Hukuki.NET


05/05/2025  Eski forum arşivi bölümü

Hukuksal Tartışmalar




 


Forum:
YARGININ SİYASALLAŞMASI VE YARGI BAĞIMSIZLIĞI
ozcanhukuk Memleketimizde yargı erkinin siyasallaştığını söyleyebilir miyiz?Yargı erkinin tek ve vazgeçilmez görevi olan adalet dışında hedef ve düşüncelerle de hareket edebildiği,kararlar verebildiği bugünlerde sıkça tartışılıyor.Hatta kimi çevrelerce yargının belirli fikir ve ideolojilerin sopası gibi kullanıldığı da dile getiriliyor.Yargının siyasi fikirlere ve sahiplerine farklı yaklaştığı iddia ediliyor,yargının belirli siyasi fikirlerin ve sahiplerinin kadro yapılanmasına ve hakimiyetine girdiği ve bu yönüyle tarafsız olmadığı iddia ediliyor.Öte yandan yargının adalet düşüncesi dışında kendini parlamentonun yerine koyarak ve daha da kötüsü siyasallaşmış yapı ve meyillenmelerini da karara damgalayarak kendince siyasal düzeltmenlik yaptığı iddia ediliyor.Ne dersiniz?
ozcanhukuk Elinden değirmenini almaya kalkan krala karşı; ihtiyar değirmenciye "... Berlin 'de yargıçlar var " sözünü söyleten güç; yargıçların ve yargının yansızlığına karşı duyulan güvendir. Ülkemizde,son senelerde, yargıya karşı giderek artan ve kamuoyu araştırmalarıyla da ortaya çıkan güvensizliğin en önemli nedenlerinden biri yargıda yansızlık kavramının aşınmaya uğramasıdır.Nesnel(objektif) yansızlık; yargıcın ya da yargının topluma, yargılananlara verdiği görünümle değerlendirilir. Demokratik bir toplumda yargı yerlerinin (mahkemelerin) bireye-yurttaşa vereceği güven duygusu önemlidir. Avrupa İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, pek çok kararında " adaletin yerine getirilmesi yeterli değildir;aynı zamanda yerine getirildiğinin özellikle yargılananlarca görülmesi gerekir" yerleşmiş özdeğişene yer vererek, yansızlığın nesnel açıdan önemi ve dışlanmazlığını ortaya koymuştur. Yargıçlar her konumda, günlük yaşantılarında bile, ahlâkın ve hukukun "yansız ol ve yansız olduğun güvenini ver" buyruğunu özenle koruyup güncelleştirmek; kendilerine verilen bağımsızlığın ve bunu sağlayacak güvencelerin (yetersiz olsa da) bedelini ödemek yükümlülüğü altında olduklarını hiç mi hiç unutmamalıdırlar. Çünkü yansızlık , yargıçların onurudur; kaldı ki, yargıç onurunun yitirilmesi yalnız yargıcın değil toplumun da sorunudur.
ömür Doğru söze ne denir... Konuyu çok güzel yorumlamışsınız. Şimdi herkesin dilinde olan ekomomiden dem vurayım biraz. Hakimin, savcının kısacası adalet mekanizmasının ekonomik güçleri "meslekten çıkartıldıkları takdirde" hayatlarını idame ettirecek güçte mi? Adliyelerde alınan harçları "Maliye Bakanlığı veznesine" yatırdığımızı ve adaletin bütçeden yaklaşık % 2 pay aldığını biliyor muyuz? Yargı gerçekten bağımsız olsa adalet personelinin, avukatın, baroların nasıl etkin olacağını Yürütme organı da biliyor ve özetle sümenaltı ediyor. Ama adaletin "bumerangı" da bir müddet sonra kendilerini vuruyor. Hepimizin ideali, bahsettiğiniz gibi bir Yargı düzeni ve biz Türk insanı bunu artık hakkettik. Saygılarımla.
