 |
03/05/2025 Eski forum arşivi bölümü
Hukuksal Tartışmalar
KÜRTÇE RESMİ DİL OLSUN |
alisinkay |
Bilindiği gibi Türk kamuoyu son iki haftadır "zina suç olmalı mı, olmamalı mı?" tartışmaları ile meşgul edildi. Bu tartışmayı kimse çözemedi.
Çünkü, herkes tartışıyor ama Türk Ceza Yasası'nı hazırlayan Adalet Bakanı Cemil Çiçek günler sonra "Yasada böyle bir düzenleme yok" diyordu.
Yasada olmayan bir maddenin ortaya atılması, toplumun tüm kesimlerinin bu tartışmaya dahil edilmesi ve bugüne kadar her türlü tartışmadan kaçınan AKP'lilerin de tartışmalara katılarak olayı büyütmeleri de kuşkulu idi.
ŞİFRE ÇÖZÜLÜYOR Bütün bunların üstüne, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 17 Eylül Cuma günü (2004) "AB bizim için olmazsa olmaz değildir...
Biz Türkiye'yiz ve Türk'üz, kendi kararlarımızı kendimiz veririz" şeklindeki sözleri ile sert bir çıkış yapması da problemi daha çözülmez duruma getirdi. Zina tartışmalarını çözmeye çalışan kamuoyu, bir de bu sözleri duyunca -borsa gibi- şoke oldu! Türklük ile zinanın ne ilgisi vardı ki, Başbakan zina tartışmalarına "Biz Türk'üz" diyerek karşılık veriyordu? Ayrıca bizim Türk olmamızla "kendi kararlarımızı kendimizin vermesi" konusu nereden çıkıyordu? AB istekleri karşısında bugüne kadar biz mi karar vermiştik, onlar mı karar verdirtmişti? (Tıpkı bugünkü gibi onlar emredip biz yapmıştık.
Bugün de emretmiyorlar mı: "TCK 6 Ekim'den önce mutlaka çıkacak ve zina da suç olmayacak! Yoksa tarih alamazsınız!") İyice düğümlenmiş gözüken bu tartışmalar sürerken, bu köşede "Büyütülen tartışma ile küçültülen ne?" diye sormuştum.
Neyin gizlendiğini öğrenmeye çalışıyordum. Önceki gün öğrendim, şifre çözüldü. AB, 6 Ekim'de vereceği "İlerleme Raporu"nda Türkiye aleyhine şok edici bir isteğe (emir de diyebilirsiniz) yer vermiş ve bunu Türk Hükümeti haber almıştı.
Zaten, AB'nin genişlemeden sorumlu komiseri Verheugen'in Türkiye'ye son gelişinde özellikle Diyarbakır'a gidip ilginç temaslarda bulunup, şeklî mesaj vermesi de kuşkuları artırmıştı. AB: "KÜRTÇE RESMİ DİL OLSUN!" Başbakan Erdoğan'a çok yakın bir kaynak, özel görüşmemizde "AB 6 Ekim'de kültürel haklar konusunu getiriyor.
Kürtçe'nin ikinci resmi dil olmasını ve okullardan başlayarak çocuklara Kürtçe eğitim verilmesini istiyor!" deyince kulaklarıma inanamadım. Devam etti: "Basın atlıyor konuyu.
Zina tartışmaları sırasında Başbakanın 'Biz Türk'üz' demesinin ne ilgisi var ki zaten?" "AB, AKP'yi bir kez daha sınıyor" diye sürdürdü açıklamasını.
Karşımdaki sözüne güvenilir biri olmasaydı, daha önce söyledikleri ve yazdıkları aynen hükümet tarafından uygulanmasaydı ve bulunduğu görevler ile bilgi birikimi önemsiz olsaydı, "hadi canım sen de, gündemi saptırmaya çalışıyor" deyip geçecektim. Ama, haber kaynağımın sıraladığım bu özelliklerinin hepsi gerçek. Özetlersek, 6 Ekim'de AB bizden Kürtçe'yi ikinci resmi dil olarak kabul etmemizi, kültürel haklar kapsamında kaderlerini tayin hakkına saygı göstermemizi (İkiz Yasalar çıkarken yaptığımız eleştirileri hatırlayınız) isteyecek ve "bunları da yerine getirme" şartı ile uzak bir tarih verecek.
Ha, bir de işin iyi tarafını gösterecek: "Hızlı davranırsanız günü öne alabiliriz!" "EKÜMENİKLİĞİ KABUL EDİN" AB'nin 6 Ekim'de küçük bir isteği daha var.
Yine kültürel ve dînî haklar kapsamında Fener Rum Patriği'nin "ekümenikliğini" kabul etmemiz! Bunun kabul ve ilanından sonra nelerle karşılaşacağımız bir çok kez yazıldı, çizildi, televizyon programlarına taşındı.
Ama birçok kişi "Bir Türkiye masalı" niyetine izledi, bu ülke için çırpınanların uyarılarını. Uluslararası bir birliğe girerken dahi, ulusal bir sermaye birikiminin olmaması, ulusal medyanın eksikliği ve toplumun sessizliği ne kadar acı.
Bu acıyı ilerde daha çok hissedince, acıyı dindirecek ilaç da bulamayabiliriz. Bu gerçekler karşısında AKP'nin stratejisini merak ediyor musunuz?.. AKP'yi nelerin beklediğini herkes tahmin ediyor.
Namus lekesi değil alnımda gördüğünüz,
Vurulmuşum, vurulmuş düşmüşüm güpegündüz.
Şakağımdaki kansa, o benim gülüşümdür,
Namert sürünmektense, erkekçe ölüşümdür.
|
Nilgül Saraç |
değerli alisinkay,
kısa bir süre sonra arkadaşının seni haklı çıkarıp-çıkarmayacağını göreceğiniz.başbakanın zinaya ilişkin cevabına baktığımızda zinayla bağlantılı olmayacak şekilde 'biz Türk'üz kimse iç işlerimize karışamaz 'sözleriyle ileride gelebilecek taleplerin önüne şimdiden geçmeye çalıştığını düşünebiliriz. A.B.'nin bize tarih vememek için elinden geleni yapacağı açık. kürt meselesi, rum sorunu, uygulamada hala tam anlamıyla sağlanamayan insan hakları sorunu,sözde ermeni soykırımı ve daha kimbilir neler engel olarak karşımıza çıkacak. fakat bugün varlığını kabuletmek zorunda kaldığımız(dayatma sonucu) bazı eksiklerimizi biz neden daha önce kabullenmedik. A.Bnin üzerinde hassasiyetle durduğu konulardan biridir, kürt meselesi .bu ilgi o yöre insanını çok sevdiklerinden midir yoksa 20yıllık bir savaş ortamında yaşamalarından duydukları üzüntü müdür ?
zamanında devlet var olan GERÇEKLERİ kabullenerek yapması gerekenleri yapsaydı bugün A..B. nin oyununda piyon olmazdık.6 EKİM olmasa bile başka bir zamanda zaten 'kürtçenin de resmi olması talebi ve devamı istekler ' gelecektir. kürt dil kurumu kuruldu bile.
newroz kutlamak yasaktı ama insanlar 'yasaklar çiğnenmek içindir' deyip kutladılar ve hapse girdiler şimdi resmi bayramımız oldu. ergenekondan gelmeymiş tarihimizi bu kadar geç öğrenmiş olmamız nekadar büyük bir kayıp! kürtçe konuşmak ÖZAL dönemine kadar yasaktı fakat basım yeri Diyarbakır olan
onlarca dergi ve ahmet kaya kasetleri el altından yüzlerce satardı. med t.v. yasaktı fakat doğuda her evin tepesinde bir çanak anten olurdu şimdi ise TRT 2 kürtçe yayın yapıyor. doktoru, öğretmeni gitmedi kendi heryeri vatan toprağı dediği doğuya ama mhp.ye de oyunu verip milliyetçiliğini göstermesini bildi. halk isyan etti düzene, düşüncesini açıkladı ama şiir okuyanlar kadar şanslı olamadı, devlete kafa tuttu ağasına karşı geldi ya ağası vurdu ya da adli tıptan hapisteyken 'beyin kanaması geçirmiş' raporu geldi zaten ailesinde de yüksek tansiyon sorunu vardı !!! tüm bunları ve daha yazmaya cesaret edemediklerimi...
