Hukuki.NET


03/05/2025  Eski forum arşivi bölümü

Hukuksal Tartışmalar




 


Forum:
A.N.SEZER' İN BEKLENEN VE ÖZLENEN KONUŞMASI
Av.Fırat Bayındır Cumhurbaşkanımız Sayın Sezer' in 7 Nisan günü Harp Akademileri Konferansında yaptığı konuşmayı aynen aktarıyorum. Biraz uzun olmakla beraber herkesin dikkatlice okuması gereken bu konuşma, ne yazık ki basınımızda hak ettiği yeri bulmuş değil. Oysa ki bir çok çevrenin alması gereken çok önemli mesajlar içeriyor. Bana göre en önemli tespit ise ılımlı islama ve Türkiye' nin diğer müslüman ülkelere örnek gösterilirken KASDEN düşülen yanlışlığa yaptığı vurgudur. Lütfen üşenmeden sonuna kadar okuyun. Tarih : 07.04.2005 Konu : Harp Akademileri Konferansı'nda yaptıkları konuşma Yer : Harp Akademileri "Sayın Genelkurmay Başkanı, Silahlı Kuvvetlerimizin Değerli Komutanları, Harp Akademilerimizin Seçkin Mensupları, Değerli Konuklar, Ülkemizin gurur kaynağı olan bu seçkin kurumun çatısı altında, sizlerle yeniden bir araya gelmekten büyük mutluluk duyuyorum. Aydınlanma ve ilerlemenin herşeyden önce ülkülere bağlı kalınarak başarılabileceğinin anlamlı bir simgesini oluşturan Harp Akademilerinin bilimsel çalışma anlayışı ve ulusal stratejimizin belirlenmesi konusunda yaptığı değerli katkılar, övgüye değerdir. Cumhuriyet meşalesinin aydınlattığı Türkiye'nin gözbebeği olan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin onurlu mensuplarına, askerinden, yüksek rütbeli komutanlarına kadar içten iyi dileklerimi sunarım. Her yıl olduğu gibi bu yıl da sizlerle, Türkiye ve çevresindeki güncel askeri ve stratejik sorunlar hakkındaki görüş ve düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Görünen odur ki, dünyamız, uluslararasında barış ve halkların mutluluğu yönünde üçüncü binyıla iyimser bir başlangıç yapamamıştır. Soğuk Savaşın sona ermesinin dünya jeopolitik ortamında yarattığı sıkıntılar hala hissedilmektedir. Uluslararası ilişkilerin biçimi ve yapısı, hemen hemen hiçbir durumda şimdiki kadar kaygan olmamıştır. Hala, dengelerin ve değerlerin sarsıldığı, belirsizliklerin sürdüğü, bir yandan bilim ve teknoloji alanında dev adımlar atılırken, diğer yandan insanların açlık çekmeyi, savaşlarda ve kıyımlarda yaşamlarını yitirmeyi sürdürdükleri bir dünyada yaşıyoruz. Bu koşullar altında, tarihin ve talihin gölge oyunlarının arasından süzülüp gelen olaylar karşısında, Türkiye bir istikrar ögesi olmayı sürdürebiliyorsa, bu, hiç kuşkusuz, ulusumuzun ve devletimizin "ortak aklının" başarısıdır. Geride bıraktığımız yüzyılda, iki küresel savaştan sonra, Birleşmiş Milletler örgütünün kurulmasıyla, devletlerin egemen eşitliğine dayalı evrensel bir yapı oluşturulmuştur. Ancak tarih, yirminci yüzyılı bağlaşmalar ve kamplaşmalar yüzyılı olarak anacaktır. Birleşmiş Milletler sistemi, uluslararası ilişkileri evrensel kurallara bağlamış olmakla birlikte, kampların çekişmesini, kutuplaşmayı ve Soğuk Savaşı önleyememiştir. Soğuk Savaşın sona ermesiyle tek kutupluluğun egemen olduğu günümüzde, 11 Eylül saldırılarının ardından bir "terörizmle savaşım" cephesinin oluşturulduğu, uygarlıkların çatıştığı savları işlenegelmektedir. Dayandığı veriler ne olursa olsun, hangi amaçlara hizmet ederse etsin, bu çatışmacı-kamplaşmacı savların yansıttığı geçmiş yüzyıla ait kuramsal alışkanlıklara daha gerçekçi ve kuşkucu bakmamız gerektiğine inanıyorum. Terörün küreselleşmesi, kitle yoketme silahlarının yayılması, köktendincilik ve ayrılıkçı şiddetin artması, içinde bulunduğumuz yüzyılın gerçek birer olgusudur. Bu son derece akışkan ortamda, kuramsal açıdan akıl karışıklığı yaratan savlar karşısında, Türk ve dünya kamuoyu, siyasal yönelimini neye göre ve hangi yöntemlerle belirleyeceği konusunda henüz genel bir oydaşma sağlayamamıştır. Eğer uluslararası toplum, gelecek kuşaklara daha güzel bir dünya armağan etmek istiyorsa, paylaşım, özveri, işbirliği, hak, hukuk, adalet ve sağduyu kavramları üzerinde daha fazla durmalı, daha uzlaştırıcı düşünceler üretebilmelidir. Bugünkü dünyanın görünümü, gerçekten düşündürücü ve kaygı verici olma özelliğini sürdürmektedir. Önemli bir coğrafyada yer alan Türkiye'nin, istikrarlı bir ülke olarak, pek çok gelişmenin merkezinde bulunduğunu her zaman hatırda bulunduruyoruz. Türkiye, yapıcı olmaya, kendisini doğrudan ilgilendiren sorunların yanısıra, bölgesel ve küresel ölçekte önem taşıyan konulara yakın ilgi göstermeye, çözümler sunmaya çalışmaktadır. Umuyoruz ki, bu çabalarımız tüm dostlarımız tarafından da doğru anlaşılmaktadır. Böylesi bir dönemde, dostlarımızın niyetlerimizi iyi algılamalarını, bulundukları yerden bizi değerlendirirken de, yaşadığımız coğrafyaya bir kez daha dikkatli biçimde bakmalarını bekliyoruz. Bu kapsamda, NATO değerlendirmelerinde öngörülen 22 olası kriz bölgesinden 12'sinin ülkemizi ilgilendirdiği gözardı edilmemelidir. Değerli Konuklar, Bir süredir yaygınca dile getirilen küreselleşme kavramı ve olgusu, dünyada güçlünün egemen olduğu bir düzene gidişin gerekçesi olarak ileri sürülmemelidir. Yalnızca güçlünün sözünün geçtiği ve hukuku kendi çıkarlarına göre yorumladığı bir uluslararası sistemin, kimi çevrelerce gündeme getirilen "uygarlıklar çatışması"na zemin hazırlaması kaçınılmaz görünebilir. Dünya, ya bu tür bir çatışmanın neden olduğu yıkıma ve olası bir hegemonyaya teslim olmaya, ondokuzuncu yüzyılın güç politikalarını anımsatacak biçimde zorlanacak, ya da uluslararası yasallık temelinde yeniden üzerinde oydaşılarak geliştirilen ilkelerle yeni bir tarih sayfası açılacaktır. İçinde yaşadığımız geçiş döneminin diğer bir sancılı yönü ise, her türlü din sömürüsünün siyaseti şekillendirme girişimleriyle karşı karşıya oluşumuzdur. Kitleler, sloganlar ve sığ propagandayla başka amaçlara yönlendirilebilmektedir. Ancak bu olgu, Doğu'da olduğu kadar, Batı'da da geçerlidir. Dünyadaki gelişmeleri, önem verdiğimiz ülkelerin dış politika hedeflerini ve hareket biçimlerini doğru algılayıp değerlendirmek büyük önem taşımaktadır. Türkiye'nin uluslararası düzendeki rolünü ve etkinliğini belirleyecek çerçevenin, büyük ölçüde, yapılacak bu kapsamlı değerlendirme sonucunda saptanacağı açıktır. Unutulmamalıdır ki, bu süreç kapsamında yapılabilecek yanlışlıkların, dış politikada hareket alanımızı daraltması riski bulunmaktadır. Türkiye'nin küresel denklemdeki yerini anlamak için, Anadolu'ya bugünkü zenginliği veren değerleri, gerçek gücümüzü tanımamız bir o kadar önemlidir. Türkiye'yi, bölgesinde istikrar üreten bir ülke yapan değerlerimizi ve özelliklerimizi, gerek kendimiz için, gerek uluslararası toplumun esenliği için kullanabilmemiz ise, yirmibirinci yüzyılda Türkiye'nin, hangi nitelemeyle, nasıl anılacağını belirleyecektir. Uluslararası politika ve strateji yönünden, dünyanın en hareketli bölgelerinin kesiştiği noktada yer alan ülkemizin dış politikasında, ilkelerin önemi ve ağırlığı büyüktür. Ülkemizin bölgesel ve uluslararası barış ve istikrar, Avrupa Birliği'yle bütünleşme gibi tarihsel yönelimleri, ulusumuzun genel istenci çerçevesinde oluşmuş temel ilkelerden kaynaklanmaktadır. Büyük Atatürk'ün egemenliğin ulusun olduğunu, yurtta ve dünyada barışın eşzamanlı düşünülmesi gerektiğini, çağdaşlık yolunda yalnızca bilimin yol gösterebileceğini anlatan sözleri, Türk Ulusu'nun laik, olgucu ve barışçı istencini tanımlamaktadır. Güvenlik siyasaları yönünden ise, çevremizdeki çatışma, belirsizlik ve istikrarsızlığın, ülkemizi olduğu kadar, küresel barış ve istikrarı da tehdit ettiğinin öncelikle saptanması gerekmektedir. Bu nedenle, ülkemizin ulusal güvenlik kaygılarının bölgesel ve küresel boyutları bulunduğunu vurgulamak isterim. Ülkemizin uluslararası güvenlik ve istikrara katkısı ve bu alandaki beklentileri, yalnızca, yarar gözetmekten ya da idealist hedeflerden değil, somut ve evrensel kaygılardan kaynaklanmaktadır. Güvenlik siyasamız ve söylemimiz, saydam, içten ve gerçekçidir. Türkiye, Atatürk'ten bu yana kendine çizdiği yol ve uygar ülkeler yanında yer alma isteği sonucunda, kararlı bir biçimde Batı'nın öndegelen tüm kuruluşları arasında yer almak için çaba harcamıştır. Ayrıca, bulunduğumuz coğrafyada demokratik değerlerin savunulmasına katkılarımızın da etkisiyle, jeostratejik önemimiz, izlediğimiz gerçekçi politikalarla perçinlenmiştir. Bu yönden, Türkiye'nin jeostratejik önemini, bölgedeki siyasal ve askeri gelişmelere müdahale açısından sağladığı göreceli üstünlük olarak da tanımlayabiliriz. Bu bağlamda, bölgemizde varolan ve ulusal ve uluslararası düzeyde geniş bir yelpaze oluşturan siyasal, askeri, ekonomik ve toplumsal sorunlar, güvenlik, savunma ve dış politikalarımızı