 |
04/05/2025 Eski forum arşivi bölümü
Hukuksal Tartışmalar
SİYAH ÇERÇEVELİ YAZILAR-GAZETE YAZARLIĞI |
deltaG |
Ertuğrul ÖZKÖK
Siyah çerçeveli yazılar
HER gün çok sayıda gazete okuyorum. Bu gazetelerdeki bazı köşeler, bana ölüm ilanları gibi geliyor.
Türkiye’de bir köşe yazarı tipi var.
Köşelerinin etrafına sanki görünmez birer kara çerçeve çizilmiş gibi.
Dedim ya, bana ölüm ilanlarını hatırlatıyorlar.
Bu kara çerçeveli köşelerde iyimser tek bir cümleye bile rastlayamazsınız.
Kendilerinden ve çevrelerindeki üç beş kişilik cemaatlerinden başka herkes hırsızdır, soyguncudur, mürtecidir, yalakadır, satılmıştır.
Dünyada temiz kalmış tek bölge, sandalyelerini attıkları o bir metrekarelik kurtarılmış bölgedir.
Masalarının üzerinde duran abajurlardan ışık değil karanlık hüzmeler aşağı iner.
Kuytularından hiç çıkmazlar.
Farklı bir retinaları vardır.
Gözleri sadece kötü olana fokus yapabilir.
* * *
Bayramın birinci günü İzmir’deydim.
İkinci günü Denizli’ye geçtim.
Yol boyunca Turgut Özal’ı bir kere daha rahmetle andım.
Türkiye’nin çehresini değiştiren şu son 20 yıl bir daha gözümün önünden geçti.
İzmir’den Kuşadası’na gidebilmek için çektiğimiz sıkıntıları düşündüm. 3 kilometrelik Selatin Tüneli’nden geçerken otomatik olarak devreye giren radyonun tünel kuralları hakkında verdiği bilgileri dinledim.
Bazı yanlarımızın Avrupa’nın birçok ülkesinden ileriye gittiğini hissettim.
* * *
Atatürk’ü bir kere daha hatırladım...
İnönü’yü, Menderes’i, Demirel’i, Ecevit’i bir kere daha düşündüm.
Samimi olarak şu kanaate vardım:
Siyasetçi açısından öyle çok şanssız bir ülke sayılmayız.
Türkiye, öteki Müslüman ülkelerden kopmuş ileriye doğru gidiyor.
Yol boyunca geçtiğim şehirlerde belediyelerin artık Avrupa Birliği’ne geçiş sürecine girdiklerini gördüm.
Aydın, Sultanhisar, Nazilli geçişlerinde yol kenarı ve ortası gayet güzel düzenlenmiş.
Denizli’ye son gittiğimde şehrin ortasından geçen caddeyi çok bakımsız bulmuştum.
Ama şimdi güzel bir meydan düzenlemesi ve onun kadar güzel ara geçişler yapılmaya başlandığını gördüm.
Belediyelerimiz artık Özal’la başlayan zihniyeti tam olarak benimsemiş durumdalar.
Gördüğüm bütün bu şeyler beni çok heyecanlandırıyor.
Heyecanlandığım ve sevdiğim her şeyi yazmakta, anlatmakta, övmekte hiçbir yanlışlık görmüyorum.
Tam aksine, bu bana büyük bir keyif veriyor.
Zaman zaman kara çerçeveli köşelerden, benim gibi düşünen insanlara salvo atışları geliyor.
Yazdıklarımız onların kara çerçeveli sütunlarına sığmadığı, oralardan hayatın bütün bölgelerine taştığı için ne olduğunu anlamakta güçlük çekiyorlar.
Hiç itirazım yok...
* * *
Yazsınlar. Herkesin gündemi kendine.
Kiminin gündemi, sadece ve sadece siyaset.
Kiminin gündemi, bundan daha çeşitli, daha renkli ve daha geniş bir bölgeye yayılmış durumda.
Herkes istediği gündemle ilgilenebilir.
Artık hepimiz biliyoruz ki, Türkiye sadece siyaset konuşmuyor.
İnsanlar için bindiği araba, alışveriş ettiği yerler, son çıkan CD’ler, filmler, yemek yenilen yerler ve herkesin kendi başına özel olarak yaşadığı ama şöyle bir bakıldığında aslında çok ortak nokta barındıran hayatlar...
İnsanlar artık bütün bunları konuşuyor.
Siyaset giderek küçülürken hayatın renkli ve güzel alanları iskána açılıyor.
* * *
İşte bu yüzden genç ve yeni gazetecilere seslenmek istiyorum:
Kara çerçeveli köşelerin etkisi altında kalmayın.
Gördüğünüz, beğendiğiniz, takdir ettiğiniz şeyleri yazmaktan çekinmeyin.
Çünkü, bu ülkede güzel şeyler yapılıyorsa, insanlar başka insanlara güzel hizmetler sunuyorlarsa, hayatı güzelleştiren ve kolaylaştıran işler yapıyorlarsa bunların kamusal alanda takdir edilmesinden daha doğal bir şey olamaz.
Hayatın 21. yüzyıldaki gerçeği artık böyle.
Siyah abajurlardan sızan karanlık ışıkların aydınlatmadığı alanları artık şehir ışıkları gündüze çeviriyor.
Ama bir kere daha ifade edeyim:
Bu yeni hayatta herkese yer var.
Siyah çerçeveli yazılara da, aydınlık çerçeveli yazılara da.
Sonunda ölüm ile hayat birbirinin tamamlayıcısı değil midir...
----------------------------
Bu adama takmış durumdayım. Ama bu adam kadar yerini, sınıfını, işini, işlevini, yüklendiği görevi daha iyi yapan bir başkasını tanımıyorum. Yeri; genel yayın yönetmenliği olduğu halde dahil olduğu holdingde de etkili ve yetkilidir. Sınıfı; sermayedir. İşi; gazete yazarlığıdır. İşlevi ve yüklendiği görevi; etkili mesajlarla dolu yazılarıyla kamu oyu yapıcılığı, türk toplumunda mevcut insana ve geleneksel toplum anlayış ve düzenine ait değer yargılarını çağdaşlaşma-batılılaşma kisvesi altında bozuculuktur.
Belki uç bir düşünce gibi gelebilir ancak bu yazıdan benim anladığım, artık Yazılı Basınımızda yer almış fıkra ve makale yazarlarımızın bir kısmının (ilhan Selçuk, Mustafa Balbay, Hulki Cevizoğlu,Aslan Bulut,Altemur Kılıç vb.) artık sularının iyice ısındığı, dünyada ve ülkede yaşanan çarpıklıkları görmezden gelemeyen,bunlar üzerin yazı yazmayı yeğleyen, böylece olumsuzlukları göstererek insanları aydınlatmaya böylece hatalrın ortadan kaldırılmasına aracı olmaya çalışan yazarların yazılarının ise siyah çerçeveye alındığıdır.
Öte yandan yeni gazete yazarı tipinin ise, örneğin iktidarın hiç bir hatasını görmeyen ama yalnızca yaptığı iyi şeyleri yazması gereken, arada sırada da Amerikada sanat, bilim, spor gibi alanlarda başarılı olan insanlarımızın başarı öykülerinin anlatılacağı, modern teknolojinin insan ve toplum yaşamına ne gibi kolaylıklar getirdiği (ama asla olumsuz yansımaları değil- ki bana göre en önemlisi YABANCILAŞMA'dır) gibi konularla uğraşan şık, bakımlı, metroseksüel tipler olmalıdır. BU, kısmen başarılmıştır ki Ertuğrul böyle bir yazıyı kaleme almıştır.
"Ama bir kere daha ifade edeyim:
Bu yeni hayatta herkese yer var. ( ama yeni tip gazetecilere daha fazla yer ayırdık)
Siyah çerçeveli yazılara da, aydınlık çerçeveli yazılara da. ( Siz sakın kötülük çiçekleriyle uğraşmayın)
Sonunda ölüm ile hayat birbirinin tamamlayıcısı değil midir... ( aslında biz siyah çerçevelilerin ömürlerini biçmiş bulunuyoruz) "
BU DA SİZE SİYAH ÇERÇEVELİ BİR YAZI ÖRNEĞİ
SİZİN ÇERÇEVENİZ NE RENK? SİYAH MI YOKSA BEYAZ MI?
Hasan Demir (Yeniçağ Gazetesi)
Haydut devlet ABD
Irak işgal güçlerinin ABD’li komutanı General Richard Natonski, “Şeytan Felluce’de gizleniyor, onu oradan defedip kenti kurtaracağız” diyor ve ekliyor, “Öldürülen terörist sayısı 1200’ü buldu!” Siz işgalci generalin bu rakamını ikiye, hatta üçe rahatlıkla katlayabilirsiniz.
Ama ölenlerin hiç birini “terörist” saymamak kaydıyla tabi.
Evet ey insanoğlu...
Irak’a, “El Kaide ile işbirliği yapıyor” yahut, “Elinde kimyasal silahlar var, hatta nükleer silah bile yapmak üzereler” iftiraları ile giren, ardından da bütün dünyayı, “Irak’a demokrasi getireceğiz, Irak halkını Saddam zulmünden kurtaracağız” yalanlarıyla kandıran ABD bugün Felluce’de bizzat kendisi “Kimyasal silah” kullanıyor.
Sokaklar, evlerin odaları çoluk-çocuk, kadın ve ihtiyar Müslüman cesetleri ile dolu.
Sokaklarda kolu bacağı kopmuş yaralılar kan kaybından ölüyor.
Bunlar zulümde Sadam’ı çok çabuk solladılar.
Saddam onlarca yıllık iktidarı döneminde 300 bin Iraklı öldürmüştü.
Bugün Irak’a gireli daha üç gün olan işgal güçlerinin katlettiği Iraklı sayısı 105 bini çoktan aştı.
İşgal güçleri komutanı Generaller ölen her Iraklıya “şeytan” diyor, “terörist” diyor.
Tam bir haydutluk örneği.
Amerika petrol ve doğalgaz için girdiği, İsrail’in Arz-ı Mevud’una yol açmak için işgal ettiği Irak’ın Basra’sında, Felluce’sinde, Telafer’inde kelimenin tam anlamıyla bir katliam, bir insanlık suçu işlerken, onun dünyanın değişik noktalarındaki suç ortakları hâlâ “terörizmden” bahsediyor.
Meselâ Türkiye’deki tirajı yüksek gazetelere ilânlar verip, Paris’te El Kaide’yle bağlantıları olan bir teröristin yakalandığını, bunun da üzerinde kimyasal silahlarla bir Avrupa şehrine saldıracağına dair plânlar bulunduğunu söyleyebiliyor ve dünyayı terörizmle mücadeleye çağırabiliyor.
Yani ABD terörünü perdeliyor, Irak’taki katliama gerekçeler üretiyorlar.
Çünkü bu zihniyet için sadece Avrupalı olan, Amerikalı olan “insan”.
Diğerleri hayvan bile değil.
Nitekim Amerikalı askerler Iraklı esirlerin boynuna tasma bağlayıp Müslüman’a köpek muamelesi yapıyor.
Avrupa’daki yazar çizer takımı, AB kapısındaki Türk’ü, köpeğe benzeten karikatürlerle aşağılıyor.
Bunlar, “En iyi Kızılderili ölü bir Kızılderili” diyerek bir kavmi yok etmediler mi! İsrail askerlerinin çevresine tel örgüler ördükleri Filistinliler için kameralar önünde, “Bunlar hayvan, hayvan!” dediğini kulaklarımızla duyduk.