A.B.nin baskısıyla mı kabullenmeliydik. kimse bize karışsın istemiyorsak bizde insanımızın haklarını elde edebilmelerini sağlamak için onları kimseye ve hiçbir birliğe muhtaç etmeyelim
nilgul |
alisinkay |
Sanırım bu Kürt sorunu daha devam edecek.Herkesin dilinde, nedir bu Kürt sorunu?Kimse açık açık çıkıp da "Kürt sorunu, Kürt devleti kurma ve kurdurma sorunudur demiyor?"
Sorun; kelime anlamına bakarsak iki grup veya iki kişi arasında meydana gelen olayları çözmektir.(iki devlet arasında çıkan anlaşmazlıklar, barış yolu ile çözülmezse harbe sebep olur, ehemmiyetli ve halli müşkül şey) Sorunum var diyenleri neden bu ülkenin karşısına getiriyorlar.Türkiye Cumhuriyeti, hakta ve hukukta böyle bir taraf olamaz.Bu ülkede olabilecek sorunlar, açlık, yoksulluk, seçme ve seçilme hakkı, hatta zina olabilir.
Her ne kadar biz Türkleri kardeş kabul etmeselerde ( kabul edenleri tenzih ederim) bu kardeşlerimiz bu cennet vatanda nelerden mahrum edildiler de her fırsatta şeref ve namus koruyucularının kanlarını döktüler?Batılı insanın doğuya gitmediğinden bahsetmiş sevgili nilgül,
Bu ülkede en büyük 20 holdingin 12'si Kürt kökenli vatandaşlarımıza ait onlar neden yatırım yapmamışlar peki?
Güneydoğu! Hangi Güneydoğu? Sanki başka bir ülkeymiş gibi, Türkiye’nin Güneydoğusu demekten bilerek kaçınan bu cebin kişiler ve sözde dost olan devletler, topraklarımızda HADEP bayrakları eşliğinde toplantılar yapıp, “çözüm idam değil, demokratik cumhuriyet”, “anadilde eğitim”, sorunumuz ekonomik değil, siyasîdir”, “yaşasın demokratik cumhuriyet”ten söz ediyorlar. Demokrat ve insan haklarından söz eden, vatana yan bakan bu kişiler, hiç sıkılmadan, utanmadan bu sözlere yorum getiriyorlar, sahip çıkıp öğüt veriyorlar.
Türkiye’nin önünde çok cetin bir yol var, geriye dönüp arkaya bakmak gibi bir şansı yok. Yoldaki dikenler görülüyor ki milletimizi incitecek, kanatacak. Lâfla, nutukla Siyasî Kuzey Irak’ta Kürt Devleti kurdurtmam demekle, kurulan devletin ancak isminin ilânını geciktirir, bu arada da Güneydoğumuzda siyasal Kürktçülük kökleşmesini tamamlayabiliriz.
Bugün ister Radyo, ister TV. de olsun, Kürtçe yayınlar yapılmakta, Türkiye’nin yardımları ile Kuzey Irak’ta kurulan uydu yayın yurdumuzun her yerinden seyredilmekte. Yazılı yayın zaten var. Kısa süre önce 10 milyon TL.ye satılan Kürtçe sözlük piyasada mevcut. Kuzey Irak’la ticaretin ve altında yatan siyasî faaliyetin olduğunu gizleyen yok, bu konuda da teşvikler veriliyor.
PKK’nin, silâhları bırakın talimatından sonra topluca silâhların teslim alınmadığı gerçeği ortada. Elit takımının nerede olduğunu soran araştıran yok. Sahi, bunlar nereye gitti? Azerbaycan’a gitmiş olabilirler mi? Orada petrol istasyonlarında çalışıp ilerisi için bir plânları olabilir mi? Bu gidişle, idam kalkar ve baş serbest kalır, siyasete atılabilir mi? Bu ve buna benzer sorular, Türkiye’nin önünde bulunan dikenler yolumuzu Diyarbakır’dan geçmeye zorlar mı?
Ayağımıza batan dikenin sebep olduğu kana bakarsak, Musul ve Kerkük’ü neden kayıp ettiğimizi, Şeyh Said denilen isyankârı hatırlamamak mümkün mü? Şeyh Said İngiliz lirası ile sözde din elden gidiyormuş diyerek, din yerine toprağımızı giderdi. Kanı ile canı ile vatanı düşman istilâsından kurtarmaya çalışan, aç susuz, yalın ayak o mübarek Mehmetleri arkadan vuran Kürtlerin kahraman adamı! Sen Mehmetlerimi arkadan vur, vatana hıyanet et, sonra da bu vatan toprağından pay iste. Bugüne baktığımızda, 40 bin şehit katili, idamlık vatan haini, Kürdüm der, ama Türk ekmeği yediği için Türkçe düşünmek, yazmak ve ortak dilleri olmadığından aralarında konuşup anlaşmak zorunda kalan Öcalan ve yandaşları da bugün bizi AB kapısında zorluyor. Vatan haini Şeyh Said adına Almanya’da kurulan Şeyh Said Vakfı, dostlarımız Almanların destek ve himayesinde Türk Milletine kin kusmaktadır. Sorun varsa onların değil, bizim olmalıdır. Bu hainleri nasıl uslandırırız, işte asıl sorun budur.
Bu önemli konuları milletvekillerimiz Büyük Millet Meclisi’ne getirip açık tartışmaya açmalıdırlar.
Lozan’ın 39. maddesinin son fıkrası, “Türk vatandaşı olan bir kişinin, özel, ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her türlü yayın konusunda, toplantılarda, herhangi bir dili kullanmasına kısıtlama konulmayacaktır.”Azınlıklar için geçerli olan bu maddeye istinaden zaten yasak konulmamış, engel de yok. Bu maddeyi kimse başka yöne çekmesin, açık ve net olarak bu yalnız azınlıklar için geçerlidir. Türkiye’de Müslüman AZINLIK YOK. Dikkat edilecek önemli bir nokta da okullarda azınlıklar dışında, başka dille eğitim yapılır, yapılabilir diye bir cümle, kelime de yok.
Namus lekesi değil alnımda gördüğünüz,
Vurulmuşum, vurulmuş düşmüşüm güpegündüz.
Şakağımdaki kansa, o benim gülüşümdür,
Namert sürünmektense, erkekçe ölüşümdür.
|
alisinkay |
KÜRTLERİN KÖKENİ
Öncelikle şunu belirtmekte yarar görüyorum.Kürtlerin kökeni hakkında yapılan araştırmaların pek çoğu yabancı kaynaklı ve siyasi amaçlıdır.1. Dünya savaşı ve ikinci Dünya savaşı yıllarında ülkelerin grupları etkilemek ve genel gidişatı kendi lehlerine çevirmek için böyle çalışmalar yaptığı ve hatta günümüzde mehdi inancını kullanarak ABD'nin sahte bir mehdi oluşturma çabaları kanıtlanmış gerçeklerdir.
Millet; Ortak kültür bir milletin en büyük unsurudur.Kültürel açıdan bir değerlendirme ve karşılaştırma yapalım.Bu ortaklıklardan sadece çok azını paylaşabileceğim.Yoksa sayfalarca kalınlıkta bir kitap yazmamız gerekiyor.
Milli destanımız ERGENOKON ÇIKIŞI İLE
Pülümür yaylalarındaki dağ çiçeğinin dilinin karşılaştırılması
Anadolu Türkmenlerinin özellikle, yörük ve türkmenlerin düşünüş ve yaşam tarzları neyse bunun daha saf ama aynını Kürtlerde bulmak mümkündür.Pülümürde Ovacık genel hal raporunda da yazılı olay;
O bölgedeki Kürtlerin Kara- Çarşambası;
hemen belirtmeliyim ki Türklerde Kara kutsal bir renktir.Güneşin ışınlarının ilk vurduğu Kara-taş dersimde öpülür.Karadğ kutsaldır.Kara oğlan, kara yağız deyimleri övgü olarak söylenir.Kara- Çarşambada kutsal bir günün anlamı vardır.
Bu ad martın ilk çarşambasına verilir.erkekler alınlarına bir kara sürer, ırmaklara ve göllere gider.Bu karaları temizler ve sulara karşı bir dua ve niyazda bulunur.Yabani gül ağacının iki ucu kesilerek yarılır.Sonra bir daire şekline getirip, hastaları bu daireden geçirirler.Dularıda önemlidir.Bizi kurtardığın bu günün hürmetine hastamıza da şifa ver diye dua edilir.
O gün ayrıca kurt ağzıda bağlanır ve ey yuce kurtarıcı bugünün hürmetine sürülerimize dokunma diye yalvarırlar.Onlar bu geleneğin nereden geldiğini bilmezler.
