Okuyacağınız yazı www.ivrturkey.org sitesinden alınmıştır. D.T.



HUKUK-POLİTİKA-ADALET İLİŞKİSİ AÇISINDAN YASSIADA YARGILAMALARINA KISA BİR BAKIŞ
Zeliha Hacımuratlar



Türkiye'de 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleştirilen askeri darbe, bu darbe sonrasında yaşananlar ve tüm bu olup bitenlerin demokrasi ile hukuk üzerindeki etkileri konusunda oldukça fazla söz söylenmiş ve söylenmektedir. Özellikle de darbe öncesi döneminin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, dönemin Başbakanı Adnan Menderes, yine o dönemin bakanları ve Demokrat Parti üyesi olan milletvekilleri hakkında, Yassıada Mahkemesi olarak bilenen, olağanüstü mahkeme tarafından yapılan yargılamalar Türk hukuk tarihinde silinemeyecek birer leke olarak değerlendirilmektedir. Gerçekten de Yassıada Mahkemesi tarafından yapılan yargılamaları hukuk adına pek çok yönden eleştirmek mümkündür. Ancak bu konu, sadece sözü edilen yargılamada görev almış hukukçular ve onları yönlendirenlerin en temel hukuk ilkelerini kolaylıkla görmezden geldikleri ve hukuka darbe indirdikleri bir vaka olarak değildir. Yassıada yargılamaları aynı zamanda hukuk ile politika arasındaki ilişki ve bu arada adalet kavramına yüklenen anlam, bu ilişkide hukukun rolü, adaletin durduğu nokta ve bunlar arasındaki ilişkilerin en görünür hale geldiği bir örnek olarak da değerlendirilmelidir. Nitekim yassıada yargılamalarında yaşananlar, bu yargılamayı yapanların hukuk tanımazlıkları yanı sıra ve bundan daha da önemli olarak, her şeyin üstünde duran ve bağımsız bir niteliğe sahip olduğu düşünülen hukukun gerçekten de bağımsız olup olmadığının sorgulanmasını gerektirmektedir. Konuya hukuk-politika-adalet ilişkisi açısından yaklaşıldığında yargılamayı yapanları eleştirmenin birkaç adım ötesine geçilmiş ve konuya daha geniş bir perspektiften bakılmış olunacağı gibi, yargılamalar sırasında yaşananlara yargılamayı yapanların kişisel zaaflarından çok daha doyurucu açıklamalar getirme şansı olacaktır. Gerçekten de acaba yassıada yargılamalarında yaşananlar yargılamaya katılan hakim ve iddia makamlarının sanıklara yönelik ön yargılarından mı kaynaklanmaktadır yoksa, hukukun politika ile ilişkisi ve özellikle de iktidarın kendini hukukla kamufle etmeye daha az gereklilik duyduğu darbe dönemlerinde bu ilişkinin sorunlu doğasının en açık şekli ile yüzleşmenin olası bir sonucu mudur? Bu çalışmada yassıada yargılamaları işte bu soru bağlamında irdelenecek, öncelikle hukuk-politika-adalet ilişkisi üzerinde durulacak, yassıada yargılamaları da bu ilişkinin en açık şekilde ortaya çıktığı çarpıcı bir örnek olarak değerlendirilecektir.