belirleyen stratejik çerçeveyi çizmektedir. Öte yandan, İslam ülkelerinin eski çağlarda olduğu gibi, dünya uygarlığına katkıda bulunabilmesinin yolu, bireylerin özgürleşmesinden geçmektedir. Böyle bir sürecin toplumsal çalkantılara yol açmaması yönünden, aşamalı olarak gerçekleştirilmesi önem taşımaktadır. İslam ülkeleriyle ilişkilerin geliştirilmesi için siyasalar oluşturulurken, bu değerlendirmelerin gözönünde bulundurulması gerektiğini düşünüyoruz. Tersi durumda, kimi ülkelerde atılan sınırlı demokratikleşme adımları yanıltıcı olabilecek ve geçiş dönemleri süreklilik kazanabilecektir. Özellikle küresel dönüşümlerin hız kazandığı son dönemlerde, ülkemiz, artan biçimde, değişim ışığı veren müslüman ülkelere örnek olarak gösterilmektedir. Bölge için Türkiye mutlaka örnek gösterilecekse, ancak laik, demokratik ve hukuk devleti niteliği ile örnek oluşturabiliriz. Türkiye bu noktada, deneyimlerini tüm komşuları ve dostlarıyla paylaşmaya hazırdır. Yakın tarihe bakıldığında, çevremizde geçiş dönemi örneği olarak, "ılımlı İslam" modeliyle sıkça öne çıkartılan kimi ülkelerin, daha sonra kaçınılmaz biçimde radikal bir değişikliğe uğrayarak köktendinci bir rejime dönüştüğü görülmüştür. Bugün, Türkiye'yi örnek ülke olarak gösteren ülkelerin, "ılımlı İslam" övgülerine karşın, bizi diğer müslüman ülkelerden farklı kılan asıl değer, dinsel yorumumuzdan çok, laik devlet ve toplum yapımızdır. Geçen yıl da değinmiş olduğum bu noktaya, yeniden vurgu yapmakta yarar görüyorum. İnsanların ya da ulusların, savaş ya da yalnızca cezalandırmaya dönük zorlayıcı yaptırımlarla, doğru olana yönlendirilmeleri ve değişime zorlanmaları olanaklı değildir. Dış ilişkilerde biri kazanırken, diğerinin kaybettiği değil, tüm tarafların da kazançlı çıkabileceğini gösteren örnekleri sunabilme yeteneği, başarının anahtarlarından biridir. Bizim en önemli özelliğimiz ve gücümüz, evrensel, çağdaş, demokratik değerleri paylaşan modern ve laik bir devletin, tarihten gelen engin bir hoşgörü ve birarada yaşama kültürünü benimsemiş bireyleri olmamızda yatmaktadır. Silahlı Kuvvetlerimizin Değerli Üyeleri, Değerli Konuklar, Böyle bir dünyada Türkiye, her zamanki gibi dış politika gündemi en yüklü ülkeler arasında yeralmaktadır. Bu durum, ülkemizin coğrafi, tarihsel ve kültürel konumunun doğal bir sonucudur. Bütün ülkelerin dış politikaları, kendi ulusal çıkarları doğrultusunda biçimlenmekte ve uygulanmaktadır. Türkiye'yi diğer birçok ülkeden ayıran özellik, çok boyutlu ve çok yönlü bir dış politikadan bir bütünlük çıkartmaya duyulan gereksinimde, başka bir deyişle, birbirinden farklı, hatta zıt gibi görünen uygulamaları tek bir ulusal hedef etrafında toplayabilme gereksiniminde yatmaktadır. Bu yöndeki çabalarımız, değişen uluslararası sistemin ön plana çıkardığı yeni değerlerin de katkısıyla, giderek artan bir etkiyle sürdürülmektedir. Türkiye ve Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler, ülkemizin dış politika öncelikleri arasında birincil önemde ve belirleyici bir yere sahiptir. 17 Aralık 2004 günlü Brüksel Doruğu sonrasında, Avrupa Birliği'ne üyelik sürecimizde yeni ve önemli bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz. Brüksel'de gerçekleştirilen Avrupa Birliği Devlet ve Hükümet Başkanları Doruğunda, Türkiye'nin reform sürecinde atmış olduğu kararlı adımların mutlulukla karşılandığı belirtilerek, ülkemizle üyelik görüşmelerinin, sonuç bildirisinin 23. maddesinde öngörülen çerçeve kapsamında, 3 Ekim 2005 gününde başlatılması kararlaştırılmıştır. Bu kararla, ülkemiz "aday ülke" konumundan "müzakere eden ülke" konumuna yükselmiş, üyelik hedefimiz daha görünür bir vizyona girmiştir. Türkiye şimdi, 17 Aralık Doruk Bildirisi uyarınca, Komisyon'un hazırlaması gereken belgelerin gecikme olmaksızın sunulmasını ve görüşmelerin 3 Ekim 2005 gününde başlamasını beklemektedir. Ülkemizdeki reform dinamiği ve Avrupa Birliği'ne üyelik konusundaki geniş toplumsal uzlaşı sürmektedir. Bu dönemde Avrupa Birliği'nden beklentimiz, görüşme sürecimizin bizim dışımızdaki nedenlerden kaynaklanan bir atalet içine sürüklenmemesidir. Bu arada, ölçütlerle ve üyelik sürecimizle doğrudan ilgisi olmayan pek çok sorunun üstü kapalı koşullar olarak önümüze getirilmek istendiğini görüyoruz. Avrupalı dostlarımızın, Türkiye'yi bu konularda zorlamaları yanlış ve haksızdır. Türkiye, doğru olduğuna inandığı her adımı atacaktır ve bu istencini geçen zaman içinde kanıtlamıştır. Bize dayatılmaya çalışılacak, ancak haklı dayanaklardan yoksun isteklerin kabul görmesinin olanaklı olmadığı, Avrupalı dostlarımızca şimdiden bilinmelidir. Bu fırsattan yararlanarak, son yıllarda ve son aylarda hızını artıran ve bu yıl adeta doruk noktasına ulaşan sözde soykırım savlarına ve tartışmalarına birkaç cümleyle değinmek isterim. Bu savlar, Türk ulusunu üzmekte ve rencide etmektedir. Toplumumuzda kimi kanaat önderlerinin, tarihsel doğruluğunu hiçbir biçimde sorgulamadan, en aşırı iddia sahiplerinin yanında çekincesiz yer almayı seçmiş olmaları, üzüntü vericidir. Değerli devlet adamı İsmet İnönü'nün Lozan'da kendisini itham eden İngiliz Başdelegesi Lord Curzon'a hitaben söylediği "Türk milletinin elleri bilhassa temizdir" cümlesinin arkasındayız. Tarihsel olayları yorumlarken bilimsel nesnellikten uzaklaşmak, aydın dürüstlüğü ve tutarlılığıyla bağdaşmaz. Bu konuda yapılması gereken, tarihi, önyargılardan arınmış olarak belgelere dayanarak araştırmak, soruşturmak ve belgeler üzerinden tartışmaktır. Bu tartışmanın zemini, siyasal değil, bilimsel olmak zorundadır. Çünkü, konunun siyasallaşması, aynı zamanda bilimsellikten de uzaklaşılması anlamına gelir. Tarih de bir bilimdir ve bilimin arka plana atılması sağlıklı sonuçlara ulaşılmasını engelleyecektir. "Tarih yazmanın, tarih yapmak kadar önemli olduğu" hiçbir zaman unutulmamalıdır. Bu konuya son verirken, bugün Anayasa güvencesi altında modern Cumhuriyet'in eşit hak ve sorumluluk sahibi bireyleri olarak, içten bir dost ve gerçek birer kardeş gibi, içiçe ve birlikte yaşadığımız ve kültür zenginliğimizin değerli ve vazgeçilmez bir parçası kabul ettiğimiz Ermeni kökenli yurttaşlarımıza da yürekten iyi dileklerimi gönderiyorum. Değerli Konuklar, Avrupa Birliği'nin 17 Aralık Doruğu sonrasında tam üyelik görüşmelerinin başlatılması konusundaki kararının ardından, ülkemizin siyasal, ekonomik ve toplumsal dinamiklerini etkileyecek bir süreç başlamıştır. Bu sürecin savunma ve dış politikamıza, komşularımızla ve bağlaşıklarımızla ilişkilerimize de kuşkusuz yansımaları olacaktır. Ancak, zamanın sınamasından başarıyla geçmiş kimi bağlaşıklarımızla ilişkilerimiz, nitelik değiştirse de, önemini korumayı sürdürecektir. Daha açık bir deyişle, ülkemizin çağdaşlaşma ve Batı'yla bütünleşme amacı, Avrupa Birliği'ni ve Amerika Birleşik Devletleri'ni birlikte kapsamaktadır. Biri diğerinin seçeneği değil, tamamlayıcısıdır. Ülkemiz de, bu iki önemli ortağı arasında bir yeğleme yapmak durumunda değildir. Yapılması gereken, ilişkilerimizi yeni ortak hedefler ve temellere oturtacak stratejik diyaloğun sürdürülmesidir. Böylece, bağlaşıklarımızla varolan ortaklık ilişkilerinin, bölgede istikrara hizmet edecek ve bunalımlardan kolay kolay etkilenmeyecek bir ilkeler bütününe dayandırılması fırsatı da yakalanmış olacaktır. Türkiye'nin, demokrasi ve laiklik deneyiminden, kültür ve zengin kimliğinden kaynaklanan karşılaştırmalı üstünlüklerini çevre bölgelere yansıtması, Batı'yla paylaşılan stratejik amaçlar doğrultusunda olacaktır. Bu nedenle, Batı'nın ortak değer ve hedeflerini benimseyen Türkiye'nin kendi değerlendirmeleri ve ulusal çıkarları doğrultusunda, kimi durumlarda Amerika Birleşik Devletleri'nden ya da Avrupa Birliği'nden farklı hareket etmeyi yeğlemesi, karşılıklı saygıya dayanan bağlaşıklık çerçevesinde anlayışla karşılanmalıdır. Böyle bir Türkiye, gerek Amerika Birleşik Devletleri, gerek Avrupa Birliği ve genelde Batı için daha az değerli bir ortak değil, tersine, bu bölgede barış ve istikrarın geliştirilmesi yönündeki ortak hedefe daha etkili biçimde katkı yapabilecek bir bağlaşık olacaktır. Değerli Konuklar, Ulusal güvenliğimizle ilgili ana başlıklar kapsamında, öncelikle üzerinde durulması gereken konulardan biri Irak'taki durumdur. Komşumuz Irak'taki gelişmeler bizi kuşkusuz yakından ilgilendirmektedir. Süregelen kargaşa ortamı, giderek artan can kaybı ve istikrarın bir türlü sağlanamamış olması, endişelerimizi arttırmaktadır. Geçimini sürdürmek üzere Irak'ta çalışan yurttaşlarımızın haince saldırılar sonucu yaşamlarını yitirmeleri, bizi son derece üzmektedir. Irak'taki