 |
03/05/2025 Eski forum arşivi bölümü
Hukuksal Tartışmalar
12 eylül |
Av.Ragıp Atay |
Bu gün 12 eylül. Emekleyen demokrasimizn ayaklarının kırılarak tamamen yere serildiği gün. Bu günkü eğitim sisteminden, hukuk sistemine kadar yakındığımız pek çok şeyin başladığı gün. Bu günkü gaztedeki bir yazıyı paylaşmak istedim
ÇOCUĞU ASTILAR
Yıldırım Türker
Bu yazıyı 12 Eylül dönemine tanık olmaya yaşı yetmeyenler okusun isterim. Genç arkadaşlarıma anlatmak istediklerim var.
Bugün, lanetli bir yıldönümü. Mutsuzluğumuzun uzun hikâyesine buradan başlayabiliriz.
Daha önce de mutlu değildik. Ama hevesimiz vardı. Mutluluktan çok hevese yazılırdık zaten. Şimdiki kadar sakar, şimdiki kadar umutluyduk. Ama o zamanlar umut diyegeldiğimiz, neredeyse bütün insanlığı kucaklayan bir rüyaydı. Güzeldi. Aşka benzer bir yanı vardı. Dünyanın tanımı farklıydı
o zamanlar. Henüz koparılıp alınmamıştı bizden. Sanki dünya
elimizin altındaydı da biz onu okşadıkça yepyeni bir dünya dönecekti aşkımızdan. O zamanlar kimse kimseyi romantik olmakla suçlamazdı. Sizin kadar genç, sizin kadar uyanıktık. Ne sizden az, ne sizden fazlaydık. Sadece sanki daha sık bakardık birbirimizin gözlerine. Bir de sanki şimdi sizin sıkıldığınız kadar sıkılmazdık. Dünyayla aşık dalaşına girmiştik ya.
Şimdi neredeyse bir şakaymış gibi anılıyor ana-babalarının yaşadığı o korkunç dönem.
Bir sabah, şimdi Marmaris'te yaşayan, Yener Süsoy'un 'Alaşehirli afacan' dediği, büyük medyamızın sevimli bir dede olarak yansıttığı Kenan Evren'in nefret dolu gevrek sesini duyduktan sonra kuruldu sizi okşamayı bilmeyen
bu dünya. Şimdi mütekait paşa, "Artık 12 Eylül 1980'i unutmalıyız" diyor ya, siz unutuşun gölgesine doğdunuz zaten. Ana-babalarınızın, büyüklerinizin işkencecileri, katilleri yargılanmadığı gibi kendilerine yönelik saygıda kusur edenler hâlâ hedefte. Cunta paşası 25 yıl sonra çıkıp "Unutulacaaaak! Unut!" komutu verebiliyor. Belki de dünyadaki meslektaşlarının başına gelenler onu kaygılandırmaya başladı.
Gökçe Fidan
Bu lanetli yıldönümünde 12 Eylül'ün ilk kurbanlarından birini, "Gökçe Fidan"ı, Erdal Eren'i analım istiyorum.
Erdal, siyasi inançları kuvvetli bir lise öğrencisidir. ODTÜ'lü Sinan Sümer, duvarlara slogan yazarken dönemin MHP'li bakanı Cengiz Gökçek'in koruması tarafından vurularak öldürülür. 2 Şubat 1980 günü, ölümünü protesto etmek için toplanan 2 bin kişi arasında Erdal da vardır. Gösterinin sonuna doğru silahlı bir inzibat timiyle göstericiler arasında çıkan çatışmada bir inzibat askeri vurularak ölür. Yakalanan Erdal'ın yanında silah olduğu için cinayet onun üstüne kalır. Oysa otopsi raporunda da askerin Erdal'ın bulunduğu tarafa koşarken sırtından vurulduğu belirlenmiştir. Ankara Merkez Komutanlığı'na götürülen Erdal şiddetli işkenceden geçirilir. Daha sonra, Orada gördüklerimi Emniyet'te bile görmedim" diyecektir. Sonra Mamak Askeri Hapishanesi'nde
bir hücreye konulur. İdamla yargılanmaktadır. Mamak, vahşetin üslerindendir. Kullanılan işkence yöntemlerinin yaratıcılığı insanı derinden sarsar. Erdal, duruşmada, "Benim hakkımda peşin bir yargılama yapıldığı son derece açıktır. Nitekim benimle ilgili olayın ertesinde Genelkurmay Başkanı'nın 'Çoktandır idam olmuyor, bazı kişilerin idam edilmesi gerek' şeklinde demeç vermesi benimle ilgili idam kararıdır. Ve size de bu konuda ulaştırılan emirlerin açıkça dışa vurulmasıdır" der.