İşe hukukun politika ile ilişkisini sorgulamaktan başlamakta yarar var. Nitekim hukuk ile politikanın toplumu düzenleme açısından birbirlerinden bağımsız mı oldukları yoksa, sürekli etkileşim içinde mi oldukları, eğer hukuk ile politikayı birbirinden ayırmaya imkan yoksa aralarındaki ilişkinin boyutunun ne olduğu gibi sorular bundan sonra yapılacak çözümlemelerin ana referans noktasını teşkil edecektir. Toplumsal ilişkileri düzenleyen hukuk, acaba toplumdaki güç ve iktidar ilişkileri anlamında kullandığımız politikadan bağımsız mıdır? Hukukun içeriği bu iktidar ilişkilerinden etkilenmeyip, tüm bunlardan bağımsız #65533;yüce#65533; ilkeler tarafından mı belirlenmektedir? Hukukun içeriğini belirleyen #65533;yüce#65533; ilkeler var ise bunları geçerli oldukları dönemin toplumsal iktidar çatışmalarından ayırabilir miyiz? Hemen belirtmek gerekir ki, hukuku geçerli olduğu toplumda yaşanan güç ve iktidar ilişkilerden soyutlamak mümkün değildir. Aksine hukukun içeriği çoğunlukla sözü edilen iktidar ilişkilerine göre değişmektedir. Nitekim #65533;hukuk sistemleri, ait oldukları toplumların siyasal yapısı ile doğrudan ve çok yönlü ilişki içindedirler. Her toplumun ve dönemin temel ideolojik anlayışı ve bu anlayışın doğurduğu siyasal sistem, mutlak olarak hukuk düzenini de etkiler#65533; . Hukuk ile politika arasındaki bu bağlılık ve etkileşim hukukun her ne olursa olsun toplumda egemen konumda olan iktidarın sahip olduğu ideolojiye göre şekillendiği ve bu ideolojinin değiştiremeyeceği bir içeriğinin olmadığı anlamına da gelmemektedir. Zira bugünün modern demokratik toplumlarında ve bu toplumların siyasal örgütlenmesi konumundaki demokratik hukuk devletlerinde iktidar ve güç ilişkilerine göre değiştirilemeyecek bir hukuk alanı söz konusudur. Bu hukuk alanının içeriği evrensel değerler olarak kabul edilen insan hakları, hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, mahkemelerin bağımsızlığı, vb. hukuk ilkeleri tarafından şekillendirilmiştir. Ne var ki, bugün için iktidar ve güç çatışmalarının etki alanı dışında kaldığı kabul edilen ve evrensel olduklarına vurgu yapılan bu ilkelerin ortaya çıktıkları ve benimsendikleri tarihsel seyre bakılacak olursa politik süreçlerden hiç de o kadar bağımsız olarak ortaya çıkmamış oldukları görülecektir. Nitekim insan haklarının bir değer olarak savunulmaya başlandığı ve hukukun üstünlüğünün benimsenerek özellikle yürütmenin hukukla bağlı sayıldığı ve yine buna yönelik olarak kuvvetler ayrılığı, mahkemelerin bağımsızlığı, idarenin eylem ve işlemlerinin hukuka uygunluklarının yargısal denetimi gibi ilkelerin savunulması o dönemde burjuvazi sınıfının toplumda bir güç olarak ortaya çıkmış olması ve bu sınıfın mutlak monarşi sisteminin kendi çıkarları açısından taşıdığı elverişsiz şartlarına karşı direnmesi, bunun sonucunda da hem toplumsal örgütlenmeyi hem de toplumsal ilişkileri kendi ideolojileri doğrultusunda dönüştürme çabaları ile doğrudan bağlantılıdır. Görüldüğü gibi, bu gün için toplumsal iktidar ve güç ilişkilerinin etki alanı dışında saydığımız temel hukuk ilkeleri de ortaya çıktıkları tarihsel bağlamda politikadan kopuk değillerdi. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, bugün geçerli olan hukukun temel ilkelerinin ortaya çıkışları ile politika arasında kurulan bu ilişkiye dikkat çekerek, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi ilkelerin onları var eden toplumsal çıkar çatışmasından bağımsızlaşıp kendi başlarına bir değer oluşturmadıklarını iddia etme sonucuna vardırılmamalıdır. Tabii ki bugün sözü edilen ilkler tarihsel bağlamlarının ötesine geçerek kendi başlarına bir anlama sahip olmuşlardır. Nitekim burjuvazinin tasarladığı toplum düzeni ile ilişkili olarak ortaya çıkmış olan insan hakları daha sonra örneğin işçi sınıfı tarafından da oldukça elverişli bir mücadele zemini hazırlamıştır. Burada sadece hukukun ve bu arada evrensel hukuk kurallarının dahi politikadan kopuk olarak gelişmediği ortaya konulmaya çalışılmaktadır.