Alına sürülen kara, kurt ağzı bağlama, gül dalından delik yapma bize ergenekonu hatırlatır.
düşmanların saldırısından kurtularak sarp kayalıklar arasında ERGENEKON VADİSİ’ne sığınan bir çift TÜRK, geldikleri yolu kaybederek, yıllar boyunca orada küçük bir alanda kalmışlar, sayıları çoğaldıkça sürülerinin ve kendilerinin yiyecekleri daralmış ve artık açlık başlayacağı bir sırada, sürülerini boğazlayan bir kurdun peyda oluşu, tehlikeyi büsbütün büyütmüştür. O zamana kadar görünmeyen bu kurdun, nereden geldiği gözetlenerek, onun geçtiği deliği, ateşler yakarak büyütmek suretiyle yol açılmış ve herkes bu yoldan geçerek, üzerinde gürül gürül bir ırmağın aktığı geniş bir alana kavuşmuştur.
Yüzlerce körüğün işlemesi, yakılan ateşin dağı eritmesi ile açılan isli geçitten geçenlerin ilk yapacakları iş, yıkanmak olacaktır.
İşte, alınlarına sürülen kara, o günkü hallerinin bir belgesi; yabani gülağacından yapılarak içinden geçilen delik, ERGENEKON’dan çıkışlarını sağlayan deliğin bir sembolü, Ulu Rehber de, Türklerin ünlü Bozkurdudur.
Buna karşılık, Martın ilk çarşambası, her takvime uygun düştüğünden bugün: Ulu yol gösterici diye adlandırılan ve sürülerine dokunmaması için dualarla ağzı bağlanan Kurt sembollerine bakılarak, ERGENEKON’dan çıkış günü olduğu açıkça görülmektedir.
Zazalar, aslını bilmeden, onu da sır âlemi içinde yabancılardan saklı, kendi aralarında kutsal bir gün olarak hâlâ kutlamaktadırlar. Bizden daha saf, daha öz bir Türk olduklarını gösteren bu örnektir.
Pülümürde kırlarda açan bir çiçek, ismini sorduğunuzda size türkçesini bilmediklerini söylerler.Kürtçesini sorarsınız ve aldığınız cevap,"Karbellik"
İşte sizlere güzel ve gerçek bir Kürtçe. Karın yağacağını belli eden bu karbelik, Türkçe değil Kürtçe imiş. Ancak kırlarda görülen ve şehirleşmeyen bu çiçeğin adı da konar-göçerlikleri zamanından beri asıl adını koruyabilmek mutluluğuna uğramıştır! Kürt bunu kendi malı bilmekte haklıdır. Yalnız unuttuğu bir şey varsa, o da, kendisinin de aslında Türk olduğudur. Zira, Kürt adı da, Selçuklu, Karamanlı, Osmanlı gibi bir Türk boyunun adıdır.”
Karbelik - Karbilik ile Kaşgarlı Yusuf Hâs Hâcib’in Kudatgubilik’te, temeldeki fark ne?..
Namus lekesi değil alnımda gördüğünüz,
Vurulmuşum, vurulmuş düşmüşüm güpegündüz.
Şakağımdaki kansa, o benim gülüşümdür,
Namert sürünmektense, erkekçe ölüşümdür.
|
Emrah Yavuzcan |
Şerefsizlerin sitelerinin birinde şu haber geçiyor:
"Attack on Turkish mobile gendarme station in kurdish town of Sirnak"
1 sergeant and 3 soldiers were reportedly killed in a HPG raid to a mobile gendarme station in Beytussebap district of Sirnak.
It was reported that HPG guerillas attacked tents of a mobile gendarme station with heavy arms at about 11 p.m, near Sinekli Square. The first reports note 1 sergeant and 3 killed in the attack. No information could be gained about HPG's loss in the clash which lasted about half an hour. Starting a widespread operation, military forces hammered the rural areas with mortars during the night.
Another clash between HPG and Turkish Military Forces in Kajarar region of Pertek district in Tunceli was reported. No information could be gained about the losses from both sides. Widespread army operations are going on in the region. Clash news come from also Ovacik district."
Türkçesinde özetle, Kürt şehri olan Şırnak'ta askeri araca saldırı düzenlendi, bir çavuş, üç asker öldürüldü, tunceli'de gerçekleştirilen saldırıda iki taraftan da kayıp olmadı diyorlar...
Size bu kürt sitelerinin linklerini vermek isterdim ama reklama benzer bişey olacağından vermiyorum, bulabilirsiniz gerçi...
Adamlar bir Kürt şehri olan Şırnak diyor, ingilizce metinlerde kendilerine Çeçenistan modeli vermeye çalışıyorlar, bize yardım edin diyorlar.
Sona erdirilebilecek mi?
en iyiyi bulmak için çalışırken, iyiyi kaybetmeyin... |
Nilgül Saraç |
sevgili alisinkay,
20 büyük holdingin 12si kürt ve onlar yatırımda bulunmuyorlar demişsin
sevgili ali doğunun birçok yeri olağanüstü hal bölgesiydi kısa süre öncesine kadar hala bazı illerde bu uygulama devam ediyor bunun anlamı şu devlet olağan önlemlerle oranın güvenliğini sağlayamıyor biz büyük yatırımlardan, açılımlardan bahsediyoruz kendini güvende hissetmeyen, iş yerinin bombolanma tehlikesi altında olduğunu bilen hangi yatırımcı bu riski göze alıpta doğuya gider sanıyorsun!
sorun kürtçe sözlük ya da kurulan kurumlar ya da kürtçe konuşmanın serbest olup olmaması değil doğuya gitmedin değil mi Ali, hapisaneye girmeye niyetliydin ama onu yapmadan önce doğuya git derim
6 yaşına gelene kadar pek çok çocuk türkçe bilmiyor bazı öğretmenler onlarla iletişim kurabilmek için önce kürtçe öğreniyor ve daha sonra türkçe öğretiyor çocukların büyük çoğunluğu 3. sınıfta okuma yazma öğreniyor ve geriden takiple buna ek olarak öğretmenlerimizin doğuya gitmek istememesi nedeniyle gerilik daha da artıyor. daha sonra Ö.S.S. sonuçları belli oluyor ve Türkiye'nin
en başarısız ili hakkari çıkıyor. sivastan itibaren doğu illerini kapsayan bir araştırmaya göre bu illerde Ö.S.S sınavında en az başarı gösterilen dersin türkçe olduğu ortaya çıkıyor. HAKSZLIK DEĞİL MİDİR bu o yöre hala geri bunu süslü birkaç görüntüyle yutturmaya çalıştırsakta hiçbirşey toz pembe değil. 20 yıllık bu üklenin çektiği zulmün nedeni de bu. baştan itibaren eğitimsiz bırakılan bu insanlar. insanlara okul götürmez fabrika açmaz güvenliği sağlamazsanız birileri de çıkıp 'siz kürt olduğunuz için bu ayrıma tabisiniz boyun mu eğeceksiniz bu zulme bu ağalara ve devlete 'diyecektir bana bir ülke gösterinki eğitim düzeyi yüksek ve kişi başına gelir düzeyi 12000$ aşağı olmasın ve o ülkede iç savaş olsun.YOK böyle bir yer
'idamla sorun çözülmez 'diyenleri eleştirmişsin. bu sorunun idamla çözülebilmesi için sadece öcalan'ın değil pek çok kişinin idamı gerekir. önceki hükümet dönemin de onlarca toprak ağası yüzlerce köyü olan milletvekileri vardı bu kişilerin de emrinde çalışan yüzlerce köy korucusu. p.k.k. ile mücadeleri dolayısıyle ağaları adına tirilyonları bulan gelir elde ettiler. milleti temsil eden kişiler başta bu kananç elden gitmesin diye terörün bitmesini istemedi. bi dönemki başbakanımızda 'benim bu ülke için canını vermeye hazır binlerce evladım sırada bekliyor dedi' kendi asker oğluda yalısının karşısında hafta sonları discoya gitmeyi bekliyordu.terörist denilip tek bir kişiyi bile öldürmeyi bırakın yaralamayan insanların idam fermenını hiç vicdanı sızlamadan imzalayan birzamanların başbakanı ve cumhurbaşkanı, şimdinin fosili, daha bunlar gibi YÜZLERCESİ. idamı hakeden kim? ya da gerçekten sadece onun ölünmü sorunu halledecek mi bu sadece şehit ailelerini biraz rahatlatır o kadar
biz yıllarca bataklık neden ortaya çıktı demeden sinek öldürdük kimi zaman sinekler çoğaldı kimi zaman (şimdi olduğu gibi) azaldı ama bataklık hiçir zaman kurumadı !