Söz konusu Genelkurmay Başkanı, Kenan Evren'dir. Bir gazeteciyle yaptığı söyleşide, "Parlamentodan şimdiye kadar bir tek idam çıkmadı ki.. Davalar yavaş gidiyor, görevliler korkuyor, parlamento gecikiyor" demiştir.
Askeri Erdal'ın öldürdüğü iddiası çok zayıftır, deliller yetersizdir. En önemlisi, Erdal, suç işlendiği tarihte henüz 17 yaşındadır. Erdal doğduğunda babası 1962 yılının Mart ayında doğmuş olan oğlunu okula erken gidebilmesi için 6 ay büyük yazdırmış. Nereden bilsin, olacakları.
Yargıtay 3. Dairesi idam kararını 'yeterli delil olmadığı' gerekçesiyle iki kere üst üste bozar. Sonunda 20 Kasım günü toplanan Askeri Yargıtay Genel Kurulu, 3. Daire'nin ısrar kararını kaldırarak Sıkıyönetim Mahkemesi'nin Erdal'ın idamına ilişkin kararını onar. Bir tatbikat sırasında kendisine Erdal'ın idamı hakkında soru sorulduğunda Kenan Evren, şanlı tarihimize yazılan o ünlü cümleyi sarf edecektir: "Asmayalım da besleyelim mi?" 12 Eylül'ün ruhunu daha iyi açıklayan bir cümle bulamazsınız.
Mahkeme Erdal'ı öldürülecek kadar yetişkin bulmuştur bir kere. Erdal'ın dış görünümü ve tahsil durumuna bakarak yaş durumunun tespitine ilişkin talebi reddeder.
Erdal'ın duruşmalarda kendisine işkence yapıldığını belirtmesi de mahkeme başkanı tarafından "Bunların dava ile ilgisi yoktur" sözleriyle karşılanır.
Şimdi bize sanki biraz yorgun, biraz küs ama hülyalı gözlerle siyah-beyaz fotoğraflardan bakan çocuk kısacık ömrünün son günlerini zulüm altında ruhunu karartmamaya çalışarak geçirdi. Bir gün onu almaya geldiler. Ceketini giyerken bir asker yardım etmek istedi. Erdal, 'Kendim giyerim' dedi. Kelepçe vurulmasını istemedi sadece. Son isteğini sordular. Sigara, dedi. Ailesine yazmış olduğu mektupları iç çamaşırının içinden çıkardı: "Cezaevinde yapılan (neler olduğunu ayrıntılı bir biçimde öğrenirsiniz sanırım) insanlık dışı zulüm altında inletildik. O kadar aşağılık, o kadar canice şeyler gördüm ki, bugünlerde yaşamak bir işkence haline geldi. İşte bu durumda ölüm korkulacak bir şey değil, şiddetle arzulanan bir olay, bir kurtuluş haline geldi. Böyle bir durumda insanın intihar ederek yaşamına son vermesi işten bile değildir. Ancak ben bu durumda irademi kullanarak ne pahasına olursa olsun yaşamımı sürdürdüm. Hem de ileride bir gün öldürüleceğimi bile bile" diyordu. Kız kardeşine, "Seni biraz kızdırdığımı yazıyorsun. Fena mı? Havalar iyice soğudu ama kızarsan üşümezsin. Ben burada üşüyünce (kızamadığım için)
'Koşar adım' 'marş marş' eğitim yapıyorum" yazıyordu. Babasına, "Mektubunda bu acıya dayana-mayacağını söylüyorsun. Ben
nice dayanılmayacak acılara dayanıldığına tanık oldum. Kaldı ki sen güçlü bir insansın. Kendini kapıp koyvermediğin sürece ve biraz da benim bakış açımla bakmaya çalışırsan böyle bir şey olmaz inancındayım" yazmıştı son mektubunda. Babası, dayanamadı. Oğlunun ince narin boynuna ilmeğin geçirilişinden sonra bir yıl içinde öldü. Anası Erdal'ı hâlâ rüyalarında 17 yaşındaki haliyle görüyor.
