Her ne kadar fazlaca bir şey bilmediğimi çok iyi bilsem de, fena bir gözlemci sayılmadığım hususunda herhangi bir şüpheye henüz düşmedim, şu zamana kadar... Hal böyle iken, ben de nacizane bu bilgimden birazcık bilmişlik taslıyayım da topluma ayak uydurmuş olayım dedim, olur ya "ayak takımı" damgası yemek de var sonuçta!

Bu arada, gözlerini dünyaya on aylık açan bir tembelden başka ne beklenebilir ki; İnternet, en ‘kolay ve rahat' erişim aracı olduğundan, gözlemlerimi daha çok bu yolla yapmayı tercih ediyorum tabii ki...

Eh gözlemler internet üzerinden olunca, bir de bakıyoruz ki; herkes Başbakan, Cumhurbaşkanı, Asker-komutan, doktor, yeri gelince hemen de Türk, Kürt , Laz , Çerkez hatta bir anda herkes Hrant olup, Dink kesilir vb. gibi daha aklınıza ne kadarı gelirse... Anlayacağınız herkes her alanda her şey ve üstelik de profesör, kontenjan açığı hiç yok, sadece bir ekonomist bir de ÇOBAN kıtlığı var, o kadar...

Maşallah... Maşallah...

Sübhanallah...

Diyorum ama, Allah korusun, ya biri duyar da beni ‘Jön ve Ayak Takımı'ı dururken başka bir sınıfa transfer etmeye kalkışırsa… Neyse ki ilkokul yıllarım dank ediyor da kafama, hiç kimsenin gazına ihtiyaç duymadan cesaretimi toplayabiliyorum hemen de...

Öyle ya...

"Hayat Bilgisi" diye, bir dersimiz vardı hani...

Her ne kadar havuz problemlerini çözmek çok daha zevkli gelmiş olsa da, o dersi çalışma zorunluluğumuz da muhakkaktı; önce okur okur sonra da özet çıkarmaya çalışırdık, istesek de, istemesek de... Aksi halde oyuna hiç mi hiç izin verilmezdi...

Dersimiz Hayat Bilgisi:

Hiç unutmam; okuyup, öğrendikçe her gün biraz daha artardı Atatürk’e olan hayranlığım, hatta çoğu kez tenefüs bitiminde öğretmenler zili çalıncaya dek sınıfa girmez, sessizliğin hüküm sürdüğü o bir kaç dakika içerisinde büstünün olduğu köşede gizlenip öylece bakakalır, için için üzülürdüm, ağladığım bile olmuştu çoğu zaman… " O şimdi yok, bizi kim kurtaracak” diye...

Bir de gözlerimin önünden hiç gitmeyen şu iki rakam: 1881-1938

Birincisine umut dolu, ikincisine hüzünle bakardım hep, hala da öyle...

İşte, "Hayat Bilgisi" ile sevdamız böyle başlamıştı.

Ne de güzel başlamıştı halbuki...

Bu nedenledir ki, kargalarla olan düşmanlığım, ta o ilkokul yıllarıma dayanır; ne zaman bir karga görsem, o benim gözlerimi oyacakmış gibi bakar, ben de onu yakaladığım anda tüylerini tek tek yolacakmışım gibi bakarım. O gün bu gündür karga ile düşmanız ama, ne o benim gözlerimi oyabildi, ne de ben onun tüylerini yolabildim, düşman düşman geçinip gidiyoruz işte… Bir de her sabah gelip “gaaakk” diye, o çirkin sesiyle uyandırıp uyandırıp kaçmazsa daha iyi olacak ama, neyse…

Adı üzerinde “ Hayat Bilgisi…”

Her gün başka başka konular, bambaşka ödevler…

Atatürk bizi ve ülkemizi kurtarmaya çalışırken saati de onu kurtarmıştı, tüm bunları öğrendikçe sorular daha da çoğalır, daha çok yankılanırdı zihnimizde… Hepsi kolaydı fakat bundan sonra “Bizi kim kurtaracaktı?” işte asıl bu soruya bir yanıt, bir çare bulmalıydık.

Her ne kadar bu endişelerimi her dile getirdiğimde babam bana “Ben varım ya kızım” dese de, ki hatta bir gün sınıfta “ Benim babam kurtaracak bizi” dediğimde çoğu arkadaşım, “Bizim de babamız, bizim de babamız kurtaracak ÖĞRETMENİM” diyerek destek vermiş olsalar da, asıl bekçilerin “biz” olduğumuzu da yavaş yavaş öğrenmiş olduk; öğrenmiş olduk “Yerli Malı” kullanmanın ne demek olduğunu; Vatan ve Millet sevgisini; sevgi ve saygının ne demek olduğunu...

İşte böyle Değerli Çoban Kardeşlerim,

Bu ülkede yaşayıp da atası çiftçi ya da çoban olmayan var mıdır?

Elbetteki zanaatkâr olanı da vardı, kuşkusuz hepsi de birbirlerine muhtaçlardı…

Her zaman için birlik beraberlik içerisinde olup, bu toprakları kanlarıyla sulayıp, canlarıyla besleyerek hem de hiç kimseye muhtaç olmadan onurlu bir yaşam biçimi oluşturup bizlere sunarlarken;

Büyük kurtarıcımız M. Kemal Atatürk:

“Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. “ diye, boşuna nefes tüketmemiştir.

Eşitlik ve göreve saygı odur ki;

“M. Kemal Atatürk, bir gün Dolmabahçe’den gizlice çıkar Topkapı Sarayı Müzesine gelir. Müzeyi gezmek ister, kendisini kapıcıya tanıtır, fakat kapıcı henüz saat 9 olmadı, memurlar da gelmedi, Atatürk değil, kim olursan ol, bekleyeceksin, der.

Hiç şüphe yok ki, kapıcı Atatürk’ü tanımamış ve bu sözlere birden fazla muhatap bulunduğu için gelenin Atatürk olabileceğine inanmamıştır. Fakat bu anekdotta önemli olan nokta Atatürk’ün kapıcının sert cevabı karşısında ısrar etmeyerek, bir kenara çekilip, saatin 9 olmasını ve memurların gelmesini beklemesidir.”

Hiçbir vatandaş diğerinden üstün olmadığı gibi, hiçbir ülke de tanımıyorum ki bizim ülkemiz kadar zengin bir kültüre sahip ve güzel olsun.

Tabi arada bir de olsa, içimizdeki kargalar çıkıp da, “GAAKK” diye, dışarıdaki kargalara peynirimizi kaptırmaya davetiye çıkarmazlarsa…

Şunu da iyi bilsinler ki;

Bizler çoban oğlu, çoban kızı çobanıyız bu ülkenin, gerekirse hepsinin tüylerini bir bir yolar, muhabbet kuşu olmaktan çıkarıp, üstelik aynayı o kel suratlarına tutup güneşe bayram ettiririz.

Hızımı alamadım ya, neyse…

Her ne kadar ‘Acı patlıcanı kırağı çalmaz’ ise de ‘Acı acıyı, su da sancıyı bastırır’mış yine de...

Kalın sağlıcakla.