+ Konuyu Yanıtla
1 den 3´e kadar toplam 3 ileti bulundu.

Konu: Son Öyküm : Ölümüm

Son Öyküm : Ölümüm Hızlandırılmış Mobil Sayfa Sürümü (AMP)
  1. #1
    Kayıt Tarihi
    Aug 2004
    Nerede
    Ankara, Türkiye.
    İletiler
    32
    Dilekçeler Sözleşmeler
    0
    Dosya Yükleme
    0

    Tanımlı Son Öyküm : Ölümüm

    Sıkıntılar içindeyim. Kaldığım pansiyonda en sevdiğim manzaraya bakarken bile huzursuzum. Ağaçların süslediği kıyıdan sahile, oradan küçük dalgalara doğru kuş kanatlarında süzülen bakışlarım ne huzur veriyor, ne de geçen yıl gelişimdeki gibi hayallere dalmamı sağlıyor.

    Bu günlüğe başlayışımda “Bir gün bunları okuyanlar olur” diye, daha özenli yazmaya çalışıyordum. Oysa şimdi, “Değerli iki satır bile yazamıyorum. Ya bunları umut bağladığım bir yayıncı da okursa” diye endişeleniyorum.

    Çok okunan bir yazar olma yoluna çıkmak üzereyken, bir türlü yazamama dönemecine nasıl mı geldim? Pekâlâ, günlük, sayfa sayfa görüyorum, ‘benden bir şey gizleme’ diyen bakışlarını. Pekâlâ, pekâlâ… Anlatacağım. Bu sıkıntıyı içime hapsetmek bile öldürüyor beni.

    “Ey beni korkutan günlük!” şaşırdın mı, ben de. Önceki sayfaları karıştırıyorum da, ne güzel sözler söylemişim sana “Sevgili günlük” diye başlayıp derdimi paylaşmışım. Oysa günlük tutmaya, sıkıntılarımı paylaşmak için başlamamıştım ki. Asıl sebep, uzun süredir öykü yazamamamdı.

    İlham perim, hayal dünyamdan bir savaşçıyla kaçmıştı sanki. Yapayalnız kalmıştım. İnsanları hüzünlendiren, ağlatan, korkutan, birkaç tane polisiye, birkaç tane gerilim hikâyesi, hatta birkaç tane de güldüren hikâye meğerse benim değilmiş. Bunu ilham perim kaçtığında anladım. Bir akşam, cebimde param kalmayıp da, akşam yemeği bile yiyemeyince, ilham perim karanlık bir gecede, Kaf dağından gelen, kara maskeli, kara savaşçının kara atının terkisine atlayıp bir veda bile etmeden uzaklaştığında anladım. Tamam, tamam, kısaca ‘Aç yazar, yazamaz’ da diyebilirdim ama düşük çenelinin biri bu sözün aslını da hatırlayabilir diye sanırım yazmamam daha iyi.

    Velhasıl, iki valizim odamda orta yerde. Pansiyoncu benden ümidi kesmiş. “Bari siz çıkın da paralı birine vereyim odayı” diyor. Sanıyor musunuz ki, borcumun üstüne yatacağım. Hayır, ödemediğim 3 günlük borcumun üzerine yatamayacağım. Çünkü pansiyoncu benden de uyanık, …senet imzalattı. Pansiyoncunun da, eşinin de ne kadar iri yarı olduğunu görseniz, zorla imzalattığını söylememe gerek kalmazdı. Oysa 2 hafta önce geldiğimde öyle güler yüzlüydüler ki, irilikleri hiç dikkatimi bile çekmemişti.


    Laf aramızda, senetle kurtardığıma seviniyorum. Yazı malzemelerime, okuduğum ve okuyacağım kitaplarıma dokunmadılar. “Bunlar benim ilham kaynaklarım ve yazma malzemelerim. Bunları alırsanız, üzerinde düşündüğüm hikâyeleri yazamam, borcumu da ödeyemem” dedim, -nasıl olduysa- ikna oldular.

    Bir haftadır borcumu ödeyeceğimi söylememe rağmen, az bir kısmını anca ödeyebilmemden öyle kuşkuya düşmüşler ki, telefon edip bana iş teklif eden yayıncıya bile inanmadılar. Hemen cebimdeki paralara ve para edecek her şeyime el koydular. Yine de 3 günlük borcum kaldı.

    Yayıncı dedim de, doğru ya onu anlatacaktım. İşte kötü yazarlık sarmış her tarafımı, bir konuyu anlatmayı bitirmeden, onu unutup diğerine geçiyorum. Fakat okuyucu unutur mu –sevgili günlük— ha, unutur mu?

    Sahilde, bir geminin yanaşmasını ve ilham perimin dönmesini boşu boşuna bekleyip, sonunda pansiyona dönmüştüm dün akşam. İçeri girdiğimde pansiyoncu borcunu almak ve beni hemen pansiyondan atmak için hazırlık yapmıştı. Kendisinin ve eşinin öfkeli bakışlarından anlamıştım bunu.

    Pansiyona girdim ve onların bütün çabasına karşı, “Gece nerde kalırım. Ayrıca pansiyonun adı çıkar, gece müşteri atıyorlar” diyerek ve de tüm maddiyatımı kaptırarak bir gece daha kalmayı başarmıştım. O esnada telefon çaldı. Telefon sayesinde beni unuturlar diye düşünürken, telefonun bana olduğunu söylediler ve o umut dolu konuşma gerçekleşti. Yani, bu kadar karamsar tablo içinde onu da yazmasam olmaz.

    İstanbul’dan bir yayınevi temsilcisi arıyordu ve benim öykülerimi çok beğendiklerini ve önümüzdeki yayın dönemi için bir kitap anlaşması yapmak istediklerini söylediler. Açıkçası hava atmak, ağırdan almak o an mümkün değildi. Hemen memnuniyetimi ve hikâyelerimin şu anda yayın hakkının boşta olduğunu söyledim, ama sonraki cümle moralimi bozdu, ‘Yayın hakkı serbest de olsa, önceden dergilerde yayınlanmış hikâyelerimi değil yenilerini istediklerini’ söylediler.

    Başımdan aşağı kaynar su döküldüğünü hissettim ama ne kadar baksam da bunu kimin yaptığını göremedim. Son cümle de beynimin duvarlarında pinpon topu gibi dolaşıp durdu, algılama merkezine geldiğinde ben henüz kendime gelememiştim. O son cümlede, “…önceden dergilerde yayınlanmış hikâyelerinizi değil yenilerini…” demişlerdi. Bu sözleri duyunca gerçekten çok gerildim. Fakat bunu yazsam gerilim hikâyesi olarak değer vermeyeceklerini de biliyorum.