Oysa insan olan insan hayvana bile insanca muamele yapar.
Mesela kolunu taşla kırmaz.
Topluca hayvan katletmez.
Batılıların kendinden olmayana muamelesi Felluce ve bütün Irak’ta, Filistin ve şimdi unuttuğumuz Cezayir’de olduğu gibi “haşere” muamelesi...
Siz bakmayın öyle ciddi ciddi, “Sivillere mümkün olan en az zararı vermek için gayret sarf ediyoruz” demelerine, bu sözleri zerre kadar doğruluk payı yok.
Yeryüzünün en canilerinden biri olan Saddam’ın 35 yıllık iktidarı döneminde katlettiği insan sayısına Amerikalı işgalciler iki yılda neredeyse erişti, erişecekler...
Bunun adı “Terörle mücadele” oluyor, bunun adı, “Irak’a demokrasi getirme” oluyor...
Dedik ya, cinayet işlemek, katliam yapmak ve sonra da soykırımlara insanî kılıflar üretmek bunların genlerinde var...
Bunlar, teslim olmuş Japonya’ya Uranyum-235’ten yapılmış 12 kilotonluk atom bombasına ne demişlerdi biliyor musunuz? “Küçük çocuk” demişlerdi.
Ne kadar mâsum bir ifade, görüyorsunuz.
6 Ağustos 1945’te pilot albay Paul Tibbes B-29’undan bu “Küçük çocuğu” Hiroşima’ya bıraktığında kaç kişi ölmüştü, hatırlıyor musunuz? Tam 200 bin kişi ölmüştü...
Ve bunların tamamı sivildi, tamamı...
Bu cinayetten sonra ABD Başkanı Truman kendi halkı ve dünyaya, radyolardan nasıl seslendi, onu da hatırlayalım.
“Dünya kamuoyuna, ilk atom bombasının, askeri bir üs olan Hiroşima’ya atıldığını bildiriyorum.
Bu girişim, elden geldiğince sivil halkı korumak için yapılmıştır!” Özetle, insanlık bugün “Haydut devlet ABD” tarafından rehin alınmış durumda.
Ve bu “Haydut” bugün Irak’ı ve onun desteğindeki diğer çete İsrail de Filistin’i mezbahaya çevirmiş durumda.
Bu şakilerin döktüğü kan içine gizlendikleri tank paletlerinin boyuna ulaşmışken insanlığın başka şeylerle meşgul olması, zihinlerin de iğfal edildiğinin ispatından başka
|
eftal_efe |
Haklısın, olumsuz yazılar çok fazla göze çarpıyor köşe yazılarında. Ama bence köşe yazarlarının sadece kendilerinin iyi ve akıllı olduklarını düşündükleri konusunda çok da haklı değilsin.
Gazetelerde yazılar tarafsız yazılır, yanlı yazılar ise köşe yazarları tarafından yazılır. Ve farkındaysan, her köşe yazarının farklı bir tarzı ve görüşü vardır. Bütün bunların nedeni ise bence insanlara farklı düşünce tarzlarını aşılamak, yaratıcı düşünmeyi geliştirmek. Çünkü insanlar tek bir bakış açısına saplanıp kalabilirler ve bunu engellemenin bi yolu budur.
Bu nedenle yazarların olumsuz bir çerçeveden bakmasını toplumsal olarak geliştirici buluyorum.
|
Lawless1 |
Sevgili DeltaG,
Ertugrul Ozkoge benim de kizdigim zamanlar oldu, o yuzden sizi anliyorum. Cam devirmek derler ya bizde, Ozkok bazen devirmedik cam birakmiyor.
Iktidarin cok belirgin hatalari oldugu zaman yaziyor. Bunu bir kac kere yaptigina sahit oldum. Sonra bir bakiyorsun butun sutunu Patricia Cornwell gibi vasat bir yazara harcamis. Yani belli olmuyor, bir gunu oburune benzemiyor. Belki de alinti yaptigin yazi da soyledigini yapmaya calisiyor. ama politika yazilarina alistigin insan bir den NBA'den bahsetmeye baslayinca, okur sasiriyor, ben nerdeyim diye.
Ozal'a hayir duasi etmesine gelince, ben o konuda en iyisi sesimi cikarmayayim. Bir tunel ile bu isler olmuyor. Sehirlerde coplerin kaldirilmadigi ulke de tunel ile avunacagiz. Duaci oldugu diger siyasetcilere gelince cogu buyuk hatalar yapmis kisiler. Turkiye'deki siyasetci sinifi acaba kamu gorevinin ne oldugunu idrak edebilmis midir, Ozkok onu dusunse.
|
handas |
Bizim köşe yazarlarımız çoğu zaman hem överken hemde eleştirirken işin dozunu kaçırıyorlar.Yapılan işleri gösterirken yağcılığa,eleştirirken sahibi oldukları muhalif siyasetin propagandasına işi döküyorlar.Halbuki Ertuğrul Özkök'ün dediği gibi bu ülkede yapılan her iş kötümü,elbetteki değil ama bunları kararında takdir etmek gerek.Aksaklıkları eleştirmesini herkes bilir hele bizim türk toplumu çok iyi bilir bunun için köşe yazarı olmaya gerek te yok.Ancak bir işi eleştirirken neden yanlış olduğunun ve doğrusunun ne olduğunun,çözüm yollarının da belirtilmesi gerekir.Ama biz de vur abalıya zihniyetiyle gazetelerde bir köşe bulan ağzına geleni söylüyor sonuçta bakıyorsunuz yazısında yapıcı hiç bir şey yok,o yazıyı okumak size hiç bir şey kazandırmıyor.
Eleştiri İkinci Sınıf Beyinlere Özgüdür
Birinci Sınıf Beyinler Çözüm Üretir.
|
deltaG |
Dedim ya bu adama takmış durumdayım.
İçi kıpır kıpır, sanki beyninde sürekli olarak " aahhh bir punduna getirsem de,... yazsam" düşüncesi dolanıyor.
Halk dilinde pek çok deyiş vardır,mesela**
aslını inkar eden haramzadedir
otu çek köküne bak
armut dibine düşer vs. vs.
işte bizim Ertuğrul da kendi gerçeğini yazmak cesaretini kendinde bulabilmiş netekim!
Teoriyi anlatan kim ? Eczacıbaşı
Dinleyen ve aktaran kim? bizim Ertuğrul
Yazıda adı anılmayan bir dost acaba kimdir?
Bu dost Tevrat'ı bu kadar iyi mi bilmektedir?
Bu yazı bir mesaj mıdır?
İlgisi ve bilgisi olanlar ne demek istediğimi anlamışlardır.
ERTUĞRUL ÖZKÖK- HÜRRİYET 05.12.2004
Ruh 21 gram, ömür 120 yıl
RAHMETLİ Nejat Eczacıbaşı bir gün bana, insan yaşamıyla ilgili bir teori anlatmıştı.
Ona göre, insanın normal olarak ömrü 120 yıldı.
Ama bizler, gövdemizi hor kullanarak, istismar ederek bu yaşı aşağılara indiriyorduk.
Neden 120 yıl?
Bilimsel olarak kanıtlanmış bir şey miydi?
Bu rakamın nereden çıktığını bilmiyorum.
Ama geçen gün bir dostum, ‘Tevrat’ın giriş bölümüne bak’ dedi.
Baktım ve orada 120 rakamını gördüm.
Ama bu rakama gelmeden önce, isterseniz insan ömrüyle ilgili teorilere baştan başlayalım.
* * *
Tektanrılı dinlerin ilk kitabı olan ‘Ahd-i Atik’ yani ‘Tevrat’ta Allah tarafından yaratılan ilk insanın ‘Adem’ olduğu yazılı:
‘Rab tanrı, Adem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi.’
Tevrat’ı okuyuncaya kadar şu soru hiç aklıma gelmemişti:
‘Acaba Adem kaç yaşında ölmüştür?’
Tevrat’a göre Adem 930 yaşına kadar yaşamış.
Havva, Adem’in kaburga kemiğinden yaratılmış.
Adem kaç yaşındayken Havva’nın yaratıldığına dair bir bilgi ise yok.
Bununla birlikte bize yol gösterecek bazı ipuçları var.
Adem’in ilk çocuğu, kendisi 130 yaşındayken doğmuş.
Oğlu Şit, 912 yıl yaşamış.
Ama Adem sülalesinin en uzun yaşayan üyesi, beşinci kuşaktan torun Metuşelah.
Tevrat’a göre Metuşelah tam 969 yaşına kadar yaşamış.
* * *
Peki 120 yıllık ömür hikáyesi nereden çıktı?
O bölümü Tevrat’tan aynen aktarıyorum:
‘Yeryüzünde insanlar çoğalmaya başladı, kızlar doğdu. İlahi varlıklar, insan kızlarının güzelliğini görünce beğendikleriyle evlendiler.’
İşte bu noktada RAB, insanlarla ilgili kararını açıklıyor:
‘RAB, ‘Ruhum insanda sonsuza dek kalmayacak, çünkü o ölümlüdür’ dedi. İnsanın ömrü 120 yıl olacak.’
Evet rahmetli Nejat Eczacıbaşı’ndan işittiğim rakam, Tevrat’ın ‘Tufan’ başlıklı 6’ncı bölümünde karşıma çıktı.
‘Evrim teorisine’ itibar edenler ne der bilmiyorum; ama ilk kutsal kitaba göre Allah’ın insana verdiği ömür 120 yılmış.
* * *
Biliyorum, hepinizin aklında aynı soru var.
Bu dini açıklama, bilimsel açıdan ne kadar geçerli?
Geçenlerde size 1968 döneminin ünlü solcusu Regis Debray’in bir kitabından söz etmiştim.
Bir tür ‘yaşlılık manifestosu’ olarak kabul edilen bu kitapta, insan ömrüyle ilgili bazı bilgiler vardı.
Gelişmiş Batılı ülkelerde ortalama insan ömrü, her beş yılda bir yıl uzuyormuş.
Ortalama hayat süresindeki bu gelişmeler sonucunda, bugün hayat sigortası tablolarında yaşam sınırı 106 yaşta fikse edilmiş.
Demek ki, RAB’bın fanilere verdiği 120 yıllık ömür süresine doğru yaklaşıyoruz.
Regis Debray önümüzdeki 30-40 yıl içinde bunun da geçilebileceğini söylüyor.
* * *
Tabii bütün bunlara bakınca şunu merak ediyorum.
RAB, yarattığı insanların kötülüğü yüzünden, onlara verdiği ölümsüz ruhu geri almış ve hayatlarını 120 yılla sınırlamıştı.
Öyleyse şimdi ne oluyor?
Tıp, RAB’ba meydan mı okuyor?
Yoksa insanlar arasında kötülük azaldığı için, RAB’bın onlara verdiği ömür de uzuyor mu?
Karışık meseleler...
* * *
Geçen yüzyılın başlarında Amerikalı bir araştırmacı, insan ruhunun ağırlığını ölçmeye çalışmış ve sonunda bunun 21 gram olduğunu iddia etmişti.
Demek ki kötülükler yüzünden Allah’ın geri aldığı ölümsüz ruh bu kadar hafifmiş.
Merak ediyorum, acaba insan ömrü böyle uzarken, ruhun ağırlığında da bir değişme oluyor mu?
