"...

Çalıştığım halkevinin bölümlerinden biri, “Köycülük Şubesi”ydi. Ne bir üyesi köylere gider, ne bir köylü oraya gelirdi. O zamanlar, halk kavramının içine “köylü” kavramı girmiş değildi. Gerçekte asıl halk, bir tür parya idi. Halkçılık bölümü toplantılarında bir alay halkçılık yapılır, Behçet Kemal’in palavraları ve şiirleri dinlenirdi.

Bana gelince, o sıralar, içimde güçlü bir istek vardı: bir “köy incelemesi” yapmak. Bu yerinde gerçekleştirilecek, öyle sabah gidip akşam dönmek türünden değil, uzun süreli bir çalışma olacaktı. En az bir hafta, mümkünse bir ay kalınacaktı.

Projenin kabul edilmesi ardından, hazırlıklar başladı.

Gidilecek yer “Kutludüğün” adlı bir köydü. Gazi Terbiye Enstitüsü’nden küçük bir öğrenci grubu da benimle gelecek ve orada kalacaktı.

Bu girişime “köycüler” de sevinmişti. Bu iş, onlara bir gün için iyi bir eğlence olacaktı. Ne yalan söyleyeyim bir katkıları bile oldu: köye bir Türk bayrağı dikilmeliydi. Kocaman bir direk ve büyük bir bayrağı, bir gün içinde hazırladılar. Direği önceden dikmek için kumu ve çimentosuyla köye bir adam bile gönderdiler.


Bizi taşıyan otobüs Kayaş’a kadar rahatça geldi. Ondan sonra yol yok! Bir süre eşeklerin, kağnıların düzleştirdiği yollardan tozu dumana katarak ilerledik. Otobüsün de geçemeyeceği bir yere gelince birer ikişer dışarıya çıktık. Otobüs çukur yerlerden ağır ağır selamete çıktıktan sonra yerlerimize geçtik. Kutludüğün’e dönen yolda, oraya yakın olan “Bayındır” köyü uzakta bir toprak yığını gibi gözüküyordu.

Az ilerledikten sonra iki köyün arasında tek bir ağaç gördük. Onun dışında hiç ağaç yoktu. Ağacın üstü çaput doluydu. Daha sonra merak edip sorduğum zaman öğrendim ki bu ağaç “Tekin” imiş. Yakacak oduna ihtiyacı olan köylü onu da kesmeye kalkınca, bu tekin ağacın bir yerinden bir ışık çıkarak onu yere vururmuş. Kaç kez, bu cesareti gösteren kim çıkmışsa orada ölüsü bulunmuş. Bu inanç sayesinde o zavallı ağaç üstündeki çaput süsleriyle sağ kalmıştı, Anadolu’nun göbeğinde.

Kutsal ağacı geçtikten sonra köy gözüktü. Bir Orta Anadolu köyünü ilk kez görmüş olmanın duyguları içindeydim. Halkevindeyken herkes bayrak, direk, golf pantolonu gibi şeyleri hazırlarken, ülkü dergisini yöneten, kolej mezunu ve çok iyimser bir genç olan Nusret Köymen şık bir golf pantolon ve çoraplarla geliyordu. O zamanın en medeni “köycüsü” oydu (adından da belli değil mi?). Bense, aklımca orada incelemenin nasıl yapılacağını düşünüp duruyordum.

Köye girilmeden önce duruldu. Bayrak direği konmuş. Bir küme köylü toplanmış, ayrı bir yerde, korku içinde bize bakıyorlardı. Program gereği marş söylenerek bayrak çekildi. Behçet Kemal mahut şiirlerinden birini okudu ve ondan sonra da heyecanlı nutuklar söylendi. Köylü, “ bu işten bakalım başımıza ne gelecek” der gibi bakıyor, ya da –içlerinde dünya görmüş olanları- ortaoyunu seyreder gibi bakıyordu.

Bu aşamada benim programımın hiçbir değeri yoktu. Köylünün “efendileri” köyü gezmek istedilerse de gördükleri pislik, hayvan leşleri kokusu karşısında bu köy gezisinin bir tadı olmadığını anlayarak otobüse doluştular, bize de eyvallah diyerek çekip gittiler. Ünlü “şair” ne demiştir, biliyorsunuzdur herhalde:

Orda bir köy var uzakta
Girmesek de gelmesek de
O köy bizim köyümüzdür
O köy bizim köyümüzdür

“Şair “ utanmadan böyle dizeler yazmış! İnanılır gibi değil. Bu zırva sözlere şiir diye hayran olan var hala.

“Efendiler” gidince, ilk önce biraz dolaştık. Orta Anadolu köylerinin “köy odası” denen bir yeri bulunur. Orayı bize ayırmışlardı. Eşyalarımızı oraya taşıdık. Köyü dolaşmaya çıktık. Bizi gören köylü ayağa kalkarak hallerinden özür diliyorlardı:

“Kusura bakmayın efendi, bizim halimiz böyledir.”

diyerek…

Oraya niçin geldiğimizi anlamamış olduklarından, çok çekingendiler. “Başımıza belki bir iş çıkar” korkusuyla konuşmamaya çalışıyorlardı. Ömürlerinde ilk kez bu kadar şehirlinin köylerine kadar gelip kalmaya bile kalktıklarını görünce “bakalım bu işten ne çıkacak” diye endişe ediyorlardı. Elimizden geldiğince cesaret vermeye çalıştık. “köyünüzün ününü duyduk, biraz dinlenelim diye geldik” diyorsak da, bu lafları yuttuklarını sanmıyorum. Beraberimdeki gençlere “incelme yapmaya geldik” dememelerini sıkı sıkı tembih etmiştim.

