Sana geliyorum… yazdığın satırları okudukça aynaya bakıyormuş gibi hissettiren sana… her cümlenle durmadan kanattığın yaralarıma, bir yenisini eklemen için geliyorum… sana geliyorum… gözlerinin karanlık dehlizinde kaybolmak için, ellerimi ellerinin terinde ısıtmak için, yüreğinin kuytusuna saklanmak için geliyorum…” diye yazmıştım beyaz bir sayfaya senin bilmediğin… cümlelerimi sonlandıramamıştım henüz, bir de baktım karşında oturuyorum… fırtınalı ve alabildiğine soğuk bir İstanbul akşamıydı… sen bana karşı yıllardır tanışıyormuşçasına, sanki defalarca karşılıklı oturup demlenmişcesine rahattın… bense korktum gözlerine bakmaktan… ellerim konuşlanacak yer bulamadı… konuşurken “ben” olmayı başaramadığım için sustum çoğunlukla… zihnimde dolaşan kelimeleri ses olarak duyuramadım sana… beni bana anlatan yine sen oldun o soğuk İstanbul akşamında… o akşam daha bir iyi anladım; senin payına başkalarının düşüncelerini bıkıp usanmadan, korkusuzca, olduğu gibi anlatmak düşmüştü bu hayatta… kara bir büyü gibiydi insanların kendilerini senden dinlemek istemeleri… ne yaparsan yap kurtulamıyordun bu beklentiden… çoğunlukla kimse sormuyordu senin neler hissettiğini… birkaç soran bulsan bile çok geçmeden aynalarını senin eline tutuşturduklarını ve sende kendilerini görmeye çalıştıklarını fark ediyordun… böyle anlarda derin bir sızı kaplıyordu içini belli etmediğin… sonrasında “seni hayal kırıklığına uğrattığım için özür dilerim” diyen bir mesaj alıyordun… ve hiç düşünmeden şöyle veriyordun o mesaja karşılığı “ben hayattan hiçbir şey beklememeyi çoktan öğrendim…” ben de bu mesajı alanlardan biri olmaktan öteye gidemedim… bu cümlenle en derinindeki en derin yarayı gördüm… sadece gördüm… dokunamadım yarana… kanı dindirmek için elimi uzatacak kadar cesur değildim… diğerlerinden bir farkım yok benim de… çünkü ben de “Para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular” çemberinin ortasında kalanlardanım, daha fazlası değil… Daha fazlası olacak kadar yürekli değilim… O soğuk İstanbul akşamında gördüm en derinindeki en derin yaranı… ve o akşam kesin olarak anladım o yaraya ömrüm boyunca dokunamayacağımı… kanamanı dindirmeye yüreğimin, sevgimin yetmeyeceğini anladım… ve yüreğimin hamalı olmana bir son vermek için aramadım o günden sonra seni… amansız bir savaşa girdim kendimle… bir yanım hep sana dair bir şeyler yapmaya, sana ulaşmaya, sana yakın olduklarını düşündüklerimi hayatıma eklemeye devam etmek istiyor arsızca… diğer yanım sonsuz bir şevkat duygusuyla uzak kalmaya çalışıyor senden… sonuç ne olursa olsun bir kazananı olmayacak bu savaşın… sana uzak kalmayı başarmak ya da kendime yenik düşüp yine sana sığınmak ikimiz içinde yenilgi olacak… mutlu son yok senaryolarımda benim… hiç olmadı… hiç olmayacak… Biraz önce aldım yeni kitabını ellerimin arasına… yine aynı his doldu tüm hücrelerime… avuçlarımda kutsal bir şey tutuyormuşum hissi… hüzün, acı ve huzuru bir arada barındıran bir gülümseme gelip kondu dudağımın kenarına… ellerinin saçlarımın arasında dolaştığını düşledim saçma da olsa… mutlu oldum… kendimi ödüllendirdiğimi düşündüm kitabını almakla… Sonra derin bir sızı peydah oldu apansız… Kendimi mutlu hissederek, senin en derinindeki en derin yarandan biraz daha uzaklaştım aslında… Çünkü seni sevenler, yıllarca, sen yazdıkça, satırlarını okudukça “Beni yazıyorsun, beni anlatıyorsun” dediler sana… Şu an ruhumu saran mutluluğun