MESELE ÜLKE KAYNAKLARININ PLANLAMASI, DEĞİL Mİ?

1

Ya, evet. Değil mi? Yani bütün şu telaşe başka ne için olsun ki! Elbette ülke kaynakları planlamasından öğrenim, geçim ve huzur başlıkları altında tasnif edebileceğimiz bütün faaliyetlerimizi tam bir dengeye sahip kılarak sürdürmeyi anlıyorsak bu amaca uygun önerileri, tecrübeleri, yetkinlikleri, yeterlikleri haiz akil iddia sahiplerinin münazara, münakaşa ve hatta muarezelerini makbul saymamız gerekiyor. Peki amaç bu ise, bu amaç için mücadele edenler dolayımında cemiyet niçin tam bir tearuf ve tedahül yaşayamıyor? Aynı amaca matuf gayretkeşliklerin değişik yöntemleri niçin tek bir potada telif edilemiyor?

Cevap muhtelif… Cevap nerededir arayışıyla sözü uzatmak anlamsız. Kimin öğrenim imkanlarının, kimin geçim kaynaklarının, kimin ilişkilerinin huzuru adına idiyse bu planlama rekabeti cevap da orada aslında: “Akil iddia sahipleri” tanıtması yaptığımız gayretkeşler, eski tabirle “ulema, hukema, umera” zümreleri olduğuna göre ve bu sıfatlara bağlı görevler ve sorumluluklar, cemiyetin (öğrenim, geçim, huzur) sağlık ve selameti adına türetildiğine göre, cevap; cemiyet ile âlimler, cemiyet ile hâkimler, cemiyet ile amirler “bağlantısında” yatıyor. Burada hemfikir olmamak can düşmanlığının gereğidir ancak. Binaenaleyh cevap bulduran yoldayız demektir. İlerleyelim…Cemiyete ait doğal organlara tayin edilenler veyahut layık görülenler olan ulema, hukema, umera kendilerinin; o organ fonksiyonlarının her bir cemiyet üyesini kapsadığını ve dolayısıyla bir ızgara ya da bir fileyi meydana getiren “kaynak/bağcık” noktasında oturduklarını unutmuşlarsa uyumsuzluk baş gösterir. Ulema, hukema, umeranın nerede durduklarını unutmaları kendilerini stratosferde oturan ve cemiyete yukardan bakan saymaları anlamındadır. Bu da “bağlantının kutupluluğu” demektir. “bağlantının kompleksliği” ki, uyumu getirir ve bu da cemiyet dediğimiz organizmanın her bir üyesinin bağlantılı oluşu kabulüyle ulemaya, hukemaya, umeraya bağlantıyı sağlayan düğümün atıldığı yüzük konumunu kazandırır. Kutbun yukarısındayım diyen gayretkeşler ise kendilerini kâhya tahtında ve cemiyeti çiftlik, cemiyet üyelerini ise küçükbaş hayvanlar, büyükbaş hayvanlar, kümes hayvanları, tahıllar, sebzeler, meyveler, vs… ülkeyi ise tavlalar, ahırlar, tarlalar, koruluklar, meralıklar, bağlar, bahçeler, yaylaklar, kışlaklar, vs. kalıbında sayacaklardır. Dolayısıyla kâhyalığa geçmek iddiasında olanların çekişmelerinden mütevellit uyumsuzluklar muhakkak ve müstehaktır.