İnsan gövdesi gelişiyor. Boy bos artıyor. Kaslar eskisine göre daha kuvvetli.
Ve yaşanan ömür daha uzun.
Yani ruhun darası artıyor.
Diyorum ki, acaba bu ruh artık bu bedene küçük mü geliyor?
İnsan dediğimiz varlık daha büyük, daha geniş bir ruhu mu hak ediyor?
Yani daha yüce bir ruhu...
|
Lawless1 |
Sayin DeltaG, Bu yaziyi okuyunca siz aklima geldiniz. Ertugrul Ozkok'ten. Bazen tespitleri isabetli oluyor Turkiye hakkinda. Saron ve "puzzle" disinda yazdiklari ile hemfikirim. Ertugrul Bey'in eminim Turkcesi zengindir keske gereksiz yerlerde yabanci kelime kullanmasa.
Ama Efelenme politikasini elestirmesi, lafi Arap'tan cok Filistinci olmak ahmakliktir demeye getirmesi, altin gibi sozler. Kulak asmak lazim, Turkiye disislerinde kendi kuyusunu kaziyor. Halkin duygusalligini, toplumumuza hakim olan "dayilik", "macoluk" kulturunu hukumet devlet islerine karistirinca sonuc rezalet oluyor.
==
Yazar: Ertugrul Ozkok, Hurriyet
GELİN birlikte bir ‘puzzle’ oyunu oynayalım. Etrafımızda olup biten parçaları birbirine ekleyerek kendimiz için bazı sonuçlar çıkaralım.
Dün İsrail’in en büyük gazetelerinden Haaretz’in manşeti şuydu:
‘Mısır; Kuveyt ve Suriye’yi, barış yolunda daha büyük adımlar atmaya teşvik ediyor.’
ŞARON ŞANS MI
İlginç değil mi?
Bir Arap ülkesi, öteki iki Arap ülkesine İsrail’le yakınlaşmayı tavsiye ediyor.
Dahası var.
Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in hafta başında söylediği şu söz, sanırım sizin de dikkatinizden kaçmamıştır:
‘Şaron, Filistin ile İsrail arasında barış için bir şanstır. Bu şans kullanılmalıdır.’
Şaşırtıcı değil mi?
Bir Arap ülkesi lideri çıkıyor ve Şaron’a, ‘Kasap’ değil, ‘Barış sağlayacak insan’ gözüyle bakıyor.
Aynı Mısır, hafta başında karşılıklı mahkûm takası yapıyor.
Buna karşılık Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler konusunda tam tersi bir izlenim yayılıyor.
Görüntüye bakılırsa, İsrail’le var olan iyi ilişkiler bozuluyor.
Durum gerçekten böyle mi?
Evet, geçen mayıs ayında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bazı demeçleri, iki ülke arasındaki ilişkileri gerginleştirdi.
TIRMANIŞ DURDU
Bunun ilk tepkileri de Amerika’daki Yahudi lobisinden gelmeye başladı.
Dün bu ilişkileri çok iyi bilen bir uzmana sordum.
Şu cevabı verdi:
‘Mayıstaki tırmanma, kontrol altına alındı.’
Yani şu an, mayıs ayında verilen zararın tamirine uğraşılıyor.
Mesela, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, ocaktaki seçimlerden önce İsrail’e gidecek.
ABD’deki Yahudi lobisinin en önemlilerinden biri olan ‘Anti-Defamation League’in önde gelen iki ismi, gelecek hafta Türkiye’ye geliyor.
Ama bütün bunlardan öte, Türkiye ile İsrail arasındaki ekonomik ilişkiler giderek büyüyor.
Bu yılın kasım ayı sonuna kadar Türkiye’nin İsrail’e yaptığı ihracat 1.2 milyar doları buldu.
Yani İsrail, Türkiye’nin ihracatında 10’uncu sırada.
Ama nüfusu itibarıyla bakarsanız, birinci sıraya çıkıyor.
İki ülke arasında geçen yıl 1.3 milyar dolar olan ihracat hacmi bu yıl 2 milyar doları geçiyor.
SON PARÇA
Türkiye’ye gelen İsrailli turist sayısı 300 bin civarında. İsrailli turistler, ‘ABD’den sonra kendilerini en rahat hissettikleri ülkenin Türkiye olduğunu’ söylüyorlar.
Bu arada son dönemlerde İsrailli gençler arasında moda haline gelen bir sporu anlatayım.
‘Türkiye’nin Karadeniz sahillerinde trekking yapmak.’
Çok sayıda İsrailli genç, Karadeniz’e gelip yürüyüşler yapıyor. Pansiyonlarda, Türk ailelerin yanında kalıyorlar.
Şimdi geliyorum ‘puzzle’ın son parçasına.
Geçen hafta Ukrayna’daki seçimlerin tekrarı konusunda ABD ile Avrupa Birliği arasında çok açık bir ittifak ortaya çıktı.
Çünkü bu iki büyük güç, ‘ortak değerlerinin’ çok önemli olduğunun farkına vardı.
İşte bütün bunlara dayanarak, geçen hafta yazdığım bir yazıda söylediğim bazı sözleri tekrarlamak istiyorum.
BİRAZ SERİNKANLILIK
Gün, ‘Tek başına efelenme günü’ değildir.
Gün ‘Arap’tan daha fazla Filistinci’ olma günü değildir.
Gün, çevremizdeki büyük sorunların çözümü için, serinkanlı durma ve barışı sağlayacak güçlerle dayanışma içinde bulunma günüdür.
Bu, son zamanlarda ‘efelenmeyi’ diplomatik araç haline getiren hükümet için de geçerlidir.
|
deltaG |
BİZ SİYAH ÇERÇEVELİ YAZILARIMIZA DEVAM EDELİM
Rahşan Ecevit'in geçtiğimiz günlerde DİN ELDEN GİDİYOR feryadı epeyce ilgi çekmişti.
Ertuğrul Özkök de bu konuyu işlemiş,okuyalım.
-------------------------------------------------------------
dinini değiştirmek isteyenler
RAHŞAN Ecevit sayesinde şunu tartışıyoruz: ‘Din elden gidiyor...’
Bunun delili ne?
Apartmanların altında açılan kiliseler.
Şimdi, bu saçma sapan gerekçelere sığınıp siyaset yapmaya meraklı komploculara değil; bu ülkenin sessiz sakin, her öfkelendiği an bilgisayarının veya faksının başına geçip ağzına gelen hakareti yağdırmayan makul insanlara seslenmek istiyorum.
Daha doğrusu bir şeyi hatırlatmak istiyorum.
* * *
Çünkü, öyle görünüyor ki, hatırlatacağım konu, önümüzdeki günlerde çok daha sık gündemimize gelecek.
Bu ülkenin Başbakanı 29 Ekim 2004 günü, Roma’da görkemli bir salonda Avrupa’nın birçok ülkesinin lideri ile birlikte bir belgeye imza attı.
O belgenin ne olduğunu hatırlıyor musunuz?
‘Avrupa İçin Anayasa Oluşturan Antlaşma.’
Yani Avrupa Anayasası.
O Anayasa’nın ‘Özgürlükler’ başlıklı ikinci bölümünün, 10’uncu maddesi aynen şöyle diyor:
‘Herkes düşünce, vicdan ve inanç özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, tek başına ya da başkalarıyla birlikte topluluk halinde ve herkesin önünde veya özel olarak, din ya da inanç değiştirme özgürlüğünün yanı sıra, ibadette, eğitimde, uygulamada ve törenlerde dinini veya inancını açıkça ortaya koyma özgürlüğünü de içerir.’
Şu kelimelere dikkat:
‘Din ya da inanç değiştirme özgürlüğü...’
Yani Türkiye Başbakanı’nın imzaladığı belge, insanlara dinini veya inancını değiştirme özgürlüğünü hak olarak tanıyor.
* * *
Rahşan Ecevit, şöyle bir itirazda bulunabilir.
‘O ek protokolü Tayyip Erdoğan imzaladı. Bana ne?’
Diyebilir mi?
Derse kendisine hemen başka bir belgeyi hatırlatacağım.
‘Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9’uncu maddesinin 1’inci fıkrası...’
‘Din değiştirme hakkı’ aşağı yukarı aynen orada da yer alıyor.
Küçük bir tarih hatırlatması.
Türkiye Cumhuriyeti Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni, 10 Mart 1954’te bir yasayla onayladı.
Yani aradan tam yarım asır geçmiş.
Bu dönemde Rahşan Ecevit’in eşi, bu sözleşmeyi imzalayan TBMM’nin neredeyse dörtte üçünde yer almış.
Daha da önemlisi bu yarım asır içinde eşi beş kere başbakanlık yapmış.
O süre içinde tık çıkmış mı? Hayır...
* * *
Türkiye’de Hıristiyanlığın yayıldığı falan yok.
Ama bu ülkenin yarım asrında söz sahibi olmuş bir ‘Siyasi çekirdek aile’, şimdi insanlara Anayasa ile sağlanmış bir hakkı tartışmaya açıyor.
Dün sordum bugün yine soruyorum.
Bunu neyle açıklayacağız?
Rahşan Ecevit’in, ‘Din elden gidiyor’ çıkışını herkes kendine göre bir teori ile açıklıyor.
Bunlardan bazıları acımasız bir kahvehane sohbetinden öteye geçmez.
Bazıları, bunun giderek sıfırlanan DSP’yi yine kamuoyu gündemine getirmek amacını taşıdığını iddia ediyor.
Bu kadar ‘masum’ bir niyetse, hiç mesele değil.
Sonunda bu, Türk siyasetinde gördüğümüz veya göreceğimiz ne ilk ne de son siyasi oportünizm örneği olacaktır.
Ama kimse kusura bakmasın.
Ben bu çıkışı çok ciddiye alıyorum ve o nedenle de bu kadar aşina bahanelerle geçiştirmem mümkün olamaz.
* * *
Bana göre bu, taammüden yapılmış bir çıkıştır ve amacı Türkiye’nin Avrupa projesine darbe vurmaktır.
Yoksa bir yandan ‘medeniyetler çatışmasını’ önleyecek büyük bir insanlık projesinden söz edeceksiniz, bir yandan da girdiğiniz topluluğun en yaygın dininin, Türkiye’de de yayıldığı paranoyasını yayacaksınız.
Üstelik Avrupa’daki Müslüman sayısının da arttığını bile bile...
Murat Belge dünkü Radikal Gazetesi’nde çok önemli bir saptamada bulundu.
Türkiye’nin eğitimsiz insanlar sorunu değil, tam aksine eğitimli insanlar sorunu bulunduğunu söyledi.
Gerçekten çok, ama çok haklı.
----------------------------------------------------------------------------------
Bunun üzerine www.haberix.com sitesinde Emin Şirin' in konuyla ilgili yorumunu okumanızı tavsiye ederim. Bir bölümünü aşağıya aldım.
Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’e:
“Çok iyi seneler.
Bugünkü, “dinini değiştirmek isteyenler” başlıklı yazınızı okuyunca, “nihayet”, “oh be!” dedim.
Bu nidaları çıkartmamın sebebi, Rahşan Ecevit’in, “din elden gidiyor” sözü değil. “Din elden gidiyor” sözü, bir siyasetçinin edeceği bir laf mıdır? Ederse ne zararı vardır? Sizin dediğiniz gibi din değiştirme özgürlüğü olduğu gibi, aynı dine mensupların, kendi dinlerinden olanları, “saklama, tutma” hakları yok mudur? Bol bol konuşabiliriz...