    İki ay süre vermişlerdi, “Merak etmeyin zamanında göndereceğim” diye bir söz çıktı ağzımdan. Bir ayna olsa kesin kendimle kavga ederdim, “Kaç zamandır bir hikâye bile yazamadın, nerde halledeceksin, kimi kandırıyorsun” diye ağzımı burnumu dağıtırdım herhalde.

    Bu karamsarlığımı gizlemeye çalıştım, son ümitle pansiyoncuya döndüm.

    —Hikâyelerimle ilgili bir yayın anlaşması yaptım. Eh artık borcunuzu da öderim.

    —Anlaşmamı! Ne zaman para alacaksınız?

    —İki aya kadar hikâyelerimi göndereceğim, beğenirlerse paramı hemen gönderirler.

    — İki ay mı? Çok güzel… Çok güzel... Siz söz verdiğiniz gibi, yarın öğleye kadar odayı boşaltın.

    —Ama anlaşma yaptım işte.

    —Yazacaksınız da, göndereceksiniz de İki ay… Üstelik bir arkadaşınıza aratmadığınızı ne bilelim?

    —Olur mu ya! Bakın meşhur yayıncı. Gerilim romanları ve hikâyeleri yayınlıyorlar.

    —Daha fazla gerilmeyelim Ünal Bey.

    Pansiyoncunun bile benden kolay edebiyat parçalamasının moralsizliğiyle odama çıkmıştım. İşte, şimdiden valizlerimi toplamıştım. İlham perisinin dönmesi için son ümitle çıktığım balkon sefası fazla sürmedi, kapım çalındı;

    —Ünal Bey, telefonunuz var.

    Bu ucuz pansiyonda, odalara telefon almayışlarına kızsam da, …söyleyemedim. Pansiyoncu, karanlık koridorda, koca ağzıyla gülerek “Yayıncınız arıyor galiba” derken, içim konuşmama engel olacak kadar ürpermişti. Pansiyoncunun dev gövdesiyle —tasarruf için pek aydınlatılmayan— merdivenden aşağı inişinde, dev bir yaratığın, yakalamak üzere olduğu avın peşine süzülmesini görür gibi oldum.

    Telefonu elime aldığımda, yayıncıdan güzel birkaç cümle duyacağımı umuyordum;

    —Alo,

    —Alo, Ünal sen misin?

    —Evet, benim ama sizi tanıyamadım.

    —Hatırlamaman normal, uzun zaman oldu. Biz ilkokuldan arkadaşız.

    Hayallerim koşar adım Çankırı’ya Yenice köy’ün birkaç kilometre ilerisindeki ilkokula gitti. Telefonun diğer tarafından daha samimi, daha neşeli bir ses beklediğimi düşündüm.

    —Ben Cemil.

    Kolay hatırlamıştım. Niçin mi kolay hatırladım. Çünkü onun sayesinde çocukluğumda yemek seçmeyi bırakmıştım. Bir gün onu gören annem, “Yemek seçersen Cemil gibi olursun” demişti. O belki Cemil’in sıskalığını kastetmişti ama ben ölü gibi bembeyaz yüzünü düşünmüş ve korkmuştum.

    —Cemil sen misin? Vay be ne kadar uzun yıllar geçmiş. Nerden buldun telefonumu.

    —Bir kaç gündür sana ulaşmaya çalışıyordum, arkadaşlarından buldum.

    Uzun süre kalmayı planladığımdan, pansiyonun telefon numarasını, bazı arkadaşlara ve akrabalara bıraktığımı hatırladım. Telefonun yayıncıdan olmadığını anlayan pansiyoncu, loş ışıklar altında, kuyruğunu sürükleyen bir ejderha gibi uzaklaştı. “Buranın telefon numarasını arkadaşlara bıraktığımı bilmese pansiyoncu beni öldürür müydü?” diye düşünürken, pansiyoncunun beni kaç şekilde öldürebileceğini hesaplamaya başladım. Bu hesaplar hem korkuttu beni, hem de gerilim hikâyeleri hayal dünyama süzülmeye başladı. Çevreme bakındım, kesin gelmiş ve saklanıyordu ilham perisi.

    Bu düşünceler arasına kulaklarımdan süzülen bir cümle uyandırdı beni. Cemil’in sözlerinin son kısmı beynimdeki karanlık dehlizleri aydınlattı, şimşekler çaktırdı;

    —Anlamadım Cemil, bir daha söyler misin?

    —Ünal, meşgul olduğunu tahmin ediyorum ama senden başka da arkadaşım yok. Lütfen gel.

    —Eee… şey… Ama 2 ay sonra yayıncıya teslim edeceğim hikâyelerim var, çalışmam gerek.

    —Lütfen hayır deme, sen gel, ben çalışman için sana bir oda ayırırım.

    Cemil’in sınıftaki sayılı arkadaşlarından biriydim ama evleri çok uzaktı ve ben hiç gitmemiştim. Çok zengin olduklarını duyar ve çocukken evlerini, bahçelerini, çiftliklerini gözümde canlandırmaya çalışırdım. Cemil az konuşurdu. Sanki babası tembihlemiş gibiydi. Babası pansiyoncu kadar iri değildi belki ama daha gizemli, daha korkunçtu. Bir iki defa görmüştüm, çok az konuşurdu. Az konuşmasına rağmen, arabacısı onun ne istediğini bilir gibiydi. Birkaç defa şehirden dönüşlerinde okula uğramış, Cemil’i okuldan o almıştı. Köyümüz onların yolu üstünde olduğundan çoğu kez beni de köyümüze kadar almışlardı. O adamın sessizliği, çevreye ilgisizliği beni korkutmuş, çaresiz arabaya binmiş, bir kedi yavrusu gibi köşeye sinmiştim. Bu kişiler arasında tek yabancı olduğumu düşünüp, çekinmiştim ama yol boyu görmüştüm ki, herkes birbirine yabancıydı. Oğlunun üstüne titrediğini duyduğum adam, oğluyla bile yol boyu tek kelime konuşmamıştı. Daha sonra öğrenmiştim ki, 2 kız çocuğu doğup ölen adam, Cemil doğduğunda, ‘Oğlum oldu’ diye çok sevinmiş ama Cemil’in çok zayıf doğması, bebekliğinin, hatta çocukluğunun hastanelerde geçmesi sinirlerini bozmuştu. Karısına “Ya kız doğuruyorsun, ya da hasta bir oğlan” diye bağırırmış öfkelendiği zamanlarda.. Cemil onun için önce umut olmuş, sonra hayal kırıklığı ve adamcağız hayata küsmüş.