Zamanının geldiğine karar verildikçe yapılan kimi anketlerde ordumuz milletin en güvendiği kurum çıkar. Şimdiye dek mutlaka farkına varmışsınızdır. Dilimizi gerçekten öğrenmek için her sözcüğün sırtında nasıl bir yükü olduğunu anlayacak kadar yaşamak gerek. En güvenilir demek, en korkulur anlamına geliyor. Maalesef henüz güven konağımızı korkudan uzak yere inşa edebilmiş değiliz. Bu görev de size düşüyor. Hayatımızın duvarlarını yıkabilmek için korkularımızla değil, vicdanımızla
bakabilmeyi öğrenmeliyiz. Belki 12 Eylül'den geçmiş olanların ömrü vefa etmez bu cuntanın ve işbirlikçilerinin yargılandığını görmeye. Ama siz de unutmayın. Unutturmayın. Suskunluk ve bunaklık üstüne kurulacak bir barışın sahte olduğunu bir an olsun aklınızdan çıkarmayın. Unutmayalım. Erdal, bize bakıyor hâlâ.
Yıldırım Türker
|
deltaG |
Gözlerim yaşararak bugün o günleri anımsadım. O günler, 3 bizden 3 onlardan diye düşünenlerin günüydü. O günler, vücudumuzun sol yanının dumura uğratılma sürecinin başlangıcıydı. Beynimiz de dahil.
Beyinimizle ilgili yapılan ilginç bir araştırmayı aktaralım:
quote: Meslektaşları tarafından 'mutluluk araştırmalarının kralı' olarak bilinen Wisconsin Üniversitesi profesörü Richard Davidson, bir Budist rahip üzerinde araştırma yaparken enteresan sonuçlara ulaştı. Budist rahip meditasyon yaptığı sırada kafatasına bağlı elektrodlardan tuhaf sinyaller gelmeye başladı. Rahibin beyninin sol lopundan gelen sinyaller inanılmaz ölçülerdeydi. Davidson, mutluluğun sırrının beynin sol lobunda gizli olduğu sonucuna vardı.
Bu konudaki araştırmalarını derinleştiren Davidson, mutluluğun sadece soyut bir hissiyata indirgenemeyeceği, işin aynı zamanda bir de fiziksel yanının bulunduğunu savunuyor. Beynin sol yanının mutluluk-huzr duygusu yaratması konusunda ise bir tavuk-yumurta döngüsü söz konusu. İnsanlar beyinlerinin sol lobu farklı olduğu için mi mutlu, yoksa mutluluk insanların sol lobunda mı kendini belli ediyor, meçhul.
Konunun fiziksel hastalıklarla ilgili yanı ise oldukça şaşırtıcı. Yüksek mutluluk seviyelerinde oldukları belirlenen kişilerin vücudu, grip aşısı olanlara oranla yüzde 50 daha fazla antikor üretiyor! Davidson'a göre bu, 'çok büyük bir fark' ortaya çıkarıyor. |
Ama bu sol operasyonun etkileri çok çabuk ortaya çıktı. Sol yanımız aksamaya başlayınca bu sefer hep sağ yana yüklenildiği için sağ tarafımızda da dejenerasyonlar ve operasyonlar başladı.