sevgili Ali,
pek çok kişiden değil ama senden daha derinlemesine bir yaklaşım beklerdim şunu yazmışsın yazında
'sen mehmetlerimi arkadan vur vatana ihanet et...40bin şehit katiliidamlık vatan haini kürdüm der'
ben tüm bunların sorumlusunun yıllardır devletin yürüttüğü yanlış ve örtbas etme politikasını olduğunu yukarıdaki yazımda belittim Ali sineklerin verdiği zararı anlatmış ama bataklığın neden ve neyin eksikliğinden ortaya çıktığından bahsetmemiş
çanakkalede anzak askerlerinin şehitliğinde ATATÜR'ÜN şu sözleri yer alıyor 'bu topraklarda bizimle mücadele eden siz askerler rahat için de huzurla uyuyun burda herzaman güvendesiniz çünkü bizim şehitlerimizle koyunkoyuna yatmaktasınız. bu ülkede can veren MEHMET'TE, JON'DA bizim mehmetçiğimizdir' keşke millet olarak onun gösterediği bu olağanüstü yaklaşımı bizde kabullenebilseydik...o zaman bunca gözyaşı kana karışmazdı...
nilgul |
alisinkay |
Sevgili nilgül,
Yanılıyorsun doğuya gittim genel siyasi görüşümü ortaya koymadan önce ve daha sonra sayısız defalar gittim.
Öncelikle öğretmenlerimiz neden oraya gitmiyor;Cevabı çok basit aşağıda,
Lokman Çeker
Baba adı Musa. Doğum yeri ve tarihi izmir, 1964. Şehit düştüğü il tunceli
ABDULKADİR UĞURLU
Baba adı MEHMET MÜNİR. Doğum yeri ve tarihi mardin, 1968. Şehit düştüğü il mardin
ABDULLAH NERGİZ
Baba adı AHMET. Doğum yeri ve tarihi mardin, 1949. Şehit düştüğü il mardin
ABDULVAHAP YERSİZ
Baba adı ŞEYHMUS. Doğum yeri ve tarihi mardin, 1968. Şehit düştüğü il mardin
ADEM AKDENİZ
Baba adı MUSTAFA. Doğum yeri ve tarihi aydin, 1968. Şehit düştüğü il mardin
ALİ YILDIZ
Baba adı HASAN. Doğum yeri ve tarihi karaman, 1969. Şehit düştüğü il mardin
AYDIN ACUN
Baba adı ABDULLAH. Doğum yeri ve tarihi mardin, 1966. Şehit düştüğü il mardin
AYDIN ACUN
Baba adı ABDULLAH. Doğum yeri ve tarihi mardin, 1966. Şehit düştüğü il mardin
EROL ERCAN
Baba adı İBRAHİM. Doğum yeri ve tarihi bartin, 1970. Şehit düştüğü il mardin
ERTUĞRUL ALPTEKİN
Baba adı ALİ. Doğum yeri ve tarihi adana, 1968. Şehit düştüğü il mardin
Aydın Uçar
Baba adı HASAN. Doğum yeri ve tarihi izmir, 1979. Şehit düştüğü il malatya
Bahattin Çoban
Baba adı Yusuf . Doğum yeri ve tarihi adiyaman, 1978. Şehit düştüğü il bingöl
Bahattin GEL
Baba adı . Doğum yeri ve tarihi , . Şehit düştüğü il kocaeli
Bilal Korkmaz
Baba adı Mustafa . Doğum yeri ve tarihi tokat, 1972. Şehit düştüğü il sirnak
Bülent Kula
Baba adı Osman. Doğum yeri ve tarihi izmir, 1975. Şehit düştüğü il kuzey irak
Cavit TÜFEKÇİ
Baba adı . Doğum yeri ve tarihi , . Şehit düştüğü il kocaeli
Cevat EFE
Baba adı . Doğum yeri ve tarihi , . Şehit düştüğü il kocaeli
Cihan Öden
Baba adı Cemal. Doğum yeri ve tarihi zonguldak, 1973. Şehit düştüğü il van
F.Turgay KÜLCÜ
Baba adı . Doğum yeri ve tarihi , . Şehit düştüğü il kocaeli
Ferudun Yılmaz
Baba adı Mehmet. Doğum yeri ve tarihi izmir, 1971. Şehit düştüğü il hakkari
Filit Yaşarlar
Baba adı Kasım. Doğum yeri ve tarihi agri, 1973. Şehit düştüğü il kahramanmaras
Gökhan Yaylacı
Baba adı Gazi . Doğum yeri ve tarihi malatya, 1973. Şehit düştüğü il siirt
Kaan ŞAŞMAZ
Baba adı . Doğum yeri ve tarihi , . Şehit düştüğü il kocaeli
Kadir Demirel
Baba adı Metin. Doğum yeri ve tarihi ardahan, 1974. Şehit düştüğü il diyarbakir
Lokman Çeker
Baba adı Musa. Doğum yeri ve tarihi izmir, 1964. Şehit düştüğü il tunceli
M. Yüce Sonkurt
Baba adı . Doğum yeri ve tarihi usak, 1966. Şehit düştüğü il tunceli
Mehmet KAYA
Baba adı . Doğum yeri ve tarihi , . Şehit düştüğü il kocaeli
Mehmet Taşkıran
Baba adı Halil . Doğum yeri ve tarihi konya, 1967. Şehit düştüğü il sirnak
Mehmet YİĞİTASLAN
Baba adı . Doğum yeri ve tarihi , . Şehit düştüğü il kocaeli
Mehmet ÖZER
Baba adı . Doğum yeri ve tarihi , . Şehit düştüğü il kocaeli
Burada sadece şehit olan öğretmenlerimizden birkaçını yazıyorum.Ruhları şad olsun ve bir şehit çocuğunun kaleminden
BENİM BABAM BEN DAHA ONU TANIYAMADAN ŞEHİT OLDU. ONU SADECE RESİMLERİNDEN TANIYABİLİYORUM. BEN ŞİMDİ ORTAOKULA GİDİYORUM.
BABAM BENİM SÜNNETİME GELDİ. ONU BEN VE DEDEM GÖRDÜK. AMA YANINA GİTTİĞİMİZDE BİR ANDA KAYBOLDU.
BENDE ASKER OLACAĞIM. BABAM GİBİ KAHRAMAN OLACAĞIM.
BABAMI ÖZLÜYORUM VE ONU ÇOK SEVİYORUM.
AMA BABAMIN DÜŞMANLARINI AFFETMELERİNİ ANLAYAMIYORUM.
Namus lekesi değil alnımda gördüğünüz,
Vurulmuşum, vurulmuş düşmüşüm güpegündüz.
Şakağımdaki kansa, o benim gülüşümdür,
Namert sürünmektense, erkekçe ölüşümdür.
|
alisinkay |
Bataklıktan behsetmişsin, Türkiyenin heryeri bataklıkken neden lazlar, çerkezler isyan etmedi terör eylemleri düzenlemedi de Kürtler bunu yaptı.Ekonomik zorluklar demişsin, bu söylediğine sen inanıyor musun,Gerçekten o kadar basit mi, düğünlerde hangi batıda kilolarca altın takılıyor?
Madem sorun ekonomikti.Madem sorun eğitimde.Madem öğretmen istiyordular.Gelen öğretmenleri neden öldürdüler.Okulları neden yaktılar.Tren yollarından ne istediler.T.C sıfatıyla aşağıladıkları ülke GAP gibi dünyanın en büyük projesini hayata geçirdi.Ekonomik yatırım yapılmadı demişsin.Keban ve Gap sence ne kadara maloldu Türkiyeye.Türkiye sadece elektrik üretmeyi mi amaçlamıştı.Bölge insanını ekonomiye kazandırmayı mı?Kaçak elektrik kullanımına bak.Yakın zamanda bir kamu görevlisi bu nedenle nerede şehit edildi, bana söyler misin,
Batıda hangi evde, evin duvarına demir monte edip, ona kaçak elektirk vererek ısınıyorlar.Hangi evde tavana yatak asıp, elektrik vererek ısınıyorlar.Bu salt ekonomik nedenlerle açıklanabilir mi.Maddi durumumuzu, okuyabilmek için nelere katlanmak zorunda kaldığımı biliyorsun nil, Amcam yakacak odun bulamamış bir kış.Elektriği kaçak kullanmak da aklından geçmemiş.Çünkü HARAMIN ne olduğunu biliyordu.Kimseye yük olmakda istememiş ve hastalanıp birgün aniden öldü.Allah rahmet eylesin.Batı saltanat içinde mi yaşadı sanıyorsun nil.Batının yediği önünde yemediği arkasında mı?
