Din ve siyaset insan yaşamının en önemli iki kavramıdır. Bilindiği gibi siyasetin en önemli meselesi “meşruiyet”tir. Konumuzun önemi, işte bu noktada ortaya çıkmaktadır. Çünkü din, bu çerçevede çok istismar edilmiş ve çağlar boyunca siyasi meşruiyet için kullanılmıştır. Hâlâ da kullanılmaktadır. Bu durum da çarpık anlayışlar doğurmakta ve adaletsizliği getirmektedir. Din ve siyaset arasındaki ilişki; insanlık hayatında nasıl rol üstlenmiş, önce bunu psikolojik temelli olarak ele almak gerekir. İnsanın içsel dünyasında ilginç bir hükmetme güdüsü vardır. Yani, kendisinden başkasına otoritesini kabul ettirmek ve onları istediği gibi yönlendirmek; böylece egosunu tatmin etmek. Tamam, toplumsal hayatın sürdürülebilmesi ve bir düzen sağlanabilmesi için insanları, kanunlar ve yasalar dahilinde gayet insani bir orijinle yönetmek gerekir. Zira siyaset bilimciler tarafından da siyaset; “insanları yönetme sanatı” olarak tarif edilmektedir. Egoyu tatminle bu durum kastedilmemektedir. Aksine bununla, hiçbir sınır tanımayan ve gayri ahlaki kuruntular altında vuku bulan durumlar ifade edilmek istenmektedir. Zira bu zihni yapılanım ilahlık iddia etmeye kadar varabilmektedir. Öyle ki bu anlayışı, kendi ontolojisini kendisinin yaratma gayretinde olduğu iddiasında bulunan; batı dünyasındaki pozitivizm gibi akımların ve eski Mısır firavunlarının yapısal karakterinde biraz inceledikten sonra çok rahatlıkla görebiliriz.

Bunu siyaset alanına uyguladığımız zaman şunu görürüz; insanları, kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmak ve hegemonyası altına sokmak için elinden gelen her şeyi yapmak. Çünkü bu, artık onun amacı olmuştur. Bu anlayışı güzel bir şekilde İtalyan Machiavelli özetlemiştir: “Amaca ulaşmak için her şey mubahtır.” Buna siyaset literatüründe ‘Arivizm’ denir. Bir kimsenin hükümranlığını ilan edebilmesi için, buna kamuoyu nazarında meşruiyet kazandırması, siyasetin en temel meselesidir. İşte çözülmesi gereken nokta burasıdır. Bu yüzden din ve siyaset arasındaki ilişki burada vücuda bulmaya başlamaktadır. Bu noktada, siyasetçinin meşruiyetini kabul ettirme açısından sıkça kullandığı argüman dindir.

Dünyanın her ülkesinde ve özellikle Avrupa da devlete egemen olan güçler arasında din ön plana çıkmış ve yüzyıllardır Avrupa’da kiliseler devlet yönetimi ve politikası üzerinde etkin rol oynamışlardır. Örneğin Haçlı Seferleri Avrupa’da Hıristiyanlığın yayılması ve muhafazası adı altında devletleri birleştirerek bu amaç uğruna Müslüman ve diğer dine mensup toplumların oluşturduğu devletlere karşı acımasızca bir seferberlik ilan etmişlerdir.

Din uğruna yüz binlerce insan can vermiş, birçok devlet mahvolmuştur. Geçen zaman içerisinde dinin siyaset ve devlet yönetimine verdiği tahribatı fark eden yöneticiler bu günkü anlamda laikliği benimseyen bir yönetim tarzı göstermişlerdir. Yani devletin bir hükmü şahıs olduğu ve devletin dininin olamayacağının anlaşılması gerekmektedir. Dinin şahısları ilgilendirdiği, dolayısıyla din işleriyle devlet işlerinin birbirine karıştırılmaması da çıkan sonuçlar arasındadır. Siyasetin ya da yönetimin devlet idaresinde, insanların dini duygularını sömürerek ve dini siyasete alet ederek bir yönetim tarzından uzaklaşması sonucunda “Laik Devlet” ilkesi ortaya çıkmıştır.
Yüzyıllardır kiliselerin ve dolayısıyla dinin etkisinde kalan Avrupa Devletleri bunun faturasını çok acı olarak ödemişlerdir. 200–300 yıldır bugünkü Avrupa devletleri laik bir yönetim tarzını benimsemişler ve kiliselerin siyaset üzerindeki baskısını kaldırmış ve onların siyasete etkin kılan imkan ve olanaklara son vermişlerdir.

Dini siyasete alet eden ve şeriat kanunlarının geçerli olduğu Ortadoğu ülkelerinin bugünkü halleri gözümüzün önünde canlı örnek olarak durmaktadır. İran, Irak, Afganistan, Filistin ve benzerlerinde her gün yüzlerce insan öyle veya böyle öldürülüyor. Mezhep kavgaları nedeniyle kendi ülke vatandaşları birbirlerini düşman farz edip savaşıyorlar.

Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşı sonrası kurduğu yeni Türk Cumhuriyetini “Laik, demokratik bir hukuk devleti” olarak nitelendirmiştir ve nitekim bu hükümler Anayasada da belirtilerek işlerlik kazandırılmıştır.

Bizlere düşen sorumluluk ise din ile siyasetin ayrı olarak düşünülmesi ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin laik bir devlet olduğunu anlamak ve anlatmaktır.


Yazar: Celal ŞEKERCİ