----------------------------------------------------------------------------------
Burada Emin Şirin çok ama çok önemli bir konuyu satır arasına gizlemiş:
" kendi dinlerinden olanlar saklama-tutma hakları yok mudur?"
Hiç yahudi sevgilisi olmadığından yakınan, takiyeciliğin ağababası için bu sözler çok anlamlıdır. Bu nedenle, aynı takımda yer alma ihtimali kuvvetli olan Murat Belge' nin sözünün çok hoşuna gitmiş olması da doğaldır. Gerçekten de bizi çığrından çıkartanlar çoğunlukla "aydın" dediğimiz bazı eğitimliler değilmidir? Haklıdırlar, Türkiye' nin, tebdil-i şahsiyet olarak olarak ortada dolanan "eğitimli insanlar" sorunu olduğu çok ama çok açıktır.
Bu mühim şahsiyetler ne derse doğrudur ve bazı şeyleri söylemek, söyleyebilmek onların tekelindedir. Aynı düşünceyi siz dile getirseniz medyada yankı bulmaz da, onlar söylerlerse emsal olur, nur olur.
Her şeye rağmen Rahşan hanımın aniden ortaya çıkıp böyle bir tartışmayı neden açtığını henüz anlayabilmiş değilim, bakalım ileride anlarız umarım.
Ancak gerçek olan tek şey varsa bu ülkede artık kim kimdir bilmek, teşhis etmek, anlamak ve değerlendirmek giderek zorlaşmaktadır. Zaman zaman özellikle internet ortamında ÖTEKİLERİNİ TANIMA HAKKI giderek yaygınlaşmaya başlamıştır ki sevindiricidir.
|
nursel yöndem |
Herşeyin bir dengede gitmesi en güzeli, hem karayı hem de akı birarada görebilmek...Güzel haberler görmek elbette herkesin hoşuna gider ama bu herşeyin iyi gittiğini de göstermez. Kararında yapılan doğru eleştirilerin, kimseye zararı olmaz aksine faydası olur. Ben eleştiriyi ve olumlu yönde gelişmeyi durağan olmaya tercih ederim. Her konunun kendi içerisinde önemi az veya çoktur. Ama önemlidir. Dünyanın dört bir tarafında insanı hayretlere düşürecek olağanüstü olaylar meydana gelirken, tüm bu olanları bir kenara bırakıp günlük işlere dalmak, asıl konu olarak saçma sapan konuları belleyip, bunlarla uğraşmak, küçük bir hayatın içine dalıp küçülmek, kısacası küçük insan olmayı kabul etmek bana akılcı gelmiyor. Aciliyetleri hayatımızda ön plana almamız gereklidir. İlk önce kendimizde olanları değiştireceğiz ki başkalarından da değişiklik talep edelim. Sadece kendi yaşamını düşünen, işten eve, evden işe giden, adeta ölüme bekleyenlerden olmayalım! Yaşamın güzelliklerini görmemiz gerektiği gibi çirkinliklerini, yanlışlıkları da görüp, düzeltmeye çalışmak bizlerin sorumluluğu. Gazete sütunları bu işlerin yapılacağı en iyi yer olsa gerek. Bir de üstüne para veriyorlar! Bu imkanı hakkıyla kullananlar olduğu kadar, son derece alakasız kişilerin de olduğu açık.
Give Justice A Hand |
deltaG |
Size boşuna bu adamı iyi tanıyın demiyoruz.
Okuyun ve görün, !!!
kamu oyu yapıcılığı nedir, aba altından kibarca sopa nasıl gösterilir, toplum nasıl şekillendirilir, fikirler inceden nasıl empoze ve kabul ettirilir anlayın.
Yazarlar
15.01.2005
Ertuğrul ÖZKÖK
O hakkımız var ama kullanmıyoruz
DÜN ilginç bir şey öğrendim. Almanya’nın en büyük medya gruplarından Springer’de çalışmaya başlayan herkesle yapılan mukavelede ilginç bir madde varmış.
İşe giren herkes mukaveledeki şu maddeye de imza atarmış:
‘İki Almanya’nın birleşmesi için çalışmayı taahhüt ederim.’
İMZANIN ANLAMI
Sormadım ama, herhalde birleşmeden sonra bu maddeye gerek kalmamıştır.
Canım bunun neresi ilginç diyebilirsiniz.
Şu bakımdan ilginç.
Demek ki bir gazetenin çalışanına, sahibinin görüşünü empoze etme hakkı varmış.
Yani ‘Benim yayın politikam şu. Sen de buna uyacaksın’ deme hakkı.
‘Hakkı varmış’ diyorum.
Tabii ki gazete sahiplerinin bu hakkı kullanıp kullanmama hakkı da vardır.
Yani bazı çalışanlarına, ‘Yorumlarınızda, kanunun dışına çıkmama, hakaret ve iftira yoluna gitmeme şartıyla istediğiniz görüşü yazabilirsiniz’ deme hakkından söz ediyorum.
Hürriyet bu ikinci yolu tercih eden gazetelerden.
Ama bunu yaparken, meşruiyet çizgisi içinde kalan her görüşe aynı hakkı tanıyor.
Bu gazetede Emin Çölaşan da yazıyor, Hadi Uluengin de.
Bunun mantığını da yukarda açıkladım.
BAŞKALARI DA
Biz, sahip olduğumuz dünya görüşünü yazarlarımıza empoze etme hakkını gönüllü olarak kullanmıyoruz.
Ama biz bu haktan vazgeçiyorsak, başkaları da sadece kendi görüşlerini empoze etme hakkını kendinde görmemeli.
Hürriyet gerçeği işte bu demokratik ‘bir arada yaşama kültürüne’ dayalı.
Başkası ne diyor, onu da dinleyeceğiz.
Önemli olan, haberin tarafsızlığı.
Yazarların da Yayın Konseyi’mizin belirlediği ilkelere uygun davranmaları.
İki gün boyunca Doğan Yayın Holding’in düzenlediği yıl sonu toplantısını izledik.
Avrupa’nın önde gelen çok büyük medya gruplarının bazılarının üst düzey yöneticilerinin katıldığı konuşmaları ve paneli dinledik.
Bild Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Kai Diekmann, hepimizi çok etkileyen bir konuşma yaptı.
Almanya’da ‘ciddi’ olarak adlandırılan birçok gazete hem tiraj hem ilan kaybederken, Bild fiyat artırmasına rağmen hem tirajını koruyor, hem de ilan gelirini büyük ölçüde artırıyor.
Fransa’nın Le Monde ve Le Figaro gibi gazeteleri büyük zorluklarla karşılaşıyorlar.
MEFİSTO ANLAŞMASI
Türkiye’de de bugüne kadar ‘ciddi’ imajının rantını yiyen gazetelerin durumu aynı.
En ciddileri günlük harcamalarını karşılayabilmek için her gün bir ‘mefistoyla’ ittifak yapıyor.
O nedenle Türkiye’yi sarsan milyarlarca dolarlık yolsuzluklar karşısında suspus kalıyor.
Neden?
İnsanlar artık ‘ciddi’ gazete istemiyor mu?
Hayır. İnsanlar gazete istiyor. İstemedikleri şey, ‘ciddiyet’ adı altında kendilerine pazarlanan vasatlık, renksizlik, geri kalmışlık.
Bugün hem Türkiye’de hem dünyada artık halkın ve aydınların nabzı iyi yapılmış halk gazetelerinde atıyor.
CİDDİYET RANTİYELERİ
Kai Diekmann, Bild Gazetesi’ni her gün 500 bine yakın öğretim üyesi, siyasetçi, işadamı ve yöneticinin okuduğunu söylüyor.
Yani onu okuyan sadece sıradan Alman vatandaşları değil, aynı zamanda Almanya’nın A ve B grubu.
O yüzden Rusya Cumhurbaşkanı Putin, Bild’e konuşuyor.
Papa II. Paul bu gazeteye demeç veriyor.
Dünyadaki gidiş şunu gösteriyor.
İnsanlar artık ‘ciddiyet rantiyelerinin’ masallarını yutmuyor.
Kaliteli halk gazeteleri yükseliyor, duvar suratlı gazeteler tarihe karışıyor.
|
deltaG |
AYDINLAR(!) GELİYOR KAÇIN....
ATAlarımızın kemikleri sızlamaz mı dersiniz? Canlıyken,hayattayken, benim böylelerini gördükçe, okudukça kalbim, beynim sızlarken, muhterem ölülerimizin hakikaten kemikleri sızlamaz mı acaba? Ne muhteşem bir deyiş bu; HAYATTA İKEN BİZİM İÇİN ÖNEMLİ OLAN İNSANLARIN toprak altındayken KEMİKLERİNİN NASIL SIZLAYAYABİLECEĞİNİ HİSSETMEYE ÇALIŞIN BİR KEZ.
İttihat ve Terakkinin üç paşasından birisi olan Cemal Paşa' nın torunu Milliyet Yazarı Hasan Cemal bakın 21 Nisan 2005 günlü yazısında neler yumurtlamış.
Okuyun ve ibret alın. Ve olaylara nasıl kasıtlı olarak tek yanlı bakılabileceğini görün. İnsafsızca, vicdansızca, yediği kaba nasıl pislenmesi gerektiğinin örneğini anlayın. Ve onun gibi düşünmeyenlerin nasıl tariz edileceğini okuyun. İnsan hakları, demokrasi, cumhuriyet, milli irade,mi,lli çıkar gibi kavramlarnasıl çarpıtılabilir, içleri boşaltılabilir, görün.
Ve karar verin.
Siz hala Siyah Çerçeveli Yazarları mı okuyorsunuz?
Neymiş milli çıkar?
Türkiye'de milli çıkarlar bugüne kadar gerçekten savunulabildi mi?
Yoksa milli çıkar diye diye çıkmaz sokaklarda kıvrandırıldı mı bu ülke?
Neymiş milli çıkarlar? Milli çıkarları savunmak neymiş?
Söyler misiniz?
Örneğin, Kıbrıs'ı yıllar yılı çözümsüzlüğe mahkûm etmek mi?
Kıbrıs'ta çözümsüzlük değil miydi, perde arkasında Ermeni terörü için düğmeye basılmasını hızlandıran?
Kıbrıs'ta çözümsüzlük değil miydi, Güneydoğu'da PKK'nın terör ve şiddet siyasetini kapalı kapılar arkasında körükleyen?
Türk dış politikasının manevra alanını daraltan, Türk diplomasisini esir alarak enerjisini tüketen, hatta yaratıcılığını körelten, Kıbrıs'taki çözümsüzlük değil miydi?
Söyler misiniz?
Neymiş milli çıkarları savunmak?
Yıllar yılı Kürt yok, Türk var demek mi? Kürtçe konuşulmasını bile yasaklamak mı? Hem Türkiye Cumhuriyeti'nin eşit vatandaşlığından söz edip, hem demokrasi şarkıları söyleyip, hem de Kürtlerin kimliğini inkâr etmek mi?
Bu mu milli çıkarları savunmak?
Ya da Kürt diyeni 22 ay hapse atmak mı, milli çıkarları savunmak? Kürt dedi diye, Kürdistan dedi diye, hem 'fikir suçu'ndan hapse atıp, hem de içeride terörist muamelesi yapmak mı? Kürtçe isim konulmasını yasaklamak mı? Kürtçe yer isimlerini kanun zoruyla değiştirmek mi?
İflas etmedi mi bu politikalar?