yurttaşlarımızın can güvenliğinin sağlanması için, devlet olarak tüm çabayı göstermeyi sürdürüyoruz. Irak'ta 30 Ocak 2005 gününde düzenlenen seçimler, ülke halkının demokrasiye sahip çıkma istencini ortaya koymakla beraber, devam eden güvenlik sorunları nedeniyle katılım oranı yüzde 58 düzeyinde kalmış,ÊIrak halkının ayrılmaz parçasıÊolan kimi kesimler ile oluşumların, Êseçimlere beklenilen düzeyde katılamamış olması üzüntüyle karşılanmıştır. ÊBu aşamada önem taşıyan husus, seçimlerden kaynaklanması olası kırgınlık, hata veÊ eksikliklerin, toplumun tüm katmanlarını kapsayacak biçimde diyalog ve uzlaşma yoluyla giderilmesi, geniş tabanlı, Irak halkının tüm ögelerinin adil biçimde katılacağı, demokratik bir hükümetin işbaşına geçmesidir. Bu konuda Irak'ta atılmakta olan son adımları yakından izlemekteyiz. Irak'ta kalıcı istikrarın sağlanması, halkın ülkesi ve doğal kaynakları üzerinde tam denetime sahip olması, içten dileğimizdir. Irak'ın toprak bütünlüğünün ve siyasal birliğinin korunması konusundaki duyarlılığımız da, esasen herkes tarafından bilinmektedir. Kerkük'ün Irak'ın toprak bütünlüğü ve siyasal birliği içindeki yerinin korunması, bizim gibi uluslararası toplumun da öncelikleri arasında yer almalıdır. PKK/Kongra-Gel adlı terör örgütünün Kuzey Irak'taki varlığının, bizim için açık bir rahatsızlık nedeni olduğunu burada bir kez daha yinelemek istiyorum. Geçici Irak Hükümeti, PKK varlığına son verilmesi konusunda açıklamalar yapmıştır. Irak Hükümeti'yle bu alanda etkin işbirliğinin başlayacağını umuyoruz. Amerika Birleşik Devletleri'nin sorumluluğunun gereklerini artık yerine getirmesini bekliyoruz. Irak'tan sonra, Ortadoğu'daki genel durum üzerinde de kısaca durmak istiyorum. Filistin-İsrail anlaşmazlığında Filistin seçimlerinden sonra oluşan yeni dinamikler ve uzlaşma olasılığı, tüm bölge ülkeleri ve uluslararası toplum gibi Türkiye'yi de umutlandırmaktadır. Türkiye, her iki tarafla geleneksel iyi ilişkileri bulunan bir ülke olarak, barış sürecini ileriye götürmek için tarafların isteyecekleri girişimlerde bulunmaya hazırdır. Bir diğer komşumuz Suriye'nin 1559 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı uyarınca Lübnan'daki birliklerini geri çekmeye başlamasından da mutluluk duyuyoruz. Geçmişte, bir dönem ciddi sorunlar yaşadığımız Suriye'yle ilişkilerimiz, son yıllarda, özellikle bu ülkenin PKK terörüyle savaşımda kararlı bir tutum takınmasından sonra, karşılıklı saygı ve yarar çerçevesinde gelişmektedir. Önümüzdeki hafta içinde Suriye'ye bir ziyarette bulunacağım. Bu ziyaret sırasında Suriye makamlarıyla, hem ikili ilişkilerimizdeki son durumu, hem de bölgesel gelişmeleri ele alma olanağını bulacağım. Kritik bir dönemeçten geçmekte olan bölgemizde, istikrarın korunması ve gerginlikleri azaltıcı politikalar üretilmesi yönünden, bölge ülkelerine özel bir görev düşmektedir. Biz de, uluslararası toplumun beklentileri doğrultusunda, bu yönde gerekli adımların atılması için, Suriye ve ilgili tüm taraflara gerekli telkinlerde bulunmayı sürdüreceğiz. Değerli Konuklar, Kıbrıs, 2005 yılında gündemdeki önemli yerini koruyan bir başka konudur. Türkiye, öteden beri Kıbrıs'ta serbestçe müzakere edilmiş, kapsamlı ve yaşayabilir bir çözümü savunagelmiştir. Bu bağlamda, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'nin iyiniyet misyonuna tam destek vermiştir. Geçtiğimiz yıl, Türkiye'nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin büyük bir özveriyle katkıda bulunduğu çözüm çabaları, Kıbrıslı Rumların yüzde 76 oranındaki "hayır" oylarıyla sonuçsuz kalmıştır. Ancak, Rumların red kararından sonra Kıbrıs sorununun tarihinde pek çok kez görmüş olduğumuz manzara, ne yazık ki yine karşımıza çıkmıştır. Çözümden kaçan, çözümsüzlüğü çözüm olarak gördüğünü bir kez daha açıkça ortaya koyan Kıbrıs Rum tarafı, tüm uyarılarımıza karşın, 1 Mayıs'ta Avrupa Birliği'ne tam üye olarak kabul edilerek ödüllendirilmiştir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin Kıbrıs adı altında Avrupa Birliği üyeliğine kabul edilmesinin Ada'da çözüm çabalarını daha da zora soktuğu görülmektedir. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'nin raporunda da belirtildiği gibi, Kıbrıslı Rumlar, aslında "yalnızca planı değil, çözümün kendisini de reddeden" taraftır. Kıbrıslı Türklerin onyıllardır karşı karşıya kaldıkları haksız siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel yalıtılmışlığın sona erdirilmesi görevi, artık uluslararası topluma düşmektedir. Verilen sözler yerine getirilmelidir. Bu konuda atılacak somut adımları sabırla bekliyoruz. Bu arada, Ankara Anlaşması'nın yeni üyelere genişletilmesi konusundaki Protokol ile ilgili teknik düzenlemelerin, Kıbrıs Türklerinin haklı oldukları bir davada Türkiye tarafından yalnız bırakılacakları anlamına geldiğini hiç kimse düşünmemelidir. Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti'ni ancak, soruna adil ve kalıcı bir çözüm bulunduğu, Ada'da iki toplumun bir arada yaşayacakları yeni bir ortaklık devleti kurulduğunda tanıyabilir. Türkiye, Kıbrıs sorununun kalıcı, kapsamlı ve siyasal eşitliğe dayalı bir ortaklık temelinde çözüme ulaştırılması yönündeki tutumunu korumakta ve bu yöndeki çalışmaları desteklemeyi sürdürmektedir. Silahlı Kuvvetlerimizin Değerli Üyeleri, Değerli Konuklar, Terör, günümüzde her zamankinden daha ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. 11 Eylül'de ABD'de gerçekleştirilen saldırılardan, İstanbul'da, Madrid'de, Bali'de, Beslan'da ve dünyanın çeşitli yerlerinde gerçekleştirilen eylemler, terörizmin ulaşabileceği boyutları gözler önüne sermiş ve terörizmle savaşımda ülkeler arasındaki işbirliğinin önemini yeniden ortaya koymuştur. Yetmişli yıllardan itibaren terörizmin en acımasız biçimiyle karşılaşmış ve onbinlerce yurttaşını terörle yitirmiş olan Türkiye, yıllardan beri, uluslararası topluluğa terörizme karşı alınacak önlemler bağlamında hukuksal çerçevenin oluşturulması için çağrıda bulunmaktadır. Türkiye'nin öteden beri söylediğini bir kez daha yinelemek istiyorum; teröre karşı savaşım seçici yaklaşımlarla kazanılamaz. Terörle ulaşılmaya çalışılan hiçbir amaç masum değildir ve hiçbir amaç, ulaşılmaya çalışıldığı araçlardan soyutlanamaz. Dolayısıyla, teröre karşı güçbirliği, insanlığın ortak hedefi olmalıdır. Tersine bir yaklaşım, terör mağduru ülkelerin, başka ülkeleri terörle savaşım adına hedef almaları sonucunu doğuracağı gibi, bu savaşım ve çatışma alanı, çevremizdeki ülkelerden kaynaklanmayı sürdürecektir. Öte yandan, terörden çok teröristin, köktencilikten, ayrılıkçılıktan çok bu akımlara kapılanların hedef gösterilmesi, günümüz sorunlarının neden ve sonuçlarına etkili tanı konulmasını engellemektedir. Bu durum, günümüzde kimi Batı ülkelerinde, belirli topluluk ve kümelere karşı ırkçı, ayrımcı davranışların artmasına, Doğu ve Güney ülkelerinde ise, Batı'ya karşı kuşku ve güvensizliğin yükselmesine neden olmaktadır. Olguları gerçek nedenlerinden soyutlayan günümüzdeki kutuplaşma, bu biçimde oluşmaktadır. Teröre karşı koymanın sadece silahla olanaklı olamayacağı ortadadır. Terörü yenmenin koşulu, umutsuzluğu yenmektir. Duyarsızlık, acımasız bireyler yaratmakta ve şiddeti beslemektedir. Bu konulardaki eksiklerin giderildiği, şiddetin özendirilmeyeceği bir dünyada, terörün yaşam alanı da giderek daralacaktır. Birleşmiş Milletler'de ve diğer ilgili forumlarda, uygun her olanak ve zeminde, teröre karşı en kararlı ve etkili önlemlerin alınmasını savunan Türkiye, terörizmin evrensel bir sorun olduğu gerçeğinden hareketle, 11 Eylül saldırılarından sonra gerek uluslararası kuruluşlar, gerek ikili alandaki etkinliklerini yoğunlaştırarak sürdürmektedir. Bu konuda kabul edilmiş çok sayıda belge ve bildiride, Türkiye'nin etkin çaba ve katkısı vardır. Sayın Katılımcılar, Yirmibirinci yüzyılın güvenlik ve dış politikasını da, rengi, etnik kökeni, dili, dini, inançları ne olursa olsun, bireyin hakları ve insana saygı üzerine oturtmak gerekmektedir. Farklılıkları anlamaya çalışmayan, dünyanın egemen kültür ve uygarlığını yalnızca belli bir din ya da coğrafyaya bağlamak çabasıyla hareket eden devletlere karşı, teröre destek vermek ve kitle imha silahları elde etmek dahil, çeşitli araçlarla karşı koyan yalıtılmış ülkeleri, en azından, bu uygulamalarını sürdürmelerinin kolay olmayacağı bir uluslararası sistemin parçası durumuna sokmak gerekmektedir. Bu ortak çabaların zemini de, tüm eksikliklerine karşın Birleşmiş Milletler olmalıdır. Barışa ve uluslararası ilişkilerin temel sistemine yönelik tehlikeler, riskler ve belirsizlikler, artan bir