    Köy meydanında aralarında konuşan köylüleri dinlediğimde, Cemil’in babasından çok, annesine acıdıklarını fark etmiştim. Sanki Cemil’in babası hakkında konuşmak, ismini anmak istemez gibiydiler. Ben bunun korkudan kaynaklandığını sanırdım. Adamın sessiz ve ürkütücü görünüşü bunu düşünmem için yeterliydi. Ama adamın zenginliği de etkiliydi bu tavırlarında. Köylülerin çoğu, haftalık ya da bir mevsim boyu onun çiftliğinde, tarlalarında çalıştığından, korkuyla karışık bir saygı duyuyorlardı.

    Cemil’in annesi ise, kocasının hakaretli konuşmalarından, baskılarından bunala bunala, Cemil’in ilkokulu bitirmesinden sonraki birkaç yıl içinde vefat etmiş. Bu olaydan sonra Cemil’in daha da içine kapandığını duymuştum.

    *** *** *** ***

    Cemil’in sözleri beni çocukluğumdaki, unutmaya başladığım günlere, belki de unutmak istediğim ayrıntılara götürmüştü.

    —Ne diyorsun Ünal? Lütfen kabul et, sana telefonda anlatamayacağım sıkıntılar var.

    —Evden mi arıyorsun

    —Hayır, babam eve telefon bağlatmamıştı. Evde ne elektrik ne telefon var.

    Cemil’in babasının otoritesi içimi ürpertti. Çocukluğumuzda, onların zenginliğine özendiğimizi hatırlamak bile içimi bir tür korkuyla doldurdu. Cemil hep yalnız ve oyuncaksız büyümüştü. Böyle büyüyen çocukların, çevreye saldırganlık şeklinde tepki verdiğini duymuştum ama Cemil hiç bir zaman böyle bir tip olmamıştı. Daha çok içine kapanıktı. “En iyi arkadaşlarından biriydim” demiştim ya. Ben bile ailesi hakkında bir şey bilmezdim. Derslerinde aldığı notlar da iyi olmasa, zekâ sorunlu bile sanılırdı. Bazı sorularına kısa cevap alıp, bazılarına uzun süre bekleyip de cevap alamayınca, öğretmen bile onunla uğraşmayı bırakmıştı. Hayal gibi gelip gider olmuştu sınıfa.

    —Ünal beni, duyuyor musun?

    Sesindeki kasvetli havaya rağmen, onun bu kadar konuşuyor olması garibime gidiyordu. Ayrıca sıkıntılarıma rağmen oraya gitmek, babasıyla karşılaşmak zor geliyordu. Küçüklüğümde mi bana dev gibi gelmişti, yoksa gerçekten o bir dev miydi? Birkaç kere aynı arabaya bindiğimiz halde, benimle bir kere bile konuşmamıştı. Arabalarına binebileceğimi bile arabacı söylemişti.

    —Duyuyorum Cemil. Şey baban nasıl?

    —Babam öldü.

    Birkaç saniye susunca, benim bir şey söylememi beklediğini anladım. Yüzümdeki gezinen sevinci görmemesinin rahatlığıyla, sesime bir üzüntü kattım;

    —Allah rahmet eylesin, üzüldüm.

    Böyle söyledikten sonra, bir “Sağ ol” demesini boşuna bekledim. Babasından korkan, babasının ilgisiz-soğuk davrandığı, sindirdiği çocuk, anlaşılan babasının ölümüne pek üzülmemişti. Oysa çevredeki büyüklerimden, köylülerden, Cemil doğduğunda babasının çok sevindiğini ve üzerine titrediğini duymuştum.

    Çocuğunun erkek olmasını, güçlü kuvvetli olmasını isteyen çok baba olduğu halde, Cemil’in babasının niçin daha aşırı olduğunu amcam anlatmıştı bir akşam. Bu gün gibi hatırlıyorum, Cemil’lerin at arabasıyla bizim köye bırakmışlardı beni. O gün akşam amcam karşılamıştı. Elimden tutup, arabadakilere “İyi akşamlar” demişti. Arabadakilerden hiç ses çıkmamıştı, sadece köşeyi dönenen kadar Cemil’in sessiz bakışları. Sonra köyün içine doğru yürümeye başlamıştık. Amcam,

    —Başkası olsa darılırım bu davranışına ama Sinan ağa... neyse, boşver.

    —Sinan ağa mı, Cemil’in babasının adı mı bu?

    —Evet, duymamış mıydın, Cemil söylemedi mi?

    —Cemil ailesi hakkında hiç konuşmaz ki…

    —Hatırladım, çok az konuştuğunu söylemiştin. Neyse…

    —Amca, kim bu Sinan ağa, bana da anlatsana.

    —Bildiğim kadar anlatayım. Bu Sinan ağa, daha çocukken ailesiyle, Stalin’in zulmünden kaçıp, Türkiye’ye gelmiş. Akrabalarının kimi öldürülmüş, kimi sürgünlerde kaybolmuş. Oralarda çok zenginlermiş, göz alabildiğince tarlaları varmış, emrinde çalışanları varmış. Fakat Stalin’in katliamlarını öğrenince, ailenin bir büyüğü acele davranmış ve neleri var, neleri yoksa satmışlar. Baskılar, işkenceler, zulümler arttığında aile büyüklerinin uyanıklığı sayesinde malı-mülkü paraya çevirebilmiş olan, az sayıdaki aileden biriymiş bunlar. Diğerleri ya her şeyini bırakıp kaçmış, ya da Gürcülere yok parasına vermek zorunda kalmış. Ona rağmen sürülmekten veya öldürülmekten kurtulamamış. Neyse bunlar sürgün emri gelmeden yola çıkmışlar. Geçtikleri yerlerde Rus askerlerine rüşvet vere vere gitmiş paralarının çoğu ama buralara kadar ulaşmışlar. Hatta -sen bilmezsin- şu Sarı dağın arkasında, epey ilerdeki göletin kenarına yerleşip, güzel, büyük bir konak yaptırmışlar, o civardan bolca arazi de almışlar.

    Amcam anlatırken, hikâyenin sonunu dinleyim diye yavaşlatmaya çalıştığımı, amcamın da kızdığını hatırlıyorum.