Eğer milli çıkarlar yıllar yılı böyle savunulduysa, Güneydoğu nasıl yangın yerine döndü? Türkiye maddi ve manevi bakımdan nasıl kanadı durdu? Kan ve gözyaşıyla yüklü bu süreçte, bir yandan demokrasi ve hukukun kolu kanadı kırılırken, öte yandan aş ve iş sorununun çözülmesi için gerekli kaynakların silaha harcanması mıydı?
Neymiş milli çıkarlar?
Susurluk'la hukuk devletinin altını oymak mı?
Neymiş milli çıkarlar?
Alevileri yok saymak mı? Tarihimizin çirkin, kepaze sayfalarını yok saymak mı? Yok saymakla yok olmadılar.
Tam tersine...
Hepsi varlığını koruyor. Milli çıkarları korumak böyle mi oluyor?
Alın bir örnek daha:
1915 Ermeni tehciri...
Yıllar yılı yok saymadık mı bunu da?
Yok edebildik mi?.. Hayır.
Dünya âlemi ikna edebildik mi? Hayır. Artık Türkiye dışında bizim resmi tezleri savunabilecek saygın tarihçiler de bulunamıyor.
Milli çıkarları savunmak bu mu?
Şimdi "Tarihi tarihçilere bırakalım!" diyoruz.
İyi, güzel.
Ama ille de bizim gibi düşünen tarihçiler istiyoruz. Farklı sese tahammül edemiyoruz. Vatan hainliği, Türk düşmanlığı suçlamalarıyla yeri göğü inletiyoruz.
Söyleyin.
Milli çıkarları savunmak neymiş?
1960'larda, hatta 1970'lerde kalkınma yarışına birlikte başladığımız Yunanistan'ın bugün kişi başına milli geliri 20 bin dolar çizgisine yaklaşırken, bizim hâlâ 4 bin dolarda teklememiz mi?
Kıbrıs Rumları 20 bin doları vurmuşken, Kıbrıs Türklerinin hâlâ 5 bin dolarda emeklemesi mi?
Milli çıkarlar böyle mi savunuldu?
Söyler misiniz?
Milli çıkarların savunulması mıydı, bu topraklarda yazarı çizeri mahkeme kapılarında, hapishanelerde inim inim inletmek?
İşkence yapmak?..
Bok yedirmek?..
Bunlar milli çıkarların gereği olarak mı yapıldı?
Milli çıkarların gereği miydi, iti ite kırdırma politikaları? Eli sopalı adamların sokağa çıkmaları mıydı, milli çıkarların korunması? Yoksa Kahramanmaraş, Çorum, Madımak katliamları mıydı milli çıkarların korunması?
Kimileri böyle düşünüyor.
Kimileri biraz daha farklı.
Her biri çıkmaz sokak olan ve Türkiye'nin her bakımdan ilerlemesini engellemiş siyasetleri yıllar yılı devlet kapısında görevleri gereği dışarıya, dış dünyaya karşı savundukları için beyinleri şartlanmış, gözleri perdelenmiş olabilir bu gibilerin. Devlet kapısından başka bir şey bilmedikleri için, onca yıl devletten geçindikleri için devlete tapıyor da olabilirler.
'Kapıkulu'durlar.
Bu yüzden demokrasinin, hukukun, insan haklarının ve bireysel özgürlüklerin nasıl devletle mücadele ederek, nasıl devletin alanını daraltarak gerçekleştiğine akıl erdirmeleri güçtür.
Çünkü bu açıdan refleksleri körelmiştir. Sadece devletçi-milliyetçi refleksleri gelişmiştir. Her Allah'ın günü devletle ilgili güzelleme yapmayı, özellikle yurtdışında bir devlet görevi olarak belleyenler, bu topraklarda yaşananı, acıları göremez, kavrayamaz.
Yalanda yaşamaya devam ederler.
O kadar. |
dipdalga |
Sayın DeltaG,
Dikkat çektiğiniz mesele çok önemli ve atlanmaması gerekir.
Ancak dediğiniz gibi durum bilinmeli ve doğru çerçeveden izlenmelidir. Bu da çeşitli çevrelerce zaten yapılmaktadır. Askerlerimizin okuma alışkanlığı olması doğrusu içimi ferah tutan yegâne dayanağım diyebilirim.
Bu ülkede Mustafa Kemâller tükenmeyecektir. Onun milliyetçi Kemalistleri de. Bu böyle biline...
Bize düşen ise bunları doğru bilinçle takip etmek ve bu sözde aydınların yaratmaya çalıştıkları sahte gündemlerin anti-tezlerini oluşturmaktır. Bu sivil toplumun işidir, bunu da askerlerimizden beklememeliyiz. Zaman zaman GenKur gerekli açıklamaları net bir şekilde ortaya koymaktadır. Ayrıca siyah çerçeveli yazar gibi eleştirilen Sn. Cevizoğlu gibi Aydınlarımız bunu çok da güzel başarmaktalar. Biz ise askerlerimizin ve gerçek aydınlarımızın toplumdaki takipçileri, gözleri, kulakları, gerekirse de yumrukları olmayı bilmeliyiz...
GERÇEK AYDINLARIMIZ SAHİPSİZ DEĞİLLERDİR !!!
Sevgi ve saygılar.
|
deltaG |
ARTIK BU HASAN CEMAL İÇİN DE AYRI BİR SAYFA AÇMANIN VAKTİ GELDİ SANKİ.
İyiden iyiye kafayı kırmaya başladı zira son iki gündür.,
Bu kez de Genel Kurmay Başkanımızın yaptığı konuşmaya takmış efendim bu siyasi alana müdahaleymiş.
Konuşmanın içeriğini geçmiş miş de
silahlı kuvvetler devlet içinde devlet gibi davranamazmış da ... vs. vs.
Adam mazrufu bıraktı zarfla uğraşıyor.
Peki be adam bu konuşmada dile getirilenleri başkaları ( benim gözümde gerçek aydınlar,gazeteciler, yazarlar, bilim adamları akil adamlar vb.) dile getirdiklerinde onları nasıl suçladığınızı statükocu veya paranoyak olarak değerlendirdiğinizi ne çabuk unuttunuz. (Ki zaten benim gözümle "aydınların" söyledikleri de sınırlı bir medyada yer buluyor onlara dahi izin vermiyorsunuz.)
Yok Yok unutmadınız yine dezenformasyona ve falsifikasyona devam ediyorsunuz. Size yüklenen görevinizi gayet layıkıyla yerine getiriyorsunuz.
Nedendir bu asker alerjisi sizde anlam veremiyoruz, DEDENİZ DE BİR OSMANLI PAŞASIYDI, İTTİHAT TERAKKİCİYDİ,
yoksa dedenizin ölümünden şimdiki askeri mi sorumlu tutuyorsunuz.
Yoksa huzursuzluğunuz Sayın Cumhurbaşkanımızın son günlerde yaptığı konuşmalar ile eş zamanlı yapılan asker açıklamaları mı?
Peki söylenenlerin hangisi yanlış?
Yoksa bir yerlerden burnunuza bazı kokular geliyor da diyemiyormusunuz?
Peki Başbakanınızın MÜSİAD toplantısındaki söylemlerine ne demeli? Henüz bu konuda bir şey yumurtlamadınız merakla bekliyoruz.
Bakın Başbakanınız neler demiş :
“AB’de birçok dayatmalar olduğu doğru. Hatta bizi parçalamaya yönelik tezler geldiği de oluyor. Ama orada dik durmanız halinde kimsenin kalkıp da ülkemizin üzerinde böyle tasarruf yapması mümkün değil!”
***
Bunu cevabını Özdemir İnce vermiş :
"Gelelim Avrupa Birliği mecnunlarına: Avrupa Birliği’ne karşı kuşkulu davrananlara, işin aslını araştıran sorular soranlara “paranoyak” sıfatını yapıştırıyorlardı. Ve bunu AKP hükümetini desteklemek için yapıyorlardı.
İşte şimdi AKP hükümetinin başındaki kişi de bölünme ve parçalanma tehlikesinden söz ediyor ve bizim mecnun köşemenler dut yemiş bülbül gibi susuyorlar."
Her neyse buyrun size bir kök Hasan Cemal yazısı;
-------------------------------------------------
Siyasal alana müdahale!
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök önceki gün Harp Akademileri'nde konuştu.
Uzun bir konuşmaydı.
Tam 45 sayfa.
Küçük boy bir kitapçık.
Hükümet programları ya da başbakanların TBMM'deki program konuşmaları da aşağı yukarı aynı uzunluktadır.
İçerik açısından da durum farklı sayılmaz. Orgeneral Özkök, bir başbakanın değinebileceği birçok siyasal konuya ayrıntılı biçimde girmiş.
Üstelik medyanın önünde.
Kapalı kapılar arkasında değil.
Kurmay titizliğiyle hazırlanmış bir konuşma. Özkök Paşa üslubu, yani köşeli olmayan, yumuşak bir tarz konuşmanın genel havasına ve satır aralarına damgasını vurmuş. Mesajların yer yer ince ince verilmesine çalışılmış.
Konuşmanın içeriğine gelince...
Elbette katıldığım birçok nokta var. Ama katılmadığım, eleştirebileceğim bölümler de yok değil.
Yazı konum bu değil.
Muhtevaya girmeyeceğim.
Girmek istemediğim bir konu daha var:
Hükümet boşluğu konusu.
Hükümet, özellikle 17 Aralık'tan beri siyasal boşluk yarattığı için mi, birçok açıdan yapılması gereken çıkışları yapamadığı, atılması gereken adımları atamadığı için mi konuştu Genelkurmay Başkanı?..
Olabilir.
Ama bu da değil yazı konum.
Bir Genelkurmay Başkanı tarafından kamuoyu önünde yapılmış olan 45 sayfalık böyle bir konuşma için benim yorumum üç sözcüklü:
Siyasal alana müdahaledir!
Onun için de yanlış buldum.
Demokratik rejimlerde silahlı kuvvetler, devlet içinde devlet gibi davranmaz, davranamaz. Demokratik rejimlerde silahlı kuvvetler, bir siyasal partiymiş gibi davranmaz, davranamaz. Demokratik rejimlerde silahlı kuvvetler, siyasal alana bu kadar ayrıntısıyla girmez, giremez.
Olağan değildir bu.
Rejimi istikrarsız kılar.
Sivil-asker ilişkilerinden kaynaklanan bu istikrarsızlık, en başta ekonomi olmak üzere yaşamın birçok alanını zehirler. Siyaseti rayından çıkarıcı sonuçlar gündeme gelebilir.
Türkiye bu kısır döngüyü çok yaşadı. 27 Mayıs'a, 12 Mart'a, 12 Eylül'e ve 28 Şubat'a böyle gelindi. Bu darbe ve kesintiler, Türkiye'yi ileriye götürmedi.
Köstekledi.
Yörüngesinden çıkardı.
Bir başka nokta var.
Cumhuriyet'in kuruluşu dahil, tarihimizdeki modernleşme sürecinde askerin oynadığı öncü rolden başlayarak, siyasetin boşlukları ve kötü idare örneklerine kadar birçok malzeme çıkarılabilir, darbe ve müdahaleleri mazur gösterebilecek.
Aynı mantık, yakın tarihimizde Genelkurmay başkanlarının yapmış oldukları birçok çıkış ve konuşma için de geçerli olabilir.