?LKEL Adalet BAKANLIĞI müfettişi hakimden hesap sorabiliyorsa, Yargı bağımsız değildir tabi ki. Hiçbir hakimin ÜSTÜNE ters düşmek isteyeceğini sanmıyorum,
PAPYON Bence Yargı sistemimiz tıkanmış durumda.30-40 yıl süren davalar,vatandaşta özensiz yapıldığı izlenimi veren yargılamalar ve mağduriyetlere yol açan kararlar...maalesef zamanın Alman Kralına ihtiyar değirmencinin söylediği "Berlin'de hakimler var"sözü bugün memleketimizde söylenemiyor.Bence bunun da tartışılması lazım,yargı sistemimize acilen neşter vurulması ve her yönüyle iyileştirmelerin yapılması lazım...Öte yandan güncel bir durum olarak Recep Tayyip Erdoğan okuduğu bir şiirden, Hasan Celal Güzel ise yaptığı bir konuşmadan ötürü TCK 312. maddesiyle yargılanır, mahkum edilir ve cezalarını çekerler. Aradan zaman geçer ve 312. maddede değişiklik yapılır. Anayasa Mahkemesi, Güzel'e ilişkin verdiği kararda, TBMM'nin 312. maddede yaptığı değişikliğe binaen Güzel'in eyleminin suç olmaktan çıktığını, bu nedenle bütün asli ve fer'i cezaların ortadan kalktığını ve ceza infaz edilmiş olsa dahi hiç suç işlememiş sayılacağını belirterek Güzel'e siyasetin yolunu açar. Bu durumda Güzel ile aynı durumda olan Erdoğan'ın da bu değişiklikten yararlanması ve siyaset yaparken herhangi bir engelle karşılaşmaması gerekir. Ancak YSK, TBMM'nin yaptığı değişiklikleri, Anayasa Mahkemesi'nin kararını ve ceza hukukunun en temel ilkelerini gözardı eder ve Erdoğan'ın milletvekili olmak için yaptığı başvuruyu reddeder. Çünkü, YSK Başkanı basına yansıyan sözlerine göre;karar verirken evrensel hukuk kurallarına değil, "milletin ve devletin menfaatine, Dumlupınar'a, 30 Ağustos'a, Kurtuluş Savaşı'na" bakmayı adet edinmiştir. Siyaseti siyasetçilere bırakmak,istisnasız tüm kesimleriyle bürokrasiyi siyasetten arındırmak gerekmez mi? Bazı kurumlara bağımsızlık isterken siyasetin bağımsızlığı ne olacak? Hemen tüm kesimleriyle siyasallaşmaya başlayan bürokrasiden etkilenen siyaset ve siyasetçilere baktığımızda siyasetin bağımsızlığı meselesini nasıl çözebileceğimizi de artık düşünmemiz gerektiği düşüncesindeyim.
M.Sarıkaya Sevgili meslektaşımın tesbitlerine aynen katılıyorum.Hiçbir şey adaletten ve adil olandan uzaklaşmamıza gerekçe olamaz.Türkiye'de yargı tıkanmıştır ve yakın zamanda bir şey yapılacağı yönünde sinyaller de yoktur.Bugün halen bozuk daktiloların takırtısı ile bunaltıcı derecede sıcak,havasız ve basık duruşma salonlarında mesleğini yapmaya çalışan avukatı olsun hakimi-savcısı olsun hukukçu meslektaşlarım ellerinden geleni yapıyor,ancak yetmiyor.Bu konuda parlamentoya büyük görevler düşüyor,milletvekillerimize sesleniyorum lütfen yargıyı da hatırlayın!Elbet bir gün sizlere de adalet lüzumlu olur.
turev hakimlerin, otomobillerinin ön ya da arka camlarına yapıştırdıkları çıkartmalarda bile üstte adalet bakanlığı,alt kısımda hakim yazıyor.yalnızca şekilsel bir ayrıntı gibi görünse bile bence çok şey ifade ediyor.
PAPYON Gelişmiş Avrupa ülkelerinde hukukilik ilkesi "HUKUKLA BAĞLI OLMAK" olarak özetleniyor.Bizde ise bu anlayış "HUKUKA BAĞLI OLMAK" olarak özetlenmektedir. Hukukla bağlı olmak ile sanki bir lütuf olarak hukuka bağlı olmak arasında çok derin anlam uçurumları vardır.Memleketimizdeki yargı bağımsızlığı sorununun kaynağını biraz da bu anlayışta aramak gerekir düşüncesindeyim.Diğer anayasal erkler,bilhassa yürütme karşısında yargının güçsüzlüğü yargının bağımsızlığını baltalayan en önemli sebeptir.
