaret unvanları vardır. Örneğin ticaret şirketlerinden kollektif ve komandit şirketlerin unvanları, ortaklarının veya hiç olmazsa onlardan birinin öz ad ve soyadı ile şirketin türünü gösteren bir ibareden oluşur ki, buna “kişi ticaret unvanı” denir. Anonim ve limited şirketler gibi sermaye şirketlerinin ticaret unvanlarında kural olarak pay sahiplerinin adı yerine, şirketin işletme konusu yer alır ki, buna da “konu ticaret unvanı” denir. Örneğin Ateş Madencilik Ticareti Anonim Şirketi gibi.[22]
Ticaret unvanı da hukuken korunan adlardandır (TTK md. 52, 54).
3.2.4. İşletme adı
İşletme adı, işletme sahibini göz önünde tutmaksızın doğrudan doğruya ticarî işletmeyi tanıtmaya ve benzer işletmelerden ayırt etmeye yarayan addır. (TTK md. 55).[23]
İşletme adı ticaret unvanından farklıdır. Gerçekten, ticaret unvanı taciri gösterdiği hâlde, işletme adı doğrudan doğruya işletmeyi tanıtır. Diğer taraftan, her tacir mutlaka bir ticaret unvanı kullanmak zorunda olduğu hâlde, bir işletme adı kullanmak zorunda değildir. Nihayet, ticaret unvanı sadece tacirler hakkında söz konusu olduğu, yani esnafların ticaret unvanları olmadığı hâlde, işletme adı esnaflar tarafından da kullanılabilir. Kaldı ki uygulamada esnafların hemen hemen hepsinin bir işletme adı kullandığı da gerçektir. Örneğin ayakkabı tamircilerinin “sağlam pençe”, “garanti kundura” gibi işletme adları kullandığına tanık olunmaktadır.[24]
3.3. Tüzel kişilerin adı
Tüzel kişilerin de gerçek kişiler gibi adları vardır. Tüzel kişilerin adları, onları toplum içindeki öteki tüzel kişilerden ayırt etmeye yarar.[25]
Tüzel kişilerin bir adlarının bulunması gereği, özel nitelikteki birçok hükümle de öngörülmüştür. Örneğin Dernekler Kanununun 8’inci maddesinin birinci bendinde her derneğin tüzüğünde “derneğin adının” gösterilmesi zorunluluğu belirtilmiştir. Medenî Kanunun 106’ncı maddesine göre, kurulan her vakfın adının vakıf senedinde gösterilmesi gereklidir. Aynı şekilde, ticaret şirketlerinin de birer adının bulunması gereği, TTK’nın 41 ve 43’üncü maddeleri hükümlerinden anlaşılır. Ticaret şirketlerinin adı, onların ticaret unvanını ya da firmasını oluşturur.[26]
Tüzel kişilerin adları da adın korunmasından yararlanır.[27]
4. Adın kazanılması
4.1. Dar anlamdaki adın kazanılması
4.1.1. Öz adın kazanılması
Öz ad, bir çocuğun doğumundan sonra kendisine verilen veya takılan addır.
Evlilik içi doğan bir çocuğun öz adını ana ve babası birlikte koyarlar (TMK md. 339/5, Nüfus Kanunu md. 16/4). Çocuğun adı ayrıca nüfus kütüğüne de kaydedilir. Ancak, adın nüfusa kaydedilmesi adın kazanılması için şart değildir. Başka bir deyişle öz adın nüfus kütüğüne kaydedilmesi kurucu nitelikte değildir. Nüfus kütüğüne yazımın fonksiyonu, bu kayıttan sonra adın mahkeme kararı olmadan değiştirilememesinde görülür (Nüfus Kanunu md. 46). Şu hâlde, nüfus kütüğüne bu konuda yapılacak kayıt, kurucu nitelikte olmayıp, sadece öz ada kesinlik (hâkim kararı olmadan değişmezlik) kazandırmaktadır.[28] Çocuk, hayatı boyunca, ana ve babası tarafından konulmuş olan bu öz adı kullanmakla yükümlüdür. Meğer ki haklı sebeple bu adın değiştirilmesine ilişkin istemi TMK md. 27 uyarınca mahkeme tarafından kabul edilmiş olsun.[29]
Evlilik dışı doğan bir çocuğun öz adını koyma hakkının, TMK’nın “soyadı” ile ilgili 321’inci maddesi hükmü göz önünde bulundurulduğunda anasına ait olduğu sonucuna varılmaktadır.[30]
Anası tarafından daha öz adı konulmadan tanıma ya da kişisel sonuçlarıyla babalık davası sonucu, evlilik dışı nesep bağıyla babasına bağlanması hâlinde, çocuğun öz adını, ana ve babası birlikte koyar.[31]
Öz ad koymak şahsa bağlı haklardandır. Bu itibarla velâyet hakkı ana-babadan nez edilmiş olsa bile, çocuğa isim koyma hakkı kendilerindedir. Ana-babadan biri ölmüş veya temyiz kudretini kaybetmişse, çocuğa isim koyma hakkını diğer eş muhafaza eder. Her ikisinin de ölmüş olması veya temyiz kudretine sahip olmaması hâlinde, çocuğa ismi vasisi verir.[32]
1587 sayılı Nüfus Kanununun 21’inci maddesi hükmüne göre; ana ve babası bilinmeyen (belli olmayan) çocukların öz adlarını nüfus memurları koyar.
Öz adın verilmesinde aile, akraba veya tanıdıkları arasında düzenlenen ve yapılan birtakım uygulamalar, halk biliminin (folklorun) kural ve uygulamaları içinde ele alınıp değerlendirilmektedir. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun ifadesiyle “... bu cihet halk arasındaki âdetlere bağlıdır.”[33] Böylece ad koyma olayının dil, hukuk ve halk bilimi (folklor) köşelerinden oluşan bir üçgen içinde ele alınması mecburiyeti ortaya çıkmaktadır.[34]
Çocuğun öz adının konulmasında ana-babaya veya anaya büyük bir serbestlik tanınmış olmakla birlikte; bu serbestliğin çocuğun kişiliğini zedeleyecek surette kullanılmaması da gerekir. Nüfus Kanununun 16’ncı maddesinin dördüncü fıkrasının 15.7.2003 tarihli ve 4928 sayılı Kanunla (md. 5) değişik ikinci cümlesinde; “Ancak ahlâk kurallarına uygun düşmeyen veya kamuoyunu inciten adlar konulamaz…” hükmü yer almakta,[35] Soyadı Kanununun 3’üncü maddesinde ise, “Rütbe ve memuriyet, aşiret ve yabancı ırk ve millet isimleriyle umumi edeplere uygun olmayan veya iğrenç ve gülünç olan soyadları kullanılamaz” denilmektedir. Hangi adların öz ad olarak konulamayacağı Nüfus Kanununun 16/4’üncü maddesinde düzenlenmiştir. Bu konuda Soyadı Kanununun 3’üncü maddesindeki kuralın da uygulanması gerektiği doktrinde kabul edildiği gibi.[36] Yargıtayın da, Soyadı Kanununun 3’üncü maddesindeki yasakları, öz ad yönünden de uygulama eğiliminde olduğu görülmektedir.[37] Buna göre; Lozan’a göre kabul edilen dinî azınlıklar dışında Türkçe olmayan, Türkçe’nin dil kurallarına aykırı düşen, anlamı bulunmayan veya tuhaf kaçan, söylenmesi ve yazılması zorluk çıkaran, edep duygularımızı rencide eden, çocuğu ileride iğrenç, gülünç duruma sokacak ve onun menfaatine aykırı düşecek, ad verme geleneklerimizde yer almayan adlarla, aşiret adları, yabancı devlet, millet ve ülke adları ile Türklüğe yabancı olan devlet adamlarının adları, öz ad ve soyadı olarak verilemez, kayıt ve tescil edilemez. Sözgelimi; “Borktrem, Rojket, Beryaçsı, Saalkapçun, Trepsilet, Yonkrah” vb. adların hem hiçbir anlamı yoktur, hem Türkçe değildir, hem de yazılışta ve söylenişte zorluklar doğurmaktadır. Aynı şekilde ad olarak hiç kimse çocuğuna “soytarı, katil, mahkûm, fahişe” veya “sırtlan, yılan, çaylak, ayı, penguen, fare” yahut “deprem, yangın, anafor” ya da “karanlık, alçak, hain, cıvık, kalleş” vb. kelimeleri de ad olarak akla getirmez. Birtakım iş kolları veya meslek dalları da bu durumdadır; “amele, ırgat, kasap, baytar, tezgâhtar” vb. gibi. Yine ad olarak Meksika, Gana, Brundi, İsveç, Portekiz, Rus, Eskimo, Japon, Stalin, Hitler, Mendoza, İdi Amin, Maradona, Beckham, Koyamuto, Salvatore vb. adlar da asla verilemez, kayıt ve tescil edilemez.[38] Nüfus memurları da bu kabilden adları nüfus kütüğüne kaydetmekten kaçınmalıdırlar.