biçimde kaygı kaynağı olmayı sürdürdükçe, bu gereklilik de kendisini daha fazla hissettirmektedir. Bizlere, insanlık onuruna yaraşır tek yönetim biçimi olan demokrasi, küresel barış ve işbirliğini içeren evrensel değerler yol göstermelidir. Bu değerler, Birleşmiş Milletler Yasasında, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nde, insanlığa yön veren birçok uluslararası belgede kayıtlıdır. Bu evrensel değerlerin, sonu gelmez komplo kuramlarından ve bunlardan kaynaklanan "bizler ve onlar" yaklaşımından daha saygın ve güvenilir olduğuna inanıyorum. Değerli Konuklar, Türkiye, Transatlantik ilişkilerin güçlü biçimde sürdürülmesine her zaman büyük önem vermiştir. İlişkilerimizin sağlam dostluk bağlarına dayandığı Amerika Birleşik Devletleri'yle işbirliğinin geliştirilmesi ve NATO içindeki etkin rolümüzün sürdürülmesi, bizim için yaşamsal öncelik taşıyan konulardır. Türk-Amerikan ilişkileri, her zaman küresel barış, istikrar ve gönencin sürdürülmesini amaçlamıştır. Bugün de, Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri, bunalımların önlenmesi ve yönetimi, bölgesel çatışmaların çevrelenmesi, terörizmle savaşım ve kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesi konularında birbirleriyle danışma ve dayanışma içinde hareket etmektedir. Yarım yüzyıllık bir bağlaşıklık ilişkisini de yansıtan, Türk-Amerikan ilişkilerinin dayandığı ortak değer ve hedefler zemini, kimi konularda yaşanabilen güçlüklerin aşılmasına olanak tanıyacak sağlamlıktadır. Bu nedenle, ilişkilerimizin karşılıklı anlayış ve saygı temelinde ilerleyeceğinden kuşku duymuyorum. Ülkemiz, Transatlantik güvenlik ve işbirliği stratejisini başından itibaren desteklemiştir. Transatlantik ortaklığın en etkin kurumsal ifadesini simgeleyen NATO'nun, Avrupa ve ötesinde barış ve istikrarın korunması ve geliştirilmesi için sahip olduğu önem, günümüz koşullarında daha iyi anlaşılmaktadır. NATO, kapsamlı güvenlik anlayışı ve güvenliğin bölünmezliği ilkesi çerçevesinde, çağa ayak uydurmakta, böylelikle, güvenliği etkileyen bölgesel ve küresel dinamiklerin, bağlaşıklar arasında sağduyuyla ele alındığı, sorunlara ortak çözümler arandığı bir platform olma özelliğini korumaktadır. Türkiye aynı zamanda, Avrupa'nın güvenlik alanında sağlamaya çalıştığı gelişmeyi desteklemekte, bu gelişmenin NATO'nun sağlayageldiği kazanımları aşındırmadan sürdürülmesine önem vermektedir. Bu çerçevede, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası'nı güçlendirecek biçimde Avrupa Birliği'nin NATO'nun olanak ve yeteneklerinden yararlanması yolunu açan mutabakatın ortaya çıkmasında önemli rol oynayan Türkiye, Avrupa Birliği'nin 2003 yılından itibaren üstlendiği operasyonel sorumluluklara da önemli katkı sağlamaktadır. Bu noktada, Afganistan'da ISAF'ın komutasını ikinci kez üstlenen Silahlı Kuvvetlerimizin barış ve işbirliği yolundaki diplomatik etkinliklerimize ne kadar değerli bir katkı yaptığını bir kez daha belirtmek istiyorum. Askerlerimiz Türk Bayrağı'nı, Afrika'dan, Balkanlar'a, Ortadoğu'dan Afganistan'a kadar barış için dalgalandırmaktadır. Başta değerli komutanları olmak üzere, bu bölgelerde görev yapan evlatlarımızı kutluyorum. Barışı sağlama ve koruma etkinliklerine katkımız, önümüzdeki dönemde aynı inanç ve azimle sürdürülecektir. Sayın Katılımcılar, Dünyanın, yirmibirinci yüzyılda içine girdiği değişim süreci sonucu, belirsizlik, risk ve asimetrik tehditler her geçen yıl azalmak yerine, ne yazık ki daha da endişe verici boyutlara ulaşmaktadır. Bu değişimleri kendi ulusal çıkarlarımız ve amaçlarımız doğrultusunda şekillendirmemiz, buna katkıda bulunacak gerçekçi politika seçenekleri üretebilmemiz, bölgemizde ve dünyada, istikrar ögesi ülke konumumuzu pekiştirmemiz ve geliştirmemiz gerekmektedir. Bu amaçla, caydırıcılık yeteneği yüksek, güçlü bir savunma ve güvenlik sistemimizin bulunması yaşamsal önem taşımaktadır. Ülkemiz üç kıtanın birleştiği, Akdeniz ve Karadeniz gibi iki önemli denizi birbirine ve dünyaya bağlayan su yollarını kontrol eden, Orta Asya ve Ortadoğu enerji havzalarının dünya pazarlarına açıldığı noktada yer alan, bunalımlara, müdahale bölgelerine çok yakın, kritik bir coğrafyada yer almaktadır. Bu eşsiz coğrafya ile Türkiye, jeostratejik yönden dünyadaki en önemli birkaç ülkeden biri konumundadır. Bu nedenle ülkemiz, bölgesindeki istikrarlı yapısını ve ulusal çıkarlarını korumak için her zaman güçlü bir silahlı kuvvete gereksinim duymuştur. Soğuk Savaş ertesi gelişen koşullar ışığında Türk Silahlı Kuvvetleri de akılcı bir yeniden yapılanma süreci içindedir. Türk Silahlı Kuvvetlerindeki değişimin, konvansiyonel savaş ile asimetrik savaşı birlikte yürütebilecek biçimde, varlığını sürdürme yeteneği yüksek, teknoloji, bilgi ve eğitim üstünlüğüne sahip, hızla yer değiştirebilen, esnek ve her ortamda kesintisiz görev yapabilen kuvvetler oluşturulması gibi çağdaş askeri gereksinmelere yönelik olarak yürütüldüğü mutlulukla gözlenmektedir. Türk Silahlı Kuvvetleri, nicel büyüklük açısından NATO'da Amerika Birleşik Devletleri'nden sonra ikinci sıraya yerleşirken, bölgesinin de en büyük ve etkin ordusu durumuna gelmiştir. NATO, değişen güvenlik ortamında, kuvvet ve komuta yapısında değişikliğe giderek, dikkatini "bunalımlara müdahale" adı altında, klasik harekat alanı dışına kaydırmıştır. Türk Silahlı Kuvvetleri de, NATO'daki bu değişime koşut bir uygulama içindedir. Ülkemizin bölünmez bütünlüğünün korunabilmesi, Cumhuriyet'in temel nitelikleri ve kazanımlarıyla yaşatılabilmesi, onurlu ve çıkarlarımızı ön planda tutan bir dış politika izlenmesi, kendimize güvenmemize ve her alanda güçlü olmamıza bağlıdır. Bu nedenle, silahlı kuvvetlerin güçlü tutulması öncelikli önemini korumaktadır. İçinde bulunduğumuz aşamada, Silahlı Kuvvetlerimizin askeri yetenek yönünden ülke tarihindeki en güçlü konumuna erişmiş olmasından mutluluk duyuyoruz. Türkiye kadar, ulusu ile silahlı kuvvetlerinin özdeşleştiği başka bir örnek bulmak zordur. Türk Silahlı Kuvvetleri, sahip olduğu nitelikleriyle, haklı olarak ulusunun gözbebeği, birlik, kardeşlik ve bütünlüğümüzün güvencesidir. Türk Silahlı Kuvvetlerinin Değerli Komutanları, Genç Arkadaşlarım, Sayın Konuklar, On yıl sonraki uluslararası sistemin bugünden tam olarak öngörülmesi ve çözümlenmesi güç görünmektedir. Bununla birlikte, küresel düzeyde birleşme yönünde gözlenen hareketlerle, yerel düzeydeki ayrıştırıcı ters eğilimler arasındaki karmaşık etkileşim süreci, sistemin belirli bir değişim geçireceğini göstermektedir. Bu yapı içinde, Türkiye'nin jeopolitik ve jeostratejik öneminin artarak süreceğini, sahip olduğu çok boyutlu kimlik sayesinde küresel gelişmelere katkı yapabilme özelliğini koruyacağını söyleyebiliriz. Bu öngörünün gerçekleşebilmesi için Transatlantik bağlarımızın ve Avrupa ve Balkanlar'dan, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya'ya uzanan coğrafyadaki rolümüzün güçlendirilerek korunması, önem taşıyacaktır. Avrupa Birliği üyeliğimizin planlandığı gibi gerçekleşmesi, Amerika Birleşik Devletleri'yle ilişkilerimizin daha da geliştirilmesi ve kimi ülkelerle olan ikili sorunlarımızın çözülmesi, Türkiye'nin gücünü arttıracaktır. Türkiye, bu amaç doğrultusunda özenle ve sabırla çaba göstermeyi sürdürecektir. Bu çizgimiz, hiç kuşkusuz, ulusal çıkarlarımızdan ödün vermeden gerçekleştirilecektir. Ülkemiz ve ulusumuz, onurlu geçmişinde sınav niteliğinde pek çok güçlüğü yüz akı ile aşmıştır. Biz, başkalarının "büyük düş"lerinin parçası olmayı tarihimiz boyunca reddetmiş, kendi hedefleri doğrultusunda, ülküleriyle yaşamış bir ulusuz. Tarihimizin yılgınlıklar değil, savaşım tarihi olduğu gerçeği, yolumuza ışık tutmalıdır. Atatürk'ün "çağdaş uygarlık düzeyini yakalamak ve üzerine çıkmak" ülküsü, ancak bu savaşımı vermeye kararlı, çağdaşlığın ve ilericiliğin savunucusu Cumhuriyet kuşakları ile gerçekleşecektir. Biz, Türkiye olarak, sonuna kadar dostlarımızın yanında olduk. Haksız isteklere hiçbir zaman boyun eğmedik. Ancak Türkiye, kendisine doğru diye dayatılmak istenen eğrileri kabul etmektense, eğrilmeyen doğrularını yaşamayı yeğleyecektir. Bu, uluslararası toplumda hakettiğimiz saygın yerin gerektirdiği bir davranış biçimidir. Çağdaş ve akılcı bir çizgide ilerleyen, demokratik ve laik bir devlet sistemi bulunan, kendine özgü özellikleri olan ve gücünü büyük Atatürk'ün ilkelerinden alan bir ülkeyiz. Bu yapımızı ve çizgimizi koruyacağız. Esin kaynağımız, Atatürk'ün öncülük ettiği Türk aydınlanması felsefesi, gücümüz ise vatan sevgimiz, ulus bilincimiz ve ulusal birlik duygumuzdur. Hepinize en iyi dileklerimi sunuyorum."