Ama bir gerçek değişmez:
Bütün bu müdahaleler, bu ülkede her şeyin başı olan siyasal istikrara katkı yapmamıştır.
Tam tersine...
İstikrarsızlığı körüklemiş, sivil-asker arasındaki güvensizlik duvarını yükseltmiş, siyasetin zaman içinde kalite kazanmasını önlemiş, rejimin demokratik niteliğini zedelemiştir.
Türk Silahlı Kuvvetleri hiç kuşkusuz bu ülkenin temel direklerinden biridir. Kaygıları olabilir, vardır da.
Ama bunları dile getirmek, tartışmak için Milli Güvenlik Kurumu vardır. Başbakan'la Genelkurmay Başkanı arasında haftalık görüşme geleneği vardır.
Demokratik rejimlerde isabetli olan, böylesi platformları kullanmaktan geçiyor.
Siyasal alana müdahaleden değil.
|
dipdalga |
Allah insanı şaşırtmasın... Daha ne denir ki? Bu adama ne denebilir? Allah akıl fikir versin. Senin TSK ya dil uzatmaya haddin var mı? Bu da herhalde benim anlayamadığım türden bir düşünce özgürlüğü olsa gerek? Vallahi ne bileyim, bu kadar demokrasi acaba dünyanın hangi ülkesinde var k.. kırık bir gazeteci kalkacak bu konuları eleştirercek.. Bu haddini bilmemekten başka birşey olamaz. Pes yani. |
dipdalga |
Ulustan gerçeği saklayanlar kendilerinin de aldandıklarına inanmalıdırlar. M. Kemâl Atatürk. |
deltaG |
HASAN CEMAL & Co yazarları
Sayın Özdemir İnce ne de güzel bir şirket unvanı bulmuş,
Gerçekten de, iyi yönetilen ve bol temettülü bir şirketin ortakları gibi davranıyorlar. Artık temettüleri nedir onu tam olarak bilemiyoruz ama az çok kestirebiliyoruz.
Genel Kurmay Başkanının konuşmalarını siyasete müdahale olarak değerlendiren zihniyet, bu konuşmaların yapılma nedenleri üzerinde hiç durmuyor. Sayın Özkök'ün ifade ettiği düşünceler bazı siviller tarafından söylenmiyor mu hiç? elbette söyleniyor ama MEDYA'DA YERİNİ BULABİLİYOR MU? HAYIR. Çünkü medya da bu şirketin kuşatması altındadır.
Peki bu şirketin hangi ortağı köşesinde Türkiye'ye dayatılmak istenen ILIMLI İSLAM modeline karşı çıktı,hangisi Türkiye LAİK bir devlettir diyebildi ve bu model dayatmasına açıkça ve mertçe karşı koyabildi?
Bu modeli dayatmak isteyenleri eleştirebildi? Yapmadılar yapamadılar yapamazlardı.Çünkü onlar eski LP lerde (yaşı 40'ın üstünde olanlar daha rahat anlayacaktır) gramofonun önünde duran ve sahibinin sesini dinleyenlerdir.
Bu şirket ortaklarının, duydukları zaman tüylerini diken diken eden ÖTEKİLERİNİ TANIMA HAKKInı iyi kullanalım. Bizleri kimlerin yönettiğini,yönlendirdiğini iyi kavrayalım. Özellikle bu İÇ TİCARET ŞİRKETİ ORTAKLARI kimlerdir iyi bilelim. (belleyelim diyecem yanlış anlaşılacak!)
Sizi Özdemir İnce'nin güzel yazısıyla başbaşa bırakayım
----------------------------------
30.04.2005 Hürriyet
Özdemir İNCE
Demokrasi şantajı
oince@hurriyet.com.tr
‘HASAN Cemal & Co.’ yazarları, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün Harp Akademileri’nde yaptığı konuşmanın siyasal alana ve demokratik rejime müdahale olduğunu yazdılar.
Silahlı Kuvvetler’in bir siyasal parti gibi davranamayacağını ileri sürdüler.
Bu görüşleri ben de paylaşıyorum. Sayın Orgeneral’e sorulsa o da konuşmasının gerçek demokrasiyle bağdaşmadığını kabul edecektir.
O zaman Genelkurmay Başkanı’nın konuşmasını biçimsel olarak eleştirmeden önce konuşmanın içeriğini ve yapıldığı siyasal ve toplumsal topludurumu (konjonktürü) değerlendirelim. Bu da yetmez, bu topludurum içinde başta kınamacı yazarlar olmak üzere bu topraklar üzerinde yaşayan özel ve tüzel kişilerin sorumluluk paylarını irdeleyelim.
* * *
Demokrat insan çok boyutlu ama bütünsel (üniter) bir varlıktır. Demokrasiyi savunup o demokrasinin üzerine oturduğu rejimi ve rejimin yapılarını savunmazsanız, sizin demokrasinize soyut ya da ütopik demokrasi denir. Türkiye bağlamında her demokrat cumhuriyetçi olmak, cumhuriyetin yapı ve ilkelerini savunmak zorundadır. Oyunun kuralı budur ve oyunu bu kurala göre oynamak gerekiyor.
* * *
Genelkurmay Başkanı ‘Türkiye nüfusunun yüzde 99’a yakın bölümü Müslüman’dır ancak Türkiye; laik, demokratik ve sosyal hukuk devletidir. Türkiye ne bir İslam devleti ne de İslam ülkesidir’ diyor.
Anayasasının değişmez ikinci maddesine göre laik bir devlet olduğu, TBMM yasama gücünü halktan aldığı, yasalarının referansı din olmadığı için, Türkiye ne İslam ülkesidir, ne de İslam devletidir. Bu anlamı açık cümleyi anlamazdan gelip şehitlerden, gazilerden söz edenler de var. Bunlar da Türkiye’nin yeniden tanımlanması çabalarının demokrasiyle değil ama rejimiyle ilişkili olduğunu anlamak istemedikleri için yeni emperyalizmin suç ortağı sayılırlar.
* * *
‘Ilımlı İslam’ deyimini 2003 yılı mayıs ayında Amerikalılar kullandılar. Irak yeniden inşa edilirken, kendi zorlama yorumlarına göre, ılımlı İslam ile demokrasiyi bağdaştırmış sayılan Türkiye’nin örnek alınacağını ilan ettiler. Demokrasi havarisi neoliberal ve İkinci Cumhuriyetçi köşemenler Amerikalıların bu projelerini alkışlarken, ben Türkiye’nin ancak laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti olan cumhuriyeti ile örnek olabileceğini yazdım.
Çünkü ‘Ilımlı İslam’ deyimi bir rejim değişikliği projesinin parçası olabilir. Demokrasi havarisi neoliberal ve İkinci Cumhuriyetçi köşemenlerin Cumhuriyet’le ve onun temel ilkeleriyle başları hoş olmadığı için ABD’nin bu tasarısına karşı çıkmadılar. Aynı öneri ‘Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi’ içinde tekrarlandığı zaman da ağızlarını açmadılar.
Aynı sessiz onay, AKP’nin İslami bir parti olduğu tanımlamasına karşı çıkıp ‘Hayır, AKP muhafazakar demokrattır’ diyen iktidar partisi ve hükümette de görüldü.
Cumhuriyet’in varlığını hedef alan projeleri suskunlukla karşılayacaksınız ve alkışlayacaksınız. Sizi eleştiren Genelkurmay Başkanı’nın davranışını demokrasiye aykırı bulacaksınız.
Demokrat olmanın ilk koşulu Cumhuriyet’in sorumlu vatandaşı olmaktır!... Gerisi, lagaluga ile demokrasi şantajı yapmak olur.
|
deltaG |
Mailime düşen bir haberi aktarayım
Birand'ın yayın arası kazası
07 Ekim 2005 09:40
--------------------------------------------------------------------------------
CNNTÜRK'te canlı yayına hazırlanan usta gazeteci Mehmet Ali Birand yayın arası kazası sanal aleme sızdı. M.Ali Birand, M.Ali Yalçındağ'a bakın nasıl cevap veriyor.
Tüm Türkiye ile birlikte gözlerimiz televizyonlarda ve Starzburg'tan gelen haberlere kitlenmiş durumdayız. DHA'nın ofisinde olduğumuz için doğal olarak haberleri CNN TÜRK'ten izliyoruz.
Starzburg'ta Mehmet Ali Birand konukları ile gelişmeleri değerlendiriyor ve kritik dakikaları aktarıyor. Zaman öğleden sonrayı biraz geçmiş ve hep birlikte moraller bozulmaya başladı, gelen haberler olumsuz yönde. CNN TÜRK'ü UP-LİNK'ten (yayını ön izleme) kanalından izliyoruz. Yani siz Televizyonda sadece konuşmaları duyabiliyorsunuz biz ise reklâm aralarında dahi olup biteni izliyoruz. Kendi aralarındaki konuşmaları, telefonlaşmaları ve Mehmet Ali Birand'ın asistanlarına kahve için bağırdığını duyabiliyoruz.
Reklam arası verilmiş "canlı" yayına 5 dakika var. Mehmet Ali Birant'ın cep telefonu çalıyor, telefonun ucundaki İstanbul'da bulunan Doğan Yayın Grubunun başındaki isim Mehmet Ali Yalçındağ. Evet ikili arasında şu tarihi konuşma geçiyor:
"Birand: Mehmet burada işler kötüye doğru gidiyor. Bugün bizim gruptaki bazı gazetelerden çarpık sesler çıkmış, onları sustur. Ben buraya hakim olmaya çalışıyorum. Biz bu adamın (Başbakan Tayyip Erdoğan'ın) arkasında durmazsak bu adamı yerler. Sen o yüzden İstanbul'dakileri sağlam tut."
Mehmet Ali Birand'ın ağzından dökülen kelimeler aynen böyle. Biz donup kalıyoruz. Ofiste benden başka dört-beş kişi daha var. Herkes şok olmuş durumda. Hemen Hürriyet gazetesinin Kıbrıs muhabiri Ömer Bilge telefona sarılıyor ve Starzburg'da ki CNN TÜRK ekibini arıyor ve konuşmaların UP-Link ten duyulduğunu söylüyor. Yönetmen koşarak Birand'a cep telefonunu kapatmasını söylüyor. M. Birant önce anlamıyor sonra anlatıyorlar "efendim mikrofon yakanızda olduğu için ön izleme yapanlar sizi duydular" diyor ve M. Birant'ın ağzından Ha...S.....tir sözcükleri dökülüyor önce ve sonra herkese basıyor fırçayı... İşte Türkiye'nin tarihi gerçeklerinden biride böyle yaşanmış oluyor.
|
deltaG |
bu yazı üzerine elbette biz de bir şeyler yazacağız, şimdilik sadece okuyalım........
FETHULLAH GÜLEN'LE ''HİCRET''TE ''HASRET'' GİDERME...
Amerika'nın neredeyse orta yeri diyebileceğimiz "rüzgârlı şehir" Chicago'da iki gün geçirdikten sonra, kendimizi, güneyde Teksas'ta, Houston'da bulmuştuk. Michigan Gölü'nün rüzgar estiğinde kesen soğuğundan, Meksika Körfezi'nin dibine, tropikal rutubet ve sıcaklığa geçmiştik...