Daha 98 yılında 1 tek kuru ekmekle 3. gün idare eden çocuk doğuda yaşamıyor.Doğuda okumadı.Tüm zorluklara rağmen, boğazından tek lokma haram geçmeden ilim öğrendi.Ve bu çocuk doğuda da okumadı.Saltanat ve zenginlik içinde yaşam sürdüğünü sandığınız doğudaydı.
Sonuç.1. Dünya savaşından yeni çıkmış.Hiçbirşeyini üretemeyen bir Türkiye vardı.Bir an sevgili Nil o ülkenin başında olduğunu düşün.Doğuda isyanlar, batıda isyanlar.Memleket karışıklık içinde, bugünün sevr sevdalıları o zamanda var.Bir rüzgar esse ülke sallanıyor.Herkes bir arada durmaya çalışırken ülke isyanlarla boğuşuyor.Bir yandan da yatırımlar yapmaya sanayileşmeye çalışıyor.
O ülkenin başında sen olsaydın nil.Hammaddeye ve pazara ulaşımı daha kolay olan düşük maliyetli bir yer mi seçerdin, yatırım yapmak için.Yüksek maliyetli bir yer mi.Kısıtlı imkanlarla elbette her mantıklı insan ilk yatırımları batıya yapacaktır.Bir insanı öldürmeyi, ülkene veya bayrağına ihanet etmeyi hele ülkede huzursuzluk çıkarmayı ve terör olayları yaratmayı hiç ama hiçbir bahane mantıklı gösteremez.Ve idam, hakedenler her zaman cezasını almalı.
Namus lekesi değil alnımda gördüğünüz,
Vurulmuşum, vurulmuş düşmüşüm güpegündüz.
Şakağımdaki kansa, o benim gülüşümdür,
Namert sürünmektense, erkekçe ölüşümdür.
|
alisinkay |
Atatürkün şu sözlerini kullanmışsın
bu topraklarda bizimle mücadele eden siz askerler rahat için de huzurla uyuyun burda herzaman güvendesiniz çünkü bizim şehitlerimizle koyunkoyuna yatmaktasınız. bu ülkede can veren MEHMET'TE, JON'DA bizim mehmetçiğimizdir'
Meselelerin Devlete Bağlılıkla Çözümü
Bu noktaya kadar ele aldıklarımız, bizlere iki önemli sonuç gösterdi:
1. Bir milletin varlığı ve bekası için, güçlü bir devlete sahip olması zorunludur.
2. Türkiye Cumhuriyeti, Türk Milleti'nin yararını gözeten, milletin refahının, güvenliğinin ve geleceğinin yegane teminatı olan bir devlettir.
Dolayısıyla, önceden de belirttiğim gibi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni korumak, devlete sahip çıkmak her Türk vatandaşının öncelikli görevidir. Hiçbir Türk vatandaşı, devlet kurumlarına zarar verecek, bu kurumların işleyişini aksatacak ya da devletin temel değerlerini yıpratacak bir faaliyet içine kesinlikle girmemelidir. Milli görevimiz, her zaman için devletin yanında olmaktır. Bunun aksinde faaliyet gösteren bir insan, kendi oturduğu bir apartmanın temellerini baltalayan bir kişi gibi, kendi varlığına ve geleceğine zarar vermiş olur.
Demokratik bir toplumda, ülke meselelerinin çözümü için herkesin ve her grubun farklı fikirleri olabilir. Örneğin kimisi serbest piyasa ekonomisini savunur, bir başkası karma ekonominin yararlı olacağını düşünür. Benzer şekilde, dış politikadan ülkenin bayındırlık meselelerine kadar her konuda farklı görüşler olabilir. Dünya görüşü yönünden de toplumun bir kısmı daha muhafazakar, bir kısmı daha liberal olacaktır. Ama önemli olan tüm bu farklı siyasi ve kültürel akımların, devlete bağlılık konusunda ortak bir tavır göstermeleridir.
Çünkü tüm bu gruplar, Türkiye Cumhuriyeti'nin unsurlarıdır ve ancak Türkiye Cumhuriyeti Devleti güçlü olduğu sürece, bağımsız bir millet olarak yaşama şansına sahiptirler. Kendi aralarında siyasi mücadeleler yürütebilir, farklı partiler kurabilirler. Ama hepsi devlete sadakat, devletin ve devletin kurumlarının korunması konusunda aynı duyarlılıkta olmalıdır.
Devlete karşı isyankar davranmanın yanlış bir yol olduğunu görmek için, tarihe bakmak yeterlidir. Tarih, bu yolu seçenlerin hepsinin sonunda hüsrana uğradıklarını göstermektedir.
Türkiye'nin devlet geleneği, Osmanlı İmparatorluğu'na kadar uzanır. Osmanlı İmparatorluğu, bilindiği gibi Cebel-i Tarık'tan Yemen'e kadar uzanan dev bir coğrafyayı yüzyıllar boyu adalet ve istikrar içinde yöneten güçlü bir devlet sistemi kurmuştur. Bu sisteme karşı çeşitli nedenlerle isyan edenler ise, her zaman için hüsrana uğramışlardır. İmparatorluğun çöküş dönemi sayılmazsa, 17. yüzyıldan itibaren başta Celali İsyanları olmak üzere her türlü iç ayaklanmanın, ayaklananlara sadece yıkım getirdiği görülebilir. Bu isyanlar, çoğu zaman Anadolu'daki birtakım menfaat çevreleri tarafından kışkırtılmış, ancak hiçbir zaman hiçbir başarı elde edememiştir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihinde de yine sonu hüsranla biten isyanlar vardır. 1920'li ve 30'lu yıllarda, özellikle Güneydoğu bölgesinde birçok isyan hareketi yaşanmış, ancak hepsi hüsranla bitmiştir. Bu isyanları gerçekleştirenler, doğal olarak devletin sert önlemler almasına neden olmuş ve böylece hem kendilerine hem de çevrelerine büyük zararlar vermişlerdir. Ülkemiz 1960'lı yıllardan itibaren de Marksist ideolojiye kapılan bazı sol örgütlerin isyan girişimlerine sahne olmuştur. "Devrim" hayallerine kapılan bazı gençler, ellerine silah alıp dağa çıkmış ve kendilerince devletin düzenini değiştirebileceklerini sanmışlardır. Devletimiz elbette bu gibi anarşi girişimlerine taviz vermemiş ve söz kousu eylemleri örgütleyenler cezalandırılmışlardır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne yönelik hiçbir isyan ve terör hareketinin asla başarıya ulaşamayacağını ve Devletimiz'in bu gibi girişimleri her ne olursa olsun bertaraf edeceğini gösteren en önemli örnek ise, bölücü terör örgütü PKK'nın uğradığı hezimettir. Bilindiği gibi PKK, 1984 yılından itibaren Türkiye'nin Güneydoğusu'nda ayrı bir devlet kurma hayaline dayalı bir terör kampanyası başlatmıştır. Binlerce polis ve askerimizi şehit etmiş, on binlerce vatandaşımızın ölümüne neden olmuştur. PKK tüm bu terör eylemleri için çok ciddi bir dış destek de görmüş, bazı ülkeler bu örgüte para, silah ve lojistik imkan sağlamıştır. Ancak tüm bu çabalar yine de netice vermemiş, başta Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere, Devletimiz'in ilgili kurumları terör örgütünü çökertmiştir. PKK'nın lider kadrosunun da ele geçirilmesinin ardından, örgütün askeri gücü büyük ölçüde yok olmuştur.
Rehberimiz Kuran bu konuda şöyle diyor
…Allah'ın verdiği rızıktan yiyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. (Bakara Suresi, 60)
O, iş başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez. (Bakara Suresi, 205)
Düzene konulması (ıslah)ından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesat) çıkarmayın... (Araf Suresi, 56)
…Ölçüyü ve tartıyı tam tutun, insanların (hakları olan mallarını) eşyasını değerinden düşürüp-eksiltmeyin ve düzene (ıslaha) konulmasından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesat) çıkarmayın. Bu sizin için daha hayırlıdır, eğer inanıyorsanız. (Araf Suresi, 85)
Allah'ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama. Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez. (Kasas Suresi, 77)
Namus lekesi değil alnımda gördüğünüz,
Vurulmuşum, vurulmuş düşmüşüm güpegündüz.