Hukuk ile politika arasındaki bu ilişki çeşitli boyutlarda karşımıza çıkabilmektedir. İlk akla gelen, yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, egemen iktidarın ideolojisi doğrultusunda hukuksal ilkeler oluşturulması ve hukuksal kaynaklarının içeriğinin buna göre doldurulmasıdır. Bu durumda hukuk, siyasal egemenliği elinde bulunduran iktidar odağı açısından bir araç konumuna gelmektedir. İktidar çoğunlukla oluşturduğu hukuk kuralları ve hukuksal biçimler aracılığı ile ideolojisini hukuksal kılıf altında hayata geçirebilmektedir . Hukuk ile politika ilişkisinin belirdiği bir başka boyut ise yargılama boyutudur. Hukuk kurallarının somut uyuşmazlıklar üzerinden hayata geçirildiği safha olan yargılama safhasında da hukuk ile politika arasında ilişkinin devam ettiği söylenebilir . Nitekim Sancar'a göre, #65533;genel olarak hukuk, özel olarak da yargı, savaş dışı olmak anlamında tarafsız ya da sonuçlarla ilgisiz değildir. Aksine yargı da toplumsal sorunlara müdahalede ve siyasal çatışmaların kaderini belirlemede son derece etkili bir araç olarak kullanılmaya elverişli bir doğaya sahiptir#65533; . Aslında tarafsız ve bağımsız mahkemeler tarafından tarafsız ve bağımsız olarak gerçekleştirilmesi gereken yargılamanın bu nitelikleri dolayısıyla politika, bir başka değişle, siyasal iktidar ile ilişkili olmaması beklenir. Yargı bağımsızlığı ilkesi esas olarak yargının siyasi iktidara karşı bağımsız olması ve #65533;siyasal erkten gelecek etkileme girişimlerine karşı bir kalkan oluşturmak ve bu sayede yargıyı özgürlükler için bir güvence haline getirmek#65533; amacı ile gündeme gelmişti. Ne var ki, sözü edilen amaçlarla kabul edilip yüceltilen, Sancar'ın ifadesi ile #65533;efsane#65533; haline getirilen yargı bağımsızlığı, yani yargı ile siyasi otorite arasında bir etkileşimin olamayacağı yönündeki ilkenin gerçekliğe ne ölçüde yansıdığına bakmak gerekir. Zira bir #65533;efsane#65533; şeklinde savunulan yargı bağımsızlığı ilkesinin varlığına rağmen uygulamada yargı ile siyasi otorite arasında #65533;derin#65533; ilişkiler olduğu yadsınamayacak durumdadır. Yine Sancar'dan yardım alarak açıklayacak olursak, #65533;her efsane gibi, bu efsane de gerçekliği değil, gerçeklik olarak algılanması istenen şeyi temsil etmektedir. Norm ile gerçeklik arasında pek çok konuda var olan uçurum, derinliği ülkeden ülkeye değişmekle birlikte, yargı bağımsızlığı alanında da mevcuttur#65533; . Bir başka anlatımla yargı ile siyasi otorite arasında bir ilişki olmaması zorunluluğu üzerinde inşa edilmiş yargı bağımsızlığı, #65533;giderek içi boş bir #65533;efsane'ye dönüş(müş) ve sorunları çözmekten çok gizlemek gibi bir işlev edin(miştir)#65533; . Kısacası yargılamanın bağımsızlığı ilkesine rağmen yargı alanı, hukuk ile politika arasındaki ilişkinin ortaya çıktığı ikinci boyutu oluşturmaktadır.

Yargılamanın buradaki inceleme konusu açısından bir başka önemli yanı, adalet kavramı dolayısıyla gündeme getirilebilir. Çünkü hukuk ile politika arasındaki ilişkinin bir diğer ayağını da adalet oluşturmaktadır. Hukukun yöneldiği üstün değer olarak adaletin bu ilişkideki konumu en kolay yargılama faaliyeti dolayısıyla ortaya çıkarılabilir. Anlamı ve içeriği konusunda somut açıklamalar yapılamayan ve felsefe alanın en temel tartışma alanını belirleyen adalet kavramı yargılama sürecinde bir ölçüde somutlaşmaktadır . Ancak buna geçmeden önce, adalet kavramı üzerinde kısaca da olsa durmak gerekir.

