YAŞAMAYI DENEME

-KİM’in Romanı-

Salih Mirzabeyoğlu

İsteme Adresi: İBDA Yayınları

İ.Kazım Gürkan Cad. Üretmen Han No: 29 Kat: 3 /316 Cağaloğlu-İstanbul

Tel: 0212 528 33 07





TAKDİM

“Bu kitap, gaye’ye giden yolda her vasıtayı kullanma gayesine bağlı olarak, muvaffak bir oluşum çizgisinin en başındaki ürünleri gösterir ve şimdi bulunulan noktanın ilerisine doğru sanat açısından da pencere açma niyetiyle yayına girerken, içinde işaretlenen zaman diliminde ve oluşum çizgisinin hikâyesi olarak da eserin mevzuu içinde.

Anlaşılması gereken gençlik ruhundan kesitlerle, kurak bir iklime doğmuş nesillerin “yeni bir dünya görüşü” ihtiyacını, şu veya bu vesilelerle ortaya çıkan “kim”lik bunalımını ve toplumsal değerler kaosu içindeki yaşama savaşını, yazı türleri çeşitleriyle ortaya koyan mektuplar; KİM’in romanı...

Bir dönemin, toplayıcı anten, fakat “sentez”e uzak bir ruhta düğümlenmiş aksi...

İşte

YAŞAMAYI DENEME!..”



BİR AÇIKLAMA

Çöpçünün, bekçinin, garsonun ve daha bilmem kimin, mesleki kıyafetleri vardır. Bu kıyafetler giyenin mesleğini gösterir.

Yine bazı meslekler vardır ki, eda, tavır ve mimikler, o mesleğe girenlerce hazır elbise gibi giyilir. Mesela polis...

Şu keman çalan kadına bak.

Kamera karşısında “Konsantre” olamamış. Ama yine de dudağının kenarında, fizikötesine kanat açarken toprakta çakılı kalmanın ıstırabını gösterir gibi bir çizgi var. Alnını kırıştırıp düzeltirken, gözlerini yumup sonra tavana bakarken, bu mimiklerin hiçbiri ruhunun tercümanı değil. Elbisesini giymiş.

Keçi sakal, bir gözlük, biraz aptal bakış, biraz manalı duruş, içki ve kalenderlik gösterisi içinde oldun mu, ya mimarsın, heykeltraşsın, ressamsın, yazarsın, duygulusun, çağdaşsın, ama illaki sade vatandaş değilsin. Elbisesinden belli.

Tanıyorum böylelerini, iğreniyorum.

Ya bu taraf.

Helva kağıdına, “bana şu kadar abone parası gönder” diye yazışını, “ah, işte sanatçı ruhu! Bir kağıda bile uzanamamış, önündeki helva kağıdına yazmış” diye değerlendirenlerin sanatçısı...

“Sanatından ne haber?”

Ve umumiyetle içinden kalınlık tüten incelik gösterileri. Söylemeye gerek yok, müştereken, moda olduğu üzere insan sevgisi.

“Nerede o insanları sevilecek toplum?”

İşte bu, sürüden farklılık üslubunun, o sıralar diplomasız, büyük ustasının bürosundayız.

Nasıl? Ayrı hikaye.

Sene 1972.

Osmanlı mimari üslubunun, o suralar diplomasız, büyük ustasının bürosundayız. Başta mimar-mühendis, ressam, karikatürist. Halk ve sanat musikisinden batı musikisine kadar değerlendirmelerine, gırtlağıyla ve davudi (bariton) harikulade sesiyle süsleyecek kadar hakim. Çocukluğundan kopmamış değil, kopamamış; o bu... Keşif zevki içinde oyuncak yapıyor. Doğrusu “koca” adama yakışmıtor. Hani sanatçı elbisesi yok ki, sürü, sanatçı garipliği diye, biraz da tecessüs ve hayranlıkla manalandırsın. Bir de modelini hazırladığı oyuncakların nasıl yapıldığını gösterir bir kitap hazırlıyor.