Nüfus Kanununun 21’inci maddesi hükmüne göre, ana babası bilinmeyen, bulunmuş çocukların adları (ve soyadları) nüfus memuru tarafından verilir. Yukarıda belirtilen sınırlamaların göz önünde bulundurulması şartıyla, ana babası bilinmeyen, terkedilmiş olarak bulunan çocuklara ad verme yetkisine sahip olduğu belirlenen kişi veya kişilerin, bu çocuklara, istedikleri adı vermelerinde bir engel yoktur. Ancak bu adın çocuğun kökü, soyu ve cinsiyeti hakkında şüphe uyandıracak durumda olmaması gerekmektedir.[39] Ne var ki, uygulamada cami avlularına, kapı diplerine ya da arsalara bırakılan yeni doğmuş çocuklara, polis makamlarına teslim edildikleri zaman, çok tuhaf ve onur kırıcı adlar takıldığı görülmektedir. Örneğin bulunan çocuğa öz ad olarak “Garip” ve kendisini bekleyen çetin yaşamı imâ edercesine, soyadı olarak da “Çileli” vb. adların verildiği ve çocuğun bu adlarla nüfus kütüğüne kaydedildiği günlük gazete haberlerindendir. Bu konuda, yöneticilerin ciddî olmasını ve büyüdüğünde çocuğu rahatsız edecek, başkalarının yanında küçük düşürecek ve ona sürekli olarak ana babasızlığını anımsatacak adlar vermekten kaçınmalarını beklemek yerinde olur. Zira, ana babası tarafından terk edilen ya da ana babası belli olmayan çocuğun babası -deyim yerinde ise- “Devlet”tir. Devleti temsil eden yöneticilerin de, bu gibi konularda duyarlı ve ciddî olmaları zorunlu bulunmaktadır.[40]
Hangi ismin öz ad, hangisinin soyadı olarak alınabileceğine dair bir kaide veya gelenek yoktur. Bir kelime soyadı olabildiği gibi, öz ad da olabilir. Meselâ bizde “Erdoğan” veya “Seyhan” adı, bazı kimselerin öz adı olduğu hâlde, diğer bazı şahısların da soyadını teşkil etmektedir. Bu hususta pek çok misaller zikrolunabilir. Bir kimsenin soyadını teşkil eden bir ismin diğer kimsenin öz adı olarak kullanılması hâllerine yalnız bizde değil, Avrupa’da da çok rastlanmaktadır. Kelimenin ehemmiyeti yoktur, yeter ki, ad, aykırı veya iğrenç bir mahiyet taşımasın.[41]
4.1.2. Soyadının kazanılması
Her şahsın bir soyadının bulunması zorunludur (Soyadı Kanunu md. 1). Soyadı resmîdir, kat’idir ve değişmez. Ancak, önemli sebepler olursa, hâkimin izni ile soyadının değişmesi mümkündür.
Evli olan eşlerden doğan çocukların soyadı, ailenin soyadıdır (TMK md. 321). Ana ve baba boşanmış veya baba ölmüş olsa dahi kural böyledir.
Evlilik dışı ilişkilerden doğan çocukların soyadı, anaların soyadıdır. Ancak, ana önceki evliliğinden dolayı çifte soyadı taşıyorsa, çocuk onun bekârlık soyadını taşır (TMK md. 321). Evlilik dışı nesepte (soybağında) çocuğun kazanacağı soyadı, ananın mensup olduğu ailenin soyadıdır (Nüfus Kanunu md. 21/2). 743 sayılı eski Medenî Kanuna göre, evlilik dışı çocuk ile babası arasında ancak tanıma ya da kişisel sonuçlu babalık davasıyla, “sahih olmayan nesep” bağı kurulmuşsa, çocuk, babasının ve (ve onun kan hısımlarının) hısımı sayılıyor ve babasının soyadını ve vatandaşlığını kazanabiliyordu (önceki MK md. 312). Aksi takdirde sadece annesinin (ve onun kan hısımlarının) hısımı sayılıp, annenin soyadını taşıyordu (önceki MK md. 311). TMK’da ise, ana babanın evli olup olmamasına göre ayrım yapılmıştır. Anne-baba evli ise, çocuğun ailenin soyadını taşıyacağı; evli değillerse annenin soyadını taşıyacağı öngörülmüştür. Bu durumda ana, önceki bir evlilik nedeniyle çift soyadı taşıyorsa; çocuğun, onun bekârlık soyadını alacağı kabul edilmiştir (TMK md. 321). Evlilik dışı doğan çocuk, doğal baba tarafından tanınsa veya mahkemece babalığına hükmedilse bile, çocuk annesinin soyadını taşımaya devam eder. Sadece anne babanın sonradan evlenmesi durumunda, evlilik dışı doğan çocuk, babasının soyadını taşıyabilir. Evlilik dışı doğan çocuğun, başka bir yolla babasının soyadını taşıması artık mümkün değildir. Hatta, velâyet hakkı anneden alınıp, babaya verilmiş olsa dahi, çocuk, babasının soyadını alamayacaktır. Bu son derece isabetsiz bir düzenleme olmuştur. TMK’da, kadın–erkek eşitliği sağlanmaya çalışılırken, bu defa erkekler aleyhine bir eşitsizlik meydana getirilmiştir.[42]
Ana babası belli olmayan, bulunmuş olan çocuklara, çocuğun bulunduğu yer nüfus memuru bir öz ad ve soyadı takarak aile kütüğünün son sayfasına tescil eder (Nüfus Kanunu md. 21/2).
Evlenme sözleşmesinin tamamlanması ve evlilik birliğinin kurulmasıyla birlikte evlenen kadın, kocasının soyadını kazanır ve evlilik devam ettiği sürece ve ölümle sona erdikten sonra da bu soyadını kullanır. Kadın, evlendirme memuruna veya daha sonra nüfus idaresine yapacağı yazılı başvurusuyla kocasının soyadının önünde önceki soyadını da kullanabilir. Ancak, daha önce iki soyadı kullanan kadın, bu haktan sadece bir soyadı için yararlanabilir (TMK md. 187).
Evliliğin
boşanma veya iptal yoluyla sona ermesi hâlinde kadın, evlenmeden önceki soyadını yeniden alır. Eğer kadın evlenmeden önce dul idiyse hâkimden bekârlık soyadını taşımasına izin verilmesini isteyebilir. Kadının, boşandığı kocasının soyadını kullanmakta menfaati bulunduğu ve bunun kocaya bir zarar vermeyeceği ispatlanırsa, istemi üzerine hâkim, kocasının soyadını taşımasına izin verir. Koca, şartların değişmesi hâlinde bu iznin kaldırılmasını isteyebilir (TMK md. 173).
Evlilik ölüm sebebiyle ortadan kalkarsa, dul kalan kadın kocasının soyadını taşımaya devam eder. Bu durumda kadının ölen kocasının soyadını taşımaya hakkı olmadığı iddia edilecek olursa kadın, TMK md. 26/1 hükmüne dayanarak açacağı tespit davasıyla hâkimden bu soyadını taşımaya hakkı olduğuna karar verilmesini isteyebilir.[43]
Evlilik devam ederken kocanın soyadı TMK md. 27/1 uyarınca değişecek olursa, kadının soyadı da kendiliğinden değişmiş olur.[44]
Evlâtlık sözleşmesinin tamamlandığı sırada küçük durumda olan evlâtlık, evlât edinenin soyadını alır. Bu evlâtlık reşit olunca dilerse asıl ailesinin soyadını alabilir. Sözleşmenin tamamlandığı sırada reşit olan evlâtlık ise dilerse asıl ailesinin soyadını taşıma hakkından yararlanır; eğer bu imkândan yararlanma yolunu seçmemişse, o zaman evlât edinenin soyadını taşımakla yükümlüdür (TMK md. 314). Evlâtlık ilişkisi ortadan kalktığı zaman, evlâtlık evlât edinenin soyadını bırakarak evlât edinilmeden önceki soyadını alır.[45]
4.2. Geniş anlamdaki adın kazanılması
Gerçek kişilerde ad kural olarak doğumla kazanıldığı hâlde, tüzel kişilerin adı, tüzel kişiyi kuranlar tarafından verilir ve tüzel kişinin tüzüğünde ya da ana sözleşmesinde yer alır ve gerekli kütüklere yazımlanır (2908 sayılı Dernekler Kanunu md. 8/1; TTK, md. 42, 55, 155, 244, 279, 486, 506).[46]
Kamu tüzel kişilerinin, özellikle kanunla kurulan kamu tüzel kişilerinin adları, kendi kuruluş kanunlarında gösterilmek suretiyle kazanılır.[47]
5. Adın değiştirilmesi
5.1. Genel olarak
Medenî Kanunumuz kural olarak, adın değişmezliği ilkesini benimsemiştir. Hukukumuzda, bir kimsenin soyadı ile nüfusa tescil edilmemiş öz adını değiştirebilmesi ancak haklı bir nedenin varlığı hâlinde mümkündür (TMK md. 27).
