(Alıntıdır)

Sevgili büyükanneler, büyükbabalar,

bu bir imdat çağrısıdır. Lütfen çocuklarınıza yardım edin.

Biz birbirimize yekten “Sen bu işi beceremiyorsun kardeş...” diyemiyoruz, bari siz büyüklük gösterip, duruma müdahale edin.

Bakın, sevmelere doyamadığınız torunlarınız hem öksüz, hem de yetim. Zira sizin çocuklarınız ana-baba değil. Torunlarınızın “arkadaşı” onlar. Anaokulundan Melisa ve Berke’ye rakipler. Yarattıkları otorite boşluğunda küçücük canlar heder oluyormuş, etrafta olan biteni görüp de birşey söyleyemeyen yetişkin sinirler hırpalanıyormuş, umurlarında bile değil.

Sevgili büyüklerim, çocuklarınız sizlerin çektiğiniz sıkıntıları çekmesinler, iyi okullarda okuyup, iyi işlere girsinler, sonra da çıktıkları kabukları beğenmesinler diye, sizler çok fedakarlık ettiniz. Şimdi azıcık mürekkep yaladılar, işyerinde müdür oldular, rakı yerine şarap içtiler diye, hayatlarının sizinkilerden çok farklı olduğunu sanıyorlar. Tüm varlıklarını “Anneme benzemeyeceğim”, “Babam gibi olmayacağım” üzerine kurguladıkları için de, haliyle bir noktadan sonra sapıtıyorlar. “Çocuk yapacağım, ama ana-baba olmayacağım.” Nasıl yani? “Annem doğurup anne olmuştu, ben bu kadar okudum ettim, modernim falan, ben doğurunca arkadaş olacağım.” Ya da “Babam bizi hiç okşayıp sevmedi, ben çocuğumu dudağından öpeceğim.” Peki.

Gül yüzlü dedeler, anneanneler, hayatta hiçbirşeyden korkmam, çocuktan korktuğum kadar. Çocuk dediğin melektir, şudur, budur diye gelmeyin n’olur bana. Öyle çocuklar gördüm ki, akıllı bildiğimiz iki insanı, 1,5 senede maymuna çevirdiler. 2. senenin sonunda taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmadılar. Onlar ortalığı kırana koyarken, birer Stockholm Sendromu vakası olarak, ana-babaları, pardon arkadaşları, ne kadar zeki olduklarından, daha şimdiden onlarla başa çıkamadıklarından falan bahsettiler gülerek. Nohut kadar kütlede bu kadar yıkıcı gücü en son gördüğümde Japonların tepesinde patlamıştı, bu durumda korkmayayım da ne yapayım, söyleyin lütfen.
Elleri öpülesi babaanneler, büyükbabalar, sizler pedagojinin p’sini bilmeden bizleri nasıl yetiştirdiniz? Mesela biz ağlarken, burnumuzu karıştırırken, komşu çocuğu döverken ne yapmanız gerektiğine nasıl karar verdiniz? Zıvanadan çıktığımızda koşu yolumuza attığınız terliklerin, yemek yememek için mızıldandığımızda masaya vurduğunuz yumrukların, çocuk ruhlarımızda açabileceği derin tahribatı nasıl gözardı ettiniz? Bu cesareti nereden buldunuz? Nereden buldunuzsa söyleyin lütfen, çocuklarınız da gidip oradan alsınlar. Çocuklar çocukluğunu, büyükler büyüklüğünü bilsin. Şöyle sahneler yaşanmasın:

“Hergelecaaaan, evde ne konuştuk seninle? Bırak o vazoyu yerine lütfen.”
“Ama-ben-böy-le-oyna-mak-istiyo-rum.” (uygun tempoyla ayağını yere vurarak)
“Kırılabilir yavrum, lütfen bırak onu yerine.”
“Kırıl-maz.” (arkasını dönerek)
“Hergelecan.”
“...” (vazoyu atıp tutmaya devam ederek)
“Hergelecan dedim.”
“...”
“Vallahi başa çıkamıyorum bununla, geçen gün Yavrum ve Kalbim nokta kom forumlarından birinde gördüm, hiperaktif sanırım.” (etraftakilere)
ŞANGIRT!
“Hergelecan!”
“Aaaaaaaauuuuuuuuuuueeeeeeeaaaa...”
“Ben sana kırılacak demedim mi?”
“Aaaaaaauuuuuuu...uuuubabbuıaagunaaaa...”
“Ağlama lütfen, ne dediğini anlamıyorum.”
“Aaaaaaaaaaaaeeeeeeeaaaaah...
“Ne?”
“Uuuuuuuuu...”
“Çok özür dilerim Selma. Hergelecan da çok üzgün. Değil mi yavrum? Özür dile Selma Teyzenden.”
“Dilemiceeeeeem...”
“Aman bırak, dilemesin.” (sesinin çok sert çıktığını farkedip, durumu kurtarmaya çalışarak) “Çocuktur, olur. Bir tarafı kesilmesin, şu parçaları toplayayım ben. Aaa rahmetli annemin düğün hediyesiymiş kırılan. Neyse canım, sizden kıymetli mi? Sen çocuğa bir kola koy da sakinleşsin bari.” (avaz avaz bağırmamak için kendini zor tutarak)
“İstemem kolaaaa...”
“Ne istiyorsun onu söyle.”
“Bileziğini ver, oynıycam.”
“Al, dikkatli ol ama.”

Yollarına gül dökülesi kabile büyüklerim, bu otorite boşluğu, bu çaresizlik, bu tepeye tepeye dışkılama hali çok yoruyor beni. Öğretmenlerinin ya da tanımadıkları yetişkinlerin yanında mum gibi oturan çocukların, ana-babalarını görünce kızgın tavaya atılan dondurulmuş patatesler gibi cazırdaya cazırdaya tavana sıçramalarını anlayamıyorum. Hiçbir otorite figürünün, hiçbir kuralın, hiçbir suçun, hiçbir cezanın olmadığı manyak dünyalarında, asla ve asla kontrol edemeyecekleri çocuklarının başlarını okşayıp, gevrek gevrek gülen ebeveynlerin, o manyak dünyalarını da alıp, galaksinin başka bir köşesine taşınmalarını istiyorum. Zira avaz avaz bağırarak, sürekli dikkat çekmeye çalışan, gecenin bir yarısında yetişkinlerin arasında oturmasında sakınca görülmeyen bir kız çocuğu ile, ağız tadıyla iki laf ettirmediğini sonunda farkeden babası arasında geçen şu konuşma, heyheylerimi tepeme çıkartıyor benim:

“Baaabaaaaa...”
“Heididağlarınkızı, baba konuşuyor.”
“Ama, ama... Geçen gün arabada giderken cikletimi arka cama yapıştırmıştım ya ben... Hehe... Çok komikti di mi baba?”
“Sonra dedim ki bizim patrona...”
“Babaaaaa...” (kucağına kapanarak)
“Tamam, sus lütfen. Patron dedim, bizim departmana yeni bir kahve makinası lazım...”
“Baba... Babaaaaaa... Hani annem de gelmişti bizimle...” (iki eliyle tutup babasının yüzünü kendi yüzüne çevirerek)
“Heididağlarınkızı, yeter artık, sus dedim. Uyku başına çıktı senin. Haydi bakalım, yatağa.”
“Yatmıcam ben, sizinle oturucam.”
“Doğru yatağa dedim. Birazdan biz de yatacağız.”
“Aptalsın sen baba.”
“...”
“Aptalsın işte.”
“...”
“Aaaaaannneeeee, babam yat diyor, sizinle oturucaaam.”
“10 dakika daha otursun mu babası?”
“Ne hali varsa görsün.”
“Uuuuuuuuuaaaaaaaaaaa...”
“N’oldu, şimdi ne var?”
“Babam bana kızdııııaaaaaaa...”
“Kızmadım, tamam, sus.”
“Ayıcık şeker yiyebilir miyim?
“Al, hepsini yeme ama... Nerede kalmıştık? Ha patron dedim, kahve makinası...”

Canım İkinci Bahar kuşağı mensuplarım, söyleyene değil, söyletene bak diye boşuna dememişler, değil mi? Halbuki sizlerin sayesinde daha Dostoyevski’yi tanımadan Suç ve Ceza’yı öğrenmiştik biz. Babalarımıza “aptalsın” demeyi bırakın, böyle birşeyi düşündüğümüz anda taş olurduk neme lazım. Anneye kalkan ellerin kırılacağını bilirdik ve hatırladığım kadarıyla hiçbirimiz çolak falan da değildik. Birinizin “olmaz” dediği şeye diğerinizden “olur” çıkmayacağını bildiğimiz için, ağlayarak boşuna nefes tüketmezdik. Tutarlı olmayı tanımlayamaz, cümle içinde kullanamazdık belki, ama ne olduğunu sezerdik. Hey gidi günler...