12 Eylül solcular için büyük bir kıyamet olmuşken, sağcılar için de küçük kıyamet uygulamaları başladı. Sağ gençlik liderlerinin de nasıl kullanılıp bir kenara atılmak istendiğini görmek için onların da 12 Eylül anılarını okumak lazım.
Bu günün gençlerine bir örnek bu günkü Yeniçağ Gazetesinde İsrafil Kumbasar tarafından verilmiş.
quote:
12 Eylül, ülküleri mi ezdi geçti?
ARADAN tam 25 yıl geçti, ama 12 Eylül 1980 Askeri Harekatı''nın bıraktığı tahribatın izleri hala silinmiş değil!..
Bir gece yarısı, Ankara sokaklarında tankların yürümeye başladığı duyulduğunda, bütün yurtta ''bayram havası'' esmeye başlamıştı!..
Türk Silahlı Kuvvetleri''nin ''yönetime'' el koymasına en çok da ülkücüler sevinmişlerdi!..
Nasıl sevinmesinler ki?..
Komünist çeteler tarafından kan gölüne çevrilen Türkiye, Sovyet emperyalizmine ''peyk'' olmaktan kurtulacak, ülke ''huzur'' ve ''sükunete'' kavuşacak, millet arasında ''birlik'' ve ''beraberlik'' yeniden sağlanacaktı!..
Oysa Amerikan Büyükelçiliği''nden Washington''a geçilen ''çok acil'' mesajda aynen şu ifade yeralıyordu:.
"Bizim çocuklar harekete geçti!..".
''Okullar'' basılırken, ''fabrikalar'' işgal edilirken, ''işyerleri'' yağmalanırken, vilayetler, kasabalar, köyler ''kurtarılmış bölge'' ilan edilirken, vatan evlatları ''faşist'' diye sokak ortalarında kurşunlanırken hiçbir şey yapmayıp sadece ''şartların olgunlaşmasını'' bekleyen ''bizim çocuklar'', sahaya indiklerinde, memlekete sanki ''sihirli bir değnek'' değdi!..
Bütün eylemler, adeta ''bıçakla kesilir'' gibi kendiliğinden durdu!..
* * *
Ülkücüler için değişen bir şey olmadı!..
Komünist çetelere ''canlı hedef'' olmaktan kurtulduklarını zannettikleri bir anda, yakalarına bu sefer de ''bizim çocuklar'' yapışmıştı!..
Sokaklarda göğüs göğüse ''vatan savunması'' yapan ülkücüler, ''memleketi Sovyet emperyalizmin kucağına oturtmak isteyen'' komünist çeteler ile ''aynı muameleye'' tabi tutuldular!..
Gece yarısı kapılarına dayanan ''postallılar'' tarafından birer birer evlerinden toplanarak ''Taşmedreselere'' gönderildi!..
''C-5'' adı verilen ''özel sorgu odalarında'' üzerlerine isnat edilen suçları kabul etmeye zorlanan ülkücüler, ''Çinlilerin dahi akıllarına gelmeyecek'' işkencelerden geçirildiler!..
''Karıştır-barıştır'' mantığı ile komünist militanların kaldığı koğuşlara ''üçer-beşer'' yerleştirilen ülkücüler, ''fiziki'' işkencelerin yanısıra ''psikolojik'' işkencelere de maruz kaldılar!..
Öyle ki şafak vakti ''dipçik darbeleri'' ile yataklarından uyandırılıyor, tek sıra halinde ''İstiklal marşı''nı söylemeye zorlanıyorlardı!..
''Suçsuz günahsız'' onlarca ülkücü, sırf komünist çeteler ile ''dengenin sağlanması'' uğruna ''darağaçlarına'' yollandı!..
''Cunta'' adaletine güvenmeyen ülkücüler ise çareyi yurtdışına ''sürgün'' gitmekte buldu!..