Adın değişmezliği ilkesi, çağdaş hukukun ortak verilerinden biridir. Hiçbir hukuk düzeni, bireylere keyfî olarak adlarını değiştirme olanağı tanımamıştır.[48] Zira, kişilerin adlarını diledikleri anda ve sık sık değiştirmeye kalkmaları, sosyal ilişkilerdeki devamlılığı (istikrarı) ve güveni sarsar. Ancak, kişilerin gülünç, anlamı hoş olmayan veya kişilikleri hakkında yanlış izlenimler uyandırabilecek mahiyetteki adları taşımak zorunda bırakılmaları da menfaatlerine aykırı olur. İşte bu iki karşıt menfaati dengelemek maksadıyladır ki Medenî Kanunumuz 27’nci maddesiyle ancak haklı sebeplerin bulunması hâlinde bir kimsenin adını değiştirebilmesine imkân tanımaktadır.[49]
Adın değiştirilmesiyle ilgili bulunan ve Medenî Kanunun 27’nci maddesinde ifade edilen usul ve şartlar, sadece soyadları ile nüfusa kaydedilmiş öz adlar için geçerlidir. Buna karşı, Medenî Kanunun 27’nci maddesi hükmü müstear ad, lâkap ve henüz nüfusa yazılmamış öz adlar için uygulanmaz.[50]
Bizim hukukumuzda, adın değiştirilebilmesi, ancak mahkeme kararıyla olur. Bu durum, Soyadı Tüzüğü md. 4’de soyadları açısından belirtildiği gibi, kişisel durum sicilindeki kayıtların, mahkeme kararı olmaksızın değiştirilemeyeceğine ilişkin Medenî Kanunun 39’uncu maddesi hükmünden de çıkarılabilir. Kaldı ki, Nüfus Kanunu da yaş ve diğer kayıt düzeltmeleri gibi, ad ve soyadının da ancak bir dava yoluyla değiştirilebileceğini belirtmektedir (md. 46).
Adın değiştirilmesi kavramı geniş anlaşılmalıdır. Bundan, adın tamamen değiştirilmesi yanında, addan bazı harflerin çıkarılması, bazı harflerin eklenmesi veya iki addan birinin bırakılarak diğerinin kaldırılması gibi işlemler de anlaşılır. “Değiştirme” ile “düzeltme”yi de birbiriyle karıştırmamak lâzımdır. Meselâ, adın nüfus kütüğüne yazılışında bir hata yapılmışsa, ad gerçekte olduğu gibi kaydedilmemişse, yapılacak şey, değiştirme davası değil, düzeltme davası açmaktır. Düzeltme davası, Medenî Kanunun 39’uncu madde hükmüne tâbi olup, Medenî Kanunun 27’inci maddesinde aranan “haklı sebep” bu dava için aranmayacaktır.[51] Adın değiştirilmesi, doğru olarak kütükte kayıtlı olan adın değiştirilmesi, bir ek yapılması, bir harfin çıkarılması hâllerinde söz konusu olur. Adın yazılış şeklinin (imlâsının) değiştirilmesi de, adın değiştirilmesi olarak kabul edilmektedir.[52]
5.2. Haklı sebebin varlığı
4721 sayılı Türk Medenî Kanununun 27’nci maddesinin birinci fıkrasında; “Adın değiştirilmesi, ancak haklı sebeplere dayanılarak hâkimden istenebilir” hükmü getirilmiştir. Bu hükme göre adın değiştirilebilmesi için ortada haklı bir sebebin bulunması gerekir.
Adın değiştirilmesini haklı gösterecek sebeplerin neler olduğunun belirlenmesi (bu konudaki takdir yetkisi) hâkime aittir. Hâkim haklı sebebin varlığını özellikle adının değiştirilmesini isteyen kimsenin kişisel, ekonomik ve ailevi menfaatlerini göz önünde tutarak takdir eder.[53]
Bir adın, ad sahibini toplum içinde güç duruma düşürücü ve ona zarar verici olması; örneğin, adın, gülünç, çirkin, iğrenç, yazılış ve okunuş ve anlaşılmasının çok zor olması; kişinin kötü ünü olan ve aynı yörede yaşayan bir kişiyle aynı soyadı taşımakta oluşu; ticarî yaşamda başarısızlığa uğrayan ve iflâs ettiği herkesçe duyulan bir kişinin soyadını taşıması dolayısıyla ticarî yaşamda kredisini ve müşterilerini yitirmesi; yabancı uyrukluğu ve dinini terk ederek Türk uyrukluğuna geçme ve İslâm dinini kabul etme durumunda Türk ve Müslüman adı almayı isteme; aynı adı çok kişinin taşımakta olması ve kişiyi öteki kişilerden yeterince ayırt edememesi, adın mesleği icrada veya mesleki açıdan gelişmede zorluk teşkil etmesi, kişinin ülke içinde kötü şöhretle tanınmış bir aileye mensubiyetini gösteren veya böyle bir görünüm yaratabilecek olan yahut da kişinin yabancı olduğu izlenimini uyandıran adların mevcudiyeti, haklı neden olarak kabul edilebilir.[54] Uygulamada da, adın yetersizliği, elverişsizliği, karışıklığa yol açması, kötü, iğrenç, gülünç, incitici, küçük düşürücü bir anlam taşıması, alay ve utanç konusu olması ya da bazı yeni durumlarla oluşan bir zorunluluk bulunması, örneğin, bir kimsenin nüfusta yazılı adından başka bir adla bilinip tanınması gibi nedenler, adın değiştirilmesi için haklı neden olarak kabul edilmektedir.[55] Bu örnekler de göstermektedir ki, adın değiştirilmesinde şahsî, ailevî, meslekî (ticarî) ve diğer alanlara ilişkin çeşitli haklı sebep görünümleri söz konusu olabilmektedir.
5.3. Adın değiştirilmesinde usul
Adın değiştirilmesi için haklı sebebe dayanarak dava açmak ve mahkemeden karar almak gerekmektedir. Bu davada yetkili ve görevli mahkeme, istem sahibinin yerleşim yerinin (ikametgâhının) bulunduğu yer asliye hukuk mahkemesidir (Nüfus Kanunu md. 46/1).
Adın değiştirilmesini talep hakkı, şahsa sıkı sıkıya bağlı haklardandır. Bu durumda talebin, doğrudan doğruya adını değiştirmek isteyen kimse tarafından yapılması gerekir.[56]
Nüfus Hizmetlerine Ait Kuruluş, Görev ve Çalışma Yönetmeliğinin 145’inci maddesi uyarınca, “Kayıt düzeltme davaları kaydın sahibi veya veli veya vasileri veyahut kayıt düzeltmesinden yararı olanlar tarafından açılacağı gibi, nüfus idareleri ya da ilgili dairelerin göstereceği lüzum üzerine Cumhuriyet savcıları tarafından da açılabilir. Bu davalarda Cumhuriyet savcıları da kamu düzeni yönünden hazır bulunurlar.”
Ad, soyadı ve diğer kayıt düzeltme davaları, Cumhuriyet savcısı ve nüfus başmemuru veya nüfus memuru huzuruyla görülür ve karara bağlanır (Nüfus Kanunu md. 46/1).
Adın değiştirilmesi davası, aslında hasımsız bir davadır. Ancak, uygulamada, bu davalarda davalı olarak “nüfus idaresi” gösterilmektedir. Öte yandan, uygulamada, adın “düzeltmesinde” olduğu gibi “değiştirilmesi” de Nüfus Kanununun 46/1’inci maddesi hükmüne göre yürütülmektedir. Yani, duruşmalarda Cumhuriyet savcısı ve nüfus başmemuru veya nüfus memuru bulundurulmaktadır.[57]
1587 sayılı Nüfus Kanununun 16’ncı maddesinin dördüncü fıkrasına göre, çocuğun adını ana ve babası koyar. Ancak, ahlâk kurallarına uygun düşmeyen veya kamuoyunu inciten adlar konulmaz. Bu maddeye aykırı bir isim alındığı takdirde, aynı Kanunun 46/2’nci maddesine göre Cumhuriyet savcılarının, ismin düzeltilmesi için dava açma yetkisi vardır.
