Atları Yazmak Üzerine Söyleşmek
Gürhan Tümer
Atları yazmaya oturuyorum.
Saçmalık. Abesle iştigal.
Durup dururken, hiç kimse istememişken, yayınlanıp yayınlanmayacağı, yayınlansa da, kimlerin, kaç kişinin okuyacağı, okuyanlar okuduktan sonra bir şeylerin olup olmayacağı, olursa nelerin olacağı belli değilken, oturup atları yazmak, abesle iştigal, saçmalık değilse nedir ve nedir abesle iştigal, saçmalık, yukarıdaki koşullarda atları yazmak değilse eğer?
“Elifi görse mertek sanır” derler kara cahiller için. Güzel, aynı zamanda da doğru bir benzetmedir bu; çünkü gerçekten de, Arap abecesinin ilk harfi elif, merteğe çok benzer; her ikisi de ince uzundur.
Benim atlarla ilişkilerime gelince: Bir at uzmanı değilim; atlarla ilgili bildiklerim, bilmediklerimin yanında okyanusta damla, devede kulak kalır. Ama atı görsem manda ya da geyik sanmam; o kadar da yabancısı değilim bu hayvanın. Demek istiyorum ki, büsbütün de olanaksız değil atlarla ilgili bir mini deneme yazmam. Çok çalışırım, çok araştırırım, kitapların sayfalarını, atların sağrılarını aşındırırım, olur.
Böyle düşünüyorum, böyle diyorum ve ta başta söylediğim gibi atları yazmaya oturuyorum ve başlıyorum çalışmaya.
AnaBritannica’ya göre, hayvanbilimciler, bizim “at” dediğimiz hayvana, “equus caballus perissodactyla equidae” diyorlar.
Onlar öyle derlerken, ben diyorum ki: Eskiden beri tanıdığım atlar var.
Bunlardan biri, Büyük İskender’in “Boukephalos” adlı atı. Ürkek, korkak bir attı. Güneşe arkasını verdiğinde önüne düşen gölgesinden korkar, ürker, huysuzlanırdı. Büyük İskender’in atına bindiğinde, hep güneşe doğru koşmasının nedenlerinden biri de buydu. Kısacık yaşamı boyunca, çok sayıda kent kurduğu söylenen bu Makedonyalı komutan, o kentlerin birini, atının adından yola çıkarak, “Boukephalia” olarak adlandırmıştı.
Hem kendisini, hem de sahibini ismen tanıdığım bir başka at, İslam Peygamberi Hz. Muhammed ve atı “Burak”. Bu atın, Muhammed Peygamber’i Mekke’den Kudüs’e götürdüğüne ve miraca çıkardığına inanılır. Buna inananlar, bir de bu atın, katırdan küçük, eşekten büyük ve kanatlı ve kadın başlı ve tavuskuşu kuyruklu olduğuna inanırlar.
Pegasos ise, Antik Yunan mitolojisinin kanatlı atı ve aynı zamanda, aynı nedenle, bir petrol şirketinin amblemidir.
Siz deyin yarı deli, ben diyeyim tam deli Roma İmparatoru Caligula, “Incitatus” adını verdiği atına, bir de konsüllük vermiş ve onun için, ahırdan çok saraya benzeyen bir bina yaptırmıştır.
Fransa’nın Güneş-Kral’ı XIV. Louis’nin Versailles Sarayı’ndaki ahırlar o kadar güzeldir, o kadar özenle yapılmıştır ki, onları gören bir Alman yöneticinin, halkının, XIV. Louis’nin atlarına sağladığı yaşam koşullarını kendisine sağlaması için dua ettiği söylenir.
Fransa’ya “fevkalade elçi” olarak görevlendirilen Yirmi Sekiz Çelebi Mehmet de çok beğenir Versailles’ın at ahırlarını; ama, “Bir ahır için bu kadar sıkıntıya, masrafa ne gerek vardı?” diye sormaktan da kendini alamaz.
Bir süre önce, bir dergide, Ankara’ya 40 kilometre mesafedeki Haymana’da, yarış atları için yapılmış olan bir binanın, “Atların Hiltonu” olarak adlandırıldığını okumuştum.
Bu dünyanın insanlar için geçerli olan kuralları, atlar için de geçerli gibi görünüyor. Böyle düşünmemin nedeni, kimi atlar o mekânlarda keyif çatarlarken, kimi atların sahipleri tarafından “yaşarlarsa yaşasınlar, ölürlerse ölsünler” felsefesiyle doğaya bırakılmaları ve bu hayvancıkların, karda kışta, tepe bayır dolaşarak, yaşamlarını sürdürmeye çalışmak zorunda kalmaları.
Bu atlara “yılkı atları” deniliyor. Abbas Sayar’ın Yılkı Atı adlı romanı, yılkı atlarının serüvenini çok güzel anlatıyor.