* * *
18 Nisan 1987 tarihinde sonuçlanan ''Büyük MHP Davası''nda rahmetli Başbuğ Alparslan Türkeş, 11 yıl ''ağır hapse'' mahkum edildi!..
CIA''da görev yapan bir istihbarat elemanı, yıllar sonra biraraya geldiği ''bizim çocuklardan'' birisine aynen şöyle diyecekti:.
"Türkiye''de o kadar ihtilaller yaptınız, ama iktidarı Türkeş''e teslim etmediniz!..".
Çünkü Türkeş, Türkiye''de Gazi Mustafa Kemal Atatürk''ün ''tam bağımsızlık'' felsefesine uygun, ''cesur'', ''dinamik'' ve ''idealist'' bir gençlik yetiştiriyordu!..
''Kürdüyle'', ''lazıyla'', ''çerkeziyle'', ''abazasıyla'', ''çeçeniyle'', ''gürcüsüyle'' ''boşnakıyla'', ''arabıyla'' kendi etnik niteliklerinden sıyrılmış ''Türk-İslam ülküsü'' felsefesini benimsemiş, ''ülkücülük'' potasında buluşmuş bir gençlik!..
''Kendi küresel programına'' inanan, önce ''Türk birliğini'' sonra ''İslam birliğini'' kurmaya, nihayet ''bütün aleme nizam vermeye hazırlanan'' bir gençlik!..
''Bizim çocuklar'', zihinlerde yaptıkları ''onarılmaz'' tahribatlar ile bu ''gençliği'' yokettiler!..
''Türk milliyetçiliği'' yerine, ''Atatürk milliyetçiliği'' kavramını ikame etmeye çalıştılar!..
''Gereksiz'' yasaklar ile ''toplumsal ayrışmanın'' temellerini attılar!..
* * *
12 Eylül darbesinin memlekete en büyük hediyesi Turgut Özal oldu!..
''Bizim çocukların'' açtığı yolda, Türkiye''yi ''Küçük Amerika'' yapmak için kolları sıvayan Özal''ın uyguladığı ''bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler'' şeklinde özetlenebilecek ''liberal'' politikalar sayesinde ''toplumsal dejenerasyon'' büyük bir ivme kazandı!..
Sinema salonlarının tamamı ''Hollywood'' yapımı filmlere açıldı, televizyon ekranları ''batı kültürünün'' taarruz üssü konumuna geldi!..
''Milli'' ve ''manevi'' değerler yerle yeksan oldu, ''iyi'' ve ''kötü'' olarak kabul gören bütün kavramlar ''karşıtları'' ile yer değiştirdi!..
Turgut Özal gitti, yerine ''aynı misyonu'' üstlenen Tayyip Erdoğan geldi!..
Dış politika ''Amerika''ya, iç politika ''Avrupa Birliği''ne, ekonomi ise ''IMF''ye teslim edildi!..
Atatürk''ün ''memlekete sahip çıkmakla'' görevlendirdiği gençlik, artık olup bitenleri sadece ''balkondan'' seyretmekle yetiniyor!..
Çünkü ''bizim çocuklar'', ''idealist'' gençlik yerine, ülke meselelerine ''kayıtsız'' kalan, ''tüketim çılgını'', ''marka düşkünü'', ''yabancı'' hayranı, ''kendi değerlerine'' düşman, ''geçmişini'' inkar eder, ''uçkur'' ve ''çıkar'' peşinde koşan ''12 Eylül ürünü'' bir gençlik yetiştirmeyi başardılar!..
* * *
Evet!..
12 Eylül gecesi harekete geçen tanklar, aslında sadece ''ülkücü gençliği'' değil, aynı zamanda ''Türk devletinin'' ve ''Türk milletinin'' geleceğini de ezdi geçti!..