Adın değiştirilmesi davaları her türlü yazılı delil (nüfus kayıtları, gelen mektup zarfları, diploma, vergi kaydı ve tapu kaydı gibi) ve tanıkla ispatlanabilir.
Nüfus kayıtlarının düzeltilmesine ilişkin bu davalar (yani adın değiştirilmesi davaları) zamanaşımına ve hak düşürücü süreye bağlı değildir.
Adın değişmiş olduğunun nüfus kütüğüne kaydı ve bunun ilânı zorunludur (TMK md. 27/2). İlânın nasıl yapılacağı kanunda açıklanmamış olduğundan, ilân, genellikle günlük gazetelerden biri ile yapılmaktadır.
Şahsî bir ad veya soyadı düzeltilmesi (veya değiştirilmesi) davası sonunda öz ad veya soyadın mahkemece düzeltilmesine (veya değiştirilmesine) ilişkin nihaî kararın hüküm fıkrasında ayrıca hüküm özetinin (masraf davacıdan alınmak suretiyle) usulen mahkemenin yargı çevresinde yayınlanan yüksek trajlı bir gazete ile ilânına dair de hüküm oluşturulmalıdır. Uygulamada, kararda öngörülen bu ilân ilgilisince yaptırılmadığında, mahkemece karara kesinleşme şerhi verilmemektedir.[58]
Kamusal bir ad soyadı tashihi davasında[59] ise ad veya soyadı değişikliği söz konusu olduğunda hüküm özetinin ilânına gerek olmadığı gibi böyle bir karara mahkemece kesinleşme şerhi verilmesi için ilân koşulu da aranmaz.[60]
Adın değişmesi, kişinin yaşının, toplum ve aile içindeki durumun, bir kelimeyle kişisel durumun değişmesi sonucunu doğurmaz. TMK md. 27/3 hükmü “ad değişmekle kişisel durum değişmez” derken bunu ifade etmek istemektedir.[61]
Adın değiştirilmesi, evli kadın ve ergin olmayan çocukları da etkiler. Bu husus Nüfus Kanununun 46’ncı maddesinin üçüncü fıkrasının ikinci cümlesinde, “adlarını değiştirenlerin aile kütüğünde yazılı çocuklarının baba veya ana adları, soyadlarını değiştirenlerin yalnız eşiyle reşit olmayan çocuklarının soyadları birlikte değiştirilir” şeklinde belirtilmiştir.
Nüfus Kanununun 46’ncı maddesinin üçüncü fıkrasının son cümlesinde yaş düzeltme davasının ancak bir kez açılabileceğinin belirtilmiş olmasına karşın, gerek Medenî Kanunda gerekse Nüfus Kanununda, bir kez haklı nedene dayanılarak ad değiştirildikten sonra yeni bir haklı nedenin çıkması sebebiyle değişiklik istemi ile yeniden dava açılamayacağına dair bir hüküm bulunmamaktadır. Dolayısıyla, haklı nedenin varlığı hâlinde bir kişi hakkında birden fazla adın değiştirilmesine karar verilebilecektir.[62]
5.4. Adın değiştirilmesine itiraz
Adın değiştirilmesinden zarar gören kimse, bunu öğrendiği günden başlayarak bir yıl içinde değiştirme kararının kaldırılmasını dava edebilir (TMK md. 27/son).
Uygulamada pek rastlanmamakla birlikte adın değiştirilmesine itiraz, adın yargı yolu ile değiştirilmesinden zarara uğrayan herkesin bu değişikliği öğrendiği tarihten itibaren bir yıl içinde adını önceden değiştireni ve ilgili nüfus idaresini davalı göstermek suretiyle asliye hukuk mahkemesinde açacağı bir dava yolu ile itiraz edebilmesidir. Burada adın değiştirilmesine yönelik kararın kaldırılması söz konusu olacaktır.
İtiraz eden kişi, adın değiştirilmesinden zarara uğrayan kişidir. Onun zararı, yeni adın alınmasından doğabilir. Örneğin yeni alınan ad kendi adıdır ve bunu, adını değiştiren kişinin alması, onun zararına olabilir. Ya da eski adın terk edilmesi de kişinin zarara uğramasına yol açabilir. Örneğin kocasının soyadını taşıyan ve o adla belirli bir alanda ün yapan evli kadın, kocasının soyadını değiştirmesiyle, eski soyadını yitirecek ve kocasının yeni adını kazanacaktır. Bu ise, onun uğraşı alanında sağladığı ünü ve saygınlığı zarara uğratabilir.[63]
Davacı, ad değişmesi sebebi ile bundan zarar gördüğünü (esaslı bir menfaatin ihlâl edilmiş olduğunu) ispat etmek zorundadır. Ad değişmesi sonunda alınan yeni adın başkasının adı ile iltibasa (karışmaya veya birleşmeye) yer vermesi, ad değişikliğine itiraz ve bunun iptali için yeterli değildir, ayrıca, ad değiştirme yolu ile başkasının adının alınmış olmasının sonunda, bir zararın meydana gelmiş olması şartı aranır.[64]
İtiraz hâkim tarafından kabul edilirse, yeni alınan ad üzerinde hak yitirilir ve eski ad kendiliğinden canlanır. Fakat bu arada iyiniyetli üçüncü kişilerin korunması gerekir. Bunun için de itirazın kabulüne ilişkin karar kesinleşinceye dek geçen dönemde, kişinin yeni adıyla (itiraz yoluyla sonradan kaldırılan ad) yaptığı işlemler geçerli sayılmalıdır.[65]
6. Ad üzerindeki hakkın niteliği
Fransız hukukunda uzun süre ad üzerindeki hakkın bir “mülkiyet hakkı” olduğu görüşü hâkim olmuştur. Türk-İsviçre hukukunda, ad üzerindeki hak “kişilik hakkı” olarak kabul edilmektedir. Keza, Almanya ve Avusturya hukuklarında da ad üzerindeki hakkın kişilik hakkı niteliğinde olduğu kabul edilmektedir. Ad üzerindeki hak bir kişilik hakkı olması itibariyle, bu hakkın
miras yoluyla geçmesi, başkalarına devredilmesi ve hak sahibinin bundan vazgeçmesi düşünülemez. Ad üzerindeki hak bu niteliği itibariyle “mutlak bir hak” da sayılır.[66] Fakat ticaret unvanı ve işletme adı yönünden bu kural geçerli değildir ve bu ad çeşitleri üzerindeki hak başkalarına devredilebilir ve mirasçılara geçebilir.[67] TTK’da ticaret unvanının başkasına devredilebileceği ve bu devrin şekli hakkında özel hükümler mevcuttur (TTK md. 51).[68]
7. Adın (ad üzerindeki hakkın) korunması
7.1. Genel olarak
Ad, kişiliğin manevi bütünlüğünü oluşturan varlıkların en önemlilerinden biri olduğundan, kural olarak, Medenî Kanunun kişiliğin korunması ile ilgili 24 ve 25’inci maddeleri hükümlerinden yararlanır. Fakat Medenî
Kanun ada verdiği önem dolayısıyla, adın korunmasına ilişkin olarak 26’ıncı maddesiyle özel hükümler getirmiştir. Bu düzenlemedeki koruma, kişiliğin korunmasıyla ilgili düzenlemelerin özel bir şeklidir.
Adın korunmasına ilişkin bu özel düzenlemeden, öz ad ve soyadı yararlandığı gibi, müstear ad, lâkap, ticaret unvanı, işletme adı gibi adlar ve tüzel kişilerin adları da yararlanır.[69] Ancak, mahlâs (müstear ad) ve lâkapların korunabilmesi için, kişinin bu adlar altında tanınmış olması, yani bunların korunmasını haklı gösterecek bir menfaatin bulunması gerekir[70]. Ticaret unvanları ile işletme adlarının korunması hakkında Ticaret Kanununda ana hatlarıyla Medenî Kanunun 26’ncı maddesi hükmüne benzeyen özel koruma hükümleri de mevcuttur (TTK md. 53 ve 54).[71]
7.2. Adı koruyan davalar
Başkalarının haklı bir neden olmaksızın, adı kullanmaları (gasbetmeleri) ya da herhangi bir yolla kullanılmasına haksız yere engel olmaları ve bu yollarla ad sahibine zarar vermelerine karşı, ad sahibi gerekli koruma yollarından yararlanır. Medenî Kanunumuz ada yönelen hukuka aykırı saldırılara karşı başvurulabilecek davaları, adın çekişmeye (ihtilâfa) sebebiyet vermesi hâlinde açılabilecek olan “tespit davası” adın gasbı hâlinde açılabilecek olan “men davası, önleme davası” ile “maddî ve manevi tazminat davası” olarak düzenlemiştir.