Bir at ahırının içinde, bir atın bulunması şaşırtıcı bir şey değildir. Ama Ayasofya’yı gezerken bir atla karşılaşmak farklıdır. Ben bu görkemli yapıyı birçok kez, hep yaya olarak gezdim; içinde ata binmek hiç aklımdan geçmedi. Oysa, Fatih Sultan Mehmed’in, Fetih’ten sonra, oraya atının üstünde girdiği söylenir. Bir başka kaynakta da, Rus Çarı Büyük ya da Deli Petro’nun, Kopenhag’daki “Rundetarn”a, içerdeki rampayı kullanarak, atından inmeden tırmandığı yazılıdır.
Buraya kadar, hep, başından kuyruğuna, dişinden toynağına at olan, yüzde yüz at olan hayvanlardan söz ettim. Oysa, Yunan mitolojisinin kahramanları arasında yer alan Kentauroslar, yarı yarıya at, yarı yarıya insandırlar; bir Kentauros’un belden yukarısı insan, belden aşağısı attır. Ben onlara “atımsılar” ya da “atımtraklar” diyorum.
İngiliz asıllı bir İrlandalı olan Jonathan Swift’in yazdığı, Gulliver’in Gezileri adlı ütopik romanı okuduğumuzda ise, görünüşleri at olan, birbirleriyle atlar gibi kişneyerek ve “Yahoo” diye seslenerek anlaşan, ama kendilerine insanların yaptıkları evlere çok benzeyen evler yapan “Houynhnn” halkıyla tanışırız.
Divan Edebiyatı’nda “gazel”, “müstezat”, “tahmis”, “rubai”, “murabba”, “muhammes”, “mersiye”, “kaside” gibi nazım şekillerinin varolduğundan, bu mini denemeyi yazmadan önce de az çok haberdardım; ama doğrusu ya, “rahşiyye”yi hiç duymamıştım. Şimdi, “Atları Yazmak Üzerine Söyleşmek” sona ererken, biliyorum. Bu sözcüğün kökeninde, Arapçada “yürük, gösterişli at” anlamına gelen, “rahş” sözcüğü var. Rahşiyye, aslında bir kaside, yani övgü. Ama rahşiyyelerde, övülen, “medhedilen” bir insan, örneğin zamanın padişahı değil attır, atlardır.
Divan şairlerinin en ünlüleri arasında yer alan Nef’î, hem kaside, hem de rahşiyye yazmakta ustaydı. Bu ustanın yazdığı kasidelere ulaşabildim ama, IV. Murad’ın atları için kaleme aldığı rahşiyyeyi bulamadım. Bu nedenle, onun yerine bir Fransız şairin, Jacques Prévert’in, dilimize Orhan Suda tarafından ustaca çevrilmiş olan “Carrousel Meydanı” adlı şiirini birlikte okumayı öneriyorum.
Ama bu okumadan önce söylemek istediğim bir şey, sormak istediğim bir soru var:
Prévert’in bütün şiirleri gibi, bu şiiri de çok etkileyici, çok çarpıcı.
Peki acaba “Carrousel Meydanı” bir rahşiyye, iyi bir rahşiyye mi?
Bence, adının bir meydanın adı olmasına karşın, o şiir bir rahşiyye; çünkü atlardan, daha doğrusu bir attan söz ediyor, onu övüyor. Dahası, bence o şiir iyi bir rahşiyye, en azından değişik bir rahşiyye. Onun övmesi de farklı. Prévert, atı, iyi koştuğu, iyi şaha kalktığı, girdiği yarışlarda birinci geldiği için değil, içine düştüğü olumsuz duruma, büyük bir yara almasına ve giderek ölüme yaklaşmasına karşın, soğukkanlılığını Stoacı bir filozof gibi koruduğu için övüyor ve bunu yüksek sesle, şatafatlı sözlerle değil, aynı zamanda hem nesnellik hem de duygusallık içeren bir üslupla dile getiriyor.
İşte o at, işte o rahşiyye:
Carrousel Meydanı
Güzel bir günün sonunda
Carrousel Meydanı’nda
Kanı oluk oluk akıyordu
Kaldırıma
Kazaya uğramış ve koşumu
Çıkarılmış bir atın
Ve kımıldanmadan duruyordu at
Üç ayağı üzerinde
Sarkıyordu
Yaralı ve koparılmış
Öbür ayağı
Arabacı da
Kımıldanmadan duruyordu
Yanıbaşında
Ve kırılmış bir saat gibi
Bir işe yaramadan duruyordu
At arabası da
Ve at susuyordu
At yakınmıyordu
At kişnemiyordu
Oradaydı
Bekliyordu
Ve öylesine güzel, öylesine
Hüzünlü, gösterişsiz
Ve öylesine anlayışlıydı ki
Gözyaşlarını tutamıyordu hiç kimse
Kitap-lık Sayı: 104 Nisan 2007
Non Profit Seo Los Angeles California
Avukatınız ile nasıl tanıştınız