Peki bu akil iddia sahipleri dediğimiz gayretkeşlerden ulema, hukema, umera nam veya namzedi eşhas cemiyetin öğrenim, geçim ve huzur fonksiyonları dairesinde icra-yi sanat arzederken tam dengeyi sağlamak için “nereye dayanacaklar” ve “ne vazife görecekler” de kaynakların planlamasını başarıyla gerçekleştirip, cemiyetin bir millet olarak yaşamak potansiyelini diri tutmaya katkı sağlayacaklardır? Öncelikle cemiyete inanacaklar. Bu inanca dayanacaklar. Yani, suyun akacağı yatağı ve menzili bulma istidadına sahip olduğunu kabul etmek mesabesinde, cemiyetin ne yaptığını ve yapacağını, nereden geldiği ve nereye gideceğini bildiğini kabul edecek ve itimat duyacaktır. Dayanağı olan bu güvence ile ulema, hukema, umeranın göreceği en birinci vazifesi de cemiyetin yapıp etmelerinden doğan bilgiyi; cemiyetin her bir üyesine tek tek ve toplamda cemiyete ait olduğu şuuruyla ayırımsız herkese; ölçülebilir-karşılaştırılabilir, standart tanımlı, zaman-yer-amaç-sebep-sonuç ilişkili bir biçimde açık ve anlaşılır olarak dağıtmaktır. Böylece cemiyetin ferdi yapıp yapmayacağı kararını alacağı işlerinde optimum seviyeyi tutturabilerek “ülke kaynaklarının planlamasında” ulema, hukema, umerayı yalnız bırakmamış olacak ve hatta en doğruyu bulmakta birinci fail rolünün hakkını verecektir.

2

Binlerce çeşit meslek var. Hem, bir mesleğin onlarca çeşit şubesi. Yüzbinlerce mamul, malzeme ve alet-edevat. Onbinlerce hizmet konusu. Yüzlerce faaliyet ve her faaliyet içinde meslekler-malzemeler-hizmetler kesişimi kadar da amaçlar. Dahası her yaştan insan adedince özerk emeller. Bütün bunların optimum düzeyde ve sağlıklı işleyişe bağlı olarak sürdürülmesine gösterdiğimiz dikkate dayalı işimiz var bir de. Bu dikkatten sorumlu ve beklentili olmaya ise “ülke kaynaklarının planlaması” diyoruz. Ve bu sorumluluk hepi topu kaç kişinin sırtına bırakılmış? Siz deyiniz onbin, ben diyeyim yüzbin. İsterseniz hane sayısınca sorumlu tayin ediniz. Eğer “bütün cemiyet aklını ve sevk-i tabisini” belli sayıda ve bizzat o eyleşim içinde bulunmayan üçüncü taraf insana yıkarsanız, bu malum sorumluluk hakkıyla yerine getirilemeyecektir. Bilmek iradesi ve yapmak ehliyeti, bütün cemaat adına mutlak anlamda bir zümreye selahiyet alanı olarak terkedilmişse o cemiyet kesinlikle sağlıksız bir toplumdan ibaret kalır.

Sağlıklı bir toplumun; irade, ehliyet ve salahiyet bakımından muhtar eşhası olmalı değil midir? Ah, elbette olmalıdır. Fakat bu muhtar zümre, cemiyet saikiyle de olsa mutlaklık tahtında olmamalıdır. E, zaten öyle değiller ki… insanlık kralları ve halifeleri ve şeyhleri ve kutupları ve liderleri tahttan indireli yüzyılı geçti diyeceksiniz. Belli ki öyle. Aslında insanlık sadece “birlik” tahtını yıktı, fakat ilahlar hâlâ işbaşında.

Bilgisini iradesiyle işleyen topluma cemiyet denir. Aksi, sadece sürüdür, familyadır. Temsilcileri vasıta etmekle “kendi doğurduğu bilgisinin” işlenmesine vaziyet getirmiş olan bir cemiyette dahi mutlakiyet devirlerinin hastalıkları görülmektedir. Bu illetlerden, beşeriyet tahtında en mühimi “iradeler üstü muhtariyet” hastalığıdır. Bu hastalık baş gösterdiğinde, cemiyeti cemiyet adına ve cemiyet indinde temsil makamına gelenler lale’t-tayin bir zümre hâsıl ederler. Bu zümeran artık, cemiyeti şahısları namına zümreleri indinde temsil etmeye başlarlar. Giderek cemiyet karşısında bünyelerini korumak refleksiyle hareket eder hale gelirler. Sonuçta iktidar cemiyetten temsilciler eline geçmiş olur. Muktedir oluş iki sütun üzerinde selamet bulur ki bunlardan birincisi; iktidarın korunması adına bünyeye zarar vericilerin imha edilmesi ve uzak tutulmasıdır. İkincisi de geçim, öğrenim ve huzur imkânlarının ve nimetlerinin bölüşülmesinde en büyük payın muktedir lehine kaydedilmesidir.