ozcanhukuk Yargının siyasallaşması ve yargı bağımsızlığı konusunda T.C Başsavcılığı kurulması hakkında güncel haberler üzerine sitemizin genel hukuki yorum kategorisinde açıkladığım düşüncelerimi burada da aynen aktarmak istiyorum. "Türkiye'de yargının siyasallaştırılmak istendiği kanısındayım. Mevcut iktidar sahiplerinin yargıya siyasal görevler biçmekte ısrarcı olmaları memleketimizde sıkça rastlanan bir durumdur. Güncel bir konu olarak T.C Başsavcılığı kurulmak istenmesini de bu bağlamda değerlendiriyorum. Belki düşünce iyiniyetlidir ancak uygulama yargının siyasallaşması neticesine varacaktır,çünkü savcılık teşkilatı yargı sistemimizin önemli ve etkin bir unsurudur. Yoksa bir kısım hukukçularımızın zannettiği gibi T.C Başsavcılığı Savcılık teşkilatımız üzerindeki siyasi baskıları giderecek ve otonomiyi sağlayacak değildir,bilakis bu baskıyı güçlendirecek ve tamamen meşru hale getirecektir. Ayrıca kurulması halinde böyle bir kurumun başında bugün iyi niyetli ve öz güvenli olan hukukçularımızın olması ileride de böyle devam edeceğini göstermez, bu itibarla T.C Başsavcılığı düşüncesini olumlu bulmuyorum. Bugün için illerde Başsavcılıklar halinde teşkilatlanmış olan Savcılık teşkilatının T.C Başsavcılığı adı altında tek bir çatıda toplanması ileride bu yetkinin kötüniyetli çevrelerin eline geçmesi ihtimali olduğundan ürkütücüdür. Bir merkezden verilen emirlerle tüm Türkiye'de tepeden öngörülen insanlara karşı koğuşturmaların açılabilmesi ihtimali bir hukuk karabasanıdır."
PAPYON 28 Şubat'ın Yıldönümü Siyaset Kürsüsü -------------------------------------------------------------------------------- 01 Mart 2000 Cengiz Çandar'ın post modern darbe diye tarif ettiği 28 Şubat olayı, Türkiye'nin yakın siyasi tarihinde, demokrasiye yapılan dördüncü müdahale olarak anılacaktır. Üzerinden henüz üç yıl gibi kısa bir zaman geçtiği için bu sürecin ülke yönetimi üzerindeki etkileri fiili olarak da devam etmektedir. Bu sebeple 28 Şubat'la ilgili daha objektif değerlendirmelerin, daha sonraki yıllarda yapılması tabiidir. Aslında ülkemizi 28 Şubat'a götüren süreç, demokratik hayata müdahale bağlamında, hemen 1995 genel seçimlerinden sonra başlamıştır. Refah Partisi seçimlerden en büyük parti olarak çıkıp hükümeti kurma görüşmelerine başladığında, muhtemel koalisyon ortakları baskı altına alınmıştır. Ne acıdır ki, bu baskı, kendilerine oy veren halktan değil, tam tersine seçimlerde kendilerine oy vermeyen çevrelerden gelmiştir. Türk demokrasisi aslında ilk zaafını ve yönlendirilmeye ne derece açık olduğunu o zaman göstermiştir. Refah Partisi'nin hükümet kurmaya yönelik iki teşebbüsü, son anda muhtemel ortaklarına yapılan müdahalelerle önlenmiş; bütün bunlardan sonra, Refahyol hükümeti kurulmuştur. Sayın Erbakan'ın Başbakanlığıdaki Refahyol hükümetinin tam bir yıllık icraatı topyekün değerlendirildiğinde, birçok başarının yanında bazı noksanlıkların olması da gayet doğaldır. Yalnız bir gerçek vardır ki, Türkiye'nin alışkın olduğu yolsuzluk, hırsızlık, ihalelere fesat karıştırma, bu dönemin hiç konusu olmamıştır. Bu nedenle, Refahyol hükümetini düşürmek için verilen 12 gensoru ve birçok Meclis soruşturmasının hiçbirinde, yolsuzluk, hırsızlık suçlaması yapılmamıştır. Bütün gensoruların konusu "laiklik elden gidiyor" vehmi olmuştur. Ne gariptir ki, buna benzer gensorular, 1950'li yıllarda Adnan Menderes'e, 1960'ların sonunda Süleyman Demirel'e ve 1980'li yıllarda da Turgut Özal'a karşı verilmişti. Meclis'te laiklik suçlamalarıyla ilgili bütün gensorular milletin temsilcilerinin oylarıyla reddedilince, ülke genelinde adeta bir psikolojik savaş başlatılmış ve birtakım operasyonlar neticesinde, sözüm ona demokratik bir şekilde iktidar değişikliği gerçekleştirilmiştir. Bu dönemde çıkartılan tartışmalı kanunlara bakarsanız bunların seçim beyannamelerinde halka vaat edilenlerin, tam tersi olduğu görülecektir. Bu kanunların çıkartılma gerekçesi de hep, MGK tavsiye kararları olmuştur. 28 Şubat'la birlikte ülkemizin bir ara döneme girdiği gerçektir. Demokrasi resmen olmasa bile, fiilen askıya alınmıştır. Bağımsız olması gereken yargı kurumunun siyasallaşması, bu dönemin en belirgin vasfı olmuştur. Bu süreç içerisinde savcılar iddianamelerini kişilerin kimliklerine göre hazırlamışlardır. Arkasında halk desteği olan kişilerin önce popülariteleri ölçülmüş; sonra siyasetten elimine edilmeleri için yargı mekanizması işletilmiştir. Birçok siyasetçi, aydın ve gazeteci bu dönemde mahkum olmuştur. Bütün bunlar, vicdanlarda yargıyı tartışılır hale getirmiştir. Bu dönemin en önemli özelliklerinden birisi de, büyük bir ayrımcılığın uygulanması olmuştur. Birçok insanın göz yaşı sessizliklerde kaybolmuştur. Şimdi yapılması gereken şey, artık Türkiye'yi normalleştirmektir. Muhakkak ki, bu süreçte herkes kendini yeniden gözden geçirmiştir. Bundan sonra, halkımıza güvenmeli ve Türkiye'yi Avrupa Birliği üyeliğine hazırlayacak olan demokrasi ve hukuk reformunu gerçekleştirmeliyiz.