Hukuk kurallarının gerçekleştirmeye yöneldikleri bir kavram olan adaletin anlamı konusunda bir netlik sağlanabilmiş değildir. Felsefe alanında adalet kavramı hakkında yapılan çalışmalarda Eski Yunan düşünürlerinden başlanarak pek çok düşünürün adalet üzerine yaptıkları açıklamalardan hareket edilmektedir. Burada bu açıklamalar üzerinde durulmayacaktır . Ancak belirtmek gerekir ki, adaletin içeriğine ilişkin getirilen açıklamalar bu kavramı somutlaştırmak konusunda yetersiz kalmaktadırlar. Sözü edilen açıklamaların genellikle buluştukları ortak nokta, adaletin özünün eşitlikle bağlantılı olduğudur. Buna göre, adalet, eşit konumdakilere eşit, farklı konumdakilere farklı davranılmasını ifade eder . Ancak adaletin eşitlikle birlikte ele alınması da bu kavramın içeriğini somutlaştırılmasında yeterli olmamaktadır. Çünkü, #65533;yaşamda eşit ya da özdeş iki kişi ve ilişki dahi bulunmaz. Böyle olunca, adalet gereği hukuken bir düzenlemeye girişildiğinde ister istemez kişilere ve olaylara belli bir açıdan yaklaşılacak, eşitlik bir soyutlamaya dayanacak, bazı benzerlik ya da benzerlikler göz önünde bulundurulup ayrılıklar atılacaktır. Burada hangi benzerliklerin hukuki düzenlemede temel alınacağı, hangilerinin eşitlik kavramına sokulmayacağı belirsizdir#65533; . Dolayısıyla eşitlerle eşit olmayanlar arasında yapılacak ayrımda kullanılacak ölçütlerin neler olacağı noktasında sorun yaşanmaktadır . Hukuki pozitivistler de adaletin içeriğinin objektif olarak belirlenemezliğinden hareketle bu konunun hukukun değil felsefesinin alanına girdiği yönündeki düşünceden yola çıkarak şekli adalet kavramını geliştirmişlerdir. Adalet kavramı hakkındaki açıklamalara son vermeden önce hukuki pozitivizm tarafından geliştirilen şekli adalet kavramı ve buradan hareketle maddi adalet-şekli adalet ayrımı üzerinde durulacaktır. En genel anlamı ile şekli adalet anlayışında adalet, kanuna uygun davranmaktır. Kanuna uygun olan bir davranışın aynı zamanda adil olduğu kabul edilir . Sonuç olarak şekli adalet anlayışı #65533;içeriklerine, kendilerine uyulmasının sonuçlarına, fazilet ve kusurlarına bakmaksızın mevcut kurallara bağlılık diye#65533; ifade edilebilir. Şekli adalet anlayışında adaleti sağlayacağı düşünülen ilke kanun önünde eşitlik ilkesidir. Kısacası şekli adalet anlayışına göre, hukuk kurallarına göre işlem yaparak ve benzer olaylara benzer hukuk kurallarını uygulayarak adaleti gerçekleştirmek mümkün olacaktır . Görüldüğü gibi, şekli adalet anlayışı sadece kanunların kişilere eşit şekilde uygulanmasını esas alan daha çok prosedüre ilişkin bir anlayışı ifade eder. Kanun önünde eşitlik ilkesi, baştan eşit konumda olmayan kişilere aynı kuralların uygulanması sonucunda doğacak eşitsizlik ve adaletsizlikle ilgilenmez. Sonuç olarak #65533;hukuki pozitivizmin, kesinliği yani müspet hukukun tam ve eksiksiz uygulanmasını bir tür adalet kabul etmesinde bir gerçeklik payı vardır. Ancak müspet hukukun adaletsizliği o kadar dayanılmaz bir hale gelebilir ki, bu durumda hukukun kesinliğinin herhangi bir değeri kalmaz. Esasen, pozitivizmin yücelttiği hukuki kesinlik ilkesi, hukukun gerçekleştirmeyi amaçladığı birçok değerden yalnızca biridir#65533; . Dolayısıyla adaleti sadece şekli adalet olarak ele almak adalet adına doyurucu bir sonuç sağlamayacaktır. Gerçek bir adalet şekli adalet yanı sıra, kuralların uygulanması yoluyla doğacak sonuçların da adaletli olup olmayacağı ile ilgilenen maddi adalet anlayışını da göz önünde bulundurmayı gerektirmektedir.

