Re: Mirasçı Hizmet Tespiti Davası Açabilir mi?
Sn. yyln,
Sosyal Sigortalar Hukuku'nda deyim yerinde ise "pirimiz" sizsiniz.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun kararı aşağıdadır. Kararda ortaya konan gerekçelere katılmamak mümkün değil.Karar "evet bu ülkede hukuk var" dedirtiyor.
KARAR : Özel Daire ile Mahalli Mahkeme arasındaki uyuşmazlık, miras bırakanın sigortasız geçen çalışma sürelerinin tesbitine yönelik hak sahiplerince açılan davada, hak düşürücü sürenin başlangıcı olarak, ölüm tarihinin esas alınıp alınmayacağı noktasında toplanmaktadır. Daire bozma ilamında, ölüm olayı gözetilmeden sadece sigortalı tarafından, sigorta kurumuna bildirilmeyen sürelerin tesbitine yönelik bir tesbit davası açılmışcasına olgular algılanmış ve işe giriş bildirgesinden önceki süre ile işten ayrılış tarihinden sonraki istemin hak düşürücü süre kapsamında kaldığı yolunda hüküm kurulmuştur. Mahalli mahkeme ise, ölüm tarihine göre soruna yaklaşmıştır. Gerçekten, 506 sayılı Yasa`nın 79/8. maddesine göre, açılan tesbit davası doğrudan sigortalı tarafından açılsa idi, Dairenin bozma ilamı yerinde olacaktı. Ne var ki, sözü edilen dava, sigortalı tarafından değil, sigortalının ölümü üzerine hak sahibi tarafından açıldığından bu yönün değerlendirilmesi gerekir.
Hemen belirlemek gerekirse, hak sahiplerince açılacak ve murislerinin çalışmalarına ilişkin tesbit davalarında hak düşürücü sürenin başlangıcı yönünden, davanın yasal dayanağını oluşturan yukarıda sözü edilen maddede açık bir kural yer almamıştır. Yasa, bu yönden sadece, sigortalılar tarafından açılacak davalar yönünden bir düzenleme yapmış ve belirtilen davaların, hizmetin geçtiği yılın sonundan başlamak üzere belli bir hak düşürücü süre içerisinde açılmasını öngörmüştür. Oysa, sözü edilen sürenin, hak sahiplerince açılacak davalarda aynen uygulanması halinde, ortaya telafisi imkansız hak kayıpları ile Anayasal Sosyal Güvenlik haklarına yönelik yasal bir yolun kullanımının fiilen ve hukuken ortadan kalkacağı endişesi çok açıktır. Gerçekten, hak düşürücü sürenin gerçekleşmesine çok az bir süre kala, miras bırakanın ölmesi halinde hak sahibinin, daha sorunu kavramadan ve dava hakkına ilişkin kanıtları toplayıp, davasını açma imkanını sağlayamadan hak düşürücü sürenin gerçekleşmesi durumunda Yasa`ca amaçlanmayan bir durumun ortaya çıkması olağandır. Bu tür bir sonuç ise, hem adalet duygusuna hem hak arama özgürlüğünün özüne aykırıdır. Esasen hak sahibi yönünden, hak düşürücü sürenin gerçekleşip gerçekleşmediğinden söz edebilmek için, öncelikle, muris yoluyla bu kişiye sigorta kollarından bir hakkın intikal etmesi koşuluyla talep hakkının doğması gerekir. Kişinin, henüz sigorta kollarından birine ilişkin hakkının doğmadığı ve miras bırakanın sağlığında kullanıp kullanmayacağı belli olmayan ve bizatihi ona ait dava hakkına ilişkin hak düşürücü sürenin aynen, hak sahibine uygulanması düşünülemez. En önemlisi Sosyal Güvence Hukukunun amaç ve ilkeleri ile bağdaşmaz. O nedenle uyuşmazlığın çözümünde Anayasal sosyal güvenlik ilkelerinin gerekleri, 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu içeriği ve kabul ettiği kurallar ile sosyal güvenliğe ilişkin düzenleme yapan yasalar dikkate alınması zorunludur ve kaçınılmazdır.