Kadınlar erkeklerden daha dertli, daha cesaretli ve kuşkusuzdular.

Bir kapı eşiğinde çok yaşlı bir kadın oturuyordu, üstü başı yama içinde. Elinde bir borazan ağızlığı, ona baka baka ağıtlar okuyordu. Çanakkale savaşında şehit düşen borazancı oğlunun ağızlığını, sağ kalan askerler ona getirmişler. O günden beri yaşlı nine, oğlundan kalan ağızlığa baka baka ağıt söylüyordu. Yetiştirdiği evladından, elinde bir o boru ağızlık kalmıştı. Titrek, hafif sesiyle on yedi, on sekiz yıldır yaktığı ağıtları okuyordu. Gözlerimden boşanan yaşları saklamak için gençlerin arkasına saklandım. O sesten, bütün Türk halkının iniltisi yansıyordu.

Yaşlı ninenin yanında uzun boylu, ayakta duran, bir paçavra parçasıyla gözlerini silerek başka bir derdini anlatmaya çalışan kadın… ve onun gibi daha niceleri…

Golf pantolonlu halkçılarımız bunları görmeden gitmişlerdi.

Bütün köy o hayalimizde Ayşeciklerin, Fatmacıkların, sevgi türküleri söyledikleri köy, bir kerpiç yığınını andırıyordu. Halkın çoğunun giysisi paçavra, çoğu yalınayak, şurada burada hayvan leşleri ve milyonlarca sinek… sonraları, her Anadolu köyünde burnuma gelen is kokusu. Halkın kendisini ısıtmak için biriktirdiği kurutulmuş hayvan tezeklerinin yakılmasından sinen koku.

“Görsek de, görmesek de, o köy bizim köyümüzdür.” Öyle mi şair efendi?

O köyde Mehmet Çavuşu tanıdım. O; yaşam öyküsüyle, sağduyusuyla, bilgisi ve becerisiyle, düşündürücü anılarıyla, birçok okumuşumuzdan, kimi politikacı ve bakanlarımızdan daha üstün bir kişiydi. Belki yersiz sayacaksınız, köylünün bizden daha güzel insanlar olduğunu da ilk kez o paçavralar içindeki kadın ve erkeklerde farkettim.

Onları güneş yanığından, çul ve çaputtan ayırın: bir “ırk” olarak ne denli güzel insanlar olduğunu görebilirsiniz. Bir de kentlerimizdeki koca göbekli, yağlı enseli, kara suratlı, kötü bakışlı kişileri düşünün!...

"Türkiye'nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üreticisi olan köylüdür. O halde herkesten çok bolluk, mutluluk ve varlığa hak kazanan ve buna layık olan köylüdür. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin ekonomik politikası bu önemli amacının sağlanmasına yöneliktir.

Yedi yüzyıldan beri dünyanın çeşitli yörelerine gönderilerek kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi yüzyıldan beri emeklerini ellerinden alıp gereksiz yere harcadığımız ve buna karşılık daima onurunu kırdığımız ve hor gördüğümüz ve bunca özveri ve iyiliklerine karşılık nankörlük, küstahlık ve zorbalıkla uşak durumuna indirmek istediğimiz bu ülkenin gerçek sahibi huzurunda bu gün büyük utanç ve saygı ile gerçek durumumuzu alalım..."


Mustafa Kemal’in Cumhuriyet’in onuncu yıldönümünde, 1933'de söylediği bu sözlerin, on yıl sonra yeni kurulmakta olan halkevine doluşmuş aydın efendilerin kafalarında yer etmediğini görüyordum.

Böyle köylerle, böyle ilkel ekonomilerle, böyle sömürülerle modern dünyada yaşayabilecek miydik? Bütün umudumuzun yeni başlamış olduğuna, tarihin malı olarak kalmış bütün bu gerilikleri bir anda yok edemeyecek olan Mustafa Kemal döneminin bunların çözümünü bulacağına, bu başarıya benim de elimden geldiğince katkım olması gerektiğine de inanıyordum.

NİYAZİ BERKES

“Unutulan Yılları”

ALINTI: SÖMÜRGELEŞEN TÜRKİYE, POF.DR. CİHAN DURA, SAYFA 171-174

/////////

http://www.kanal1.com.tr/haber,Aglam...88EEBC39C.html

Dün Şengalek (Kutludüğün) ve Sibel öğretmen(Niyazi BERKES) ile "paryalar"ı izlerken gözlerimden yaşlar akarken yukardaki alıntı geldi aklıma...

Yaşasın!.. Bugün “köycüler” devreye girmiş...

Okullarını yapmak için (ve eğlenmek için) binlerce "köycü" sıraya girmiş...

Sibel ve ailesi yıllar önce terketmiş köylerini ve Urfa'ya yerleşmişler... Ne hikmetse neden köye ("tekin"e) döndüklerini bizim "köycüler" sormuyor, merak da etmiyorlar...

Yaşlı kadının şehit borazancı oğlundan kalan boru ağızlığından çıkan inilti, dün Sibel'in gözyaşları ile şekillendi...

Bu ağıt, aslında bu alıntıyı yapmış olduğum Nizyazi BERKES gibi nice cumhuriyetin çocuğu, aydınına yapılan haksızlık ve şerefsizliğe idi...

Köylü değil "köycü" olan nice şerefsizlerin satılmışlığına idi...

Göz yaşlarıyla...