7.2.1. Tespit davası
Tespit davası, TMK’nın 26’ncı maddesinin birinci fıkrasında açıkça düzenlenmiş ve, “Adının kullanılması çekişmeli olan kişi, hakkının tespitini dava edebilir” şeklinde ifade edilmiştir.
Bir kimsenin taşımakta olduğu ada (isme) üçüncü kişiler tarafından bu adı kullanmaya hakkı olmadığı yolunda itirazda bulunulmuş olabilir. Bu durumda adının kullanılması çekişmeli olan bu kişi, tespit davası açarak, bu adı taşımak konusunda hakkının bulunduğunun mahkemece karar altına alınmasını isteyebilir. Dava sonucunda verilen karar, adına itiraz edilen kişinin bu adı taşımak hususundaki hakkının varlığının tespit ve kabulüne ilişkin olur.[72]
7.2.2. Men davası
TMK’nın 26’ncı maddesinin ikinci fıkrasında, “Adı haksız olarak kullanılan kişi buna son verilmesini isteyebilir” hükmüne yer verilmek suretiyle, adın haksız kullanılması (gasbolunması) hâlinde açılacak olan ve “saldırının durdurulması” veya “tecavüzün kaldırılması davası” da denilen bir dava türü düzenlenmiştir.
Bir kimsenin, hakkı olmadan başkasının adını kullanması, adın (ismin) gasbıdır. Adının onu taşımaya hakkı olmayan bir kimse tarafından kullanılmasına engel olabilmek için adın gerçek sahibinin, adının haksız kullanılmasından dolayı zarar görmüş olması veya korunmaya değer bir menfaatinin bulunması gerekir. Buradaki zarar veya menfaat, maddî (ekonomik, ticarî) olabileceği gibi, manevi de olabilir. Örneğin, bir şahsın kendi soyadını bırakarak, başka bir şahsın adını kullanması veya bir kimsenin adının basın yolu ile veya yayınlanan bir kitapla küçük düşürülmesi, bir adın eşyaya konması (meselâ tanınmış bir şahsın isminin piyasaya yeni çıkarılan bir sigaraya veya diş macununa konulması), bir kimsenin köpeğine veya kedisine, komşusunu küçük düşürmek amacı ile onun adını koyması, başkası tarafından kullanılan adın, adın sahibi ile veya ailesi ile iltibasa sebep olması veya çeşitli ilişkilerde tereddüt veya karışıklık doğurması hâllerinde korunmaya değer menfaatin bulunduğu veya adın sahibi olan kimsenin zarara uğramış olduğu kabul edilmektedir.[73]
Adın haksız kullanılması hâlinde, adı haksız olarak kullanan kimsenin, bu konuda kusuru bulunsun veya bulunmasın, kanun, adın sahibine adının haksız yere kullanılmasına son verilmesine talep hakkı tanımaktadır.[74]
7.2.3. Önleme davası
TMK’nın 26’ncı maddesinde açıkça belirtilmiş olmamakla beraber, adının gelecekte büyük bir ihtimalle haksız surette kullanılacağına ilişkin belirtilerin bulunması hâlinde, adın sahibinin bu dava vasıtasıyla adının korunmasını isteme yetkisi de vardır.[75] Diğer bir tabirle adın tecavüze uğrayacağına, başkası tarafından kullanılacağına dair inandırıcı belirtiler varsa, önleme davası da açılabilir.
7.2.4. Tazminat davası
TMK’nın 26’ncı maddesinin ikinci fıkrası hükmüne göre, adı haksız kullanan kusurlu ise adı haksız olarak kullanılan kişi maddî zararının giderilmesini ve uğradığı haksızlığın niteliği gerektiriyorsa manevi tazminat ödenmesini isteyebilir.
Adının haksız kullanılması (gasbı) dolayısıyla maddî ve manevi zarara uğramak daha ziyade soyadı, ticaret unvanı ve işletme adı gibi ad türleri bakımından söz konusu olabilir. Öz ad bakımından böyle bir sorun çok istisnaî hâllerde ortaya çıkabilir. Ticaret unvanı, marka ve işaret gibi tanıtma araçlarının karıştırılmaya meydan verebilecek şekilde kullanılması “haksız rekabet” sayılarak özel surette koruma altına alınmıştır (TTK md. 57 b.5).[76]
Maddî veya manevi tazminat davaları, adı haksız olarak kullanılan kişinin bu yüzden maddî veya manevi bir zarara uğramış olması ve adı haksız olarak kullananın kusurlu bulunması hâlinde açılabilir.[77]
8.Türk alfabesine q,w,x harflerinin ilave edilmesine ilişkin görüşler ve uluslararası metin ve belgeler yönünden ad verme konusunun incelenmesi
Ad (veya isim), kişiyi toplum içinde diğer kişilerden ayıran, onun ferdîleşmesini sağlayan, keza onun belirli bir aileye mensup olduğunu belirten tanıtma işaretidir.
Bu çalışmamızda ad kavramı, adın çeşitleri, kazanılması, değiştirilmesi, ad üzerindeki hakkın niteliği ve bu hakkın korunması konularını, 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu, 1587 sayılı Nüfus Kanunu, 2525 sayılı Soyadı Kanunu, ilgili tüzük ve yönetmelikler çerçevesinde incelemeye çalıştık.
Bu inceleme ve araştırmamız sonucunda, ahlâk kurallarına uygun düşmeyen, kamuoyunu inciten, edep duygularını rahatsız eden, kötü, iğrenç, gülünç, incitici, küçük düşürücü bir anlam taşıyan, alay ve utanç konusu olan, söylenmesi ve yazılması zorluk çıkaran adların verilmemesi ve nüfus memurlarının da bu şekildeki adları nüfusa tescil etmemeleri gerektiğini söyleyebiliriz. Ancak ve sadece Lozan Antlaşmasında belirtilen azınlıklar kendi ad verme geleneklerine göre, istediği adları verebilirler. Fakat Anayasamızın 3’üncü maddesi uyarınca, Türkiye Devletinin resmî dilinin Türkçe olması dolayısıyla ve aynı zamanda konulan ismin nüfus kütüklerine geçirilmesinde hata yapılmamasını sağlamak açısından bu isimlerin, Türkçe gramerine uygun yazılması gerekir.[78]
Avrupa Birliği (AB) Komisyonu tarafından, Türkçe alfabesinde q, x, w gibi harflerin kullanılmaması eleştirilmektedir.
Türk alfabesi, Lâtin harfleri esas alınarak, 1/11/1928 tarihli ve 1353 sayılı Kanunla tespit ve kabul edilmiştir. Bu Kanuna göre, Türk alfabesinde 29 harf bulunmakta ve q, w, x harfleri geçen kelime veya isimler, Türkçe’de kendisine en yakın harfle (bunların ses değerlerini karşılayan Türk harfleri ile) ifade edilmektedir.
Bu harflerin (q, w, x) Türk alfabesinden ziyade yerel adlarda kullanılmasında engellerden söz edilmektedir.
Devletin de resmî yazım kuralları vardır. 29 harflik resmî bir Türk alfabesi kabul edilmiştir. Alfabemizde olmayan harflerle nüfus kayıtları, tapu kütükleri vs. tutulamaz.
1928 ve 1933 yıllarında da aynı konular gündeme gelmiş ve q, w, x harflerinin Türk alfabesine dahil edilmemesi benimsenmiş ve Mustafa Kemal Atatürk de bu yöndeki görüşünü açıklamıştır.
Diğer ülkelere baktığımızda, örneğin Hollanda’da adın yazılışında orijinali değil, Hollanda dili kurallarına göre yazılışı esas alınmaktadır. Yine Avusturya’da bulunan azınlıklar yönünden de benzerî bir uygulama vardır. Keza Grek ve Lâtin alfabesinin kullanıldığı Yunanistan’da Müslüman Türk azınlığın adları, Türkçe gramer ve imlâ kurallarına aykırı olarak yazılıp kullanılmaktadır.
Konuyu bölgesel veya azınlık dilleri ile ilgili uluslararası metin ve belgeler yönünden incelediğimizde de bu alanda Avrupa Konseyi tarafından 1990’lı yıllarda hazırlanmış iki önemli sözleşme karşımıza çıkmaktadır.
Bu sözleşmelerden ilki, eğitim, kamu idaresi, yargı, medya ve ekonomik ve sosyal hayatta, yani toplumsal yaşamın her alanında azınlık dillerinin kullanılmasının teşviki ve yaygınlaştırılması konularında çok geniş kapsamlı alternatif hükümler ihtiva eden “Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı”; ikincisi ise, devletlerin azınlık politikaları açısından uygulayacakları ilkeleri belirleyen, âkit devletlerin bu alandaki yasal düzenlemelerini yaparken ve uygulamalarını sürdürürken hareket edecekleri çerçeveyi belirleyen “Millî Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi” dir.