Lawless1 Yaziyi okumaya basladim ama bitiremedim, dosyaya aldim oyle okuyacagim uzun oldugu icin. Ilimli Islam'a gelince, Sezer'in suresi dolup, gitmesi bekleniyor bildiginiz gibi. Boylece su anda var olan Cankaya-Hukumet cekismesi son bulacak. AKP yeni Cumhurbaskani secince, Turkiye'de butun guc onlarin elinde gececek, Turkiye kagit uzerinde olmasa bile icerikte, Ilimli Islam devleti olacak. Bazen "kati" olarak gorunen Laiklikten, Sekulerlige dogru kayarsak, Turkiye'de din-devlet birbirine iyice karisacak. Aslinda tam anlamiyla sekuler olabileceklerini de zannetmiyorum. Bizdeki asiri cevreler, laik sistemle korunan, inancini politik turbanla tanimlamayan halka rahat vermez. Hristiyanlarin Sekuler devlet yapisini (ki onlar da da dozu kaciranlar cok) Turkiye'de cok suistimar ederler gibi geliyor.
Av.Fırat Bayındır Milliyet yazarı, Türkiye'de ABD yorumcusu Yasemin Çongar' ın yorumunu dikkatle okumanızı tavsiye ediyorum. Çankaya ve ABD Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in, 7 Nisan'da Harp Akademileri Konferansı'nda yaptığı konuşma Washington'da ilgi çekti. Sezer'in Türk - Amerikan ilişkileri konusundaki sözleri, ABD'li yetkililerce dikkatle okundu. Konuşmayı daha ziyade "ılımlı İslam uyarısı" ya da "ABD'ye PKK uyarısı" gibi başlıklarla yansıtan Türk medyasının üzerinde durmadığı ve belki de çoğumuzun kulağına "bilinen politikanın yinelendiği sıradan ifadeler" gibi gelen birkaç cümle, ABD başkentinde özellikle not edildi. Bu cümlelere döneceğim, ama önce Ankara - Washington diyaloğunun fazla dillendirilmese bile, iki tarafça da iyi bilinen bir özelliğiyle başlamak istiyorum: Sezer, ABD'li yetkililerin Türkiye'de "birinci derecede muhatap" saydıkları bir kişi değil. Tabii bu, öncelikle Türkiye'deki siyasi sistemin bir sonucu. Meclis içinden çıkan hükümetin başbakanı, iç politikada olduğu gibi, dış politikada ve dış ilişkilerde de yürütmenin başı ve asıl yetkili. Öte yandan Sezer'in tarzı da, sistemin bu özelliğini adeta pekiştirdi ve Çankaya Köşkü son yıllarda dış ilişkilerde fazla etkin bir ses olmadı, yüksek profil çizmedi. Özal - Demirel farkı Bu durum, Türk - Amerikan ilişkilerinde özellikle etkili oldu. Zira önceki iki cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Turgut Özal, Sezer'in tersine, dış politika genelinde ama özellikle de Washington ile diyalogda adeta başbakanları ikinci sıraya itebilen bir ağırlığa sahiptiler. Gerek Demirel gerek Özal, siyasetten gelmelerinin verdiği dünya bilgisi ve uluslararası diyalog deneyimini Çankaya'ya taşımışlardı. Dahası, her ikisi de ABD'nin iç yapısını, işleyişini, siyasi evrimini bizzat tanıyan, Amerika deneyimli siyasetçilerdi. Özal, baba Bush döneminde, özellikle de Körfez Savaşı'nda Washington'a sağladığı destekle ABD gözünde büyük değer kazandı. Saddam'ın devrilmesi gerektiğini baba Bush'a o dönemde bizzat söyleyen Özal, bu hedefe 12 yıl sonra, oğul Bush döneminde erişen Amerikan "neo - conlarının" gözünde bugün hala bir tür siyasi "idol" statüsünde. Öte yandan, dış politikanın yanı sıra ekonomi ve iç politikada öngördüğü açılımlarla Özal, ABD'de sadece muhafazakar ekibin değil, iktidar dönemi kendisininkiyle çok az kesişen Clinton demokratlarının da hep sahip çıktıkları bir isim. Demirel ise, Soğuk Savaş yıllarında Washington'da hemen her zaman "sağlam müttefik" sayıldı. Cumhurbaşkanlığı döneminde de dış politikada güçlü bir sesti ve ABD'de birkaç kuşak siyasetçi ve diplomatın gözünde, deneyimi ve fikirleriyle hep önemsendi. Eski başkan Clinton'ın, Demirel ile Balkanlar ve Kafkasya konusunda Beyaz Saray'da yaptığı bir sohbetten sonra yakın çevresine, "O kadar çok şey biliyor ki saatlerce dinleyebilirim" dediği hatırlarda. Vizyonlar örtüşmüyor ABD'yi iyi tanıyan ve ilişkilerde böylesine etkili iki seleften sonra Sezer'in cumhurbaşkanlığı Washington açısından çok farklı bir deneyim. Bugünkü Çankaya ile Beyaz Saray arasında, önceki dönemlerdekine benzer bir diyalog, örneğin bir telefon mesaisi yok. Sezer'in nitelikleri, Washington - Ankara ilişkilerinde zirveyi büyük ölçüde "Başkan - Başbakan" hattı ile sınırladı. ABD, dünyaya pek de aynı bakmadığı Bülent Ecevit ile zor ama yakın diyalog sürdürdü. Recep Tayyip Erdoğan'ın başbakanlığa gelmesine sıcak yaklaşan ve AB yolundaki reformlarını takdir eden Washington, bugün Ankara'daki hükümetin bazı konulardaki üslubunu ve çıkışlarını yadırgasa bile, AKP lideriyle yakın diyaloğun devamından yana. ABD'nin Sezer'e bakışı ise çok daha mesafeli. Bush yönetiminin kendisini Cumhurbaşkanı ile "tam bir vizyon örtüşmesi" içinde gördüğü söylenemez. Bu mesafe, sadece Sezer'in Irak Savaşı'na ya da ABD'nin dış politikasına eleştirel bakışından değil, Türkiye'nin bazı iç meselelerindeki duruşundan da kaynaklı. Türk - Amerikan ilişkilerinin son 15 yılında etkili olmuş ABD'li bir eski yetkili, bu durumu, "Sezer, kimi açıklamaları ve kararlarıyla, Washington'ın Türkiye'de görmek istediği türden bir esnekliği istemediği izlenimi verdi" diye açıklıyor. Sorunca aklına gelen ilk örnek, Çankaya'nın türbana kapanması. Esasen, hükümet üyelerinin türbanlı eşlerini 29 Ekim resepsiyonuna davet etmemesi, Cumhurbaşkanı'nın adını, ABD'nin insan hakları ve din özgürlüğü ihlallerine ilişkin raporlarına bile soktu. Aynı türbanlı eşlerin daha sonra Beyaz Saray'da ağırlanış biçimi de, doğrudan Bush'tan Sezer'e bir mesajdı. Sezer'in konuşması İşte Sezer'in Harp Akademileri Konferansı'ndaki bazı vurgularının Washington'da "olumlu bir sürpriz" sayılması da, bu geri planla birlikte düşünüldüğünde anlam kazanıyor. Sezer'in konuşmasında, Türk - Amerikan işbirliğinin "bizim için yaşamsal öncelik taşıdığını" söylemesi ABD'yi özellikle memnun etti. Cumhurbaşkanı'nın daha önce böyle bir ifade kullandığını hatırlamadığını söyleyen bir ABD'li yetkili, "Bu açıklamayı ve bugünlerde yapılmış olmasını takdir ediyoruz" dedi. Farklı bir ortamda karşılaştığım ve metni bizzat okumamış bir Pentagon yetkilisi, "Sezer gerçekten Türkiye'nin en önemli ortağının ABD olduğunu mu söyledi" diye sorunca, Cumhurbaşkanı'nın ikili işbirliğinin "yaşamsal önceliğine" yaptığı vurgunun Amerikan devletinin çeşitli birimlerinde ses getirdiğini düşündüm. Sezer, Pentagon yetkilisinin sandığı gibi "en önemli ortak" ifadesini kullanmadı, ama ikili ilişkilerin, "her zaman barış, istikrar ve gönencin sürdürülmesini amaçladığını" ve "dayandığı ortak değer ve hedefler zemininin, kimi konularda yaşanabilen güçlüklerin aşılmasına olanak tanıyacak sağlamlıkta olduğunu" vurguladı. Sezer'in, Washington'da altı çizilen bir başka sözü, "Ülkemizin çağdaşlaşma ve Batı'yla bütünleşme amacı, AB'yi ve ABD'yi birlikte kapsamaktadır. Biri diğerinin seçeneği değil tamamlayıcısıdır" cümleleriydi. Bir ABD'li diplomat, Türk hükümetinin bu mesajı bu netlikte vermediğinden yakındı ve "Cumhurbaşkanı, Türk halkının her zaman işitmediği bazı önemli şeyleri dile getirdi" dedi. Tabii Washington, Sezer'in konuşmasında ABD'nin dış politikasına pek de sıcak bakmadığını yansıtan bazı ifadelerinin ve geçen yıl aynı konferansta yaptığı "Türkiye'yi ılımlı İslam'a örnek vermeyin" diye özetlenebilecek, ABD'yi hedef aldığı bilinen uyarısını yinelediğinin de farkında. Ancak Sezer'in geçen yılki konferansta ABD'nin Büyük Ortadoğu Girişimi'ne açıkça muhalefet ettiği izlenimi taşıyan yetkililer, Cumhurbaşkanı'nın bu kez benzer bir tonla konuşmadığını belirtiyor ve "Sezer'in Suriye'ye yapacağı ziyarette, uluslararası toplumun beklentileri doğrultusunda telkinlerde bulunacağını özellikle vurgulamasını" olumlu sayıyorlar. Bir diplomat, "Geçen yılki konuşmasında Türk - Amerikan işbirliğinin öneminden söz etme gereği duymayan Sezer'in bu seferki vurguları, ilişkilerin geldiği noktanın iyi kavrandığını yansıtıyor" dedi. Yorum sizin.