İçeriği tam olarak belirlenemeyen maddi adalet anlayışı ve hukuki pozitivizm tarafından gündeme getirilen şekli adalet anlayışı yargılama faaliyeti ile yakından ilgilidir. Temel işlevinin adalet dağıtmak olduğu söylenen yargı, çoğu zaman adalet kavramı ile eş anlamda kullanılmaktadır . Nitekim şekli adalet anlayışının kanun önünde eşitlik ilkesi yargı alanında da geçerliliğini sürdürmektedir. Ancak, daha önce de üzerinde durulan, yargı ile siyasal otorite arasındaki ilişki dolayısıyla yargının adalet amacını gerçekleştirip gerçekleştiremediği üzerinde durulması gereken önemli bir sorundur. Hukuk-politika-adalet ilişkisi de tam bu noktada düğümlenmektedir. Politikadan yani iktidar ilişkilerinden bağımsız olmayan hukuk ve yargının politika ile aralarındaki bu ilişki dolayısıyla adaleti gerçekleştirme hedefine ne ölçüde ulaşabildikleri sorusu hukuk-politika-adalet ilişkisini ortaya çıkaran bir soru olacaktır. Hukuk ve yargı ile politikanın ilişkisi ve bu ilişkinin adalete yansıması hukukun ve yargılamanın tüm dalları açısından gündeme getirilebilir. Ancak burada bu ilişki sadece ceza hukuku ve ceza hukukunun da devlet aleyhine cürümler başlığı altında toplanan suç kategorisi ve bu suçlar dolayısıyla yapılan siyasal yargı ve bu alanlardaki hukuk-politika ilişkilerinin adalete yansımaları bağlamında ele alınacaktır. Bu tercihin iki nedeni söz konusudur. Bunlardan birincisi, hukuk-politika-adalet ilişkisi açısından ele alınacak olan yassıada yargılamalarının tam da sözü edilen suç kategorisi ve siyasi yargı kapsamında değerlendirilecek nitelikte olmasıdır. İkinci neden ise, hukuk-politika ilişkisinin ve bunun adalete yansımasının belki de en açık biçimde karşımıza çıkacağı alanın devlet aleyhine cürümler ve bu cürümler için yapılan siyasi yargılama olmasıdır. Nitekim yargının tarafsızlığı yani yargının siyasi otoritenin etkisinden bağımsız olması sorunu devlet aleyhine cürümler konusunda özel önem taşır . Zira bu cürümler dolayısıyla açılan davalarda yargı ile siyasi otorite arasındaki ilişki tüm açıklığı ile ortaya çıkmakta ve bu ilişki, şekli adaletin dahi bir kenara bırakılması şeklinde somutlaşabilmektedir. Devlet aleyhine cürümlerle ilgili davalar konusunda gündeme gelen siyasi yargının anlamı üzerinde durulduğunda bu ilişki daha da netleşmektedir. Zira burada kullanılan siyasal yargı ile kastedilen, #65533;genel olarak hukuksal usul ve tekniklerin mevcut egemenlik ilişkilerini pekiştirmek veya değiştirmek amacıyla devreye sokulması, daha özgül olarak da, yürürlükteki hukuk kurallarına aldırış etmeksizin yargının siyasal baskı ve tasfiye amacıyla işlevselleştirilip araçlaştırılması (dır)#65533; . Siyasal yargının tanımından da anlaşılacağı üzere, devlet aleyhine cürümler dolayısıyla görülen davalarda hukuk ve yargısal süreç iktidarın elinde sadece bir araç konumuna gelmekte ve iktidarın hukuk ve yargılama arasındaki bu #65533;sakat#65533; ilişki siyasal baskı ve tasfiyeye yönelerek adaleti tüm boyutları ile ortadan kaldırmaktadır. Nitekim bu gibi davalarda, #65533;mahkeme kararları, ana hatları itibariyle yargılama başlamadan çok önce yazıl(makta) ve devletin yargılamaya dönük ilgisi, hükümden (sonuçtan) çok, duruşmalardan resmi propaganda için çıkarılacak malzemeye yoğunlaşmaktır#65533; . Kısaca belirtmek gerekirse, hukuk-politika ilişkisi bu noktalarda doruğa ulaşmakta ve bu ilişkinin yargılananlarla birlikte adalet kavramı ve düşüncesini tasfiyesi gözler önüne serilmektedir. O kadar ki, bu gibi durumlarda iktidar hukuk üzerindeki etkisini gizleme ve varmak istediği sonucu hukuk ile kamufle etmeye dahi ihtiyaç duymamaktadır. Bunun içindir ki bu yargılamalarda şekli adaletin gereği olan kanun önünde eşitlik gibi temel ilkeler deyim yerindeyse fütursuzca bir kenara bırakılabilmektedir. Değil maddi adalet, şekli adaletin bile rafa kaldırıldığı bu yargılamalarda hukuktan geriye öze yönelik olmayan yargılama usulü kuralları kalmaktadır. Hatta bu gibi durumlarda yargılamayı yapanlar yargılama sonucundaki hükmün meşruiyetini sadece uyguladıkları prosedüre dayandırabilmektedirler.

İşte Yassıada yargılamalarında da yaşanan tam olarak buydu. Bilindiği gibi Yassıada'da sanıklara isnat edilen suç, Türk Ceza Kanunun 146. maddesinde düzenlenmiş olan ve doktrinde anayasayı ihlal suçu olarak nitelendirilen ve devlet aleyhine işlenmiş cürümler kapsamında olan suçtu . Yassıada Mahkemesinin söz konusu anayasayı ihlal ithamı ile yargıladığı sanıklar için yapılan yargılamanın niteliğine bakıldığında yaşananların siyasi yargının en tipik örneği olduğu ortaya çıkacaktır. Nitekim Yassıada yargılamalarında sanıkların anayasayı ihlal suçunu işledikleri yönündeki iddia temel olarak milletvekili oldukları dönemde yapılan ve Yassıada Mahkemesi tarafından anayasaya aykırı olarak kabul edilen kanunların yapımında mecliste olumlu oy kullanmış olmaları gerekçesine dayandırılmıştır. İddia makamının dayandığı bu gerekçe mahkeme tarafından da benimsenmiş ve aynı gerekçe hükümde kimi sanıkların idama, kimilerinin de ömür boyu veya ağır hapse mahkum edilmelerine dayanak yapılmıştır. Açıktır ki, hem iddia makamının sanıklar hakkındaki iddiası hem de bu iddiasını dayandırdığı gerekçeler pek çok yönden eleştiriye açıktır. Burada söz konusu iddia, gerekçe ve bu gerekçelere dayanılarak verilen hüküm tüm yönleri ile olmasa da yargılamanın niteliğini ortaya koymak açısından en belirgin yönleri açısından irdelenecektir.