Bölgesel ve Azınlık Dilleri Avrupa Şartı, âkit devletler bakımından bağlayıcı ve ahdi yükümlülük doğuracak bir milletlerarası sözleşme şeklinde değil, azınlığa mensup bireylerin kendi dillerini kullanma haklarına ilişkin bir bildiri niteliğiyle, “Şart” olarak hazırlanmıştır. Hiç kuşkusuz, belge bu haliyle de, imzalayan ve onaylayan devletler açısından, sözleşmeler kadar olmasa bile hukuken ve özellikle de ahlâken bağlayıcıdır.
Son derece hassas bir konuyu düzenleyen Şartta, özenle seçilmiş bir üslup ve yumuşak ifadelerin kullanıldığı özellikle dikkati çekmektedir. Uluslararası sözleşmelerde kullanılması mutat olan ve kesin yükümlülükler belirten, “must” veya “shall” gibi kelimeler yerine, “undertake, make available, provide, produce, allow” gibi temenni ifade eden terimler tercih edilerek, devletler özendirilmeye çalışılmıştır.
Üçüncü madde, Şartın hangi azınlık dillerine uygulanacağını âkit devletlerin takdirine bırakmıştır. Devletler, imza, onay veya katılma belgelerinin tevdii sırasında, bu bölgesel veya azınlık dilini belirleyerek AK Genel Sekreterine bildirecektir.
Şart, devletleri özendirerek mümkün olan en fazla katılımı teşvik amacıyla düzenlediği her konuda çeşitli alternatifler öngörmüştür. Ülkelerindeki azınlıkların durumuna ve kullandıkları dillere göre, âkit devletler, 2’nci madde uyarınca bu alternatiflerden toplam olarak 35 tanesini seçmekle yükümlüdür. Ancak, hemen devletlerin bu konudaki takdir hakları kısıtlanarak, bunlardan en az üçer tanesinin 8-12’nci maddelerin her birinden ve birer tanesinin de 9, 10, 11 ve 13’üncü maddelerindeki alternatiflerden seçilmesi zorunluluğu öngörülmüştür.
Beşinci madde ile, Şartın yaygın bir kabul görmesini sağlamak amacıyla devletlerin endişelerini giderecek, çok önemli bir hüküm sevk edilmiştir. Buna göre, BM Şartı ve diğer uluslararası belgelerde olduğu gibi; “Bu Şartın hiç bir hükmü, BM Şartına veya devletlerin, devletler hukukundan kaynaklanan diğer yükümlülüklerine ya da devletlerin egemenlik ilkesi ve ülke bütünlüğüne karşı bir hak doğuracak veya eyleme kalkışmaya izin verecek şekilde yorumlanamaz.”
Şart, 13.11.1997 tarihi itibariyle Almanya, Avusturya, Danimarka, Finlandiya, Hollanda, İspanya, İsviçre, Kıbrıs, Liechtenstein, Lüksembourg, Malta, Macaristan, Makedonya, Norveç, Slovenya, Romanya ve Ukrayna olmak üzere, toplam 18 devlet tarafından imzalanmıştır. Bunlardan, Hırvatistan, Finlandiya, Macaristan, Hollanda ve Norveç tarafından onaylanmıştır. Yürürlüğe girmesi için 5 devletin onayı gerektiği ve bu sayıya ulaşıldığı için, Şart, 5. devletin onaylamasıyla, bu devletler arasında 1.3.1998 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Millî Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi ise AK Bakanlar Komitesince 10 Kasım 1994 tarihinde kabul edilmiştir. Bütün devletlerce kabul görebilecek ortak bir tanım üzerinde uzlaşma sağlanamadığından, Sözleşme metninde azınlık kavramının tanımına yer verilmesi mümkün olmamıştır.
Sözleşmenin 11’inci maddesine göre, azınlık mensubu bireyler kendi dillerindeki isimlerini kullanma hakkına sahiptir. Âkit devletler bu hakkı resmen tanımakla yükümlüdür. Ayrıca, azınlıkların çoğunluğu oluşturduğu bölgelerde, yerel isimlerle, cadde ve sokak isimlerinin, yeterli talep halinde, azınlık dilinde konulması için gereken düzenlemeler yapılacaktır.
Sözleşmenin III. Bölümünde ise, tanınan bu hak ve özgürlüklere karşılık, azınlığa mensup bireylerin milli mevzuata ve özellikle çoğunluk ve diğer azınlıkların haklarına saygı göstermekle yükümlü olduğu belirtilmiştir.
Sözleşmede, azınlık hakları konusunda belirsiz ve yetersiz bir şekilde tanımlanmış birtakım hedef ve ilkelere yer verilmiştir. Ancak, bunlar sadece âkit devletlere hitap ettiği ve bireyler bakımından doğrudan haklar doğurmadığı için, azınlığa mensup bireylerin bunlara dayanarak bir hak ileri sürmeleri mümkün değildir. Bu durumda her şey üye devletlerin takdirine bırakılmıştır.
Aynı şekilde Sözleşmede çok zayıf bir izleme ve yönlendirme mekanizması öngörülmüştür. Akit devletler, 25’inci maddeye göre, Sözleşmede belirtilen ilkeleri yaşama geçirmek üzere aldıkları önlemleri ve yaptıkları düzenlemeleri AK Genel Sekreterine bildirmekle yükümlü tutulmuştur. Bunların Sözleşmeye uygun olup olmadığının değerlendirilmesi, Bakanlar Komitesince yapılacaktır. Ancak, AİHS’de olduğu gibi bir denetim mekanizmasına başvuru mümkün olmadığı için, Bakanlar Komitesi herhangi bir aykırılık tespit ettiği takdirde, bunun yaptırımı yoktur.
1.2.1995 tarihinde imzaya açılan Sözleşme, Andora, Belçika, Fransa ve Türkiye dışında 41 Avrupa Konseyi üyesi devletin tümü tarafından imzalanmıştır. Bu devletlerden 26’sı onay işlemlerini de tamamladığı için, Sözleşme 1.2.1998 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Ne var ki, bu devletlerin büyük bir çoğunluğu onay belgelerinin tevdii sırasında ülkelerinde Sözleşmenin öngördüğü anlamda herhangi bir azınlık bulunmadığı konusunda beyanda bulunmuşlardır.
Millî Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesinin beklentileri karşılayamaması üzerine AK eski görüşünü[79] tekrar canlandırarak, Çerçeve Sözleşmesinin, AİHS’ye ek bir protokol olarak düzenlenmesine ilişkin çalışmalarını başlatmış bulunmaktadır. Bu amaçla azınlık haklarının da yer alacağı bir “Kültürel Haklar” protokolü hazırlanmak istenmektedir. Böylece, azınlık hakları da AİHS’nin koruma şemsiyesi altına alınacak ve hakları ihlal edilen azınlığa mensup bireyler, AİHM’ye başvuru hakkını kazanmış olacaklardır. Bu protokolde, bizzat Çerçeve Sözleşmesi ile, AK Parlementerler Meclisinin 1201 (1993) sayılı Tavsiye kararından alınacak hükümlere yer verilmesi düşünülmektedir.[80]
Bu konuda şimdiye kadar yapılan açıklamalar sonucunda Türk alfabesinin değiştirilmesini ve harf eklenmesini gerektirecek hiçbir hukukî ve bilimsel gerekçe bulunmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
K A Y N A K Ç A
KİTAPLAR
Acabey, Mehmet Beşir, (2002), Soybağı (Kurulması, Genel Olarak Sonuçları, Özellikle Evlilik Dışında Doğan Çocukların Mirasçılığı), İzmir.
Akipek, Jale G., Akıntürk, Turgut, (2002), Türk Medenî Hukuku Başlangıç Hükümleri-Kişiler Hukuku, 4. bası, İstanbul.
Arpacı, Abdülkadir, (1993), Kişiler Hukuku (Gerçek Kişiler), İstanbul.
Demiralp, B.Tunç, (1993), Uygulamada Nüfus Davaları ve Yargılama Yöntemi, İstanbul.
Ataay, Aytekin, (1969), Şahıslar Hukuku, Birinci Ayrım, Giriş-Hakikî Şahıslar, İstanbul.
Dural, Mustafa, (1977), Türk Medenî Hukukunda Gerçek Kişiler, İÜHF yayınları, İstanbul.
İmregün, Oğuz, (1991), Kara Ticareti Hukuku Dersleri, İstanbul.