İlgi alanı mı? Bildikleri arasında (ne biliyorsa) alaka kurup hemen işe tahvil etmeye kalkma mizacı. Bu, barutla çalışan makine yapmaya kadar götürüyor onu; başlanılmayan başarısızlık ve doğrusu komik.

Evet, sene 1972, günlerden bir gün.

Onun, manzarası kestirilebilecek, gecekonduya benzer bürosundayız.

Ne tuhaf adam!..

Farklılığının şuurunda. “Yahu ben çok akıllıyım. N’apıcaz?” deyişi var ki, aksi söylenemiyor.

Ama ne kadar rahatsız edici bir tip. Tersini olmaya çalışırken daha çok göze batan. Sevimli olmaya çalışması daha çok kızdıran. İnsanın en keskin hükmünü, şöyle bir el hareketiyle farkında değilmiş gibi –belki de değil- deviren. Kendisinden kaçarken cazibesinden kurtulunmayan.

Anlatması uzun sürer yeri burası değil.

Anlatıyor:

-Şu, şu, şu vardı. Filancaya ısrar ettiler “şu şiirini oku” diye. Tabii ben de ısrar ediyorum, yoksa ayıp olacak. Seninki nazlanıyor. Israr, ısrar...

-Ezberden okuyamam, dedi.

Hemen raftan dergiyi getirdiler. Biraz ısrar daha. Sonra başladı okumaya. Bir hayvanın yakalanışına ait. (Burada dinleyicilerin ve kendi boynu bükük mahzun oturuşunun taklidini yapıyor. Biz gülüyoruz, o öfkeli.) Seninki şiirini bitiremedi, başladı ağlamaya. Çok içli çocuktur ya!.. Herkes onu teskin etmeye çalışıyor. Hepimiz derin derin iç çekiyoruz. Ayıp olacak... Şiir bu mu kardeşim?

Söz buradan açılıyor ve laf lafı kovalıyor:

-Ağabey, müzik duygu ve düşüncelerin sesle anlatılması olduğuna göre...

-Hayır, müzik duygu ve düşüncelerin sesle anlatılması değildir.

“Göre”ye göre söyleyeceklerim gürültüye gitti.

-Değil midir?

Gayet ciddi:

-Hayır. “Haydi kakam geldi”yi sesle anlat bakalım.

-Ama, şey.

Ne tuhaf bir misal bu yahu!.. İnsanın nutku tutuluyor.

-Anladım. Yüce duygular, aşk filan, falan. Değil.

-Peki nedir?

-Ses kompozisyonudur.

-O zaman, “resim, duygu ve düşüncelerin renklerle anlatılmasıdır” tarifi ne oluyor?

-Yanlış. Resim renk kompozisyonudur.

-Peki ses kompozisyonu derken, her ses kompozisyonu müzik midir?

-Söylenecek şey yok. Ses kompozisyonu o kadar. Şiir söz kompozisyonu. Ama söz de ses, falan filan. Şiire bakıyorsun şiir, şiire bakıyorsun değil...

Konuşma böyle giderken, basmakalıp bir söz ediyorum.

-Renklerle, zevkler tartışılmaz.

-Tartışılır. Bir kaka kokusu var, bir de gül kokusu. Hangisi güzel? Veya bir kaka rengi var, bir de limon sarısı. Renklerle zevkler, aynı derecede güzel olursa, sen onu seversin, ben bunu.

Derken KİM’i kazandırdı bana.

Sene 1980.

Şöyle, isteğimle imkansızlığın nisbetsizliği içinde, yorgun, bezgin ve bahtıma küskünlüğün huzursuzluğunda, sokağa çıkmaya korkar eski hastalığımın depreştiği bir demde, bir geceydi KİM’le karşılaştım.

Evindeyiz.

-O günden bu güne seneler geçti. Sanki dün gibi.

-Ya, ne demezsin, senin sesindim ben, hatırladın mı o şiirimi?

-Hiç unutmadım ki, hatırlayayım. Nefes alıp verdiğim hava:



üzüntü sıkıntı dert ve keder

geçmiş gibi geçeceğim yolun

şimdi oturup bir güzel

yazacağım hatırasını.



yorgunlukta mola molada aynı türkü

artık yok ne beklenen ne beklenecek

bir manasız gürültüyle şimdi

günler geceye geceler güne eklenecek



-Mektuplarımı ne yaptın?