    --- SIKILMADIYSANIZ... DEVAMI VAR ---



    Yazan : Ahmet Ünal ÇAM Yazılış : 25-05-2008 ahmetunalcam@gmail.com



    Hukuki NET Güncel Haber

    Son Öyküm : Ölümüm konulu yargıtay kararı ara
    Son Öyküm : Ölümüm konulu hukuk haber
    Eklenmiş Resim Eklenmiş Resim

  2. # Nedir?
    Tavsiye Soru Cevap
    Kayıt Tarihi
    Bugün
    Nerede
    Avukat Dünyası
    İletiler
    Ne kadar?
     
  3. #2
    Kayıt Tarihi
    Aug 2004
    Nerede
    Ankara, Türkiye.
    İletiler
    32
    Dilekçeler Sözleşmeler
    0
    Dosya Yükleme
    0

    Tanımlı Re: Son Öyküm : Ölümüm

    Amcam anlatırken, hikâyenin sonunu dinleyim diye yavaşlatmaya çalıştığımı, amcamın da kızdığını hatırlıyorum.
    —Hasta mısın, yorgun musun, ne oluyor?
    —Ne oldu amca?
    —Ben karanlıkta ayağın taşa gelir, düşersin diye elinden tutuyorum, sen de nerdeyse kendini bana taşıtıyorsun. Niye geri geri çekiyorsun. Doğru yürü, kızdırma kafamı.
    —Tamam amca, sen anlat.
    Amcam kolay sinirlenirdi ama hiç büyütmez, öfkesi çabucak geçerdi. Hemen ‘Neyse’ der, kapatırdı.
    —Neyse, bu Sinan ağa’nın çocukluğu, Kafkasya’da kalanlarla, ölenlerle, kaybolanlarla ilgili annesinin, ninesinin anlattıklarıyla geçmiş. Hem vatan hasretiyle, hem de intikam hayalleriyle büyümüş. Fakat delikanlı olduğunda, ailesi intikam için gitmesine izin vermemiş bir türlü. O yıllarda da oralar çok karışıktı, demirperde adıyla anılan, insanların çok kolay öldürüldüğü, dünyadan uzak bir ülke yapısı hakimdi oralarda. O da içindeki intikam hevesiyle hep ‘Güçlü, sağlıklı erkek evlatlarım olsun, onlar büyüyünce beraber gideriz atalarımızın intikamını almaya’ diye hayal kurar, her yerde de anlatırmış. Şimdiki gibi sessiz sedasız değilmiş yani.
    —Sonra, nasıl böyle olmuş?
    —Evlenmiş ama hanımı ilk iki doğumda da hem kız doğurmuş, hem de ikisi de doğdukları gün ölmüş. Bunun üzerine hanımına çok soğuk davrandığı, günlerce haftalarca ava gittiği, eve uğramadığı söyleniyor. O av gezilerinde düşüne düşüne huyu, tabiatı değişmiş sanki. İçine kapanık, kimseyle iki laf etmez biri olmuş çıkmış. Neyse birkaç yıl sonra bu Cemil olmuş, çok sevinmiş ama…
    —??? Sevinmiş mi, sevinmemiş mi?
    —Sevinmiş ama çocuk çok cılız ve hastalıklıymış. Uzun süre hastanede kaldığını duydum. Çocuğun bu durumundan bile hanımını suçladığı, onunla da pek konuşmadığını kulaktan kulağa duyduk. Yanında çalışanlar, gelip geçerken köylülere söylüyormuş. İşin daha bir garibi de… Neyse, boş ver, eve geldik.
    —Söyle amca, söyle.
    —Hanımı doğum yapacakken hastanedeymiş, sonra birden ne olduysa, ayrılmış hastaneden. Biz atıyla köyün yakınından geçerken görmüştük. Yakından görenler çok öfkeli bir suratı vardı, dediler. Fakat epey sonra da yine at üstünde, bu kez neşeyle geri dönüşünü görmüşler. Bu geliş gidişin sebebini hiç öğrenemedik. Ondan sonra da oğlu Cemil’in doğduğunu öğrendik zaten.
    *** *** *** ***
    Cemil ile bu kısa telefon konuşmasında geçmişten bir sürü sahneyi tekrar yaşamış gibi olmuştum. Cemil’in;
    —Bir dosta ihtiyacım var. Lütfen, benim için çok önemli. Cevabın ne?
    Sözleriyle, geçmişin hayallerinden sıyrıldım. Pansiyoncunun bakışları, yukarda toplanmış valizlerimi aklıma getirdi.
    —Peki Cemil, seni kıracak değilim. Yarın yola çıkarım.
    —Sağ ol, sağ ol dostum. Gümüşdöven üzerinden gelirsin değil mi?
    —Yok canım, Yenice köyden gelirim ama köye epeydir uğramıyorum. Çoğunu hatırlayamam, utanırım. Kimseye ismimden bahsetme.
    —Nasıl istersen ama Gümüşdöven üzerinden daha kolay olurdu.
    —Merak etme sen.
    Telefonu kapatırken, son konuşma aklıma takıldı bir an. Niçin, Yenice köy üzerinden girmek varken, Gümüşdöven’i önermişti.

    Odama çıkarken, Cemil’in sesindeki korkunun gerçek olmadığını, gerilim hikâyelerine konsantre olmaya çalıştığım için bana öyle geldiğini düşündüm. Aslında, pansiyoncun şirin tavrının yerine gelen korkunç bakışları da, beni gerilim hikâyelerinin içine iyice itiyordu artık.
    Hemen balkona geçtim. Gerilim hikâyeleri düşünürken, arkadan yaklaşan pansiyoncuyu son anda fark edip elinden keskin bıçağı almam, sonra ben uyurken pansiyoncunun odaya süzülüp yatakta kafama şömine maşasıyla vurması gibi hayallerin gerçeklik hissi beni rahatsız etmişti. Dayanamayıp, kilitli kapının ardına bir de masayı itekledim. Oysa cebimde beş para olmadığını öğrenen pansiyoncunun, beni öldürmek için hiç bir mantıklı sebebi yoktu.