İmre, Zahit, (1974), Şahsiyet Hakkının Korunmasına İlişkin Genel Esaslar, Özellikle İsim Hakkı ve İsim Hakkının Korunması, “Dr. Recai Seçkin’e Armağan”, Ankara.
————, (1980) Medenî Hukuka Giriş, İÜHF yayınları No: 2718, İstanbul.
Karayalçın, Yaşar, (1968), Ticaret Hukuku, Giriş, Ticarî İşletme, Ankara.
Köprülü, Bülent, (1984), Medenî
Hukuk Prensipler-Kişinin Hukuku, İstanbul.
Oğuzman, M. Kemal, Seliçi, Özer, (1988), Kişiler Hukuku Dersleri, İstanbul.
Özsunay, Ergun, (1979), Gerçek Kişilerin Hukukî Durumu, İÜHF yayınları No:2610, İstanbul.
Öztan, Bilge, (1987), Şahsın Hukuku (Hakikî Şahıslar), Ankara.
Sakaoğlu, Saim, (2001), Türk Ad Bilimi I, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara.
Şener, Esat, (1997), Kişinin (Şahsın) Hukuku, Dernekler ve Vakıflar Hukuku, Ankara.
Uyar, Talih, (2002), Türk Medenî Kanunu-Kişiler Hukuku, C.II, İzmir.
Ünal, Şeref, (2001), Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (İnsan Haklarının Uluslararası İlkeleri), TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu yayınları No: 89, Ankara.
Velidedeoğlu, Hıfzı Veldet, (1960), Türk Medenî Hukuku, C. I. Cüz 2, Şahsın Hukuku, İstanbul.
Zevkliler, Aydın, Acarbey, M. Beşir, Gökyayla, K. Emre, (1999) Zevkliler Medenî Hukuk, Ankara.
MAKALELER
Gözaydın, Nevzat, “Adımız Andımızdır... veya Türkiye’deki Adlar Üzerine Oynanan Oyunlar- “(2003), Türk Dil Kurumu Türk Dili Dergisi, Cilt LXXXVI, Sayı: 619, Ankara.
Gözaydın, Nevzat, (2003), “Adımız Andımızdır... veya Türkiye’deki Adlar Üzerine Oynanan Oyunlar-II” Türk Dil Kurumu Türk Dili Dergisi, Cilt LXXXV, Sayı: 620, Ankara.
[1] Bülent Köprülü, Medeni
Hukuk, Genel Prensipler-Kişinin Hukuku, 2. bası, İstanbul 1984, s. 304.
[2] Köprülü, s. 305.
[3] Saim Sakaoğlu, Türk Ad Bilimi I, Türk Dil Kurumu yayınları 780, Ankara 2001.
[4] Age., s. 10-11.
[5] Mustafa Dural, Türk Medenî Hukukunda Gerçek Kişiler, İÜHF yayını, No: 2308, İstanbul 1977, s. 162; “Ad, kişiyi, başka insanlardan ayıran ve toplumsal yaşayış ilişkilerinde onu belirleyen bir tanıtma işaretidir.” Ergun Özsunay, Gerçek Kişilerin Hukukî Durumu, İÜHF yayını No: 2610, İstanbul 1979, s. 186; “Ad (veya isim), kişiyi toplum içinde diğer kişilerden ayıran, onun ferdîleşmesini sağlayan, keza onun belirli bir aileye mensup olduğunu belirten tanıtma işaretidir.” Abdülkadir Arpacı, Kişiler Hukuku (Gerçek Kişiler), İstanbul 1993, s. 155; “İsim, bir kimseyi hemcinsinden ayırt eden, onu belirten bir kelimedir.” Bilge Öztan, Şahsın Hukuku (Hakikî Şahıslar), Ankara 1987, s. 143; “Ad, insanı öteki insanlardan ayıran, onu belirten bir kelimedir.” H. V. Velidedeoğlu, 1960, s. 130-131; “Ad kişiyi, toplum içinde öteki kişilerden ayırmaya yarayan bir hukukî araç, bir belirtidir.” Aydın Zevkliler, M. Beşir Acabey, K. Emre Gökyayla, Medenî
Hukuk, 6. bası, Ankara 1999, s. 414; “Ad, toplum içerisinde bir kimseyi diğerlerinden ayırmaya yarayan, onu belirten bir kelime, bir tanıtım aracıdır.” Jale G. Akipek, Turgut Akıntürk, Türk Medenî Hukuku Başlangıç Hükümleri-Kişiler Hukuku, 4. bası, İstanbul 2002, s. 435.
[6] J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 436.
[7] M. Kemal Oğuzman, Özer Seliçi, Kişiler Hukuku Dersleri, 4. bası, İst. 1988, s. 59.
[8] E. Özsunay, 1979, s. 186. Zahit İmre, Şahsiyet Hakkının Korunmasına İlişkin Genel Esaslar, Özellikle İsim Hakkı ve İsim Hakkının Korunması, “Dr. A. Recai Seçkin’e Armağan”, Ankara 1974, s. 813.
[9] A. Zevkliler, M. B. Acabey, K. E. Gökyayla, 1999, s. 415. J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 436.
[10] J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 437, 440. E. Özsunay, 1979, s. 187. A. Zevkliler, M. B. Acabey, K. E. Gökyayla, 1999, s. 416.
[11] M. Dural, 1977, s. 163. A. Arpacı, 1993, s. 156.
[12] A. Zevkliler, M. B. Acabey, K. E. Gökyayla, 1999, s. 417.
[13] A. Arpacı, 1993, s. 156.
[14] J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 436, 437, 441. A. Zevkliler, M. B. Acabey, K. E. Gökyayla, 1999, s. 417. A. Arpacı, 1993, s. 156-157. M. Dural, 1977, s. 163. B. Öztan, 1987, s. 143.
[15] Müstear ad konusunda bk. A. Zevkliler, M. B. Acabey, K. E. Gökyayla, 1999, s. 422. J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 437-438. A. Arpacı, 1993, s. 158-159. E. Özsunay, 1979, s. 188, 2002, s. 437-438. A. Arpacı, 1993, s. 189. M. Dural, 1977, s. 164. B. Öztan, 1987, s. 146. M. K. Oğuzman, Ö. Seliçi, 1988, s. 61. H. V. Velidedeoğlu, 1960, s. 134. Z. İmre, 1974, s. 824. Aytekin Ataay, Şahıslar Hukuku, Birinci Ayırım, Giriş-Hakikî Şahıslar, 2. bası, İstanbul 1969, s. 162-163.
[16] Esat Şener, Kişinin (Şahsın) Hukuku-Dernekler ve Vakıflar Hukuku, Ankara 1997, s. 99.
[17] Bk. dn. 16’daki eserler.
[18] Z. İmre, 1974, s. 827. E. Özsunay, 1979, s. 188. A. Zevkliler, M. B. Acabey, K. E. Gökyayla, 1999, s. 423, değişik görüşte A. Ataay, 1969, s. 164.
[19] Esat Şener, 1997, s. 99.
[20] Yaşar Karayalçın, Ticaret Hukuku, Giriş, Ticarî İşletme, Ankara, 1968, s. 370.
[21] J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 438-439. Y. Karayalçın, 1968, s. 373 vd. Oğuz İmregün, Kara Ticareti Hukuku Dersleri, 9. bası, İstanbul 1991, s. 50 vd.
[22] J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 439.
[23] Y. Karayalçın, 1968, s. 397. O. İmregün, 1991, s. 47-48.
[24] J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 439.
[25] A. Zevkliler, M. B. Acabey, K. E. Gökyayla, 1999, s. 424.
[26] J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 440.
[27] A. Arpacı, 1993, s. 159. A. Zevkliler, M. B. Acabey, K. E. Gökyayla, 1999, s. 424.
[28] A. Arpacı, 1993, s. 159. A. Ataay, 1969, s. 172. J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 440. M. Dural, 1977, s. 167.
[29] J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 440.
[30] J. G. Akipek, T. Akıntürk 2002, s. 441.
[31] M. Dural, 1977, s. 167.
[32] B. Öztan, 1987, s. 145-146. A. Arpacı, 1993, s. 160. A. Ataay, 1969, s. 173.
[33] H. V. Velidedeoğlu, 1960, s. 136.
[34] Nevzat Gözaydın, “Adımız Andımızdır... veya Türkiye’deki Adlar Üzerine Oynanan Oyunlar I” Türk Dil Kurumu Türk Dili Dergisi, Cilt LXXXVI, Sayı 619, 2003, s. 6.