Peki neden, neden temsilciler cemiyete rağmen zimmetleri lehine işlere girişirler, bencilliğe kapılırlar? Bu sorunun cevabı, şu sorunun cevabı ile aynıdır: Peki neden, neden cemiyet, cemiyet olmak iktidarını gayet tabii unsurlarından olan bazı eşhasa bırakır, emanet eder değil, bırakır? Ne vakit cemiyet üyeleri baskın bir karakter olarak; bananeci, meraksız, ahmak ve miskin bir görünüm arzederler; işte o vakit ya başka ya o cemiyetten kolaycı, maceracı, bencil ve iddiacı tipler bu durumu “bütün cemiyet aklını ve sevk-i tabiyesini” mutlak muhtariyetleri altına almaya fırsat ve vesile addederler. Her iki zıt tip zaten insan hamuru içinde mevcuttur. Ve insana, yek ellerde olmaktansa yeküne ait iktidara dâhil olmak zor gelir… eğer muktedir cemiyet olacaksa. Çünkü farz-ı kifayeler mesabesindeki işleri, farz-ı ayınlardan arta kalana hapsetmek hem kolay ve hem onların zaten “anlık kazançlar değil ömürlük kayıplar” anlamına geldiği kolay unutulur.

Şimdi burada, “aklen ve ahlaken” yüksek seviyede bir hayatı istemenin, yaşadığımız yeri yaşanabilir kılmanın” manevi yükümlülüklerinden bahsetmeksizin; şe’niyet dairesinde kalarak “ülke kaynaklarının optimum tasarrufunda tam isabet” kaydetmenin geçerli imkânlarına bakıyoruz. Sözümüzdeki “tam isabet”, cemiyetin muktedir olmasına karşılık geliyor. Bu iktidarın devamı için de, tam olarak gerçeklik âlemine şube (geçim, öğrenim, huzur) konuları(nı)n nimetleri ve imkânlarının en büyük payının cemiyete tahakkuk ettirilmesi gerekiyor diyoruz. Cemiyete ait iktidarın korunmasını ise bütünüyle zorlayıcı ve korkutucu tedbirler yerine, daha genişletilmiş bir zarar verici teşebbüslere temayüle yer bırakmayacak fırsata” bağlamak istiyoruz. Ve önerimizi de Türkiye Bilgileşim Ajansı ismiyle tanıtıyoruz.

3

Türkiye Bilgileşim Ajansı’nın gereği nedir? Ülke kaynaklarının planlanabilirliği demek, o kaynaklar üzerindeki aktivitenin bütün yönleriyle herkes tarafından bilinirliğinin sağlanmasıyla ancak sağlıklı bir toplum, yani bir cemiyetten bahsedebiliriz demektir. Bu da cemiyet ile temsilcilerinin ve cemiyet ile aktörlerinin arasındaki bildirişme köprüsü alt yapısını ilzam eder. Ülke kaynaklarının planlamasında elzem olan, cemiyetin muktedir kılınması ve bu iktidarın korunmasıdır demiş olduk. Bu yoldan kazanılan başarılı planlama, masa başı işi olmaktan çıkar ve gerçek mecrasına kavuşur. İşi yapan, yaptıran, alan, satan, yararlanan, öğrenen, öğreten, devindiren, duraklatan, olduran, öldüren kısaca o işte bir şekilde amaç güderek direk veya dolaylı tedahül edenlerin, “dışsal planlama iradesinden” bağımsız gayet tabi/doğal surette gerçekleştirdiklerinin sonuçları; o işin içinde olanlara ait bulunanlardan oluşan cemiyetin malıdır kabulüne katılmalıdır. Bu doğal yoldan planlanmışlıktır. Bir tür ekoloji. Ekoeydeşme. Bu tasavvura karşılık gelen bir fonksiyona sahip kılmak gerekiyor cemiyeti. Sahip olunan şeyin adı da Bilgileşim ve Bildirişim Altyapısı olur. Bu altyapı şunu iddia eder ve sağlar. Karar vericiler ve adına karar verilenler, o kararın dayanağı olan enformatikten eşit yararlanırlar ve aynı derecede muhayyerdirler. Ekoeydeşme; aktif olan pazarı ve pasif olan piyasayı konu edinir. O konunun objesi de iştir. İşin muallakasına ise meslek, ürün, hizmet, amaç ve bunların saymacaları girer. Süje olarak da eydeşik seleksiyonun aktörlerini görmekteyiz: Fert ve müteşebbis. İşteşlik, fiillerinde karşılıklı oluş, o anda aynı işi birbirlerine yönelerek ve yönelterek yapıyor olmaklık bu aktörlerin bariz tasviridir; müştereklik. Bir başka yönden tasviri de etkilenirliktir. Birbirlerinden etkileniş de, bir diğerinden etkileniş de, birini etkilemek de aynı şeyden etkilenişlik de bu aktörlerin mütebarizeleridir. Birbirlerine, yani karar veren ve adına karar verilenler olarak birbirlerine görünümleridir. Bir su kütlesinde cari olan keyfiyetin cemiyet için de aynıyla geçerliliği gibi. Biz bu vakıanın sıhhatini şu şartta bulmaktayız: Çünkü herkes, eydeşmelerinin objesi olan her şeyde malumat sahibidir. Bu mümkün müdür? “Belki değildir” tedbiriyle olaya bakmak lazımsa da, bu sıhhat şartının “imkân” kabul edilmesinde hemfikir ve öneminde mutabakatımız bulunmalıdır.