ozcanhukuk Aşağıdaki yazı Liberal Düşünce Topluluğu www.liberal-dt.org.tr adlı sitede yazar Zühtü Arslan'ın "Siyaset ve Yargı: Kimin Bağımsızlığı?" adlı yazısından aynen alınmıştır. "Maalesef hukuk, kendi özel işlevinin çizdiği çerçevede tutulmak bir yana, temel amacından tamamen ters istikametlere saptırılmış ve hatta kendisini yok etmek için kullanılmıştır. Bu yüzdendir ki hukuk, kendisinden korumasını beklediğimiz adaleti yoketmeye, saygılı olması gereken hakları da sınırlamaya, hatta tahrip etmeye yöneltilmiştir." Frederic Bastiat (1) Tolstoy'un Hacı Murat isimli romanında siyasal iktidarla hukuk arasındaki kırılgan ve keyfi ilişkiyi anlatan ilginç bir anekdot vardır. Rus Çarı Nikolay'a Polonya asıllı bir tıp öğrencisinin karıştığı yaralama olayını konu alan bir rapor getirilir. Daha önceki iki sınavda başarısız olan bu öğrenci, üçüncü ve son hakkı olan sınavda da başarısız olunca, masanın üzerindeki çakıyla kendisine haksızlık yaptığını düşündüğü profesörü birkaç yerinden hafifçe yaralar. Polonyalılardan nefret eden Çar, hem nefretini doyuracak hem de kanunlara bağlı olduğunu gösterecek bir karar vermek için gözlerini kapayıp bir süre düşünür. Sonunda kendisine uzatılan raporun altına şu kararı yazar: "Ölüm cezasını hak etmiştir. Ama Allah'a şükür bizde ölüm cezası yok. Ben de böyle bir şey getirecek değilim. Bin kişilik sıradan (sıra dayağından) 12 kez geçirilsin. Nikolay". En güçlü adamın beş bin vuruşa bile dayanamayacağı bir durumda, on iki bin vuruş kesin ve acı verici bir ölüm anlamına geliyordu. Rus Çarı, dehasına hayrandı. Kanuna "bağlı" kalarak, suçluya "hak ettiği" cezayı vermişti. (2) Siyaset ayrı, yargı ayrı (mı?) Günümüzün bürokratik devletlerinde ise siyaset ve hukuk arasındaki ilişki biraz daha karmaşıktır. Montesquieu'dan beri siyasal iktidarın iki önemli boyutunu oluşturan siyaset (yasama, yürütme) ve hukukun (yargı) birbirinden ayrı olması gerektiği, aksi takdirde yönetimin keyfiliğe sapacağı ve özgürlüklerin korunamayacağı düşüncesi siyasal teoriye hakim durumdadır. Güçler ayrılığı olarak bilinen bu ilkenin temel amacı, yozlaştırıcı mutlak iktidarı sınırlandırmaktır. Burada asıl ayrılık, siyasal iktidarla yargı arasındadır. İktidarın keyfilikleri karşısında bireyleri koruma işlevi yargıya aittir. Yargının varlık nedeni, kanunların uygulanmasından dolayı ortaya çıkan anlaşmazlıkları gidermek ve bireyin haklarını devlet karşısında korumaktır. Yargının bu işlevini yerine getirebilmesi için, siyasal iktidardan bağımsız olması ve yargısal iktidarını kullanabileceği bir özerklik alanına sahip olması gerekir. Diğer yandan, bireyin hak ve özgürlüklerinin hukuksal düzlemde korunması adil ve tarafsız bir yargı sisteminin varlığına bağlıdır. Esasen yargı bağımsızlığı, tarafsız yargının gerekli, fakat yeterli olmayan bir şartıdır. Yargılamada tarafsızlık, yargıçların dünya görüşü, içinde bulundukları sosyo-ekonomik ve kültürel yapı gibi