-Mektuplar mı?

Kitaplar, kağıtlar, topladığı kibrit çöpleriyle kibrit kutuları, yağlı boyalar, tuttuğu notlar, tutkal kutuları, yaptığı kese kağıtları, gazeteler, imalatta kullandığı bardaklar, .........., piller,........, eski eşyalar, soba boruları, boş teneke kutular, elektirik malzemeleri içinde, nereden çıkacağı meçhul nüfus cüzdanını ararken, öfkesini benden çıkaracak gibi bir sesle:

-Evet mektuplar. Yani mektuplarım, dedi.

Onlara o zaman şöyle bir göz atmıştım; HAFİYE bana verdiğinde.

Galiba karışık anlatıyorum. Baştan anlatayım.

Rahmetli ağabeyin bürosunda sohbet ediyoruz, bir ara bana:

-Madem ki görmüyorlar diyorsun, sen görüyorsun, sen yaz, dedi.

Yolda dalgın yürürken, HAFİYE beni uyandırdı:

-Al, dedi. Kendinden ne bulacaksın?

-Nedir bu?

Nedir bu dediğim şeyi evde açınca, el yazısıyla yazılmış 700-750 yapraklık bir yazı çıktı... Üstünkörü bakışta, başlangıç hitaplarına gözünüz değmezse, rahatça hatıra defteri intibaını verebilir size de; bana olduğu gibi.

Öyle oldu.

Sonra, uzun zaman KİM’le beraber olduk; içtiğimiz su ayrı gitmez.

Sonra, kavuşuncaya kadar ayrı.

Sahi HAFİYE?

-HAFİYE nerede?

-Gemişin olduğu yerde.

Hır mı çıkaracak ne? Ama olsun, zaafları meziyetlerinin gübresi olan nadirattan.

-Yani?

-Öldü.

-Keşke sormasaydım, üzgünüm.

-Sahi mi? Sanmam. Ama bir kaç saniye için belki.

-Mektupları da o vermişti.

-Biliyorum.

-Kızmış mıydın?

-Hayır. Ama seyredilemk tedirgin eder insanı.

-Ne yapayım onları?

-Ne istersen onu.

O gece kendi evimde mektupları gözden geçirdim. Ancak kiminde tarih vardı, kiminde yoktu.

Ne yapsam?

Nasıl olsa müsaade çıkmıştı. Mektupların sırasını kendim tertipledim. Baktım ki, Yıkılış-Boşluk-Doğuş diye üç bölüme de ayırmak uygun. Elinizdeki birinci ve ikinci bölüm.

Sonra, kendi üslubumu sıçratmamaya çalışarak (ne derece muvaffak oldum bilemem) manalarını şöyle veya böyle düzeltmeksizin, cümle bozukluklarını düzelttim.

Sonra, mektup sahibinin isminin geçtiği yerleri KİM belirsizliğiyle belirttim.

Bu bölümde yer almayan bir mektupta, HAFİYE’ye söyleneni aktarmayı yararlı görüyorum. Şöyle diyordu:

“Şakası ciddiliğinden baskın bir dille, “mektuplarını bastıracağım” diyorsun. Düşündüm; bu mektuplar, bir otomobil lastiğinin, geçtiği yolları tasvir etmesine benziyor. Onların bütününden tüten kıymete değer bir hal dili varsa ve hadiselerin akışını kendi değişen renginde aksettirebilen ayna rolü oynuyorsa ne âlâ.”

Bu zaruri açıklamayı yaptığım gün, okuyucuya KİM’in de aramızdan ayrıldığını bildireyim.

Dost geçinenin, yara aldığın yerden parçalamaya hazır köpekbalığı gibi beklediği bir zamanda, gerçek dostum KİM’i kaybetmekten üzgünüm. “Sanmam” diyen sesini duyar gibiyim. Ama o Ben’dim: Ben KİM’im.



S. Mirzabeyoğlu

18.10.980