Öncelikle üzerinde durulması gereken, milletvekillerinin bir yasanın yapımı sırasında mecliste olumlu oy kullanmalarının TCK'nın 146. maddesinde düzenlenen anayasayı ihlal suçuna vücut verip vermeyeceğidir. Genel ifadesi ile anayasanın tamamı veya bir kısmını tağyir ve tebdil veya ilgaya cebren teşebbüs ederek anayasal düzeni yıkmaya çalışanların cezalandırılacağını düzenleyen söz konusu maddenin bir yasama faaliyeti sırasında bir yasa için olumlu oy kullanma fiilini kapsamadığı, üzerinde tartışmaya gerek bırakmayacak kadar açıktır. Nitekim herhangi bir milletvekilinin yasaların yapılması sırasında kullandıkları oylarının, değil TCK'nın 146. maddesinde düzenlenen suçu, herhangi bir başka bir suçu oluşturduğunu iddia etmek en temel hukuk mantığına sahip olmamayı gerektirir. Nitekim milletvekilleri 1982 Anayasasında olduğu gibi 1924 Anayasasında da 17. maddede mecliste yasama faaliyetleri dolayısıyla söyledikleri sözler, yaptıkları açıklamalar ve kullandıkları oylar konusunda mutlak dokunulmazlık ve sorumsuzlukla donatılmışlardı. Bir hukuk siteminin bir davranışı anayasa tarafından koruma altına alırken ceza kanunu ile anayasayı ihlal suçu olarak düzenleyeceği düşünülemez . Kaldı ki, TCK'nın 146. maddesinde düzenlenen anayasayı ihlal suçu ancak cebir yolu ile işlenebilecek bir suçtur. Dolayısıyla mahkemenin milletvekillerinin mecliste kullandıkları oyları cebir unsuru olarak değerlendirmesi de hiçbir hukuk mantığı ile izah edilebilir değildir.

Mahkemenin verdiği hükümlerde dayandığı gerekçelerden bir diğeri ise, sanıkların vatan haini ilan edilen Celal Bayar ve Adnan Menderes ile olan kişisel ilişkileri ve yakınlıklarıdır ki, bu gerekçenin de hukuksal bir yanının olmadığı ortadadır . Bunun yanı sıra mahkemenin sanıklar aleyhine verdiği hükümler arasında tutarsızlık olduğu da görülmektedir. Zira mahkeme aynı gerekçeye dayandığı halde sanıklar aleyhinde farklı hükümler de verebilmiştir . Kimi zaman ise verdiği hükümler arasındaki farklılığı sanıklardan birisinin hatıra defterinde yazdıklarına dayandırabilmiştir .

Yukarıda çok kısa olarak yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Yassıada yargılamaları tabii hakim , kanun önünde eşitlik gibi pek çok temel hukuk ilkesine ve bunun yanı sıra temel hukuk mantığına aykırı bir yargılama idi. Yassıadada yargılama faaliyeti belli bir kesimin siyasi olarak tasfiyesini amaçlayan bir araç olarak kullanılmıştı. Yargılamalar ile ilgili tutanaklar incelendiğinde de görüleceği gibi, yargılama sonucunda verilecek hükümler adeta dava başlamadan yazılmıştı. Yapılan yargılamada hukuk değil iktidarda olanlar egemendi ve hukuk sadece onların elindeki bir aletti. Bu bizzat mahkeme başkanının sözleri ile de kanıtlanmıştı. Zira sanıklardan birisinin kendileri ile birlikte sözü edilen yasalar için olumlu oy kullanmış ancak darbeden önce Demokrat Partiden istifa ederek Cumhuriyetçi Halk Partisine üye olmuş milletvekillerinin neden yargılanmadıklarını sorması üzerine mahkeme başkanı; #65533;sizi buraya tıkan güç böyle istedi#65533; diyebilmiştir.

Aslında Yassıada yargılamaları ile ilgili yapılan bu kısa açılamalardan da anlaşılacağı gibi, yaşananlar sadece galiplerin mağlupları hukuku kendilerine araç ederek yok etmeleridir. Bu gibi durumlarda söz konusu olan, hukuk ile politika arasındaki ilişkiden ve bu ilişkinin adalete yansımasından öte, hukuk ve adaletin ortadan kalkması ya da en azından içi boşaltılmış birer #65533;kukla#65533;ya dönmeleridir. Konuya son verirken benzer bir sürecin yaşandığı Nürenberg Mahkemesi ve bu mahkemenin yaptığı yargılama için Bauman'ın çarpıcı açıklamasına yer verilerek bu çalışmada ulaşılması hedeflenen sonucu özetlemek mümkündür:

#65533;Birisinin anlaksızlıkla suçlanabilmesi ve bunun kanıtlanabilmesi için öncelikle o kişinin yenilmesi gerekiyor. Katliam emri veren Nazi liderleri yargılandı, mahkum edildi ve asıldı; ve bunların eylemleri #65533;ki eğer Almanya savaştan galip çıkmış olsaydı tarih kitaplarında bu eylemleri insani yükselişin hikayesi olarak okuyacaktık- insanlığa karşı işlenen suçlar olarak sınıflandırıldı. Hüküm #65533;en az kendisini mümkün kılan zafer kadar- garantiydi. Kartlar yeniden karılana ve dolayısıyla tarihsel hafıza yeni durumlara göre yeniden tanımlanana dek bu hüküm baki kalacaktır. Gün gelip de galipler yenilmedikçe, bunların zalimlikleri yargılanmayacaktır. Adalet mağlup olana tesir ediyor. Ancak adaletin hikayesi bugünün galiplerinden başka hiç kimse tarafından anlatılamadığı için dünya daima ahlaksızlığın ve cezalandırılabilirliğin eşanlamlı olduğu ve adaletin dağıtıldığı bir dünya olarak sunuluyor#65533; .





BİBLİYOGRAFYA



ARAL, Vecdi , #65533;Bir Adalet Bilimi Olarak Hukuk Bilimi#65533;, in: Adalet Kavramı , Editör: Adnan Güriz, Türk Felsefe Kurumu, Ankara 1994.



BAUMAN, Zygmunt, Parçalanmış Hayat , Çeviren: İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2001.



BİBEROĞLU, Kemal, Yassıada Kararları ve Tahkikat Komisyonunun Bilinmeyen Gerekçeleri , Demokratlar Kulübü Yayınları, Ankara 1996.



FOUCAULT, Michel, #65533;Hakikat ve Hukuksal Biçimler#65533;, in: Büyük Kapatılma , Seçme Yazılar 3, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2000.



KEYMAN, Selahattin , Hukuka Giriş ve Metodoloji , Doruk Yayınları, Ankara 1981.



ÖKTEM, Niyazi, #65533;Adalet Kavramı ve Sosyal Realite#65533;, in: Adalet Kavramı , Editör: Adnan Güriz, Türk Felsefe Kurumu, Ankara 1994.



SANCAR, Mithat, #65533;Devlet Aklı#65533; Kıskacında Hukuk Devleti , İletişim Yayınları, İstanbul 2000.



SANCAR, Türkan Yalçın, Alenen Tahkir ve Tezyif Suçları (TCK. m. 159/1) , Seçkin Yayıcılık, Ankara 2004.



Yassıada Yargılamaları (Müşterek Müdafaa-Kararlar-Kararların Eleştirisi), Demokratlar Kulübü Yayınları, Ankara 1995.

Bu yöndeki değerlendirmelere örnek olarak bkz. Yassıada Yargılamaları (Müşterek Müdafaa-Kararlar-Kararların Eleştirisi), Demokratlar Kulübü Yayınları, Ankara 1995, s. 1.

Türkan Yalçın SANCAR, Alenen Tahkir ve Tezyif Suçları (TCK. m. 159/1) , Seçkin Yayıcılık, Ankara 2004, s. 31.

Burada yine bir kayıt koymakta fayda vardır. Çünkü hukukun iktidarın ideolojik olarak kullandığı bir araç olma yönünü vurgularken ve aralarındaki ilişkinin bu boyutuna dikkat çekerken hukukun ideolojilerin emri altında bir araç olmaktan öte hiçbir anlam ve işlevi olmadığı söylenmeye çalışılmamaktadır. Nitekim yukarıda da ifade edildiği gibi en azından modern demokrasilerde hukukun iktidar ve güç çekişmelerine kapalı olduğu düşünülen bir alanı da (bu alan da tarihsel olarak politika ile bağlantılı olsa dahi) söz konusudur.

Foucault yargı ile politika ilişkisini çok daha temel bir noktada gündeme getirmektedir. Yazar bugün anladığımız şekli ile devlet eli ile ve sorgulama yöntemine dayanan yargılamanın bizzat doğuşunu politika ile açıklamaktadır. Ona göre, bugün gerçekleştiği biçimi ile devlet eli ile yürütülen bir yargılama gündeme gelmeden önce, uyuşmazlıklar bireyler arasında çözülmekteydi. Bireyler arasındaki bu mücadele sonucunda mücadeleyi kazanan taraf diğer tarafın ekonomik varlıklarına el koymaktaydı. Böylece ekonomik değerlerin el değiştirmesi ve bölüşülmesi de bireyler arasındaki uyuşmazlıkların çözümü için yaşanan bu çatışma süreci sonucunda gerçekleşmekteydi. Siyasal otoritenin bu ekonomik bölüşüme taraf olma yönündeki arzusu sonucunda bireyler arasındaki uyuşmazlıkların çözümü kendi aralarındaki mücadele sürecinden koparılarak devlet tarafından yerine getirilen yargılama sürecine aktarılmıştır. Böylece siyasi otorite de ekonomik değerleri paylaşım sürecine dahil olmuştur. Bu konumu sağlamlaştırmak için ise önceki dönemden farklı olarak suçların toplum dolayısıyla da devlet aleyhine işlenmiş oldukları yönünde bir anlayış geliştirilmiştir. Yazarın yargılama faaliyeti dolayısıyla iktidar odakları ile hukuk arasında kurduğu ilişki için bkz. Michel FOUCAULT, #65533;Hakikat ve Hukuksal Biçimler#65533;, in: Büyük Kapatılma , Seçme Yazılar 3, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2000, s. 198-218. s