bir çok değişkene bağlı olduğu için gerçekleştirilmesi çok daha zordur. Teoride birbirinden bağımsız olması gereken siyaset ve yargı, gerçekte hiçbir zaman tam anlamıyla birbirinden ayrı olmamıştır. Aslında bu, Nietzsche'nin "güç istenci" (will to power) olarak ifade ettiği, iktidarın ayartıcılığı dikkate alındığında anlaşılabilir bir durumdur. Siyasal iktidar, bazen kendisine ayak bağı olan yargıyı denetlemek istemekte, yargısal iktidar da güç savaşında "ben de varım" diyerek siyasete direnme ve müdahale etme eğilimi taşımaktadır. Ancak, siyaset ve yargı arasında sürekli bir çatışmadan bahsetmek yanlış olur. Tersine, siyaseti ve yargıyı da içine alan sisteme hakim olan iktidar seçkinleri, çoğu kez bu iki kurum arasında birbirini tamamlayıcı bir ilişki öngörürler. Siyaseten üstesinden gelinemeyen ya da gelinmek istenmeyen işler, yargıya havale edilir. Siyasal içerikli bu işlerin yargıya havale edilmesi, zorunluluktan ve meşruluk kaygısından kaynaklanmaktadır. Sözgelimi, yargı yoluyla siyasal muhalefetin tasfiyesinin birbiriyle ilişkili iki amacı vardır: (a) yapılan işin hukuka uygun, dolayısıyla meşru olduğu, ve (b) tasfiye edilen siyasal hareketin ya da kişinin hukuku çiğnediği, dolayısıyla gayri meşru olduğu izlenimini vermek. Siyasetin yargısallaşması Özellikle siyasal nitelikli kararlar yoluyla yargı, siyasal iktidarın belirlenmesine doğrudan veya dolaylı olarak katılmaktadır. Kimilerine göre, Başkan Bush bugün Beyaz Saray'da oturuyorsa, bunu Cumhuriyetçi yargıçların hakim olduğu Amerikan Yüksek Mahkemesi'nin Florida'daki oyların sayımıyla ilgili "tarihi" kararına borçlu. Yargıçlar için kullanılan "Cumhuriyetçi", "Muhafazakar" ve "Liberal" gibi sıfatlar, ilk bakışta yadırganabilir. Zira, çoğu kez yargıçların politikadan ve politik görüşlerden bağımsız olduklarına ve kararlarına siyasal tercihlerini yansıtmadıklarına inanılır. Oysa bu inancın temelleri pek de sağlam değildir. Uygulamada yargıçların siyasi kimlikleri, bilhassa siyasi nitelikli kararlarda belirleyici olmaktadır. Bunun en iyi örneklerini yine Amerikan Yüksek Mahkemesi kararlarında görmek mümkün. Yüksek Mahkeme'nin 1953 tarihli ırk ayrımcılığını reddeden o meşhur kararından (Brown v. Board of Education davası) hemen önce, siyahları pek de sevmeyen Yargıç Vinson ölür. Mahkeme'nin liberal üyelerinden Yargıç Frankfurter, meslektaşı Vinson'ın ölümü üzerine aynen şöyle der: "Hayatım boyunca ilk kez Tanrı'nın varlığına dair bir işaret gördüm." (3) Diğer yandan, İngiltere'nin eski adalet bakanlarından Lord Scrutton da, yargı tarafsızlığını sağlamanın güç olduğunu, çünkü yargının bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde oluşturduğu politikalar çerçevesinde karar verdiğini söylemektedir. Oluşturulan bu yargı politikasının temel unsurları, (a) öncelikle devletin çıkarlarını, kanunu ve düzeni korumak, (b) mülkiyet hakkını korumak, ve (c) bilhassa Muhafazakar Partiyle özdeşleşmiş