    Bu düşüncelerle başlayan kâbuslar devam etti. Bahçede kazarak bulduğum hazineden, cebime bir elmas attım. Işığı sönük bir odanın perdeleri kıpırdar gibi geldi bir an, uzakta önce baykuş öttü, sonra vahşi kurtların uluması ortalığı kapladı. Telaşla pansiyona doğru koşmaya başlıyorum ama pansiyoncu bir an için elime aldığım elması görüyor ve bana acayip acayip gülümsüyor. Sahte-sinsi gülüşünde, altın dişinin parıltısı gözlerimi alıyor. Usul adımlarla odama çıkıyorum. Gece boyunca koridorda dolaşan ayak sesleri ve gölgeler, uyumama engel olmaya çalıyor. Hayal gücümün bütün çabasına rağmen dayanamıyorum. Sonunda, yorgun göz kapaklarım kapanıyor.
    Gece yarısı, pansiyoncunun parmaklarını boğazımdan çekmeye çabalarken, birden ter içinde uyanıyorum. Gerilim hikâyelerine adapte olmak bile zor gelmişti. Geceyi kâbuslar içinde geçirdiğim yetmezmiş gibi, sabah da korkuyla, ter içinde uyanmıştım.

    Sabah kalktığımda, kahvaltıya çağrılmadığımı anladım. Hazırlanıp, valizleri alıp aşağı indim.
    Başarılı bir yazar olma ihtimalimin sıfır olmadığını düşündüğünden midir nedir, ayrılırken pansiyoncu baba daha nazik davrandı. “Yine bekleriz” bile dedi. Karnımın açlığı düşünmeme engel oluyordu. Elimde valizlerle pansiyondan çıkıp, birkaç adım atmıştım ki, artık geri dönemeyeceğimi hesaplayan pansiyoncu ; “Seslendik ama gelmediniz, kahvaltı yapıp da gitseydiniz” diye seslendi. Poker oynamamış birisi için bile, bu teklifin blöf olduğunu anlamak zor değildi. Blöfünü görmeme rağmen, boş midem inanmam için ısrar ediyordu. Tabi ki geri dönmeyecektim ama pansiyoncunun yüreğine indirmek için durdum ve dönecekmiş gibi bir süre baktım. Sonra;
    —Artık vakit çok önemli benim için. Biliyorsunuz hikâyelerimi bekleyen çok sayıda yayıncı var. Hoşça kalın.
    Peşimdeki çok sayıdaki yayıncı sayısının, sadece bir olduğunu bildiğini belli eder bir gülümseyişle el salladı peşimden.
    Pansiyoncu, yanımda para edebilecek her şeye el koyduğunu hesaplamıştı. Oysa yanımdaki romanların bir kaçı, antika sayılacak kadar eskiydi. Birkaç kitabı üzülerek de olsa satıp, karnımı doyurmayı başarmıştım. Sonra da telefon ettiğim eski bir dostum ricamı kırmayıp, -gerçi sesinde, ‘Bu kadarcık para ile kurtardım’ sevinci de vardı galiba ama- hesabıma bir miktar para gönderince rahatladım. O gün öncelikle, eskiden yazdığım hikâyeleri incelemeleri, beğenirlerse telif ödeyip yayınlamaları umuduyla birkaç yayınevine bıraktım. Öyle yoruldum ki, yola çıkmayı erteleyip, geceyi ucuz bir otelde hamam böceği yarışlarını izleyerek geçirdim.
    *** *** *** ***
    Ertesi sabah, saatin çalmasıyla gözlerimi açtım. Sanki dayak yemiş gibi bir halde kalktım. Aslında, o yorgunluğumla gecenin bittiğine kimse beni inandıramazdı ama perdeleri açıp güneşi gördüğümde ve saate baktığımda, gecenin çoktan bittiğine, öğlenin yaklaştığına inandım.
    Uyurgezer gibiydim. Nasıl olduysa, otelden çıkmış otobüs terminaline varmıştım işte.