Şakağımdaki kansa, o benim gülüşümdür,
Namert sürünmektense, erkekçe ölüşümdür.
|
alisinkay |
Atatürk'ün sözlerini kullanırken anlamadığım nokta, Pkklı teröristleri şerefleriyle savaşan herhangi bir ülkenin askeri ile bir mi tutuyorsun.Atatürk herşeyden önce bir askerdi ve savaşta karşı tarafa saygılıydı.Onlara küçümsemez ve ezmez ama gururundan da taviz vermezdi.Atatürk sevgili PKKlı terörisler si< bu topraklarda bizimle mücadele ettiniz.Mehmetlerle koyun koyuna rahat bir şekilde uyuyun mu diyecekti yoksa isyanları bastırdığı zaman yaptığı gibi gerekli cevabı mı verecekti. Kurtuluş savaşında şehit veren hangi aileden sen, anzaklar sizden nefret ediyorum.İntikamımızı alın.Bu evladımı şehit etti sözünü duydun.Onlar şehit oldu derler, gözlerinde hafif bir yaş olur ama gururludurlar.Kimseyi de suçlamazlar.Çünkü savaşın nedenini bilirler evlatları bir hiç uğruna ölmemiştir.Evlatları kendi öz evlatları tarafından vurulmamıştır.Anzakları da severler.Çünkü bir savaştır.Kimse isteyerek orada değildir.Onlar da bir rüzgara savrulmuştur.Çünkü savaş vardır.Peki ya terör beşikteki bebeği öldürülen ana ne diyecek nil.Siz koyun koyuna huzur içinde yatın mı diyecek.
HANGİ DEVLET YÖNETİCİSİ ONU DEMEYE CESARET EDEBİLİR?
Atatürk çağının Milli Eğitim Bakanlarından Vasıf Çınar ile İstiklal Mahkemeleri Başkanı Ali Saip Ursavaş kürttü.Fakat bunların aklına Türklükten ayrı kürtlük diye birşey gelmiyordu ve Atatürk çağında böyle bir şey akla gelemezdi de.Atatürk ortalığa bir "Türklük Dehşeti" saçmıştı.Bu sayededir ki kürt olan Ali Saip,İstiklal Mahkemelerinde birçok asi kürdün idamında büyük rol oynamıştı.Demokrat Partinin ileri gelenlerinden Kasım Küfrevi ve Ağrı Mebusu Halis Öztürkde kürttüler.O zamanın Milli Eğitim Bakanlarından Celal Yardımcı'nın da kürt olması kuvvetle muhtemeldir.Çünkü Kayseri Cezaevinde kendisini lider tanıyan bir iki Türk mebus bulunduğu gibi mahbusluk hayatında kürtçe öğrenmeye başlaması da mim konulacak noktalardandır.
Namus lekesi değil alnımda gördüğünüz,
Vurulmuşum, vurulmuş düşmüşüm güpegündüz.
Şakağımdaki kansa, o benim gülüşümdür,
Namert sürünmektense, erkekçe ölüşümdür.
|
alisinkay |
Aşağıdaki sözler tamamen alıntıdır.
Derwêşê Sedo: Kemal Atatürk gericiydi, Türkiye’nin sınırları sunidir, bu sınırları tanımıyoruz
ÖSS sınavında söylediklerini başka bir ağız nasıl söylemiş bir bakalım Kuzey Kürdistan dikkatini çekmiş olmalı.Ekonomik derde bakın.
İSTANBUL, 22/7 2004 — Kuzey Kürdistan’daki Kürt öğrencilerin çok az bir bölümü üniversitelere girebiliyor. Dün açıklanıp, bugün adayların adreslerine postalanmaya başlanan 2004 yılı Öğrenci Seçme Sınavı sonuçlarının da aynı gerçeği doğruladığı bildirildi. ÖSYM tarafından yazılı olarak yapılan "2004 ÖSS'de illerin başarı durumları" ile ilgili açıklamada, sınavı kazanma oranına göre ilk üç ilin Antalya, Yalova ve Aydın olarak sıralandığı belirtildi. Sıralamaya göre en başarısız iller de, her zaman olduğu gibi Kürt illeri oldu. Aralarında Hakkari, Ardahan, Şırnak, Bitlis ve Bingöl’ün bulunduğu söz konusu Kürt illeri sıralamada sonuncu gelen iller oldu.
Aşağıdaki söz ve kamu reformu yasa tasarısı ile herhangi bir benzerlik var mı acaba?
Osman Öcalan: — Benim sözünü ettiğim, iller federasyonu veya bölgeler federasyonu ya da eyaletlere dayalı federasyon biçimidir. Bana göre illere dayalı bir federasyon talebi, yerinde bir taleptir. Türkiye’de 81 tane il var. Eğer yerel yönetimler güçlendirilirse, bu kadar çok ille ihtiyaç kalmayacaktır. İller esasına dayalı bir federasyonun Kürt sorununu hal edeceğini düşünüyorum. Öte yandan tanınan her hak, Kürt kimliği ekseninde olmalıdır. Basın-yayın faaliyetleri özel girişimlere bırakılmalı ama özgür olmalı. Eğitim, kültür faaliyetleri de özelleştirilmeli ama özgür olmalıdır. Nasıl ki, bugün Türkiye’de ekonomi özelleştirilmiş ve özgür ise, diğer bütün alanların da böyle olması gerekiyor.
Kürtçe resmi dil olsundan sonra neler gelebilir
Osman Öcalan: — Türkiye Anayasasında Kürt realitesinin kabul edilmesi gerekiyor. Kürt halkı kendi topraklarında ve Türkiye’nin tümünde yaşıyor ve bu halkın yaşamın her alanında kendini geliştirmeye hakkı vardır, şeklinde yazılmalıdır.
Bak daha başka ne istiyorlar.Para mı acaba
Osman Öcalan: — Mutlaka toprak olmalıdır. Eğer Kürt milleti varsa, onun toprağı da vardır. Siyasi anlamda değil ancak coğrafi anlamda Kürdistan kelimesi, Türkiye Anayasasında yer almalıdır.
Bakın mesut barzani ne yapmış
SELAHATTİN, 24/9 2004 —Kürdistan’ın Selahattin kentinde, Kürt sanatçıları ile dün biraraya gelen Kürdistan Demokrat Partisi Genel Başkanı Mesut Barzani, yaptığı konuşmada, Kerkük’ün durumuna da değindi. Hiç kimsenin, Kerkük’ün Kürdistan’ın dışında ve işgal edilmiş olarak kalacağını hesaplamaması gerektiğini belirten Barzani, Kerkük sorununun, Irak Geçici Anayasası’na göre çözüleceğini açıkladı.
Bakın Irakta öldürülen Türkmenler neymiş
Türklerden Irak terörüne resmi destek
DIYARBEKIR, 14/9 2004 — Türk Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Müttefik güçlerin Telahfer’deki operasyonlarını işaret ederek, eğer böyle devam ederse kabul etmeyeceklerini söyledi. Gül konuyla ilgili yaptığı açıklamada, “Bizzat Dışişleri Bakanı ile görüştüm. Böyle devam ederse, Irak’la ilgili konularda Türkiye’nin işbirliğini sona erdireceğini çok açık şekilde söyledik... Tabi ki sadece sözde kalmayız gerekirse üzerimize düşeni yapmaktan hiçbir zaman çekinmeyiz” dedi. Gül ayrıca Irak’ta bulunan Tük firmalarını da geri çekebileceklerin söyledi.
Bakın Terörist Türkler başka ne yapmış
Türklerin Osetya’daki terörle bir bağlantısı var mı?
ANKARA, 4/9 2004 — Türk Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Rusya Başkanı Vladımir Putin’in Türkiye’ye gelmeyişinin Osetya’daki terörle ilgisinin bulunduğunu inkar etmedi. Gazeteciler, Osetya’daki terör eylemi nedeniyle Putin’in Türkiye’ye gelmediği iddiası hakkında ne düşünüyorsunuz şeklindeki bir soruyu Gül'e yöneltirken, Gül,cevabında Rus liderinin bu olaya bağlı olarak gelmediğini inkar etmedi. Çünkü Türk devleti Çeçen teröristlerine destek veriyor. Türkler, bütün Kafkasya ve Orta Asya’da aktif bir şekilde çalışıyorlar.Türk devletinin bazı güçleri Rusya-Türkiye ilişkilerinden razı değiller. Dolayısıyla Türk devletinin bazı güçlerinin Osetya’daki terör olayıyla bir bağlantısının bulunduğu konusunda çok ciddi kuşkular var.
BAK Örnek verdiğin ATATÜRK NE YAPMIŞ (Allah Atamıza rahmet etsin) kemikleri sızlıyor
Kürt sorununun kaynağı 1924 Anayasasıdır
ABDÜLMELİK FIRAT
[YALOVA, 7/6 2004] — Kürt sorununun kaynağı 1924 Anayasasıdır. I. Dünya Savaşında Kürt halkının Türk kardeşleriyle beraber yapmış oldukları milli mücadele takdire şayan bir özveridir.