olan siyasal görüşlerin ilerlemesini sağlamaktır. (4) "Farklı ol, bizim gibi ol!" Yargının siyasallaştığı iddiaları, hem yargıçların ne yaptıkları konusunda ampirik bir gözlemi, hem de ne yapmaları gerektiği konusunda normatif bir temenniyi yansıtmaktadır. Bu temenni, yargıçların kararlarını, mümkün olduğunca, siyasi görüşlerinin etkisinden uzaklaşarak vermeleri gerektiğini ifade eder. Yargının siyasallaşmasının iki ciddi sonucu vardır. Birincisi, siyasallaşan yargının güvenilirliğini kaybetme tehlikesi, ikincisi ise yargının siyasete müdahalesiyle ortaya çıkan "siyasetin yargısallaşması" sorunudur. Bu iki durumda da, güçler ayrılığı gereği kendisine biçilen "siyasal iktidarı denetleyerek özgürlükleri koruma" işlevini yerine getiremeyen bir yargının meşruluk krizi ortaya çıkacaktır. Özellikle siyasetin yargısallaşması, siyasal alanı muhalefete ve "siyasi zenci"lere kapatarak demokratik rejimlerin karabasanı olan temsil krizine de ebelik yapmaktadır. Temsil krizini aşmanın bilinen en etkili yolu katılımdır. Siyasal katılım ise ancak herkesin kendi kimliği ve farklılığıyla oyuna müdahil olduğunda anlamlıdır. "Farklı ol, bizim gibi ol!" anlayışının hakim olduğu bir siyasal kültürde, çoğulculuktan söz edilemez. Böyle bir siyasal iklimde ancak hipokrasi yeşerebilir. "Öteki"nin "beriki"leşmeye zorlanması ve muhalefetsiz bir demokrasi arayışı, beraberinde iki yüzlülüğü ve maskeli bir sosyal/siyasal yaşamı dayatır. "Beriki"leştiğini ispat için yüzündeki beyaz boyayı gösteren "siyasi zenci"ler de, "öteki"ne damarlarındaki kanları değiştirmeden "beriki"leşemeyeceğini söyleyen "siyasi egemen"ler de aynı büyük yalanı yaşamaktadır. Sonuç olarak, bugün bazı ülkelerde yargı bağımsızlığı değil, siyasetin bağımsızlığı tehlike altındadır. Siyasetin kendi dinamiklerinden uzaklaştırıldığı, muhalefetten arındırıldığı, siyasal alanın sınırlarının ve aktörlerinin yargısal iktidar tarafından belirlendiği bir ortamda "siyasetin bağımsızlığı" sorunu vardır. Bu sorunun doğal sonucu, iktidarın siyaseti terk etmesidir. İktidarsız siyaset de tanım gereği patolojik bir durumu yansıtır. Siyasetin vesayet altında olduğu böylesi bir durumda ne hukukun ne de seçim ve oy gibi demokratik mekanizmaların itibarı olur. Ve aktüalitenin sığlığında boğulanlara sinir bozucu bir soru: Siyasetin muktedir olmadığı yerde, seçimlerin sonucunda kimin iktidara geldiği ya da geleceği çok da önemli mi? * Bu yazı, 26 Eylül 2002 tarihli Radikal gazetesinde yayınlanan "Siyasetin en derin krizi" başlıklı yazının gözden geçirilmiş şeklidir. 1- F.Bastiat, Hukuk, Çeviren: Y.Arsan, (Ankara:LDT Yayınları, 1997), s.4. 2- L. Tolstoy, Hacı Murat, Çeviren: N.Önal, (İstanbul: Cem Yayınevi, 2002), ss.91-92. 3- Aktaran: D.Pannick, Judges, (Oxford: Oxford University Pres, 1987), s.26. 4- ibid., s.45. İngiliz yargısının politik eğilimleri için ayrıca bkz. J.A.Griffith, The Politics of Judiciary, (London:Fontana, 1985).