    Uzun ve bol uykulu bir yolculuktan sonra Çankırı’nın, şehirden çok kasaba havası olan terminalinde otobüsten indim. Yıllar sonra geldiğim Çankırı da, çoğu şehir gibi betonlaşmaya teslim oluyordu. Zengin müteahhitlerin, şehir siluetlerini çirkinleştiren, acımasız beton canavarları, manzaranın yarısını yemişti bile. Köşede bucakta çocukluğumdan tarih arayarak Fidanlık dolmuşuna bindim. Kaçar gibi şehir merkezinden Fidanlığa, daha yeşil, daha kirlenmemiş yerlere doğru yola çıktık. Yol boyu şehirdeki değişiklikleri gözlemeye başladım. Şehir merkezinden uzaklaşırken artan yeşillik içime bir ferahlık katıyordu ama gördüm ki, bu tarafta da dere yatağının genişlediği kısımlara evler yapılmış, mahalleler kurulmuştu. Yıllar önceki sel felaketleri ya unutulmuş, ya da bir daha bir daha yaşanmaz sanılıyordu anlaşılan.
    Fidanlık girişine geldiğimde, otobüsün daha ileri gitmemesini hiç dert etmedim. Çocukluğumda, dedemle buradan köye çok yürümüştüm. Hatta içimi o günlerin heyecanı sarmıştı. Yaklaşan akşama, koynuma süzülmeye çalışan rüzgâra aldırmadan yola koyuldum. Sağda solda yer alan ağaçların gölgesi uzamış, kuru yapraklar esen rüzgârda çıkardıkları sesle, bir fırtınanın veya korkunç bir canavarın yaklaştığını haber verir gibi bir telaş içinde görünüyordu.
    Fidanlıktan hemen sonraki yolun, sol tarafındaki tepede mezarlık vardı. Karanlıktı, hiçbir şey göremiyordum ama çocukluktan beri buradan geçerken içimi korku kaplardı. Doğrusu, çok sevdiğim dedelerimin, ninelerimin mezarlarının da burada olması korkumu azaltmıyordu. Mezarlığı geçerken, havanın serinliğine rağmen, sırtımdan aşağı terler süzülmüştü. Köyün ilk evlerinin ışığını görünce ne kadar sevindiğimi hiç anlatmayım.
    Köye girdiğimde akşam namazından çıkan insanlar vardı. Onları görünce, köpekler için elimde sakladığım taşı bir kenara attım. İlkokuldan beri uğramadığım, yakın akrabamın kalmadığı bu köyde beni kimsenin tanıyacağını sanmıyorum. En yakından geçen birkaç amcaya seslenip, selam verdim. Derdimi anlattım. Öne çıkan amca bıyık altından güler gibiydi. Neşeli olması hoşuma gitti, ben de gülümsedim.
    —Demek Sinan ağanın konağına gideceksin.
    —Evet, oğlu Cemil’in konuğuyum.
    —Rahmetlinin oğlunun mu konuğusunuz? Nerden tanışıyorsunuz ki?
    Amcanın sorusuna cevap versem, ilkokul arkadaşlığım ve buralardan olduğum ortaya çıkacak, sonrada ‘Şunu tanıyor musun? Bunu tanıyor musun? Nasıl tanımazsın?’ faslı başlayacaktı. Sorusunu duymamış gibi yaptım.
    —Amca, nasıl giderim söyler misin?
    —Kâhyaları bana uğradı ve ‘‘Misafir gelecek ama ne zaman geleceği kesin değilmiş” deyip bir at bıraktı. Gel benimle, hemen şurada evim, gece bende kal, sabah da gidersin.
    —Gece kalmak mı, ne gerek vardı ki. Hem, niye atla? Arabayla filan gidilmez mi?
    —Evlat o yol yıllardır tamir görmedi, anca at gider o yoldan. Ama atla da bu saatte gidilmez.
    —Beni kibar şehirli çocuklardan mı sandın amca. Gidenler nasıl gidip geliyorsa, ben de giderim.
    —Şehirde gece işleri olan çıkarsa, Gümüşdüven köyü üzerinden gelip—gidiyorlar. Bu yoldan gece atla gideni görmedim. Gel bu gece misafirim ol…
    —Yok, amca, yolcu yolunda gerek. Hem bu yol daha kısadır, değil mi?
    —Valla kuş uçuşu dersen, bura daha kısa tabi ama yolu yol değil.
    —Dert etme amca. 10–15 dakikayı geçer mi oraya varmam?
    Amca inadımı görüp, gülmeye başladı. Ama bu gülüşü sinirime dokunuyordu.
    — 10–15 dakikayı mı dedin ! Geçeeeer geçer...
    Kitapların çoğunu satınca, valizim bire düşmüştü. Onun da içi pek dolu sayılmazdı ama son yürüyüş yine de yormuştu beni. Amcanın güler yüzüne bakmamaya çalışarak, eşyaları atın heybelerine aktardım. Valizi de olduğu yere bıraktım. Kenardaki yüksek taburenin sayesinde ata kolayca bindim.
    —Şu tepeyi aşınca değil mi?
    —Aşınca ya, o tepeyi aşınca, heh heh he...
    Akşam akşam amcaya eğlence olmuştuk, hâlâ gülüyordu.
    —Amca yolun başlangıcını biliyorum ama sonrası…
    —Gelen misafir yolu bilmezse, atın yularını gevşetsin o evi bulur” dedi kâhya.
    —Sağ ol amca, hayırlı akşamlar.
    Bakıp bakıp gülen amcanın yanından bir an önce kaçma isteğiyle atı tepelere doğru sürdüm.
    *** *** *** ***
    Bir saat kadar sonra amcanın güler yüzü gözümde canlandı. Kaçıncı 15 dakikanın geçtiğini hesaplamaya çalıştım. Yolun 15 dakikadan fazla süreceğini söyleyen amca her yerden yüzüme bakıp bakıp gülüyordu. Ta ki, alaca karanlıkta bastıran böcek sesleri ve nerden geldiği belirsiz boğuk kuş sesleri içimi ürpertene kadar.
    Atın yularını gevşettim. Her an varacakmışım duygusu olmasa çoktan geri dönecektim. Fakat geldiğim yollar o kadar korkunç görünmeye başlamıştı ki, akşamın ilk saatlerinde, yarı aydınlıkta içim ürpererek geçtiğim o yollara dönmeye cesaretim kalmamıştı. At üstünde oturmaya alışık olmadığımdan, her tarafım ağrımaya başlamıştı. Üzengiye basarak, atın üstünde sürekli ayağa kalmaya başladım. Beni böyle görenler acılarımı anlamadan, haşmetli göründüğümü bile düşünebilir. Ben ise sürekli bir ışık umuduyla ve ileri bakıyordum.
    Köyden ayrılırken olabildiğince uslu görünen at, zamanla üstündeki adamın acemiliğini anlamış ve söz dinlemez olmuştu. Birkaç kere durdurmayı denemiştim ama sinirli bir tepki vermişti. Bağırarak ta, çektiğim dizginlerle de durdurmayı başaramamıştım. Bu aksiliğini görünce önce, durdursam da beni bırakıp kaçar endişesine kapılmıştım, sonra da dağlardan gelen kurt ulumaları sıklaşınca, atın can korkusuyla acele ettiğine karar verip, yolu seçmeyi bıraktığım gibi hâkimiyeti de ona bırakmıştım. Dizginleri son çektiğimde, atın başını bana çevirmesi ve karanlık gecede, bulutlardan sıyrılan dolunayın ışıkları altında bana bakan iri gözlerin, içimi ürpertmesi de bu kararımda etkili olmuştu sanırım.
    Siz bakmayın, sonradan yazarken espri katıp da, korkmamışım gibi davranmama. İnanın hayatımda bir defa geçtiğim o yollardan, bir daha geçebileceğimi sanmıyorum. Yol kenarındaki çalılardan gelen hışırtılar hâlâ kulağımda. Her an bir ayı saldırabilir endişesine girmiştim. Atın korkmamaması için panik atak görünümü vermemeye çalışsam da, bacaklarımın titremesine engel olamıyordum.
    Çalılıktan tekrar bir ses geldi. Ne olduğunu göremediğim bir şeylerin yola fırladığını, arkamızdan gelen seslerden anladım.

  4. #3
    Kayıt Tarihi
    Aug 2004
    Nerede
    Ankara, Türkiye.
    İletiler
    32
    Dilekçeler Sözleşmeler
    0
    Dosya Yükleme
    0