Türkiye Bilgileşim Ajansı’nın gerçekliği nedir? Örnekleyelim. Arz ve talep dengesi hesaplarımız var, kullanıyoruz. Değil mi? Bu dengeye katılan her oluş-bozuluş-duruştan doğan bilgi bu dengenin aktörleri tarafından öğrenildikçe bir tavır ve uygulamaya sonuç veriyor. Ve dengeleniş hareketi gözleniyor pazarda. O tavır ve uygulamaları da mesela; kıt olanın pahalanması, çok olanın ucuzlaması göstergeleriyle anlaşılır buluyoruz. Eğer bu tabloda gözlemlediğimiz arz tarafındakilerle talep tarafındakiler, aynı bilgilerle hareket ediyorlarsa sorun yok. Çünkü iki tarafın da, pazar kriterlerine uyan her kararı uygulayabilir olma hürriyetini kullandıklarına, kullanabildiklerine dayanıyoruz. Peki, bu, pazara, eşit bilgilenme olanaklarıyla katılmanın söz konusu edilemediği durumların yaşandığına, yaşanma ihtimaline de işaret etmiyor mu? Elbette ediyor. Ve bu tehlikeden korunmuş bir cemiyeti arzu ediyoruz. “Pazarlık etmek” dediğimiz aslında piyasayı ortaya çıkaran bir dengeleniş hareketidir, dengeleyici teşebbüsüdür. Pazarlık eden “talep” şunu ifade eder; “ey arz, senin teklifinin hakkı şu eder, fazlayı vermem”. Çünkü mal miktarını, maliyetlerini, pazar kapasitesini ve göstergelerini yani piyasayı biliyorum iddiasındadır. Böyle değilse zaten pazarlık edemez. “Etikete razı olmak” da bu minval üzeredir. Fakat bugün “bu biliyor olmak durumu” düne nazaran hiç de reel değil. Dün reele çok yakındı. En çok, tekellerin mahremi olarak bir sır idi. Bugün, enformatik cehalet mekanizmaları sayesinde “manipülasyon” konusu olmuştur. Serimlediklerimizi; siyaset, ticaret, imalat, öğretim, sağlık, ulaştırma, vd. her faaliyet için geçerli sayabiliriz. Bununla beraber şimdi, cemiyetin yapıp etmelerinden doğan bilginin, hem sır sayılmasının hem çarpıtılmasının önüne geçmenin, dünkü olasılıklarından daha çoğunu gerçekleştirebiliriz. Bu, bütün zamanların geçerli bir arayışı ve algısı olarak imkân idi, bugün ise “mümkün”dür: Türkiye Bilgileşim ve Bildirişim Altyapısı Hizmeti önerimiz bundan münşidir.