ozcanhukuk Selçuk'tan yargıya ağır eleştiri Yargıtay eski Başkanı Sami Selçuk, Yargı'nın Hukuk Sınavı Türkiye'nin Demokrasi Sınavı adlı kitabında, Sabih Kanadoğlu, ve Aysel Çelikel'i, Erdoğan davasında takındıkları tavır nedeniyle ağır bir dille eleştirdi. Kanadoğlu keyfi davrandı Erdoğan'la ilgili Yargıtay Kararı'nın, hukukun temel ilkelerini yıktığını savunan Selçuk, Erdoğan davası kararı nedeniyle Türk Yargısı'nın sınıfta kaldığını da belirtti. Selçuk'a göre bu kararla hukukun temel ilkeleri yıkıldı.. Erdoğan'la ilgili Yargıtay Kararı'nın, hukukun temel ilkelerini yıktığını savunan Selçuk, Erdoğan davası kararı nedeniyle Türk Yargısı'nın sınıfta kaldığını da belirtti. Selçuk, "Bu olayda yaşananlar düzeltilmedikçe, hukuk düzeni geri getirilmedikçe, hiçkimse huzur bulamayacaktır" dedi. Yasalarda yapılan değişiklikler sonucu suç olmaktan çıkan eylemlerle ilgili bilgilerin adli sicil kaydından silinmesi için yargı kararına gerek olmadığını vurgulayan Yargıtay Eski Başkanı, Erdoğan davasında yaşananları, "Yaşananlar inanılacak gibi değil" şeklinde yorumladı. Selçuk, Yargıtay 8. Ceza Dairesi'nin AK Parti lideri hakkındaki kararının, 'yargılamada bir aşama bitmeden başka bir aşamaya geçilemeyeceği' ve 'kesin hüküm dokunulmazlığı', 'davasız yargılama olamayacağı' gibi hukukun temel ilkelerini yıktığına dikkat çekti. Hukuka toz kondurmaması gereken çevrelerin karara sessiz kalmalarını da kınayan Sami Selçuk, "Ses çıkaranlar da hukuku değil yanlışları savunuyorlar. Ortada yitip giden hukukla kimse ilgilenmiyor" ifadesini kullandı. Sami Selçuk, Yargıtay 8. Ceza Dairesi'nin Erdoğan kararını, 'ağır yanılgılarla dolu sakat bir karar' olarak tanımladı. Yüksek Daire'nin, Diyarbakır 3 nolu DGM'nin duruşmasız yargılama yapmasını yanlış bulduğunu hatırlatan Selçuk, eleştirilerini, "Eğer duruşma zorunlu ise, 3 nolu DGM'nin kararı bozulmalıydı. Nitekim, 'duruşma' gibi, yargılamanın en önemli aşaması savsaklanarak verilen her karar, Yargıtay tarafından bugüne değin bozulmuştur. Duruşmayı da ilk mahkeme yapar. Yargıtay, onun yerine geçerek duruşma yapamayacağı gibi, duruşmasız verilen bir kararı da onayamaz" şeklinde sürdürdü. Yargıtay 8. Ceza Dairesi'nin, Diyarbakır 4 nolu DGM'nin kararını 'yok' hükmünde kabul ettikten sonra, kararı iptal ettiğini vurgulayan eski Yargıtay Başkanı Selçuk, "Yok hükmündeki bir kararın bozulmasına-iptaline gerek yoktur" dedi. Dönemin Adalet Bakanı Aysel Çelikel'in de, Kanadoğlu tarafından açık şekilde görevinin gasbedilmesine göz yumduğunu vurguladı. Kanadoğlu'nun, kesinleşmiş bir yargı kararını, Adalet Bakanlığı'nın yazılı emri olmadan Yargıtay'ın önüne getirmesinin açık bir 'yetki gaspı' olduğunu savunan Emekli Yargıtay Başkanı, "Kanadoğlu, hukukta ve uygulamada emsali görülmemiş bir tutum sergilemiş, hukuku kendine göre yorumlayarak, kendinden menkul bir 'Türkiye C. Başsavcısı' yetkisini kullanmış; ilkeleri dışlamış, daha vahimi, yargının değil yürütmenin içinde yeralan Adalet Bakanlığı'na ait yazılı emir verme görevini gaspetmiş, hiçbir yetkisi olmadığı halde Adalet Bakanı'nın gözü önünde yerel C. Başsavcısı'na buyruk vererek yetki gaspıyla dosyayı getirtmiş; 'davasız yargılama olmaz' ilkesini hukuk devleti diye diye çiğnemiştir" dedi. Basından... Internethaber 30 Kasım 2002 13.41