altında onlardan biri olmaktan öteye gidemeyişim saklı işte… En çok bu yüzden sevdi seni sevenler, en çok senin satırlarında kendilerini gördükleri için… Oysa sen kendini anlatmak istedin tüm dünyaya satırlarınla… Seni anlasınlar, sesini duysunlar istedin… İlk kez o fırtınalı ve soğuk İstanbul akşamında en derinindeki en derin yarayı gördüğümde fark ettim bunu… Ama bak yine yeni kitabını elime alır almaz yanılgıya düşüp mutlu olma hakkını görüyorum kendimde… Unutuyorum o akşam gördüğüm benzersiz sızını, sonsuz hayal kırıklığını… seni sevdiğini söyleyenler, kıyıda köşede bıkıp usanmadan sana ilan-ı aşk edenler, nefreti de, acıyı da, sevinci de sana yükleyenler yani biz hep çok uzaktık oluk oluk kanayan yaralarını görmeye… Bakışlarımız her zaman kendimize yönelikti… Sana yazdığımız mektuplar, gecenin bir yarısı açtığımız telefonlar hep kendimiz içindi… En çok senin satırlarında kendimizi gördüğümüzü düşündüğümüz için sevdik seni… Bencilliğimiz ve kendimize hayranlığımız başımızı döndürdü hep… Hep sen bizim yaralarımıza dokun, hep sen bizim içimize bak ve gör, hep sen bizim sızımızı dindir istedik… Aynı şeyi senin için yapabilmeyi hiç istemedik, düşünmedik… Biz sana hep çok uzaktık aslında… Gözlerinin ta içine bakarken bile senin tahmin etmekte hiç zorlanmadığın başka bir dünyadaydık… Karşında oturan suretlerimizdi… Biliyordun tüm bunları… Hep bildin… Bildikçe daha çok kendine çekildin… Bildikçe yükselttin duvarlarını… Ve şimdi sana en yakın olduklarını bile düşünenlerin aksine sen herkesten ve her şeyden uzak bir hayatın içindesin… Kurallarına, gerekliliklerine, alışverişlerine ve aşklarına alışamadığın, alışmaktansa yok olmayı, unutulmayı göze aldığın bu dünyadan çok uzakta bir yerdesin… Rol yapmayı beceremediğin için oyunun dışındasın sen, çemberin dışında… İyi ki de ordasın… İyi ki rol yapmayı beceremiyorsun… Biliyorum çemberinde dışında oluşun sana ulaşmamı engelleyecek sonsuza dek… Biliyorum sen hiçbir zaman benim olmayacaksın… Ama ben hiç vazgeçmeyeceğim umut etmekten… acı çekmekten, yalnız kalmaktan hiç korkmayacağım seni düşündükçe… Ve biliyorum bir gün iç savaşımı kaybedip yine sana sığındığımda hiçbir şey olmamış gibi kabul edeceksin beni yüreğine… Ben seni yüreğime kabul etmeyi tam olarak hiçbir zaman başaramasam da… Artık sana “Seni seviyorum” demeyeceğim… “Seni seviyorum” derken kendime rağmen sana yalan söylediğimi bildiğini biliyorum artık… Sana, seni sevdiğini durmadan dile getiren bunca insan içinde gerçek sevenin sen olduğunu biliyorum… Seni sevdiğini söyleyenler yani biz seni sevmeyi hiç başaramadık aslında… Kendimizi kandırdık… Yetmiyormuş gibi seni de kandırabilmenin yollarını aradık… Başardığımızı düşündük çoğu zaman, kendimiz gibi seni de kandırabildiğimizi… Yanıldık… Sen her zaman farkında oldun eksik sevgimizin, ihtiras ateşimizin, bencilliğimizin adına “Aşk” dediğimizin… Yine de hep bir annenin şevkatiyle değdi gözlerin gözlerimize… Sevilmeyişine değil, hem de hiç değil, asıl sevmeyi bilmeyişimize üzüldün sen… Gerçek sevgiyi diğer duygularla karıştırmamız büyüttü sızını… Her gece aşktan bu denli uzak oluşumuza ağladın yastığını gözyaşlarına mezar yapıp… Artık sana “Seni seviyorum” demeyeceğim… Senin koşulsuz, çıkarsız sevgini gördüğüm günden beri koca bir yalana dönüştüğünü gördüm tüm sevgilerimin… Artık senin gibi sevmeyi başaramadığı müddetçe hiç kimse hiç kimseye “Seni seviyorum” demesin