''Bizim çocuklar'', eserleriyle ne kadar övünseler azdır!. |
Velhasıl 12 Eylül soluyla sağıyla bir ülke gençliğini yok etti. Ragıb beyin alıntı yaptığı yazıdaki quote: Daha önce de mutlu değildik. Ama hevesimiz vardı. Mutluluktan çok hevese yazılırdık zaten. Şimdiki kadar sakar, şimdiki kadar umutluyduk. Ama o zamanlar umut diyegeldiğimiz, neredeyse bütün insanlığı kucaklayan bir rüyaydı. Güzeldi. Aşka benzer bir yanı vardı. Dünyanın tanımı farklıydı
o zamanlar. Henüz koparılıp alınmamıştı bizden. Sanki dünya
elimizin altındaydı da biz onu okşadıkça yepyeni bir dünya dönecekti aşkımızdan. O zamanlar kimse kimseyi romantik olmakla suçlamazdı. Sizin kadar genç, sizin kadar uyanıktık. Ne sizden az, ne sizden fazlaydık. Sadece sanki daha sık bakardık birbirimizin gözlerine. Bir de sanki şimdi sizin sıkıldığınız kadar sıkılmazdık. Dünyayla aşık dalaşına girmiştik ya. |
deyişi daha bir hüzünlendirdi beni... Ya bu gün? diye sordum kendime, beynimin sol lobu hala çalışıyormuydu acaba?
Okumak lazım,okumanız lazım ama bu yeni nesilden yana hiç mi hiç ümidim yok maalesef.. Oysa ki tarihini bilmeyen bir millet nasıl millet olabilir ki??
|
Av.Fırat Bayındır |
Bizim Gazete
16.09.2002 Fikret İLKİZ ilkiz@mail.koc.net
--------------------------------------------------------------------------------
BİA (İstanbul) - Tarihi günler ulusların geleceğinde kilometre taşıdır. Salvador Allende 1970 yılında seçimle işbaşına gelmiş Şili'nin ilk Marksist başkanıydı. 11 Eylül 1973'de Moneda Başkanlık Sarayı'nı Kara Kuvvetleri Komutanı Pinochet bombaladı. Allende Başkanlık Sarayı'na saldıran askerlerle çatışırken öldürüldüğü sırada Augosto Pinochet'i henüz kimse tanımıyordu.
Allende öldürüldü, faşist Pinochet işbaşına geldi. Hava, Donanma ve Ulusal Polis birlikleri komutanlarından cunta kurdu. Anayasayı yürürlükten kaldırdı. Siyasi partiler ve kitle örgütleri kapatıldı. Meclis feshedildi.
Sonra ne oldu? Demokratik güçler ve sosyalistlerin ezilmesi için ülkede sürek avı başlatıldı. Üç yılda 130 bin kişi tutuklandı. Bir yıl içinde 30 bin kişi Öldürüldü. Cuntanın başı faşist diktatör Pinochet 1978 yılındaki seçimlerde demokrasiye döndüğünü ilan ederken zorla kendini Başkan seçtirdi. "Anayasa" yaptı. Halkoyuna sundu. Zorla kabul ettirdi.
Şili halkı 11 Eylül 1973 tarihini unutmadı. Geçmiş acıların ve faili meçhul cinayetlerin hesabını sormak için mücadele etti. Analar çocukları için meydanlarda toplandı. Örgütlendi. Hesap sordu. Şili'de hiç kimse acıyı ve geçmişi unutmadan faşist diktatörün yargı önüne çıkması için umudunu yitirmedi. Diktatör tutuklandı. Serbest bırakıldı. Ama "yargı" yüzü gördü. Şili halkı geleceğini geçmiş tarihi ile hesaplaşarak oluşturmaya çalıştı. Faşist dönemin yaratıcılarından hesap sormayı sürdürüyor. Demokrasi ve hukuk devleti mücadelesinde yaşadığı faşizm yıllarının acılarını unutmuyor.