Lawless1
quote:
Türk - Amerikan ilişkilerinin son 15 yılında etkili olmuş ABD'li bir eski yetkili, bu durumu, "Sezer, kimi açıklamaları ve kararlarıyla, Washington'ın Türkiye'de görmek istediği türden bir esnekliği istemediği izlenimi verdi" diye açıklıyor. Sorunca aklına gelen ilk örnek, Çankaya'nın türbana kapanması. Esasen, hükümet üyelerinin türbanlı eşlerini 29 Ekim resepsiyonuna davet etmemesi, Cumhurbaşkanı'nın adını, ABD'nin insan hakları ve din özgürlüğü ihlallerine ilişkin raporlarına bile soktu. Aynı türbanlı eşlerin daha sonra Beyaz Saray'da ağırlanış biçimi de, doğrudan Bush'tan Sezer'e bir mesajdı.
Ekleyen: Av.Fırat Bayındır - 11/04/2005 :  11:25:36
Congar'in yorumuyla ayni fikirde degilim; dogrudan Sezer'e mesaj degildir. Amerika'da usul budur. Sezer'in de gorevde oldugu surece Cankaya'da kamusal yasaga uymasi hakkidir. Amerika'nin istegiyle - ki boyle bir istek olup olmadigi da belli degil, oldugunu da hic zannetmiyorum - TBMM'ye Merve Kavakci'yi almaya Turkler mecbur degildir. Muttefiklik baska, herkesin ulkesinin duzenini, kendine gore kurma hakki baska. Zaten Sezer gidince, Turkiye tamamiyla degisecek, ve semi-Islami Cumhuriyete donusecek. Laiklige karsi olan binlerce kisinin devletin cesitli kademelerine yerlestirildigini bugun gazeteler yazdi. Mustesar Omer Dincer'in Laiklige karsi dusunceleri var diye duymustum. Kendisi devletin en ust kademesinde. Turgut Ozal demek ki Irak durumlarina cok karisti. Irak'ta savas cikmasinin Turkiye'ye ne kadar buyuk zarar verecegini goremedi mi? Bugun Irak'ta Kurdistan olusumunun temelinde Turgut Ozal'in ne kadar katkisi var (direct ya da indirect) merak ediyorum.
Av.Fırat Bayındır Sayın Cumhurbaşkanımızın İktidara, AB' ne, Türkiye'nin iç ve dış hasımlarına çok önemli uyarıları içeren yeni mesajını sunuyoruz. Bunu da lütfen dikkatlice okuyun Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Tarih : 31.12.2005 Konu : Yeni Yıl mesajı. "Değerli Yurttaşlarım, Acı ve tatlı olayları, sevindirici gelişmeleri, mutluluk veren anıları ile bir yılı daha geride bırakıyor, umudumuzu koruyarak, huzur içinde yeni bir yıla girmenin coşkusunu yaşıyoruz. 2006 yılının ülkemize, Ulusumuza ve tüm insanlığa barış, kardeşlik, huzur, mutluluk ve gönenç getirmesini, dünyanın ortak sorunlarının çözülmesi için yeni bir başlangıç oluşturmasını diliyor, sizlere saygılarımı, en iyi dileklerimi sunuyorum. Kuşkusuz yeni bir yıl, beklentiler ve hedefler yönünden, bireyler, toplumlar ve ülkeler için farklı anlamlarla yüklüdür. Türkiye, Cumhuriyet'in ilanıyla, çağdaş dünyanın onurlu, saygın, güvenilir bir üyesi olma yolunda önemli aşama kaydetmiştir. Bu gurur ve güvenle, gelinen düzey yeterli görülmeyerek, her alanda güçlü olabilmek amacıyla tüm olanakların seferber edilmesi önemlidir. Öncelikler gelişen koşullar doğrultusunda ve gerçekçi yaklaşımlarla gözden geçirilip, yeni atılımlar gerçekleştirilerek, başta Avrupa Birliği üyeliği olmak üzere, hedeflere ulaşmak için birlik içinde çalışılacaktır. Politikaları sorumluluk bilinciyle oluşturmaya, Türkiye'nin ulusal hedeflerini ve çıkarlarını ilgilendiren konularda siyasetüstü bir yaklaşımla hareket etmeye, toplumsal uzlaşmanın sağlanmasına, kurum ve kuruluşların işbirliğine özen gösterilmelidir. Siyasal güdülerin, toplumsal önceliklerin önüne geçmesine izin verilmemeli, her zaman ve her koşulda kamu yararı gözetilerek, ulusal birliğimizi zedeleyecek tutum ve davranışlardan, kamu vicdanında rahatsızlık yaratan uygulama ve düzenlemelerden uzak durulmalıdır. Gelişen her ülke gibi, kuşkusuz Türkiye'nin de sorunları vardır. Türkiye, sorunlarına karşın, yurttaşlarının yarınlara güvenle bakmasını sağlayacak olanaklara, en güç koşullarda akıl ve sağduyu ile karar alma ve uygulama bilincine sahiptir. Bugün için düş gibi görünen hedeflerin gerçekleştirebilmesinin, Cumhuriyet'in ve kazanımlarının yaşatılmasına, birlik ve dayanışma ruhuyla daha çok çalışılmasına bağlı olduğu unutulmamalıdır. Cumhuriyet'in temel niteliklerini çok yakından ilgilendiren sonuçsuz tartışmalarla gündem yaratmaya uğraşmak yerine, gerçek sorunlara eğilinmeli, sorunların aşılabileceği inancı her koşulda korunmalı, Ulusa, Devlete, demokrasiye güvenilmelidir. Gücümüze inanarak, umudumuzu canlı tutarak, karamsarlığa kapılmadan, çağdaş dünyayla bütünleşme yolunda yorulmadan ilerleyeceğiz. Değerli Yurttaşlarım, Dünyamız, olumlu ve olumsuz gelişmelerin birarada yaşandığı bir süreçten geçmektedir. Bilim ve teknoloji alanındaki yenilikler, ilerleme yolunda yeni ufuklar açarken, terör, çatışmalar, açlık ve salgın hastalıklar, insanlık için tehdit olmayı sürdürmektedir. Artan uluslararası işbirliğine karşın, terörizm, kalıcı dünya barışının önündeki en büyük engel olma özelliğini korumaktadır. Güçlülerin egemen olduğu ve başta insan hakları olmak üzere evrensel değerlerin hiçe sayıldığı günümüzde, kalıcı dünya barışının sağlanması, tüm ülkelerin ortak çabasını ve anlayış birliğini gerektiren, ancak ulaşılması güç bir hedef olarak algılanmaktadır. Küresel anlamda yoksulluk yaygınlaşmakta, zengin ve yoksul kesimler arasındaki uçurum, geçmiş yıllara göre daha da büyümektedir. Stratejik kaynakları paylaşmayı amaçlayan güç savaşımı, tüm insanlığı olumsuz etkilemektedir. Dünyada ülkeler ve bölgeler arasında eşitsizliklerin giderilmesi yolunda somut adımlar atılmadığı sürece, küresel ölçekte daha iyi yaşam koşulları oluşturulamayacak; toplumlar, ülkeler ve bölgeler, toplumsal, siyasal ve ekonomik çalkantı tehdidinden kurtulamayacaktır. Bunun bilincinde olan Türkiye, bir yandan kendi halkının mutluluğunu ve gönencini arttıracak uygulamalara ağırlık verirken, öte yandan küresel düzeydeki eşitsizliğin ortadan kaldırılması için ciddi adımlar atılması gerektiğinin bilinciyle hareket etmektedir. Türkiye, güçlü ekonomisi, laik ve demokratik, çağdaş Devlet ve toplum yapısı, bölgesinde bir istikrar ögesi olma konumuyla, tüm ülkelerin egemenliklerini ve toprak bütünlüklerini korumayı temel alan doğru, akılcı, gerçekçi, barış ve istikrar amaçlı politikalarını özenle sürdürecektir. Değerli Yurttaşlarım, 2006 yılına girerken, Türkiye'nin geleceği yönünden önemli gördüğüm kimi konulardaki düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Anayasamıza göre, Türkiye Cumhuriyeti, Ülkesi ve Ulusu'yla bölünmez bir bütündür ve tekil devlet yapısına sahiptir. Kurucu öge olarak, tek devlet, tek ülke ve tek ulus sözkonusudur; bu ögelerden ve tek dil, tek bayrak ülküsünden vazgeçilemez. Ulus'un adı, Yüce Önder'in şu özlü sözünde belirtilmiştir: "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye Halkına Türk Ulusu denir." O Ulus'ki, tarihte eşi görülmemiş bir özveriyle yurdunu yabancı işgalcilerden kurtarmış, tasada ortaklık yapmış, Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmuş, tüm devrimleri birlikte gerçekleştirmiş, Cumhuriyet'in kazanımlarından birlikte yararlanmış, sevinci ve güzellikleri birlikte yaşamıştır. Bilinmelidir ki, çağdaş devletlerde de yurttaşlık hukuksal bağı yanında bir de ulus kimliği vardır ve bu kimlik, ortak çıkarların, ortak coşkuların, ortak duyguların ve ortak bir dilin toplamıdır. Anayasa'nın başlangıcında ve 2. maddesinde; Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Anayasa'nın Atatürk ulusçuluğuna dayandığı, Türk Ulusu'nun çıkarlarının her türlü etkinliğin üzerinde olduğu belirtilmiştir. Anayasamıza göre, Türk Ulusu, siyasal bir birliktir ve tekil devlet yapısıyla doğrudan ilişkilidir. Ulusal kimlik bilincini yerleştirmeden tekil devlet yapısını korumak olanaksızdır. Anayasa'daki ulusçuluk anlayışı, ırksal ve dinsel ögelere değil, gurur ve övünmede, sevinç