SANCAR, Alenen Tahkir ve Tezyif Suçları , s. 37.

Mithat SANCAR, #65533;Devlet Aklı#65533; Kıskacında Hukuk Devleti , İletişim Yayınları, İstanbul 2000, s. 184.

SANCAR, #65533;Devlet Aklı#65533; Kıskacında Hukuk Devleti , s. 182.

SANCAR, #65533;Devlet Aklı#65533; Kıskacında Hukuk Devleti , s. 184.

Vecdi ARAL, #65533;Bir Adalet Bilimi Olarak Hukuk Bilimi#65533;, in: Adalet Kavramı , Editör: Adnan Güriz, Türk Felsefe Kurumu, Ankara 1994, s. 44.

SANCAR, #65533;Devlet Aklı#65533; Kıskacında Hukuk Devleti , s. 187.

Adalet üzerine kimi düşünürler tarafından yapılan bir kısım açıklamalar için bkz. Niyazi ÖKTEM, #65533;Adalet Kavramı ve Sosyal Realite#65533;, in: Adalet Kavramı , Editör: Adnan Güriz, Türk Felsefe Kurumu, Ankara 1994, s. 51-52.

Selahattin KEYMAN, Hukuka Giriş ve Metodoloji , Doruk Yayınları, Ankara 1981, s. 60.

ARAL, #65533;Bir Adalet Bilimi Olarak Hukuk Bilimi#65533;, s. 49.

KEYMAN, Hukuka Giriş ve Metodoloji , s. 60

Şekli adalet anlayışı hakkında bkz. KEYMAN, Hukuka Giriş ve Metodoloji , s. 61.

KEYMAN, Hukuka Giriş ve Metodoloji , s. 63.

KEYMAN, Hukuka Giriş ve Metodoloji , s. 63.

KEYMAN, Hukuka Giriş ve Metodoloji , s. 68.

SANCAR, #65533;Devlet Aklı#65533; Kıskacında Hukuk Devleti , s. 187.

SANCAR da hukuk politika ilişkisinin yoğun bir şekilde yaşandığı ceza hukuku alanında devletin şahsiyeti aleyhine cürümleri bu ilişkinin yaşandığı bir örnek olarak ele alır. SANCAR, Alenen Tahkir ve Tezyif Suçları , s. 32.

SANCAR, #65533;Devlet Aklı#65533; Kıskacında Hukuk Devleti , s. 188.

SANCAR, #65533;Devlet Aklı#65533; Kıskacında Hukuk Devleti , s. 188.

SANCAR, #65533;Devlet Aklı#65533; Kıskacında Hukuk Devleti , s. 189.

Kemal BİBEROĞLU, Yassıada Kararları ve Tahkikat Komisyonunun Bilinmeyen Gerekçeleri , Demokratlar Kulübü Yayınları, Ankara 1996, s. 28.

BİBEROĞLU, Yassıada Kararları ve Tahkikat Komisyonunun Bilinmeyen Gerekçeleri , s. 90, 117-124.

Örnek olarak bkz. BİBEROĞLU, Yassıada Kararları ve Tahkikat Komisyonunun Bilinmeyen Gerekçeleri , s. 140, 145.

Örnek olarak bkz. BİBEROĞLU, Yassıada Kararları ve Tahkikat Komisyonunun Bilinmeyen Gerekçeleri , s. 147.

Örnek olarak bkz. BİBEROĞLU, Yassıada Kararları ve Tahkikat Komisyonunun Bilinmeyen Gerekçeleri , s. 149.

Yassıada Yargılamaları (Müşterek Müdafaa-Kararlar-Kararların Eleştirisi), Demokratlar Kulübü Yayınları, Ankara 1995, s. 206.

BİBEROĞLU, Yassıada Kararları ve Tahkikat Komisyonunun Bilinmeyen Gerekçeleri , s. 34.

Zygmunt BAUMAN, Parçalanmış Hayat , Çeviren: İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2001, s. 238-239.