erolkara Ülkede yanlış yerlere bağlı kuruluşlardan biri de Adalet mekanizmasıdır. Bu tür güçler siyasal bir eğilime bağlanamaz. Bizler Osmanlının soyundan gelmekteyiz. Duraklama dönemine kadar padişah -kadı ilişklilerine baktığımızda gerçek bir adalet olgusuna ve saygısına sahip bir toplum görürüz. Bir kadı padişaha diz çöktürebilir toplum içinde bulunduğunda derin bir korku-saygı görebilirdi. Ancak duraklama , gerileme ve Cumhuriyet dönemi Türk yaşamında gerileyen güç hukuk dünyasında da olmuştur.Bunun Suç kimde bu ayrı bir konu. Ancak ASLA VE KAT'A hediyeye (?) bakmayacak , kim olursa olsun daima karşısında DİK ve ONURLU bir yargı görecek toplumun yargıcı olmak ekonomik yönden zayıf bir kadro ile oluşturulamaz.Tabii ahlak duygusuda çok önemli...Sonra Hak'tan korkmayan , ahlakı çökük bir yargı insanını ekonomik yönden ne kadar güçlendirirseniz güçlendirin sonu TİRAN 'lıktır. Bana göre bir Diyanet , bir Silahlı kuvvetler vs. gibi bağımsız bir yargı gücü oluşturulmalıdır. Buna hiç bir siyasi organ müdahele şansına sahip olmamalıdır. Tabii ki siyasi bir gücün altında bulunan , ekonomiden dolayı barolarının bile şaibeden kurtulmayan bir hukuk sistemi güçlü olamaz... Yanlış mıyım , ne dersiniz.... EROL KARA
ozcanhukuk Yargıtay 4. Ceza Dairesi Başkanı Fadıl İnan'ın türbanlı sanığı duruşma salonundan çıkarması ile yeni bir tartışma başladı ve başlayan bu tartışma AHİM'e kadar uzandı.Yargıtay 4. Ceza Dairesi Başkanı Fadıl İnan'ı Hukuki Araştırmalar Merkezi, türbanlı sanığın duruşmaya alınmaması nedeniyle Türkiye'yi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne şikayet edecek. Hukuki Araştırmalar Merkezi Başkanı Avukat Yakup Demirel, Yargıtay 4. Ceza Dairesi Başkanı Fadıl İnan'ın türbanlı sanığı duruşma salonundan çıkarmasına "savunma hakkı kutsaldır, engellenemez" diyerek tepki gösterdi. Demirel, yaptığı yazılı açıklamada, kamusal alanda başörtüsü kullanmama kuralının ancak devlet görevi yapanlar için söz konusu olabileceğine dikkat çekerken, mahkemelerde sanık, tanık, bilirkişi sıfatıyla davet edilen ve yargılamanın tarafı olan durumlarda kamu alanından bahsedilemeyeceğini kaydetti. Yapılan uygulamanın kesinlikle hukuk dışı olduğunu söyleyen Demirel, "Hukuki bir sivil toplum kuruluşu olarak bu konuyu takip edecek ve her türlü hukuki yolu deneyerek gerekirse bu konuyu AİHM'e götüreceğiz" dedi. Sanığı duruşmada dinlemeden verilen bir karar kısacası savunmasız yargılama adil olabilir mi? Yargıtay 4. CD'nin bu uygulaması yarın Anadolu'ya sıçrarsa neler olabileceğini bir düşünün. Adaletin dağıtılmasında insanların türbanlı ve türbansız olarak ayrımlanması...İnsanların Adalet aramak için öncelikle türbanını çıkarmaya zorlanması..."Önce inancından vazgeç,sonra adaleti talep et" mantığının Anadolu'da genelleşmesi...Ve üstelik Ezici bir çoğunlukla seçimi kazanıp hükümeti kurmuş iktidarın aksini düşünmesine rağmen böyle bir uygulama yapılabilmesi...Yargı bürokrasisinin siyasal bir konu olan Türban'ı asli görevi olan Adalet'in önüne geçirebilmesi,memleket beklediği adalet iken bunun yerine ve bunsuz siyasal sorunlara çözüm aramaya soyunmak...Yargının siyasallaşması yahut da siyasetin yargısallaşması...
PAPYON Kral Çıplak, Desem de demesem de.
Hukuk Forumlarından Seçmeler
  • [Evlat Edinme] Evlat edinilen çocukların eski baba adı değişimi hakkında 
  • 04.05.2025 15:37
  • [Velayet hakkı] Wmic Windows Activation Key and windows 7 ultimate activation tool 
  • 03.05.2025 09:36
  • Clicking Here TLO lookup 
  • 02.05.2025 08:42
  • 2. küçük dairemde kira artış anlaşmazlığı 
  • 29.04.2025 15:42
  • Sözleşmede anarak whatsapp yazışmalarının yasal bildirim kanalı ilan edilmesi. 
  • 29.04.2025 00:17


    Yeni Mevzuat

  • KDV Filo Kiralama Şirketleri (Fleetcorp) Borçlarını Devir ALan Varlık Yönetim Şirketleri 

  • Filo Kiralama Şirketlerinin Borçlarının Varlık Yönetim Şirketlerine Devri Halinde KDV 

  • Trafik kazasında kusuru olmayan alkollü sürücüye kasko hasarı ödenir 

  • Keşide tarihinin tahrif edildiği ve ibraz sürelerinin geçtiği çekler Borçlu olunmadığının Tespiti 

  • İkinci Nesil İnternet Sitelerinin Hukuki Statüsü 




  • Diğer Bölümlerimiz +
    Tüm Hukuki NET forumları + Hukuki Portal + Hukuk Haberleri + Sözleşme ve dilekçe örnekleri + Mevzuat ve bilimsel incelemeler + Hukukçu Blogları + Avukat ilanları + Videolar + Linkler + Ansiklopedi ve Sözlük + Arşiv +
    Bugünün tarihi: 05/05/2025 03:24:56