ve tasada, hak ve ödevlerde, nimet ve külfette ortaklık ve birlikte yaşama isteği gibi değerlere dayanmaktadır. Geçmişte yaşanan ortak acılar ve sevinçler, birlikte kazanılan zaferler, ülke ve ulus çıkarını her şeyden üstün tutma, ülkü ve amaç birliği, çağdaşlaşma yolunda verilen savaşım bu değerleri oluşturmaktadır. Bunun doğal sonucu olarak Anayasa, "Türk Devleti"ne yurttaşlık bağıyla bağlı olan herkesi "Türk" sayan kuralıyla, birleştirici ve bütünleştirici bir ulusçuluk anlayışını benimsemiştir. Devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğü, çağdaş ulusçuluk anlayışının belirgin niteliklerinden birini oluşturmaktadır. Çok kültürlü toplumlarda "birlik", ulusal devletle sağlanmış ve "tek ulus" ilkesi bu birliği pekiştiren en önemli öge olmuştur. Toplumu oluşturan yurttaşların tek ulus çatısında toplanması, laiklikte olduğu gibi, farklılıklar korunarak birlikte yaşamanın en etkili yoludur. Türk Devleti'ne yurttaşlık bağıyla bağlı olan herkesin Türk sayılması, Türk Ulusu'nu oluşturan ögelerin etnik kimliklerinin yadsınması anlamına gelmemektedir. Tam tersine, etnik kökeni, dini ne olursa olsun tüm yurttaşların Türk Ulusu olarak adlandırılması, yurttaşlar arasındaki eşitliğin sağlanması, "çoğunluk" içinde bulunan çeşitli etnik kökenli yurttaşların "azınlık" durumuna düşmesini önleme amacına yöneliktir. Anayasa'daki "Egemenlik kayıtsız koşulsuz Türk Ulusu'nundur" kuralı da, "Türk Ulusu" kavramının, çoğunluk-azınlık ya da din ve ırk ayrımı yapılmadan yurttaşların tümünü kapsadığını göstermektedir. Türk Ulusu'nun birliğini ve huzurunu bozmaya yönelik uğraşlar, tekil devleti hedef alan girişimlerdir. Bu girişimlerin sonuçsuz kalmaya mahkum olduğu bilinmelidir. Değerli Yurttaşlarım, Lozan Barış Antlaşması'nın kimi kurallarının tartışmaya açılmak istenmesi de bu kapsamda değerlendirdiğimiz, anlamsız ve kabul edilemez bir girişimdir. Türkiye'nin siyasal ve ekonomik bağımsızlığını ve uluslararası düzeydeki eşitliğini dünyaya kabul ettiren Lozan Barış Antlaşması, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra imzalanan benzer anlaşmalardan bugün geçerliliğini ve güncelliğini koruyan tek belgedir. Ulusal birliğimize, bölünmez bütünlüğümüze zarar vermeyi amaçlayan, hukuksal geçerliliği olmayan, Lozan Antlaşması'nda yer almayan ve Türkiye'nin egemenlik haklarıyla bağdaşmayan kimi beklentilerin gündeme getirilmesine anlayışla yaklaşılması beklenemez. Türkiye, Cumhuriyet'in kazanımları sayesinde, bölücü terör başta olmak üzere karşısına çıkarılan güçlüklere karşın, bölgesinde laik, demokratik, çağdaş rejimiyle örnek gösterilen bir ülke konumundadır. Tüm bunlar bilinirken, dış dünyadan, Cumhuriyet'in nitelikleri ve Devlet'in temel kurumları ile ilgili dayanağı olmayan açıklamalar yapılması bizleri başka düşüncelere götürmektedir. Türkiye, uluslararası alandaki ilişkilerinde başkalarının yönlendirmesi ya da istemleri doğrultusunda hareket etmeyecektir. Siyasal kimliği ya da temsil ettiği makam ne olursa olsun herkesin, Türkiye Cumhuriyeti'nin değerlerine, kurumlarına, egemenlik haklarına saygı göstermesi ve ülke gerçeklerini doğru değerlendirmesi gerekmektedir. Değerli Yurttaşlarım, Anayasamızın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti'nin nitelikleri arasında sayılan hukuk devletinin en önemli özelliklerinden biri, yargı bağımsızlığı ilkesinin kabul edilmiş olmasıdır. Güçler ayrılığı ilkesini benimseyen parlamenter demokrasilerde, bu ilkenin doğal sonucu olarak yargı erki, yasama ve özellikle gerçek gücü elinde bulunduran yürütmeye karşı korunmuş ve bağımsız kılınmıştır. Yargı bağımsızlığının gerçekleştirilebilmesi için, mahkemelerin yanında, yargı erkinin en önemli ögesi ve temsilcisi olan yargıçların da bağımsız ve güvenceli olması gerekmektedir. Bu nedenle, Anayasa'nın 9. maddesinde, yargı yetkisinin Türk Ulusu adına "bağımsız mahkemelerce" kullanılacağı, 138. maddesinde de yargıçların görevlerinde bağımsız oldukları belirtilmiştir. Yine Anayasamızda, yargı erkinin yürütmenin etki ve karışmasından uzak tutulabilmesi için kimi düzenlemelere yer verilmiştir. 140. maddede, yargıçların mahkemelerin bağımsızlığı ve yargıçlık güvencesi ilkelerine göre görev yapacakları; 138. maddede, yargıçların, Anayasa, yasa ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verecekleri; hiçbir organ, makam, merci ya da kişinin, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve yargıçlara emir ve talimat veremeyeceği, genelge gönderemeyeceği, tavsiye ve telkinde bulunamayacağı kurala bağlanmıştır. Yargı organlarının kuruluşu, çalışma ilkeleri, yargıçların seçimi ve özlük hakları konularında yargı bağımsızlığını gölgeleyecek yöntemlerden uzak durulması, hukuk devleti ilkesinin gereğidir. Yargıç ve savcıların tüm özlük ve disiplin işleri, Yargıtay, Danıştay ve Uyuşmazlık Mahkemesi üyelerinin seçimi gibi önemli yetkilerle donatılmış Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun oluşumunda bir siyasal parti mensubu olan Bakan'ın ve onun buyruk ve direktifleri ile hareket eden Müsteşar'ın yer alması yargı bağımsızlığını, dolayısıyla hukuk devleti ilkesini zedelemektedir. Öte yandan, yargıç ve savcı adaylarının sınavının Adalet Bakanlığı'nca yapılması da yargı bağımsızlığı ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Anayasa'da yargıçlık ve savcılık mesleğine verilen özel önemin gereği olarak, bu mesleğe girecekler, adaylığa alınma ve adaylık döneminden başlayarak güvenceye kavuşturulmak istenmiştir. Nitekim, Anayasa Mahkemesi de, 1995 yılında verdiği bir kararda; Anayasa'ya göre, yargıç ve savcıların mesleğe kabulü ve atanması yetkisinin Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nda olması gerektiği, nitelik saptamadan mesleğe kabul kararı verilemeyeceği ve nitelik saptama işlevinin adaylığa alınma dönemini de kapsadığı belirtilerek, sınavın Adalet Bakanlığı'nca yapılmasını Anayasa'nın "yargı bağımsızlığı" ilkesine aykırı bulmuştur. Tam bağımsız bir yargıdan sözedilebilmesi için, yargıç ve savcıların adaylığa alınma sınavının bağımsız bir kurul olan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nca yapılması anayasal zorunluluktur. Çeşitli hükümet programlarında da vurgulandığı gibi, yargının kişiselleştirilmesi ve siyasallaştırılmasının önlenebilmesi için, yargı bağımsızlığıyla bağdaşmayan bu durumların ivedi olarak düzeltilmesi gerekir. Unutulmamalıdır ki, yargıç güvencesi yargı bağımsızlığının, yargı bağımsızlığı da devlete güvenin ön koşuludur. Değerli Yurttaşlarım, Kamuoyunun duyarlılığını artırmak amacıyla bugüne kadar konuşmalarımda sıklıkla dile getirdiğim yolsuzluklar konusu, ivedilikle ve kararlılıkla üzerine gidilmesi gereken bir sorun olarak gündemdeki yerini korumaktadır. Yolsuzlukların önlenmesinde yetersiz kalınması, toplumda huzursuzluk ve umutsuzluk yaratmakta, Devletin temel organlarına karşı güven kaybına yol açmakta, hukuk devletine inancı sarsmaktadır. Yozlaşmanın bir ürünü olan yolsuzluklarla savaşımda başarıya ulaşılması, her şeyden önce yasama, yürütme ve yargı organlarının, kamu görevlilerinin, basının, sivil toplum kuruluşlarının ve yurttaşlarımızın, bu konuda ortak istence sahip olmalarına bağlıdır. Sonuçlarıyla birey, toplum ve Devlet yaşamını olumsuz etkileyen yolsuzluk eylemlerine karşı toplumun izleyeceği duyarlı tutum caydırıcı bir işlev yaratacak, ayrıca yetkilileri olaylar karşısında daha kararlı davranmaya yönlendirecektir. Etik değerlerin temeli olan dürüstlüğün yanı sıra, saydamlığın, katılımcılığın ve hesap verilebilirliğin bir yönetim ilkesi olarak benimsenmesi, yürütülen çabaların başarısını artıracaktır. İyi eğitilmiş, etik