Türkiye Bilgileşim Ajansı’nın geçerliği nedir? Tek cümleyle; cemiyette olan-bitenler üzerindeki ve cemiyeti ilgilendiren olasılık-olmayısılıklar hakkındaki selahiyet bütünüyle cemiyet sevk-i tabisine bağlanabilir ancak. Yoksa dıştan bakan bir zümreye bırakılması kabul edilemez. Çünkü, sorumluluk ile yeterlik dengesi bozuk bir anlaşmanın geçerliği yoktur: Düzenlenmesi ve gözlenmesi sorumluluğu Us97, Isco, Isic, … külliyatı genişliğinde bir bilgilenmeyi ve bu bilgilerin yolu-yolağı olan Cofog, Coicop, Copni, Copp amaç sayısında irtibata vakıf olmayı gerektiren heyula birkaç insanın üzerine yıkılamaz. Yıkılırsa, arzu edilen sıhhatin kazanılmasını beklemek en hafifinden safdillik olur. Bu safdillikte ısrar etmekle de “özerk emellenmeleri” sınırlandırmak hatası işlenir. Haliyle cemiyetin sağlığını bozan müdahalelere, çekip çevrilemez şekilde açık kalınır. Sonuçta “teşebbüs hürriyeti” afyon derekesine düşer ve maddi güç sahipleri eliyle “adalet, eşitlik, iyi niyet, kamu yararı” propagandasını kullanan örgütler, mekanizmalar, ihdas edilir. Zümreler adına ve lehine çalışan muhtariyet alanları çevrilir ve mülk edinilir. 152 üyeli Dünya Ticaret Örgütü bu sayede var olma alanına çıkar. Forbes’in ilk 100, ilk 500 şirket listelemesi, iftihar duyulası seçkin müteşebbisler panoraması anlamına değil de, ekonomik sektörleri parselleyenlerin panoraması anlamına gelir. Öneren ve de itiraz eden ve bunlara katılanların karineleri mukayese edilebilirlikten, sağlaması yapılabilirlikten uzağa düşer. Ve cemiyetin çoğunluğuna sadece iki seçenek… her konuşana karşı ya şüphe duyan yahut partizan olmak kalır.

Oysa teşebbüs hürriyeti, öncelikle, “karar alma aşamasında eşitlik” üzerinde ise sıhhatlidir. Yani, ülkenin “özel, kamusal arazi sınırları” bilinemiyorsa veya bu bilgi paylaşılamıyorsa, o alandaki teşebbüs hür değildir. Dolayısıyla sınır çiti üretimine büyük sermaye sahiplerinden başkası girmez ve hatta giremez. Başka bir örnek daha çarpıcı olabilir. Mesela, teşebbüs hürriyeti “öncelikle devletin müteşebbis olmamasına” bağlanıyor. Mesala PETKİM. Özelleştirilmesi bir yılan hikayesi… Ve çok üstünkörü hesaplarla Türkiye’nin kimyevi maddeler piyasasının %30-35’ini elinde tuttuğu söylenmekte. Ama mezkûr işletmenin hareket alanına girmiş kim bilir kaç tane müstakil direk/dolaylı faaliyet konusu var. Gerçekten kim biliyor? Dolayısıyla PETKİM peşkeş çekiliyor diyenler de hayır ne alakası var canım diyenler de “teşebbüs hürriyeti” kapsamında sayılabilecek bir beyanda bulunmuş olmuyorlar. Bu da “devletin iktisadi faaliyette bulunması haksız rekabet sayılır” sözünü söyleyenlerin aslında ya cahil ya da “haksız rekabet benim hakkımdır” mücadelesi içinde olduklarını gösterir. Peki, halka düşen ne kaldı?:

Başka bir örneklemeyi birkaç soruyla dile getirelim. Bir malın, dünyanın her yerinde aynı fiyatla etiketlenmesi mümkün müdür? Dünyanın her yerindeki işyerlerinin dış ve iç mimarisi biçim ve malzemeleriyle birbirinin aynısı kılınabilir mi? Dünyanın her yerinde farklı mecralarda olsalar bile kamu otoriteleri arasındaki ilişki veya çalışan ve çalıştıran arasındaki ilişki veya öğrenen ve öğreten arasındaki ilişki müstakil birer (hatta hepsinde tek bir) modelle yönetilebilir mi? Dünyadaki bütün insanların herhangi yaş gruplandırmasından bağımsız bir şekilde; kıyafet, içecek, imaj, eşya kullanımı veya tüketiminde aynı reflekse ve talepte odaklandırılması mümkün müdür?