Cumhuriyeti kuran siyasi kadronun başının; Kürt şahsiyetlerine ve kanaat önderlerine yazdığı mektup ve şifahî beyanlar, Amasya vilayetinde yazıya dökülen beyanname, Erzurum ve Sivas vilayetlerindeki kongrede alınan kararlar hiçe sayılarak Kürdlerin varlığı inkar edilmiştir.
Kürtlere asimilasyonu (eritme) ve jenosidi (katliam) reva görmüşlerdir. Tarihte hiçbir despot diktatörün yapmadığı zulmü Kürd halkına uygulamışlardır. Kürd halkı ve önder şahsiyetleri bu insanlık dışı muameleye karşı koymak için daha örgütlenmeden inkarcılar tarafından hadise (başkaldırı) provoke edilerek katliamlara başlamışlardır.
Türkiye’yi işgal eden galip devletlerin itimadına sahip olan kadro onların tasvibi ile Kürdistanı bir mezbahaneye çevirmişlerdir. Katliam ve sürgünler neticesinde bugüne kadar en az Kürtlerden üçyüz bin kişi hayatını kaybetmiştir.
Namus lekesi değil alnımda gördüğünüz,
Vurulmuşum, vurulmuş düşmüşüm güpegündüz.
Şakağımdaki kansa, o benim gülüşümdür,
Namert sürünmektense, erkekçe ölüşümdür.
|
alisinkay |
Atatürk için başka denilenler
Selim Berekat
Görünmeyen kalplerine dokunan özlemle başkaldırmaları gereken cinler, yerküresinin güney sahiline kadar hükmeden Süleyman Peygamberin vermiş olduğu görevi yerine getirmediler. Çünkü kadınlar, insani tenlerindeki altın parıltılarıyla onları cezb etti.
Cinler Kuzeye geldiler, O kuzey ki kürd, kendi tahmini kıblenamesıyle sınırlarını şöyle çizer: Doğuda 10 derece Aral Gölü'ne doğru. Batıda 50 derece Kaf Dağının arkasındaki Tih Denizine doğru. Bir yeri sınırlandırmak o yer için fazla önem taşımaz. Kuzeylerden bir kuzeyde bir yer ki ona kader şimşeğinin gözüyle bakılmakta.
Süleyman Peygamber görevli cinlerini uzak ellere efsanevi dağlardan kendisine kızlar getirmeleri için gönderdi, yani bir günde Cudinin tüm zirvelerini örtecek kadar büyüklükte bir yazma dokuyan kürt kızlarını. O Cudi ki her türlü vahşi yaratığın çobanı olan sayın Nuhun gemisinin demir attığı yer. Cinler o kızlardan yüzlercesini kapıp aldılar. Saçlarının ışınlarından, et ve kandan bulutlar oluşuyordu, kaçırdıklarından hoşlanmaya başlayan cinler, kaçırdıklarını orda, o dağlarda kendilerine sakladılar. Ne Suleyman Peygamberin verecebileceği cezaya aldırdılar ve ne de bu başkaldırının getirebileceği sonuçları düşündüler.
Yeryüzündekiler gibi, onlar da kadınlarını sevdiler.
Renk ceylanları ve tanrının dokuz yıldızlarının içinde raks ettiği billur gibi buzlu mağaralarda firuze suyundan yorganların altında seviştiler. Ve dağlı erkekliği ile bir nesil yarattılar, yırtıcılar gibi cömert bir nesil.
Bu kürtler, hikayenin kürtleridir; hikaye de zamanı engelden kurtarmak için söylenmiş: Sorun değil; zaman -her zaman- kendine engeldir. Ve kürdün yaşam hikayesi de hep azapçeken cinnin diliyle söylenir. O Kürtler ve rivayetleri zamanın sınırlarına dağılmış ülkelerden farklı bir özelliğe sahip oldular, bir kez “Dağlı Kürtler'' adıyla, bir kez de ''Ovalı kurtlar'' adıyla adlandırıldılar, fakat Kemal Atatürk bu adlara karşı ''temiz ulus'' ve ''tek ırk'' tuzağını kurdu, ve kürdün ruhunun etrafını yeni ve ''payeli'' bir lakapla çevirip muhasara altına aldı: ''Dağlı Türkler''.
Kuşkusuz, zaman meskununun adının değiştirilmesinde zamana yol ve fırsat veren Atatürk değildi. Bu Uruk, Sümer ve Babil sınırlarında savaşan Med İmparatorluğunun yıkılışından beri başlayıp Müttefik Güçlerin günümüzdeki antlaşmalarına kadar gelen yeniden düzenleme ve paylaşımına kadar devam etmiştir. Atatürkten önce birçokları geldi, ve birçokları da barutlu fırtınalarda onu takib ettiler.
Bir sonraki yazım Atatütkün Güneydoğu sorununa bakışını anlatmaktadır.Biliyorsanız es geçebilirsiniz
Namus lekesi değil alnımda gördüğünüz,
Vurulmuşum, vurulmuş düşmüşüm güpegündüz.
Şakağımdaki kansa, o benim gülüşümdür,
Namert sürünmektense, erkekçe ölüşümdür.
|
alisinkay |
ATATÜRK'ÜN DOĞU VE GÜNEYDOĞU ANADOLU POLİTİKASI VE BUNUN ORTAASYA VE ORTADOĞU POLİTİKASINDAKİ YERİ
Yrd.Doç.Dr. Kenan Ziya TAŞ*
Türk milletinin binlerce yıl öncesine dayanan bir tarihi ve bu tarihle mütenasip iyi işlenmiş bir dili ve köklü bir kültürü vardır. Bu vasfıyla milletimiz yeryüzünde varlığı çok eski tarihlere giden nadir bir kaç milletten biridir. Atatürk ise tarih boyunca Türk milletinin yetiştirdiği müstesna şahsiyetlerin en son temsilcilerindendir. Mensubu olduğu milletin mukadderâtında izi kaybolmayacak bir rol oynamıştır. Atatürk de toplumlara hamle ve yön veren "büyük adam"lardandır. İngiliz tarihçisi ve düşünürü Maculley'in dediği gibi, büyük adam yüksek bir tepeye çıkan ve güneşin doğuşunu herkesten evvel görebilen insandır. [1] Atatürk de kültürün önemini çok önceden kavramış, kültür ve dile büyük önem vermiştir; "Cumhuriyetin temeli kültürdür." sözü, onun kültüre verdiği bu öneme işaret eder.
Türk tarihi, büyük Türk kültürünün, çağlar içindeki siyasi ve medeni tezahüründen, yürüyüşünden, akışından, Türk kültürünün aksiyon haline gelmesinden başka bir şey değildir. Türk tarihine ilmin çıkabildiği en eski devirlerden itibaren tamamıyla sahip çıkmalı, onun her devrinin hakkını teslim etmeli, böylece tarihimize bir kültür ve birlik hazinesi olarak en müstesna yerin verilmesine ve bugünkü ve yarınki hayatın bu temel üzerine kurulmasına, millî tarih şuurunun kökleşmesine büyük ehemmiyet atfolunmalıdır. Türk tarihi, Türk kültürünün dolayısıyla Türk milletinin yüksek
Bu tesbitler istikametinde Atatürk Türk tarihinin gerçeklerini gün ışığına kavuşturmak için zaman ve enerjisinin büyük bir kısmını Türk tarihinin araştırılmasına adadı. Gerçekler bütün çıplaklığı ile meydana çıkarılmalı idi. Bu sayede yanlış kanaatler tashih olunacak, muhteşem bir geçmişi olan Türk milletinin yeni kuşakları medeniyet dünyası önüne açık alınla çıkacaklar ve nefse güvenle daha parlak bir geleceğe hazırlanacaklardı. Aynı zamanda büyük askeri zafer, kültür alanında böylece tamamlanacaktı. Bunların temin ve tesisi gayesiyle 1931'de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) ve 1932'de de Türk Dili tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu) ve bu ikisine ilâveten 1935 yılında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi açılmıştır. Böylece tarih boyunca Türk milletinin ortaya koydukları maddî ve manevî bütün varlıkları araştırılacaktı. Çünkü bir milletin büyüklüğü medeniyet alanında vücuda getirmiş olduğu eserlerle ölçülebilirdi. Böyle bir amaçla Atatürk, türk tarihi üzerindeki çalışmalar için şu direktifleri verdi:
"Büyük devletler kuran ecdadımız, büyük ve şumûllü medeniyetlere sahip olmuştur. Bunu aramak tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır."