Amerika'dan Avustralya'ya, İngiltere'den Kanada'ya, dünyanın ileri gelen ilahiyat, tasavvuf ve felsefe uzmanları ve "İslamolog"larının "Fethullah Gülen Hareketi" (ve tabii Fethullah Gülen'in kendisi ve dünyanın her yerine yayılmış ve dünyada pek eşi bulunmayan okullar tecrübesi) üzerindeki tebliğlerini dinledik, tartışmalara katıldık. Geniş Amerikan coğrafyasındaki zamanımız, genellikle, kapalı mekanlarda geçti.
Şimdi, Amerika'nın bambaşka bir köşesindeyiz. Kuzeybatı'da. Hoş sonbahar günleri. Sonbahar, Amerika'nın bu köşesinde, özellikle güzellikler saçar. New York'a iki-iki buçuk; Philadelphia'ya bir buçuk saat uzaklıkta. Pennsylvania eyaletinde bir orman kampının içindeyiz. Fethullah Gülen burada. Fethullah Gülen ile birlikteyiz...
104 dönümlük, 10 binayı içeren bir arazinin ortasında, "merkez bina"da nihayet "hasret" giderecektik. Akşam yemeğini beraber yiyecektik. "Hasret" giderecektik sözü öylesine, gelişigüzel sarfedilmiş bir cümle değil. Bir hesapladım, Fethullah Gülen ile en son 1998'de görüşmüş olmalıyız. Dile kolay 7 yıl geçmiş, belki de 7,5 yıl.
Bana sanki hiç değişmemiş gibi geldi. Kendisine de söyledim, yüzüne bakınca gayet sağlıklı görünüyordu. Oysa, 7-7,5 yılın acımasız yıpratma ve yıpranma hükmünün, hepimizde izlerini bırakmış olduğu kesin. Bu yılların bendeki farkını, 7 yıl önceki fotoğraflarımdan biliyorum. Fethullah Hoca'nın ya da alışmış olduğumuz hitap tarzımızla "Hocaefendi"nin, aradan geçen bu 7-7,5 yıl zarfında nasıl sağlık sorunlarıyla boğuştuğunu, Amerika'nın bu güzel doğa köşesinin, onun için aslında nasıl bir "çilehane" olarak yaşandığını biliyoruz.
Fethullah Gülen'le bunca zaman sonra bir araya gelmiş, onu görmüş olmaktan olağanüstü mutlu olduğumu dışa vurmadım. İçimde yaşadım. Yazıyla bu "kayıt"ı "düşmüş" oluyorum. Bizi, birbirimizi görmekten men eden bir ortam oluşturan, "28 Şubat süreci" idi. Ona yönelik "karakter katli" kampanyaları, televizyonlarda birdenbire tedavüle sokulan, gerçekliği kuşkulu "provokasyon kasetleri", Gülen'i ülkesini terk etmeye zorlamıştı.
Bunca zaman sonra bir araya gelmemizden çok mutlu oldum. Sanki, içimizden "28 Şubat sürecine paydos" diye avazımız çıktığı kadar bağırmışız gibi hissettiğim için de...
Akşam yemeğinden sonra yukarı salona çıktık. Çaylar eşliğinde sohbet. "Eski günlerdeki" gibiydi. Türkiye'de arada bir öyle yapmaz mıydık?
Gecenin geç bir saatinde, 104 dönümlük orman arazisi içindeki evlerden birinde bu yazıyı yazmak amacıyla odama çekilip, dizüstü bilgisayarımı kucağıma aldığımda, bazılarının "1000 yıl devam edeceği"ni ileri sürdüğü "28 Şubat dönemi"nin adeta bir "ışık hızıyla" geçip, geride kaldığını aklımdan geçiriyorum. "Örtülü faşizm günleri"... Fethullah Gülen'le görüşemediğimiz günler. Fethullah Gülen'in Türkiye'yi terk etmek zorunda bırakıldığı, tansiyonunun 22'lere fırladığı o günler. Bugünün başbakanı Tayyip Erdoğan'ın hapsi boyladığı günler.
Tayyip Erdoğan, Trakya'da üç aylığına gönderildiği "Yusuf yuvası"ndan çıkıp, Ankara'da "Başbakanlık konutu"na yerleşebildiğine göre, Fethullah Gülen ile Pennsylvania'da buluşmamızın, ona konuk olmanın zamanı geldi, hatta geçti demektir. Ama, bir yandan da, Fethullah Gülen'in Türkiye'de yaşayabileceği şartlarda hala bulunamıyor olması, bu "gurbette" ve böylesine bir "hicret"te kalmaya devam etmesi de hüzün verici. "28 Şubat"tan aslında tümüyle "çıkamadığımız"ın bir göstergesi.
"28 Şubat'ın tutuklusu" bugün Başbakan olsa da bu böyle. Örneğin, "28 Şubat lanetlileri" nden biri olan benim, "itibarımın" gereği gibi "iade edilmediği"nin farkındayım. Hem, asıl, "28 Şubat'ın zoraki sürgünü"nün de, sürgünü bitmedi. Pennsylvania'da sürüyor.
O bakımdan, Fethullah Hocaefendi ile bu "buluşmamız" bana şu an pek "dramatik" geldi...
Amerika'da, 104 dönümlük bir orman kampında yaşıyor olduğuna bakmayın; bunca yılı, "merkez bina"daki küçük bir odasında geçirmiş o. Burası aslında onun "çilehane"si. "Gücü", bir "tasavvuf ehli" olmasından geliyor olmalı.
Fethullah Hoca, bir yandan olağanüstü basit ve sade bir insan. Ama, aynı zamanda da aynı olağanüstülükte karmaşık bir iç dünyası var. İnsan, dünyanın nice otoritesinin onun hakkında sayfalar dolu araştırma yapma gereğini niçin duyduğunu Chicago ve Houston'da dinledikten sonra, kendisiyle Pennsylvania'nın bir beldesinde yüz yüze görüşünce daha da iyi anlıyor.
Unutmayın, bu basit, sade, utangaç insan, St. Petersburg'dan Yemen'e, Japonya'dan Endonezya'ya, Makedonya'dan Avustralya'ya Türkiye'nin ve Müslüman kimliğin yüz akı 700 okulun, bunların arkasındaki binlerce "meçhul asker"in emeğinin ilham kaynağı. Türkiye'nin dünya çapındaki en etkili, en saygın değerlerinden biri...
cengizcandar@haberturk.com
Yazı giriş tarihi - saati : 16.11.2005 - 11:40 |
deltaG |
ORTADOKS İSLAM - PROTESTAN İSLAM (HER NE DEMEKSE)
BAKIN SİYAH ÇERÇEVELİ YENİ YAZILARINDA SÜÜPPEERRR HABERLER VAR
ARTIK BİZİM BİLDİĞİMİZ KENDİ HALİNDE GELENEKSEL OLARAK İSLAMI YAŞAYANLAR (OUT) PROTESTAN İSLAMİYET (IN)
ÇAĞDAŞ BATI UYGARLIĞI artık işi gücü bıraktı İslam' la uğraşıyor. Bu uğraşısı da "İslamı nasıl bozarız.." için ve nihayet PROTESTAN İSLAMİYETİ yumurtladılar. Bunu da yine etkili ve yetkili medya elemanları vasıtasıyla ufaktan zerketmeye başlamışlar. Her zamanki gibi öncüleri başta ERTUĞRUL olmak üzere kervana bir de FATİH ALTAYLI mı katıldı ne?
Ama en ilginç olan nokta yine ERUĞRUL' UN yazısında gizli. Bakın ne diyor.
Fatih Altaylı dünkü yazısında, bu olayın İslam'ın Türkiye'de, Hıristiyanlık'taki "Protestan ahlakının" doğuşuna benzer bir hareketi başlattığını yazıyordu.
"Müslümanlığın Protestanlaşması" kavramını üç hafta önce Paris'te "Avrupa İstikrar Girişi" adlı bir kuruluş tarafından hazırlanan raporda görmüştüm.
Bu kavramı, İslam'da bir reformun başlaması anlamında kullanıyorlardı.
Sanıyorum, bu gelişmenin ilk cesur işaretlerine tanık oluyoruz.
AVRUPA İSTİKRAR GİRİŞİMİ, bu da ne ola ki??? Hele biraz araştıralım...
Bizim oğlan sevgili ERTUĞRUL bugün köşesinde bunu CESUR ADIMLAR olarak yorumlamış.
Neymiş bu CESUR ADIMLAR?
İstanbul' da kadınlar ve erkekler camide yan yana, kadınlar başları açık vaziyette (yaz aylarında göbekleri de açık) saf tutarak Cuma namazı kılıyorlarmış.
Bu cemaatin arasında "adam gibi adam" RTE' nin başdanışmanı CÜNEYT ZAPSU' nun hanımı da varmış.
Zapsu açıklamasında şöyle demiş:
"Kadın-erkek karışık namaz kılınmasına bir itirazım yok. Ama benim bildiğim hanımların namaz sırasında başları açık olarak ibadet etmelerinin doğru olmadığıdır. Kendisi ile görüşeceğim. Eşimin başörtüsü ile de ibadet ettiğine şahidim. Onun senelerdir namaz ibadetini eksiksiz yerine getirmesi beni sadece sevindirir."
Demek ki AKP herşeyde ve her yerde yaptığı gibi dinde de reform yapacak, öyle anlaşılıyor. Baksanıza AKP' nin Genel Başkanı, ülkemizin Başbakanı, elma suyu içen inançlı insan,adam gibi adam'ın seçtiği BAŞDANIŞMAN, namazda kadın ve erkeklerin yanyana saf tutmalarına bir itirazım yok diyebiliyor. (Buna Anadolu' da ÖRT Kİ ÖLEM DERLER...!!)
PROTESTAN İSLAMİYET kendilerine hayırlara vesile olur inşallah....
Bu ZAPSU hakkında da çeşitli rivayetler var, aslında bir dönme aileden geldiği gibi. Her nedense bu gibi ucubelikleri yaratanlar hakkında hep bu suçlamada bulunulur ama, ucubelikleri ve yaratanları alt alta koyduğunuzda da bu gerçek ortaya çıkar nedense.
Şimdi bizim oğlanı okuyalım artık...
Ertuğrul ÖZKÖK
AKP'ye zarar verir mi
SUBAŞI Camii'nde cuma namazı kılan kadınlı erkekli grubun fotoğrafını görünce Başbakan'ın danışmanı Cüneyd Zapsu'yu aradım.
Zapsu'nun eşi Beyza Zapsu ile üç yıl kadar önce Büyükdere'deki evlerinde tanışmıştım.
Modern, dünyaya açık bir insandı.
Cüneyd Zapsu bu fotoğraftan dolayı üzgündü.
Eşinin cuma namazına gittiğini o da bu fotoğraftan öğrenmiş. Şunu söyledi:
"Kadın-erkek karışık namaz kılınmasına bir itirazım yok. Ama benim bildiğim hanımların namaz sırasında başları açık olarak ibadet etmelerinin doğru olmadığıdır. Kendisi ile görüşeceğim. Eşimin başörtüsü ile de ibadet ettiğine şahidim. Onun senelerdir namaz ibadetini eksiksiz yerine getirmesi beni sadece sevindirir."
Zapsu devamla "Gidip Başbakan'a bilgi vereceğim. Bundan dolayı AKP'ye zarar gelmesini istemem. O nedenle gerekeni yaparım" dedi.
* * *
Aramızda çok ilginç bir konuşma geçti.
Ben, "Bu fotoğraf AKP'ye niye zarar versin. Eşin kötü bir şey mi yapmış? Tam aksine modern Batılı bir kadın ve camide cuma namazına gitmiş" dedim. burada moral motivasyon destek veriliyor, deltaG)
O meseleye farklı bir açıdan bakıyordu.