değerlerle donatılmış kuşaklar yetiştirilmesi, yurttaşlık bilincinin geliştirilmesi; ulusal gelirin hakça paylaşımının sağlanması; sınırsız bir yargısal soruşturmaya olanak tanıyan sistem oluşturulması; denetimlerin eksiksiz, nesnel, yansız, bağımsız yapılması, yolsuzluk olaylarını önemli ölçüde azaltacaktır. Değerli Yurttaşlarım, Konuşmamın bu bölümünde, Yasama Yılı açılışlarında ve kimi konuşmalarımda birkaç kez vurguladığım yasama dokunulmazlıkları üzerinde durmak istiyorum. Anayasa'nın 83. maddesinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri için yasama sorumsuzluğu ve yasama dokunulmazlığı birlikte düzenlenmiştir. Maddeye göre, milletvekilleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözleri ile Meclis'te ileri sürdükleri düşünceleri nedeniyle sorumlu tutulamazlar. Parlamenter demokratik sistemi benimseyen ülkelerde olduğu gibi, Anayasamızda da, çok yerinde olarak, kamu yararı amacıyla milletvekilleri için yasama sorumsuzluğu öngörülmüştür. Ne var ki, Anayasa'da bununla yetinilmemiş, seçimden önce ya da sonra suç işlediği ileri sürülen milletvekilinin, Meclis kararı olmadıkça tutulamayacağı, sorguya çekilemeyeceği, tutuklanamayacağı, yargılanamayacağı ve üyelik süresince verilen ceza hükmünün yerine getirilemeyeceği belirtilmiştir. Böylece, milletvekilleri için, parlamenter işlevi dışındaki kişisel eylemleri nedeniyle de yasama dokunulmazlığı getirilmiştir. Yasama dokunulmazlığındaki kamu yararı amacı, yasama sorumsuzluğundaki kadar açık değildir. Yalnız Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği süresince olsa da, bir milletvekilinin kişisel eylemi nedeniyle dokunulmazlığa sahip olması, yasama erkinin yüceliğiyle bağdaşmamaktadır. Ayrıca, yolsuzlukla savaşımda başarılı olunabilmesi, yasama dokunulmazlığının kaldırılmasıyla yakından ilgilidir. Bu nedenlerle belirtmek isterim ki, yasama dokunulmazlığının kaldırılması, toplumsal beklentilere olumlu yanıt oluşturacaktır. Değerli Yurttaşlarım, Ulusal egemenliğin kaynağı ulusal istençtir. Ulusal istenç, ancak özgür seçimlerle yaşama geçirilebilir. Bunun için Anayasa'nın 67. maddesinde, tüm yurttaşlarımıza seçme, seçilme ve siyasal etkinlikte bulunma hakkı getirilmiştir. Yine aynı maddede, seçim yasalarının, temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkelerini bağdaştıracak biçimde düzenlenmesi öngörülmüştür. Temsilde adalet, siyasal partilerin Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde, seçimlerde aldıkları oy oranında temsilci bulundurmasını gerektirmekte, alınan oyla orantılı temsilci sayısıyla yaşama geçirilebilmektedir. Yönetimde istikrar ise, oyların siyasal partiler arasında aşırı bölünerek Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne yansımasının yaratacağı istikrarsızlığın önlenmesini anlatmaktadır. Bu ilkenin yaşama geçirilmesi, oyların temsilci sayısına dönüşmesinde, "baraj" olarak adlandırılan oransal sınırlar konulmasını zorunlu kılmaktadır. Birbirinin karşıtı gibi görünen bu iki ilkenin, seçme ve seçilme hakkının özünü zedelemeyecek ve Devlet yönetimini aksatmayacak biçimde birbirini dengeleyerek yasaya yansıması anayasal zorunluluktur. Bu duyarlı denge, aynı zamanda demokratik hukuk devleti niteliğinin gereğidir. Yönetimde istikrar ilkesi, salt çoğunluğu sağlayacak seçim sistemini değil, istikrarlı yönetimi olanaklı kılacak adaletli bir temsil sistemini gerektirmektedir. Bundan amaç, seçmenin siyasal dağılımının parlamentoya olabildiğince uygun ve adaletli biçimde yansımasıdır. Adalet, aynı zamanda yönetimde istikrarın da temel koşuludur. Yalnızca ya da ağırlıklı olarak istikrarı gözetmenin, istikrarsızlık kaynağı olacağı açıktır. Kuşkusuz, temsilde adaletin sağlanması için, seçmenin siyasal dağılımının tümüyle parlamentoda temsil edilmesi, başka bir deyişle siyasal partilerin tümünün Meclis'te temsilci bulundurması da savunulamaz. Bu sistemin de, yönetimde istikrar ilkesine aykırı düşeceği açıktır. Ne var ki, oy kullanan seçmenin yaklaşık yarısına ilişkin siyasal görüşün parlamentoda temsil edilmediği bugünkü seçim sistemini temsilde adalet ilkesiyle bağdaştırmak olanaksızdır. Önemli olan, kabul edilebilir bir "baraj oranı" ile her iki ilke arasındaki duyarlı dengeyi sağlayabilmektir. Değerli Yurttaşlarım, Gelecek kuşaklara, yurttaşı olmaktan gurur duyacakları, başarılarıyla övünecekleri bir ülke bırakmak, onlara aydınlık yarınlar hazırlamak ortak sorumluluğumuzdur. Türkiye'nin çağın gereklerine uygun açılımlarla, yeni ülkülere doğru ilerlemesi, Devrimcilik ilkesinin gereği, çağdaşlaşma ve aydınlanma hedefinin zorunlu sonucudur. Türkiye, benimsediği hedeflere ulaşmak için, Cumhuriyet'in temel niteliklerinden ödün vermeden demokrasiyi, insan haklarını ve hukuk devleti ilkesini geliştirmek zorundadır. Bilgi toplumunun gerektirdiği altyapı yatırımlarının gerçekleştirilmesi, bu bağlamda Atatürk ilkeleri doğrultusunda çağdaş eğitimin yaygınlaştırılması ve kalitesinin artırılması, genç bir nüfus yapısına sahip olmamız nedeniyle büyük önem taşımaktadır. Eğitimde kaliteyi düşürecek, Öğretim Birliği ilkesini zedeleyecek, laik eğitim sisteminin yozlaşması sonucunu doğuracak uygulamalardan kaçınılmalıdır. Unutulmamalıdır ki, toplumsal ve ekonomik yapılarını, sanayilerini ve eğitim sistemlerini bilimsel yeniliklere göre uyarlayan ülkeler, dünyadaki ilerleme yarışında ön sıralarda yer almaktadırlar. Bireylerin gelecek kaygısı taşımaması için, ekonomik sorunlar yanında, toplumsal yaşamı tehdit eden güvenlikle ilgili sorunlara da önem ve öncelik verilmelidir. Her şeyden önemlisi Cumhuriyet'in niteliklerinin tartışmaya açılmasını amaçlayan uğraşların, yararsız girişimler olmaktan öteye geçmeyeceğinin anlaşılması gerekmektedir. Türk Ulusu, tarihsel ve kültürel birikimine bundan sonra da sahip çıkacak, bu değerleri yaşatacak, çağdaş bir ülke olmanın gereklerini ödünsüzce yerine getirecektir. Geçmişte tüm sorunlarını inanç ve kararlılıkla aşan Ulusumuzun Cumhuriyet felsefesine, kendisini var eden değerlere, çağdaşlaşma ve aydınlanma hedefine bağlı kalarak, mutlu yarınlara ulaşacağından kuşku duymuyoruz. Bu duygu ve düşüncelerle, yurt içindeki ve dışındaki yurttaşlarımızın, Kıbrıs'taki ve Türk dünyasındaki soydaşlarımızın ve tüm insanlığın Yeni Yılını kutluyorum. Barışın, sevginin ve hoşgörünün egemen kılındığı bir dünyada yaşamak umuduyla, Yeni Yılın herkese, başarı, sağlık, mutluluk getirmesini diliyorum."
Hukuk Forumlarından Seçmeler
  • [Velayet hakkı] Wmic Windows Activation Key and windows 7 ultimate activation tool 
  • 03.05.2025 09:36
  • Clicking Here TLO lookup 
  • 02.05.2025 08:42
  • 2. küçük dairemde kira artış anlaşmazlığı 
  • 29.04.2025 15:42
  • Sözleşmede anarak whatsapp yazışmalarının yasal bildirim kanalı ilan edilmesi. 
  • 29.04.2025 00:17
  • Sözleşmedeki "görüş alınarak" ifadesi, görüşü alınan tarafa eylemi engelleme hakkı verir mi? 
  • 29.04.2025 00:03


    Yeni Mevzuat

  • KDV Filo Kiralama Şirketleri (Fleetcorp) Borçlarını Devir ALan Varlık Yönetim Şirketleri 

  • Filo Kiralama Şirketlerinin Borçlarının Varlık Yönetim Şirketlerine Devri Halinde KDV 

  • Trafik kazasında kusuru olmayan alkollü sürücüye kasko hasarı ödenir 

  • Keşide tarihinin tahrif edildiği ve ibraz sürelerinin geçtiği çekler Borçlu olunmadığının Tespiti 

  • İkinci Nesil İnternet Sitelerinin Hukuki Statüsü 




  • Diğer Bölümlerimiz +
    Tüm Hukuki NET forumları + Hukuki Portal + Hukuk Haberleri + Sözleşme ve dilekçe örnekleri + Mevzuat ve bilimsel incelemeler + Hukukçu Blogları + Avukat ilanları + Videolar + Linkler + Ansiklopedi ve Sözlük + Arşiv +
    Bugünün tarihi: 03/05/2025 22:53:16