Bu sorulara kâh “olması gereken” kâh “olması istenen” kâh “şerh koyarak” kâh “fark etmez” kâh “sürekli” kâh “bazen” kayıtlamasıyla evet yahut hayır şeklinde cevaplar verilecektir. Bu ve benzer sorulara cevap vermek isteyen ya da cevapsız kalamayan herkes “kendilerini yanıltıcı olmayan ve bütün dünyayı kapsayan bir piyasa okuyabilirlikle” donanmayı gereksinecektir. İster müspet ister menfi amaçlarla yürütsünler; küresel davrananlar da yerel veya ulusal davrananlar da bünyelerin korunmasına ve iktidarın sürdürülmesine yarayışlı işlerini; işaret ettiğimiz bilgileşme ile güçlendirmek ve rakiplerinin işlerini yine bilgileşmenin kazandırdığı güçleri sayesinde zorlaştırmak zorundalar. Çünkü, “iletişimin kendisi de bir bilgidir”: Kimler iletişiyor, neyi iletiyor, neyle iletişiyor, ne amaçla iletim halindeler, iletişim öncesi ile sonrası arasındaki değişme nedir, vb.

Yol nasıl ki, hem ticaretin hem savunmanın hem üretimin hem haberleşmenin şartı ve vazgeçilmez bir altyapısıdır; işte ve öylece enformatik de aynı kıymette olduğu için vazgeçilmezdir. Bugünün amaçları ve uygulamasındaki karmaşıklık sair yoğunluk ve değişmeler hal-i hazır altyapılarda ne gibi başkalaşmalara sebep olduysa ve yeni altyapıları gerektirdiyse aynı sabıka enformatikte de bir başkalaşmayı içermektedir.

Türkiye Bilgileşim Ajansı’nın yerindeliği nedir? Bilgi, su gibidir. Her tür kabın şeklini alır ve her tür kanalda yaşar, akar. Ve su gibi bilgi de egemenliğe araçtır. Şu halde egemenlik rolüne halel gelmesini engelleyici yönüyle kullanılması mümkün bir şebekeden bahsedebiliriz su tahtında. Ama bilgi tekeli için biraz fark arzeden hususlar var. En azından Türkiye dairesinde…

a. Bilgiyi yapan, doğuran vatandaştır.
b. Cumhuriyet, Türkiye’nin dünyaya söyleyecek söze sahipliğini ibraz eden bir imkân olarak belki de şimdiye kadarki işlevinden daha çok etkin bir seferberliğe bilgileşim sayesinde kavuşabilecektir.
c. Çünkü yönetime katılma ve katkıda bulunmak anlamına gelen cumhuriyet dünyada eşi benzeri görülmedik şekilde sadece Türkiye’de işlerlik bulmuştur, zira başka yerde hem kuruluşunda hem şimdiye değin hep sınıfların mücadelesine pota olabilmiştir ki; yok çoğunluk rejimidir yok çoğulculuk rejimidir tartışmaları bizde yaşanmamıştır.
d. Türkiye için, ülkenin bütün kaynaklarının vatanı temsil adına tasarrufa sunulmasını hep bir kudret olarak kabul ettiren/eden bir kültür söz konusudur. Cemiyetimizde, devletin borçlarını ödemek için cebe gitmeye hazır pamuk eller vardır. Ve bu; “önce vatan” demeyi içgüdü olacak kadar ruhlara işleyen bir dinden beslenir/beslenmektedir. Şimdi “şükürler olsun vatan işi tamam, sıradaki!” deme zamanıdır. İşte cumhuriyet, halkından ulusaşırı rekabete soyunmasını istemektedir. Ticari, kültürel, siyasi, ekonomik, vs. küresel falan, küresel filan lafların hepsi Türkiye için bir yeniden seferberlik anlamı taşımaktadır.

Tahsin Yılmaz
Bilgiişlem Uzmanı ve İşletme Yönetimi Danışmanı
T.C. Başbakanlık Türkiye Bilgileşim Ajansı kuruluşunun teklifçisi
Türkiye Bilgileşim Ajansı Derneği kuruluş müzakerecisi