"Türban karşıtları bunu partiye karşı kullanabilir" diyordu.
Ben, "Anlamadım, nasıl kullanırlar" deyince de şu yorumu yaptı:
"Üniversitelerde türbana karşı olanlar, şimdi "Bakın siz türbanlı kızların üniversiteye girerken türbanlarını çıkarmasına karşı çıkıyorsunuz. Ama eşleriniz camiye bile başı açık girebiliyor. Demek ki üniversiteye girerken de türban çıkarılabilirmiş" diyebilirler."
Ben ise tam aksi bir yorum yaptım:
"Siz de şunu söyleyebilirsiniz: "Sizler, bizim eşlerimizin, kızlarımızın başını zorla örttürdüğümüzü, kendi özgür iradeleri ile örtünmediklerini söylüyordunuz. Bakın bizim eşlerimizin bir kısmı özgür iradesi ile başını örtüyor, bir kısmı ise yine özgür iradesi ile örtmüyor, hatta camiye bile böyle gidiyor." Allahım sen aklıma mukayyet ol...deltaG)
* * *
Peki Başbakan bu fotoğrafa ne tepki gösterebilir?
Erdoğan akıllı bir insandır. Ben samimi olarak, böyle bir şeye tepki göstereceğini sanmıyordum.
AKP içinden hiç tepki gelmez mi? Hiç şüphesiz AKP'nin bir kanadından tepki gelecektir. demek ki bir kanadından da tepki gelmeyeceeek, peki bu kanat acep hangi kanat? deltaG.
Ama o çevreler, Beyza Zapsu'nun bırakın camide saf tutmasına, dışarda başını örtmemesine bile tepki gösteren kişilerdir.
Dolayısıyla onların tepkisini önemsememek gerekir.
Ayrıca onlara cevap vermek de çok kolay.
"Hani eşlerimiz özgür iradeleri ile hareket ediyorlardı" der geçersiniz.
Ayrıca, Ulaştırma Bakanı'nın eşinin yol kenarı lokantasında çekilen fotoğrafını hatırlatır, "Bu kadınlardan hangisi gerçek özgür iradesi ile davranıyor" der ve tartışmayı kapatırsınız. ( bu adama hayranlığım bu ifadeden sonra artık tepe noktasına vardı.deltaG)
* * *
Bu haberin Hürriyet'te yayınlanacağını öğrendikten sonra Cüneyd Zapsu'nun Başbakan Erdoğan'a durumu anlattığını öğrendim.
Erdoğan beklediğim tepkiyi vermiş:
"Bunun için canını üzme..."
Ancak Beyza Zapsu bu fotoğrafın yayınlanmasına çok üzülmüş.
Bence üzülmesi için hiçbir sebep yok.
Bu fotoğraf, kadınların dinle ilişkilerinde ikinci önemli tartışmayı başlatıyor.
Birincisi İzmir'de bir camide kadınların cenaze namazına erkeklerle aynı safta katılmalarıydı.
O fotoğraftan sonra Türkiye'nin birçok yerinde kadınlar cenaze namazlarına katılmaya başladılar. (Ufaktan ufaktan toplumu alıştırıyorlar.deltaG)
Bana göre, Beyza Zapsu ve arkadaşlarının Subaşı Camii'nde çekilen fotoğrafları, ikinci büyük tartışmayı tetikleyecek.
Kadınların giderek camide kendilerine yer istemesi, ister istemez, namazın uygulanma biçimlerini de tartışmaya açacaktır.
İki-üç yıl kadar önce Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Afrika kökenli Amerikalı Müslümanların camilerinde, kiliselerdeki rahle sistemini uyguladıklarını görmüştüm.
Ben uzmanı değilim.
Ama şu sorunun cevabı mutlaka aranacaktır.
Namaz ille de klasik secde biçimi ile mi kılınabilir?
Yoksa kadınla erkeği daha kolay yan yana getirecek biçimleri mümkün müdür?
* * *
Fatih Altaylı dünkü yazısında, bu olayın İslam'ın Türkiye'de, Hıristiyanlık'taki "Protestan ahlakının" doğuşuna benzer bir hareketi başlattığını yazıyordu.
"Müslümanlığın Protestanlaşması" kavramını üç hafta önce Paris'te "Avrupa İstikrar Girişi" adlı bir kuruluş tarafından hazırlanan raporda görmüştüm.
Bu kavramı, İslam'da bir reformun başlaması anlamında kullanıyorlardı.
Sanıyorum, bu gelişmenin ilk cesur işaretlerine tanık oluyoruz.
|
deltaG |
DÜNKÜ YAZIMIZIN KONUSU OLAN İSLAMIN YOZLAŞTIRILMASI VE TOPLUM YOZLAŞTIRICILARI ERTUĞRUL VE ŞÜREKASI HAKKINDA TEPKİLER GELMEYE BAŞLADI.
ALLAHTAN ARSLAN BULUT GİBİ BAZILARININ REFLEKSLERİ HALA SAĞLAM,
Okuyalım...
Altaylı ve Özkök''e tavsiyem!
Türkiye''nin gündemine Avrupa kaynaklı olarak "İslami Kalvinizm" diye bir kavram sokuldu! Ali Kırca''nın Siyaset Meydanı''nda bu kavram tartışıldı. Sonra biz konuyla ilgili görüşlerimizi yazdık.
Yenişafak''ta Davut Dursun "İslami Kalvinistler" başlıklı yazısında tartışmanın nereden kaynaklandığını özetledi:
"Avrupa İstikrar Girişimi (ESI) adlı kuruluş 2004 yazından bu yana Türkiye ile ilgili çalışmalar yaptı:
Bu çalışmalar sonunda bir rapor yayınlandı. Raporun adı ''İslami Kalvinistler: Orta Anadolu''da Değişim ve Muhafazakarlık.'' Şimdi Türkiye''de bu rapor tartışılıyor.
Raporun ana teması şu: Orta Anadolu''da ekonomik bakımdan en gelişmiş merkezlerin başında Kayseri geliyor. Kayseri örneğinde ortaya çıkan ekonomik gelişmişlik aynı zamanda dini değerlere bağlı muhafazakar bir beldedeki gelişmişliği ifade ediyor. Bu örnek ekonomik kalkınmanın ve modern dünyanın değerlerinin İslam ile bütünleşebileceğini ortaya koyuyor. Bu durumu en iyi özetleyen ''İslami Kalvinizm''dir. Raporun son cümlesi anlamlı:
-Ekonomik başarı ve toplumsal gelişmenin, İslam ve modernliğin sorunsuz biçimde birlikte yaşadığı bir ortam oluşturduğu ortada. Bugün Avrupa Birliği''ne girmek için çabalayan işte bu tür değerlerle şekillenen bir Anadolu."
***
Derken, Fatih Altaylı, Takvim gazetesinin yayınladığı başı açık kadınların erkeklerle birlikte Cuma namazı kılması ile ilgili fotoğraf hakkında "İslam Protestanları" başlığı altında kısa bir değerlendirme yaptı.
Ertuğrul Özkök ise konuyu "AKP''ye zarar verir mi?" penceresinden inceledi! Zira, başı açık olarak erkeklerle birlikte ön safta namaz kılan kadın, Başbakan Tayyip Erdoğan''ın başdanışmanı, AKP kurucusu Cüneyd Zapsu''nun eşiydi.
Bu arada, söz konusu grubun "öncülerinden" Ahmet Küre''nin "Tarikatçı değil Atatürkçüyüz" sözleri de Hürriyet''te manşetti!
Oysa, Atatürk, tarikatlarda oluşturulan yozlaşmış kültür yerine Kur''an''ı Kerim''i, dönemin en büyük İslam bilginlerinden Elmalılı Hamdi Yazır''a Türkçe''ye tercüme ettirmiş, devleti kurarken Diyanet İşleri Başkanlığı''nı da kurmuş ve Türkiye''nin dini anlayışına bir istikamet vermişti. Atatürk, dini, her türlü sapıklıktan temizlemişti! Şimdi Amerika''dan esen yellerle sözde İslami anlayış geliştirenlerin "Atatürkçüyüz" demesi, bize göre Atatürk''e hakarettir!
Vakit gazetesinde de aynı konu manşetti: "Amerikancı fitne Türkiye''de! İslam''ı yozlaştırma operasyonu, önce bir katedralde Amina Vadud ile başladı. Sonra Esra Numani, bir Yahudi Üniversitesinde Cuma namazı kıldırdı. Ve şimdi de ABD''li reformistlerin uzantıları Türkiye''de fitneye başladı."
Vakit gazetesinde İstanbul milletvekili Emin Şirin''in Cüneyd Zapsu''ya yönelttiği "Ailenizin üst kademelerinde anneanne, babaanne ölçeğinde başka bir dine mensup insanlar var mı?" sorusuna da yer verildi.
***
Ertuğrul Özkök yazısını şöyle bitiriyordu:
"Fatih Altaylı, bu olayın İslam''ın Türkiye''de, Hıristiyanlık''taki ''Protestan ahlakının'' doğuşuna benzer bir hareketi başlattığını yazıyordu. ''Müslümanlığın Protestanlaşması'' kavramını üç hafta önce Paris''te ''Avrupa İstikrar Girişi'' adlı bir kuruluş tarafından hazırlanan raporda görmüştüm. Bu kavramı, İslam''da bir reformun başlaması anlamında kullanıyorlardı. Sanıyorum, bu gelişmenin ilk cesur işaretlerine tanık oluyoruz"
Halbuki Fatih Altaylı, "Bunun tahlilini bugünden yapabilmek ise bence imkan dahilinde değil" diyordu. Yani Özkök gibi hemen söz konusu çabaları kutsamıyordu.
Üstelik konunun uzmanları da var. Altaylı ve Özkök''e, "İslami Kalvinizm"in ne anlama geldiğini Türk kamuoyuna doğru duyurmaları için "Medeniyetlerin Aşil Topuğu" kitabının yazarı Orhan Dündar ile görüşmelerini veya en azından bu kitabı okumalarını tavsiye ederim. Dündar''ı 0 312 231 82 04 numaralı telefonla bulabilirler.
***
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kalvinizm veya Protestanlık, Türk kozmolojisinin çarpıtılmış bir şekilde Hıristiyanlaştırılmasıdır. Bugün, AKP''nin ve Dinlerarası Diyalogçuların yaptığı iş, Batı''nın Türk kozmolojisini kendine uyarlayarak üstünlüğü ele geçirdiğini görmeden, Türk''ün medeniyet anlayışını, Türk kozmolojisini Protestan medeniyetinden veya Kalvinizmden almaktır!
İslam referansı ile yola çıktığını söyleyenler, farkına varmadan Hıristiyanlaşmaktadır! Zaten fitnenin hedefi budur!
AKP''nin de, Dinlerarası Diyalogçuların da temel ihtiyacı, Hıristiyanlaşmak değil, Türkleşmek, hatta Atatürk''ün belirttiği gibi "özleşmek"tir!
26.01.2006 | Yeniçağ Gazetesi
|
deltaG |
MERAKLILARI İÇİN...
İSLAMİ KALVİNİSTLER raporunu okumak için
https://dosyalar.hurriyet.com.tr/download/ISLAMI_CALVINISTLER_RAPORU_TR_AYSE_KKARASU.zip
|
Bugünün tarihi: 04/05/2025 05:49:10 |