    Tanımlı Re: Son Öyküm : Ölümüm

    Çalılıktan tekrar bir ses geldi. Ne olduğunu göremediğim bir şeylerin yola fırladığını, arkamızdan gelen seslerden anladım. O an ani bir refleksle geriye döndüğümde, yola fırlayan yavruları ve peşlerinde koşan koca karaltıyı gördüm. Bir vuruşta kılıç yarasından beter yara açtığını duyduğum kara, iri yaratık yolun diğer tarafına geçtiğinde, patlayacak gibi çarpan nabzıma rağmen bir �Oh !� çektim. Kuvvetli ihtimal uzaklaşmıştı ama bunu ata anlatmamın çok zor olduğu gayet netti. �Merak etme yabani domuzmuş, uzaklaştı onlar da!� desem dinler miydi beni.
    Ürken at, sanki bana bütün deyimleri hatırlatmaya çalıyordu. �Gemi azıya almak�, �Dizginleri boşalmış gibi�, hatta �Delirmiş gibi� koşmaya başladı. Çaresizce sıkıca tutundum eyere. Kendimi eyerden atmaya da çalışamazdım. Çalıların arasına saklanmaya çalışmış, dev gibi taşlar, yol boyu dizilmiş, düşersem kafamı yarmak için iştahla bekleşiyordu.
    Düz yolda bile tutunmakta zorlandığım at, yokuş aşağı koşmaya başladığında, unuttuğum duaların hepsini hatırlamıştım. Yokuşun bittiği yerde göl vardı. Ay ışığında gölün karanlık suları, içinde bir timsahla veya dev bir köpek balığıyla beni bekliyor gibi göründü. Köpek balığı ne gezsin! Pek de mantıklı olamadığımın farkındayım. Fakat Aristo veya Sokrates ile mantık tartışmalarına girecek psikolojide de değilim. Sonuçta ağzımdan çığlığa benzer bir ses çıktı. Freni olmayan at, hızla su kenarına indiğinde ani bir dönüş yaptı. Ben sulara doğru düşerken, o sadece ayakları ıslanmış halde, göl kenarında yürümeye başladı. Atın üzerinden fırlayıp, karanlık sulara gömülmeden önce, �Hayatımda gördüğüm son sahnenin göl kenarında koşan bir at olacağını söyleyen olsa, ne derdim acaba� diye düşünüyordum. Havada süzülüşüm ve sulara gömülüşüm esnasında, birkaç metre fırlamama rağmen, hem gölün kıyıda bu kadar derinleşmesine şaşırıyor, hem de o kısa sürede başrolünde kendimi gördüğüm, başarısız bir yazarın, boşa geçen koca bir ömürlük hayat filminden kareler izliyordum.
    Hayalimdeki köpekbalığına yakalanmamak can havliyle yüzeye fırlamışım. Nefes almaya çalışırken, yükünün azalmasından memnun olduğu belli olan atın rahvan rahvan kıyı boyunca uzaklaştığını gördüm. Serinleyen geceye ve tüm ıslaklığıma rağmen atın gittiği yöndeki köşkten süzülen ışıklar içimi ferahlattı.
    Sonunda titreyerek sudan çıktım. Köşkte daha çok pencerede ışık yanmaya başladı. Anlaşılan at köşke varmış ve -köşke varamasam da- heybelerdeki kitaplardan buralarda bir yerde olduğumu anlamışlardı. Elinde fenerlerle insanlar yaklaşırken, durumumu anlatacak söz bulamamıştım. Nasrettin hocanın �Düşmeseydim de zaten inecektim� sözü de beni kurtarmazdı sanırım. Böylece bahane arama çabalarına ara verip, titremeye döndüm.
    Yaklaşan fenerli grup ve arada duyulan bir köpek sesi, muhafızlardan kaçan mahkûm hisleriyle donatmıştı beni. Köşkün görüntüsü de gotik resimlerde veya Edgar Allen Poe�nin esrarengiz hikâyelerinden fırlamış gibiydi.
    Kahya, elindeki fenerle beni gösterip, büyük balık yakalamış gibi sevinçle yanındakilere seslendi;
    �Beyin misafiri burada, hemen üzerine bir şeyler verin.
    Allah�tan marka seçme alışkanlığım yoktu, uzatılan cekete sıkıca sarıldım.
    On-on beş dakika sonra bir şömine başındaydım. Ev sahibim henüz yüzünü gösterme zahmetine girmemişti. Acaba beni çağırdığına pişman mı olmuştu. �Eğer misafirliğimi istemezse !� biraz sesli düşünmüştüm. Sağa sola baktım �Duyan var mı ?� diye. Çevreden kimsenin olmadığını anlayınca rahatladım. Çünkü dışarıdaki zifir karanlık, artan kurt ulumalarını engellemiyordu. Bu ulumalar, ucuz kahramanlık yapar da, gece yarısı buradan çekip gidersem, buna en çok aç kurtların sevineceğini gösteriyordu.
    Şömine başında yalnız kalmak, hem uykumu getirmeye, hem de son yaşadıklarımı tekrar düşünmeye sevk etmişti.
    Köylü amcanın gülme nedeni belli olmuştu. Bu yoldan gece atla gelmek ne kadar zormuş. Az kalsın ölüyordum. Buradan geri dönerken Gümüşdöven üzerinden Korgun kasabasına inip yolu uzatmak zorunda kalacağımı biliyordum artık.
    O esnada kapı açıldı, kâhya peşindeki zayıf siluete beni gösterip uzaklaştı. Mum ışığında kısa bir süre solgun yüzünü gördüm, Cemil olmalıydı ama gölgede durmaya çalışıyor gibi bir hali vardı. Oysa ben yanıma geleceğini sanıyor, �Hoş geldin� deyip sarılmasını bekliyordum.
    �Hoş geldiniz.
    �Bu ne ciddiyet Cemil.
    �İsmimle hitap ediyorsunuz. Beni nerden tanıyorsunuz?
    Şaşırmıştım. Yıllar sonra beni tanıyamadığı için mi böyle konuşmuştu.
    �Ne oldu Cemil, tanıyamadın mı? Eee� Yıllar geçti tabi. Önceki gün telefon edip çağırmıştın ya.
    �Öyle mi?
    �Öyle tabi. Hem senin sesine ne oldu, 2 gün önce böyle değildi. Sanki, sanki..
    �Biraz soğuk aldım. Kusura bakmayın, sağlık sorunlarım vardı, bir de kız kardeşimin ölümü�
    �Kız kardeşinin ölümü mü !?
    �Ben duymuşsunuzdur sanıyordum. Kız kardeşim, dün öğlen öldü.
    �Ben, ben� Doğrusu duymadım. Açıkçası kız kardeşin olduğundan bahsettiğini de hatırlamıyorum.
    Gölgede kalmaya özen gösteren Cemil�in düşecek gibi olduğunu fark ettim. Koşup destek olmak istedim ama engelledi.
    �Gerek yok ben iyiyim.
    Sesinde içimi donduran bir şey vardı. Tavırlarında, önceki günkü samimiyetinden eser yoktu. Üzüntüsünü saklayamaz bir halde sordu;
    �Kız kardeşimden daha önce de hiç bahsetmedim mi?
    �Hayır
    Sanırım, kız kardeşi öldükten sonra yaptığı haksızlıklar aklına geliyor ve, ona dair bir pişmanlıklar içinde büyüyordu.
    Doğrusu buraya geleli her şeyi normal karşılayacak olgunluğa erişmeye başlamıştım. Küçük yaşta kaybedilen anne, aşırı otoriter bir baba ve yalnızlık� Cemil�in sorunlar yaşaması bana normal gelmeye başlamıştı.
    Konuyu da değiştirmek için sordum;
    �Cemil, anlaşılan kardeşinin üzüntüsüyle unuttun. Önceki telefonla beni aradın ve �Telefonda anlatamayacağım sorunlarım var, mutlaka gel� demiştin ya.
    Ses tonundaki değişme, yüzünde başlayan değişmeyi haber verir gibiydi;
    �Öyle mi konuşmuştuk.
    �Evet. Hatta yayınevine yetiştirmem gereken hikâyeler var deyince, �Sen gel, çalışman için, yazman için oda ayarlarım� demiştin.
    �Peki sorunumdan bahsetmiş miydim?
    �Hayır. Sanırım kardeşinin rahatsızlığından etkilenmiş olmalısın. Kız kardeşin çok mu rahatsızdı.
    Kızgın bir ifadeyle;
    �Hayır, çok sağlamdı. �Bir an söylemekte kararsız gibi durduktan sonra� �hatta bir erkek gibiydi.
    �Tamam, canım, tanımıyordum zaten. Öyleyse neden öldü?
    Göle düştü, boğuldu.
    �Yüzme mi bilmiyordu.
    Onun yapamayacağı bir şeyden söz etmek sanki hakaretmiş gibi öfkeyle
    �Çok iyi yüzme bilirdi.
    Gereksiz yere öfkeli konuştuğunu fark etmiş gibi, durakladı. Sonra;
    �Göl�ün sazlık bölgelerinde yüzmeye kalkmış ama çamura saplanıp boğulmuş.
    �Cemil!
    Gölgelerin içinden bana baktığını hissettim. Çok zor bir şey söylüyormuş gibiydi;
    �Evet?
    �Gerçekten mi, benimle yaptığın telefon konuşmasını hatırlamıyorsun.?