[35] İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğünün 24.09.2003 tarihli ve 118/744-15345 -645 sayılı Genelgesinde de “Ahlâk kurallarına aykırı olmaması, kamuoyunu incitici bir yönünün bulunmaması ve Türk alfabesine uygun yazılması şartıyla vatandaşımızın örf ve adetlerine göre koymuş oldukları adlar 1587 sayılı Nüfus Kanununun 16’ncı maddesinin dördüncü fıkrasına aykırılık teşkil etmeyecektir. ” denilmektedir.
[36] J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 441. A. Zevkliler, M. B. Acabey, K. E. Gökyayla, 1999, s. 416. Z. İmre, 1974, s. 822-823. H. V. Velidedeoğlu, 1960, s. 136.
[37] A. Zevkliler, M. B. Acabey, K. E. Gökyayla, 1999, s. 416, dn. 125’deki Yargıtay Üçüncü ve Altıncı
Hukuk Dairelerinin kararları.
[38] N. Gözaydın, 2003, s. 7-8.
[39] N. Gözaydın, agm., s. 6-7.
[40] E. Özsunay, 1979, s. 191-192.
[41] H. V. Velidedeoğlu, 1960, s. 136, dn. 13.
[42] Mehmet Beşir Acabey, Soybağı (Kurulması – Genel Olarak Sonuçları – Özellikle Evlilik Dışında Doğan Çocukların Mirasçılığı), İzmir 2002, s. 283-284.
[43] J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 443-444.
[44] Age., s. 444.
[45] Age., s. 444-445.
[46] A. Zevkliler, M. B. Acabey, K. E. Gökyayla, 1999, s. 424.
[47] J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 445.
[48] G. Özsunay, 1979, s. 197.
[49] J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 446. A. Zevkliler, M. B. Acabey, K. E. Gökyayla, 1999, s . 426.
[50] E. Özsunay, 1979, s. 198. A. Arpacı, 1993, s. 164. M. Dural, 1977, s. 173-174.
[51] A. Arpacı, 1993, s. 165. M. Dural, 1977, s. 173-174.
[52] M. K. Oğuzman, Ö. Seliçi, 1988, s. 64.
[53] J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 446. A. Zevkliler, M. B. Acabey, K. E. Gökyayla, 1999, s. 428. Öztan, 1987, s. 152. M. Dural, 1977, s. 174. A. Arpacı, 1993, s. 165.
[54]. A. Zevkliler, M. B. Acabey, K. E. Gökyayla, 1999, s. 428. A. Arpacı, 1993, s. 165-166. B. Öztan, 1987, s. 152-154. M. Dural, 1977, s. 174-176. E. Özsunay, 1979, s. 198-200. H. V. Velidedeoğlu, 1960, s. 137. M. K. Oğuzman, Ö. Seliçi, 1988, s. 65. A. Ataay, 1969, s. 160-161. J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 447.
[55] Yargıtay
Hukuk Genel Kurulunun 1.3.2000 gün ve 2000/18-27 E.2000/154, K.15.10.2003 gün ve E.2003/18-663, K.2003/587 sayılı kararları.
[56] E. Özsunay, 1979, s. 201. M. K. Oğuzman, Ö. Seliçi, 1988, s. 66. A. Arpacı, 1993, s. 166. M. Dural, 1977, s. 276.
[57] A. Arpacı, 1993, s. 167.
[58] B. Tunç Demiralp, Uygulamada Nüfus Davaları ve Yargılama Yöntemi, İstanbul 1993, s. 75.
[59] Uygulamada ender rastlanmakla birlikte kişinin
askerlik ve vergi mükellefiyeti gibi hallerinde kayıtlı bulunduğu ad ve soyadı ile fiilen kullandığı ad ve soyadı arasında çelişki varsa bu çelişkinin giderilmesi gerekir. Bu durumda
askerlik şubesi, vergi dairesi, mahkeme gibi ilgili resmî kurumlar Cumhuriyet savcılığına durumu ihbar ederler. Bu ihbar üzerine Cumhuriyet savcısı duruma el koyup lüzum gördüğünde ilgilinin ad ve soyadının tashihi için asliye hukuk mahkemesinde bir kamusal ad ve soyadı tashihi davası açar (B.T. Demiralp, s. 76).
[60] B. Tunç Demiralp, 1993, s. 75.
[61] J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 448. A. Zevkliler, M. B. Acabey, K. E. Gökyayla, 1999, s. 432. A. Arpacı , 1993, s. 168. E. Özsunay, 1979, s. 203.
[62] B. Tunç Demiralp, 1993, s. 83. Yargıtay Onsekizinci
Hukuk Dairesi, 22.10.1996 T., E.8849, K.9195. Talih Uyar, Türk Medenî Kanunu-Kişiler Hukuku, C. II. İzmir, s. 1387.
[63] A. Zevkliler, M. B. Acabey, K. E. Gökyayla, 1999, s. 433. E. Şener, 1997, s. 102.
[64] Zahit İmre, Medenî Hukuka Giriş, 3. bası, İÜHF yayını No: 2718, İstanbul, 1980, s. 495.
[65] A. Zevkliler, M. B. Acabey, K. E. Gökyayla, 1999, s. 434.
[66] J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 449. A. Zevkliler, M. B. Acabey, K. E. Gökyayla, 1999, s. 434-435. M. K. Oğuzman, Ö. Seliçi, 1988, s. 59-60. E. Özsunay, 1979, s. 186. M. Dural, 1977, s. 162. B. Öztan, 1987, s. 142-143. A. Arpacı, 1993, s. 155.
[67] Y. Karayalçın, 1968, s. 369.
[68] J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 449.
[69] A. Zevkliler, M. B. Acabey, K. E. Gökyayla, 1999, s. 436. J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 450. M. K. Oğuzman, Ö. Seliçi, 1988, s. 67. Z. İmre 1980, s. 488. A. Arpacı, 1993, s. 168-171. M. Dural, 1977, s. 170-171. B. Öztan, 1987, s. 147.
[70] J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 450. A. Arpacı, 1993, s. 169.
[71] J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 450.
[72] J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 451-452. Z. İmre, 1980, s. 489. M. K. Oğuzman, Ö. Seliçi, 1988, s. 67. H. V. Velidedeoğlu, 1960, s. 141-142. M. Dural, 1977, s. 172. A. Arpacı, 1993, s. 169. G. Özsunay, 1979, s. 206. B. Öztan, 1987, s. 147-148.
[73] Z. İmre, 1980, s. 489-490. M. K. Oğuzman, Ö. Seliçi, 1988, s. 67-68. B. Öztan, 1987, s. 150. E. Özsunay, 1979, s. 206. M. Dural, 1977, s. 172-173. E. Şener, 1997, s. 99.
[74] M. K. Oğuzman, Ö. Seliçi, 1988, s. 68.
[75] J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 452. M. K. Oğuzman, Ö. Seliçi, 1988, s. 68. H. V. Velidedeoğlu, 1960, s. 142-143. M. Dural, 1977, s. 173. B. Öztan, 1987, s. 150-151. E. Özsunay, 1979, s. 207.
[76] J. G. Akipek, T. Akıntürk, 2002, s. 453-454.
[77] Age., s. 453.
[78] İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğünün 29.11.1985 tarihli Genelgesinde de; “Hıristiyan vatandaşlarımıza kendi din ve kültürlerine uygun isimler konulmasında bir sakınca görülmediği, mevzuatın bu konuda bir engelleme getirmediği, ancak, Türk Devleti dilinin Türkçe olması sebebiyle ve aynı zamanda konulan ismin nüfus kütüklerine geçirilmesinde hata yapılmamasını sağlamak açısından bu isimlerin Türkçe gramerine uygun yazılması gerektiği” ifade edilmektedir. Genelge için bk. B.T. Demiralp, 1993, s. 94-95.
[79] Avrupa Konseyi, konuya ilişkin 1201 (1993) sayılı tavsiye kararında, Bakanlar Komitesine, millî azınlıkların korunması konusunda, AİHS’ye ek bir protokol hazırlanması önerisinde bulunmuş (ve böylece Sözleşmenin ayrılmaz bir parçası olarak azınlık haklarının da Sözleşmenin koruma mekanizması kapsamına alınması amaçlanmış), ancak, AK’ye üye ülkeler devlet ve hükümet başkanlarının 9 Ekim 1993’te Viyana’da yaptıkları zirve toplantısında, Konseyin, Sözleşmeye ek bir protokol hazırlanması şeklindeki önerisi rağbet görmemiş, yerine, AİHS’den bağımsız bir sözleşme hazırlanması direktifi verilmişti.
[80] “Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı” ve “Millî Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi” hakkında geniş bilgi ve değerlendirme için bk. Şeref Ünal, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (İnsan Haklarının Uluslararası İlkeleri), TBMM Kültür Sanat ve Yayın Kurulu yayınları No: 89, Ankara 2001.