Çileli büyüklerim, çocuklarınızı okutmakla hiç iyi etmediniz. Bilmediklerini bilmeyen yarım akıllı canavarlara dönüştürdünüz onları. Göz gezdirdikleri kitaplardan akıllarında kalanlara, televizyonda gördükleri uzmanların konuşmalarından cımbızladıklarına istinaden çocuk yetiştiriyorlar şimdi. Bu korkunç karmaşa içinde en yeni, en sevilen akım da, “Bırakınız yapsın, kişiliği gelişsin.” Kağıt üzerinde ne kadar masum duruyor değil mi? Lafı neresinden anladığınıza bağlı.

Çok merak ediyorum, duvarları suluboyayla boyayamadık, çatal bıçak varken her yemeğe ellerimizle dalamadık, en cici elbiselerimizle küçük domuzlar gibi çamurlarda yuvarlanamadık, sinema salonlarında anıra anıra ağlayamadık, kuyruklarda milletin ayaklarına basamadık, kimsenin lafını kesemedik, limonata, hayır hayır kola, hayır hayır milkşeyk, hayır hayır “ne-istediğimin-ne-önemi-var-alın-işte-şekerli-birşey-zaten-iki-yudum-alıp-bırakıcam” içemedik diye kişiliğimiz güdük mü kaldı bizim? Her sorduğumuz soruya “Önce bir gaz ve toz bulutu vardı Aynştayngül...” diye başlayan cevaplar alamadık, 2 yaşında baleye, 3 yaşında İngilizce kursuna, 4 yaşında Atlı Spor Kulübü’ne yazdırılmadık, ilgimizi 5 dakikadan fazla çekmeyen pahalı oyuncaklara boğulmadık diye büyüyünce Karındeşen Jack’lere mi döndük toptan? Nedir bu görmemişin oğlu ve kızı halleri?

Etrafımda bulunan sevilesi, başları okşanası, oturup beraberce oyunlar oynanası, terbiyeli, gerçekten zeki ama çocuk gibi çocukların, eski usulle yetiştirilmeleri rastlantı olamaz. Bilim insancıkları “Büyükanne Hipotezi” diyorlar bu duruma. Büyükbabaları kızdırmayayım şimdi, onları dışlamak değil niyetim. Adı üstünde, teori işte. Bir reklam sloganında dedikleri gibi; “Daha iyisi yapılana kadar en iyisi bu.” Yarın öbürgün biri çıkar der ki “Büyükbaba Kosinüsünü buldum”, ona da saygı gösteririm. Neyse, konuyu dağıtmayayım şimdi.
Evrim biyolojisi uzmanları, insanların dişilerinin belli bir yaştan sonra üremeyi durdurmalarını, iki bağlantılı teoriyle açıklıyorlar. Birincisi üremenin, ileri yaşlarda bireyin yaşam kalitesini düşürecek, yaşam süresini kısaltacak ve hatta ölümüne sebep olabilecek fiziksel zorlukları, ikincisi de üremeyi durduran dişinin, kaynaklarını halihazırda olan çocuklarına ve onların çocuklarına yararlı olacak, onların yaşama ve gelişme şanslarını artıracak şekilde kullanması olasılığı. Buna karşılık, erkeklerin teorik olarak ölene kadar üremeye devam etmeleri mümkün, zira üreme prosedürüne katkıları dişininki kadar yoğun ve uzun soluklu değil.

Sevgili Büyükanneler, bakın göreviniz tehlike. Gelecek nesillerin refahı sizlerin elinde.
Sevgili Büyükbabalar, bu yaştan sonra başka dişilerin peşinde koşmanıza engel bir dolu sosyokültürel etken var. Boşverin. Eşlerinizin yanında olun, onlara destek verin.
N’olur bu çocukları elimizden alın, bildiğiniz gibi yetiştirin. Yapamazsanız burunlarımızı kapatın, tecrübelerinizi zorla gırtlağımızdan akıtın.
İnsanlık size bir gün teşekkür edecek, unutmayın.
En derin sevgi ve saygılarımla,
Lale Bezgin (alıntıdır)