Gerçekten, Anayasa, kabul ettiği temel ilke ile sosyal güvenliği kişiye bağlı temel anayasal sosyal hak olarak kabul etmiş ve bunun gerçekleştirilmesi görevini devlete yüklemiştir. Bu alanda getirilen düzenlemelerden birini oluşturan 506 sayılı Yasa, ölüm sigortasını kabul etmiş ve hak sahiplerinin koşullarının oluşması durumunda ölüm aylığına hak kazanacaklarını öngörmüştür. Bu bağlamda hemen vurgulayalım ki dava konusu olayda ve uyuşmazlığın temelinde, ölüm sigortasından yararlanma amacı bulunmaktadır. Ölüm sigortasında ise, 506 sayılı Yasa`nın 99. maddesinde belirlendiği biçimde, "hak düşürücü süre" kurumu kaldırılmış ve sadece zaman aşımı yer almıştır. Bu olgunun öncelikle gözönünde bulundurulması zorunludur. Öte yandan, sözü edilen Yasa`nın 2. maddesi 506 sayılı Yasa sisteminden yararlanma yolunda, hak sahiplerini doğrudan Yasa kapsamında kabul etmiş ve bu kişilere yönelik düzenlemeleri ayrıca göstermiştir. Bu arada, hak sahiplerinin, miras bırakanlarına ilişkin konularda, haklarının kullanım ve bu yöne ilişkin süreleri, murisleri sigortalıların sürelerinden ayrılmış ve bunlara ayrıca yeni süre ve haklar verilmiştir. Nitekim, Yasa`nın, 60/F maddesinde, hak sahipleri miras bırakanlarının askerlik sürelerinin borçlanmasında, muristen ayrı ve bağımsız borçlanma sistemi kabul edilmiş ve hak sahiplerinin, ölümden sonra tıpkı miras bırakan gibi, iki yıllık süre içerisinde borçlanabilecekleri kabul edilmiştir. Aynı şekilde, Yasa`nın ek 14. maddesinde, muris tarafından tasfiye edilen hizmetlerin, hak sahiplerince ihya edilebilmesini öngörmüştür. Nihayet 3201 sayılı Yasa`nın 3/son maddesi, hak sahiplerine, murislerine ilişkin yurt dışında çalışılan sürelerin borçlanmasına ilişkin aynen "Yurt dışında çalışmakta iken veya yurda kesin dönüş yaptıktan sonra iki yıllık müracaat süresi içerisinde ölenlerin hak sahipleri de ölüm tarihinden itibaren iki yıllık süre içerisinde ... bu kanunla getirilen haklardan yararlanırlar" kuralını getirmiş ve açıkça ölüm tarihinin hak düşürücü süre başlangıcı olduğunu vurgulamıştır.
Şu duruma göre, sosyal üvenlik hukukunun temel ögeleri ve kabul ettiği ilkeler gereği, hak sahipleri yönünden, muris çalışmalarına ilişkin bir tesbit davası ancak hakkın ortaya çıktığı, ölüm tarihinden başlatılmalıdır. Kuşkusuz, bu ilke, murisin hayatında, tüketip bitirmediği, hak düşürücü sürelerin gerçekleşmediği durumlarda söz konusu olacaktır.
Görülmekte olan davaya bu ilkeler açısından yaklaşıldığında, hak sahibinin, tesbit davasını; murisinin 1.9.1987-28.2.1988 dönem çalışmalarına hasrettiği, ölüm olayının 11.6.1991 tarihinde meydana geldiği bu tarihe göre muris açısından henüz hak düşürücü süre gerçekleşmediği gibi hak sahibi için de ölüm tarihinden dava tarihine kadar sukutu hak süresinin geçmediğinin kabulü gerekir. İşin esasının incelenmesinde mahkeme kabulünün dosya içeriği ve toplanan kanıtlara göre yerinde olduğu görülmüştür. Şu durum karşısında direnme kararı onanmalıdır.
Selamlar,