    --- DEVAMI VAR ---

+ Konuyu Yanıtla

Bu sayfada bulunan kavramlar:

Benzer Konular :

  1. Evlenmeden ölümüm halinde aynı anneden olmayan kardeşe mirasım düşer mi?düşmemesi için ne yapmalıyım?
    Merhaba değerli arkadaşlar; Aklıma takılan konuda benide bilgilendireceğinize inanıyor ve şimdiden teşekkür ediyorum. Babamın daha önceki...
    Yazan: dafne71 Forum: Miras Hukuku
    Yanıt: 13
    Son İleti: 07-04-2010, 22:45:52

Yetkileriniz

  • Yeni konu açma yetkiniz yok
  • Konuya cevap verme yetkiniz yok
  • Dosya ekleme yetkisi yok
  • İleti düzenleme yetkisi yok
  •  


2022 tarihli Hukuk Blog |  Arabulucu |  Hukuk Kitapları |  Alman Hukuku |  Özel Güvenlik AŞ. |  İş İlanları |  Ankahukuk |  Psikolog |  Site Ekleme |  Sihirli Kadın |  Sağlık |  Satılık Düşecek Domainler |  Bayefendi |  Afternic Alanadı satış (Domain alımı) | 

™ Marka tescili, Patent ve Fikri mülkiyet hakları nasıl korunuyor?
Hukuki.Net’in Telif Hakları ve 2014-2022 yılları arası Marka Tescil Koruması Levent Patent tarafından sağlanmaktadır.
♾️ Makine donanım yapı ve yazılım özellikleri nedir?
Hukuki.Net olarak dedicated hosting serveri bilfiil yoğun trafiği yönetebilen CubeCDN, vmware esx server, hyperv, virtual server (sanal sunucu), Sql express ve cloud hosting teknolojisi kullanmaktadır. Web yazılımı yönünden ise content management (içerik yönetimi) büyük kısmı itibari ile vb olup, wordress ve benzeri çeşitli kodlarla oluşturulan bölümleri de vardır.
Hangi Diller kullanılıyor?
Anadil: 🇹🇷 Türkçe. 🌐 Yabancı dil tercüme: Masaüstü sürümünde geçerli olmak üzere; İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Hintçe, Rusça ve Arapça. (Bu yabancı dil çeviri seçenekleri ileride artırılacak olup, bazı internet çeviri yazılımları ile otomatik olarak temin edilmektedir.
Sitenin Webmaster, Hostmaster, Güvenlik Uzmanı, PHP devoloper ve SEO uzmanı kimdir?
👨‍💻 Feyz Pazarbaşı & Istemihan Mehmet Pazarbasi[İstanbul] vd.
® Reklam Alanları ve reklam kodu yerleşimi nasıl yapılıyor?
Yayınlanan lansman ve reklamlar genel olarak Google Adsense gibi internet reklamcılığı konusunda en iyi, en güvenilir kaynaklar ve ajanslar tarafından otomatik olarak (Re'sen) yerleştirilmektedir. Bunların kaynağı Türkiye, Amerika, Ingiltere, Almanya ve çeşitli Avrupa Birliği kökenli kaynak kod ürünleridir. Bunlar içerik olarak günlük döviz ve borsa, forex para kazanma, exim kredileri, internet bankacılığı, banka ve kredi kartı tanıtımları gibi yatırım araçları ve internetten para kazanma teknikleri, hazır ofis kiralama, Sigorta, yabancı dil okulları gibi eğitim tanıtımları, satılık veya kiralık taşınmaz eşyalar ve araç kiralama, ikinci el taşınır mallar, ücretli veya ücretsiz eleman ilanları ile ilgili bilimum bedelli veya bedava reklamlar, rejim, diyet ve özel sağlık sigortası gibi insan sağlığı, tatil ve otel reklamları gibi öğeler içerebilir. Reklam yayıncıları: ads.txt dosyası.
‼️ İtirazi kayıt (çekince) hususları nelerdir?
Bahse konu reklamlar üzerinde hiçbir kontrolümüz bulunmamaktadır. Bu sebep ile özellikle avukat reklamları gibi Avukatlık kanunu vs. mesleki mevzuat tarafından kısıtlanmış, belirli kurallara tabi tutulmuş veya yasaklanmış tanıtımlardan yasal olarak sorumlu değiliz.
📧 İletişim ve reklam başvuru sayfası nerede, muhatap kimdir?
☏ Sitenin 2022 yılı yatırım danışmanı ile irtibat ve reklam pazarlaması için iletişim kurmanız rica olunur.
Creative Commons License
This work is licensed under a Creative Commons Attribution 4.0 International License.