12 Eylül 1980 tarihinde "Türkiye Cumhuriyetinin varlığına, bağımsızlığına ve rejimine yönelik fikri ve fiziki hain saldırıların olanca genişliği ve şiddetiyle süre geldiği bir ortamda milletimiz için başkaca bir çıkış yolu kalmadığı" gerekçesiyle Türk Silahlı Kuvvetleri emir ve komuta zinciri içinde yönetime el koymuştu, 12 Eylül harekatını zorunlu kılan nedenler ve amaçları Milli Güvenlik Konseyi'nin 1 Numaralı bildirisi ve Konsey Başkanı'nın aynı gün radyo ve televizyonda yayınlanan konuşması ile kamuoyuna açıklanmıştı. Darbe Türkiye'ye duyurulduktan sonra Milli Güvenlik Konseyi Başkanı ve Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, üyeler Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya, Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun işbaşı yaptı. Bugün bir çoğunun adını kimse anımsamıyor. Meclis ve kitle örgütleri ile sendikalar kapatıldı. Partiler yasaklandı. 16 siyasetçi Zincirbozan'da zorunlu ikamete götürüldü.
Sonra ne oldu? 650 bin kişi gözaltına alındı. 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı. 98 binden fazla İnsan "örgüt üyesi" olmaktan suçlandı. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelere geçti, idam cezası verilen 50 kişi asıldı. 18 sol ve 8 sağ görüşlü 23 adli suçlu birisi Asala militanı olan kişi hakkındaki ölüm cezaları bu dönemde uygulandı. Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı. Gazeteler 300 gün süreyle yayın yapamadı, yayınlar yasaklandı. 30 ton gazete ve dergi imha edildi. 14 kişi açlık grevinde öldü. 3 bin 854 öğretmen, 120 üniversite öğretim görevlisi ve 47 yargıcın işine son verildi. Bugün kimse o günleri anımsamıyor ve kimse kimseye bu acılardan söz etmiyor. 12 Eylül hafızalardan siliniyor. Silinmek isleniyor.
Danışma Meclisi kuruldu. 7 Kasım 1982 kabul tarihli 2709 sayılı Anayasa halk oylaması ile kabul edilerek yürürlüğe girdi. Anayasanın kabulü ile de Kenan Evren Cumhurbaşkanı oldu ve 1989 yılına kadar görev yaptı.
Anayasanın geçici 15. maddesinin birinci fıkrasına göre 12 Eylül 1980 tarihinden ilk genel seçimler sonucu toplanacak TBMM Başkanlık Divanı oluşturuluncaya kadar geçen süre içinde yasama ve yürütme yetkisini kullanarak yasa yapan MGK ve Danışma Meclisi'nin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezai, mali ve hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemez. Yargı mercilerine başvuru yapılamaz. Hatta 3.10.2001 tarihine kadar Anayasada yapılan değişiklikle kaldırılan son fıkraya göre bu dönem içinde çıkarılan yasaların Anayasaya aykırılığı dahi iddia edilemezdi. İşte bu dönemde çıkarılan yasalardan birkaç örnek:
2839 sayılı Milletvekili Seçimi Yasası, 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası veya 1475 sayılı yasada değişiklik yapan Yasa, Grev ve Lokavt Yasası, Sendikalar Yasası... 650 yasa ve kanun hükmünde kararname bu dönemde çıkarıldı. Bu yasalar yürürlükte. Yani 12 Eylül döneminde yürürlüğe girmiş olan yasalar hala yürürlükte. Şikayet edilen yasalar 12 Eylül döneminde yapılmış ve yürürlüklerini hala sürdürüyor. Örneğin Seçim Yasası veya Siyasi Partiler Yasası değiştirilmemiş. Bir başka deyişle 12 Eylül döneminde kabul edilmiş olan "hukukî düzeni" değiştirmek istememişler. Şimdi şikayet ediyorlar. Neden?
Geçmişi ile hesaplaşmamış ve geçmiş tarihinin acılarını dindirmek için acılara neden olan sorumluları yargı önüne çıkaramamış bir ülkede geleceğin demokratik hukuk devletini kurmak çok zor. 12 Eylül 1980 tarihini unutmamak gerekir. (NK/BB)
|
Bugünün tarihi: 03/05/2025 08:58:36 |