"Tarih, hayal mahsulü olamaz. Tarih yazarken gerçek olayları bulmaya çalışmalıyız. Eğer bunları bulamazsak mechuliyeti, bu noktada cehlimizi itiraf etmekten çekinmeyelim."
"Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanı şaşırtıcı bir hal alır." [2]
Atatürk'ü ve inkılâplarını değerlendirirken onu sahip olduğu ve tarihî süreç içinde oluşan bu anlayışı ile değerlendirmeliyiz. Bu bakımdan Atatürk, medeniyet bakımından hamle yapmak isterken inkılâplarında Türk Tarihi ve Türk kültürünü hep ön plâna çıkarmıştır. Bu sebeple Atatürk inkılâbı medeniyet değiştirme yönünden daha ziyade mutlak, kültür değişmesi yönünden ise daha ziyade nisbîdir. Birincisindeki mutlaklık medeniyetin milletler arası veya milletler üstü maddi ve manevî değerler manzumesi olmasından, ikincisindeki nisbîlik ise, kültürün milletlerarası tesirlere kapalı olmamakla beraber, aslî mahiyeti itibariyle millî değerler sentezi olmasındandır. Böyle olunca medeniyette "devrim" (!) olabileceğine karşılık kültürde devrimden (!) bahsetmenin bir çelişmeye düşmek olduğunu söylemek bir hata veya paradoks telâkki edilemez. Kültürde mutlak bir değişme yani devrim değil, global açıdan nisbî bir değişme veya tekâmül olabilir. Kültür ancak bu mahiyeti ile millî seciyenin ifadesi ve millî kişiliğin devamı olur. [3]
Atatürk inkılâbı ile eski reformlar arasında tereddüte imkân vermeyen bir bağlantı bulunduğu ilmi bir hakikattir. Zira Atatürk inkılâbı müslüman Türk toplumunun. batı tesiri ile bir uyanış devri sayılan Lâle devrinden, yani 18.asır başlarından itibaren yavaş yavaş batıya açılması ile hıristiyan batı karşısındaki aşağılık kompleksi ile ve bilhassa jeopolitik tesirler altında, evvelâ teknik ve askerî, daha sonra idarî ve hukukî ve nihayet kültürel, sosyal ve ekonomik alanlarda bütün 19.asır boyunca devam eden bir medeniyet ve kültürden, başka bir medeniyet ve kültüre geçiş "transmutation" veya kültür ve medeniyet değiştirme hareketi karekterini taşıyan ağır fakat kesintisiz bir istihale "tranformation" süresinin varış noktasıdır. Başka bir deyimle, bir tekâmül zincirinin çok önemli bir halkasıdır. Bu tekâmül Atatürk inkılâbının kat'i surette tesbit ettiği ve gösterdiği genel yönde, kısmen kendiliğinden ve kısmen reforumcu müdahelelerle devam edecektir. Bu Atatürk inkılâbının temelinde yatan dünya görüşünün donmuş bir doğma veya doktirin değil esnek pragmatik bir felsefe ve realist bir duygu ve düşünce davrınışı "attitude"ü olduğu gerçeğinden ve aynı zamanda Türk toplumunun tarihi angajmanından çıkan tabiî bir neticedir. [4]
Türk tarihinden çıkardığı netice ve güvenle istiklâl mücadelesine atılan ve eşsiz bir zaferle neticelendiren Atatürk, tarih bilgisinde en heyecanlı hitabenin ilham kaynağını, yeni devletin temellerini atmak yolunda giriştiği teşebbüslerde en etkili silahını buluyordu. Tesis edilen bu yeni devletin her modern devlet gibi üstlendiği vazifeleri ve sorumluluklarını şu şekilde sıralamak mümkündür:
1- Her hal ve şartta devletin devamlılığını sağlamak,
2- İç ve dış güvenliği sağlamak (içten ve dıştan devletin hakimiyetine zarar vermeye yönelik her türlü fiili hareketleri ve saldırıları önlemek,
3- Milletin refahını (ekonomik ihtiyaçlar) ve saadetini (sağlık, eğitim, eşitlik, hürriyet, adalet) temin etmek,
4- Millet hayatını devam ettirmek, bunun için milleti meydana getiren dil, töre, din, tarih, edebiyat gibi kültür unsurlarını evvelâ asliyetini bozmadan muhafaza etmek, ikincisi geliştirmek, üçüncüsü ise millî şahsiyeti, milli şuuru ve milli birliği kuvvetlendirecek şekilde yaymak ve öğretmek
5- Çağdaş ilim ve teknoloji kurarak, toplum hayatında esas kılmak.
Devlet sahip olduğu imkân ve şartlar çerçevesinde ülkenin her tarafında bu esasları tatbik etmeye çalışırken özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu üzerinde çok çeşitli sebepelerle, aşağıda maddeler halinde zikrettiğimiz, hadiselerle karşı karşıya kalmıştır:
1- Doğu ve Güneydoğu Anadolu halkını çeşitli vasıtalarla (propaganda, şiddet) millî şuur dışına çekmek,
2- Türk devlet hakimiyetine karşı koyma, bu hakimiyeti reddetme ve bu hakimiyet altından ayrılma ve istiklâle kavuşma arzusunu tahrik ve teşvik etmek,
3- Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesini Türk devletinden koparmak veya misâk-ı millî sınırlarını parçalamak. [5]
Zikredilen bu hususların tarihî bir perspektif ile gelişimi ve buna bağlı olarak dış siyasetimizin önemli bir bölümü olan Orta Asya'daki (Türkistan [6] ) Türk devletleri ve Ortadoğu ile olan münasebetler üzerindeki yeri değerlendirilecektir. Doğu Anadolu, Kafkasya ve Ortaasya ile; Güneydoğu Anadolu ise Ortadoğu ile birleşen coğrafyalarımızdır. Buralarla tarihî, siyasî ve beşerî münasbetlerimiz neredeyse ayrılamayacak bir bütünlük gösterir.
Yukarıda ana hatlarıyla bahsetmeye çalıştığımız hususlardan dolayı Atatürk Doğu ve Güneydoğu ile dış türkler üzerindeki politikalarını sağlam bir kültür politikası üzerine oturtmanın gerekliliğini vurgulamış ve bu istikamette hareket etmiştir. Şu sözü bunu açıkça göstermektedir: "Türkiye dışında kalmış Türkler, ilkin kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük davasını böyle bir müsbet ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz." Millî Mücadele esnâsında ve sonrasında ortaya çıkan iç ve dış gelişmeler ve ortaya çıkan neticeler bu düşünceleri doğrulayacaktır.
Malum olduğu üzere Nutuk'ta belirtildiği gibi Mustafa Kemal'in dış politika tutumunda kronolojik iki devir vardır. İstiklâl savaşının zaferle sona erdirilmesine kadar süren birinci devre dış politika. Bu devir, Mustafa Kemal'in gerek padişah tarafından gerekse yabancı devletler tarafından bir asi sayıldığı devirdi. İkinci devir, Türk zaferiyle açılır ve Lozan müzakereleriyle yürümeye başlar. Bu devirde yeni Türkiye Cumhuriyeti devletler arasında eşit bir devlet olarak görünmeye çalışır ve bu statüyü başarılı bir şekilde elde eder. [7]
Atatürk'ün Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya, Ortadoğu ve Orta Asya politikası açısından verdiği önemi açıklarken ağırlıklı olarak yukarıda bahsettiğimiz ikinci devredeki gelişmeleri ele alacağız. Bilindiği gibi Misâk-ı Millî ile kurulacak millî devletin hudutlarının nasıl olması gerektiği açıklanmaıştır. Mustafa Kemal, mecliste yaptığı bir konuşmada "Misâk-ı Millî şu hat, bu hat diye hiç bir vakitte hudut çizmemiştir. O hududu çizen şey milletin menfaati ve heyet-i celilenin isâbet-i hâzırıdır. Yoksa haritası mevcud bir hudut yoktur. Bunun için de yapılmış olan işlerde ve yapılması teklif olunan işlerde hiç bir vakitte buna taarruz edilmemiştir. Bilâkis riayet edilmiştir." demektedir.
Misâk-ı Millî'nin konumuzla ilgili bölümü incelendiğinde görülmektedir ki Misâk-ı Millî güneyde Araplık ve Türklük camialarının kültür temeline dayalı olarak çizilecek sınırlarla birbirlerinden ayrılmasını ifade eder. Misâk-ı Millî, Atatürk'ün çok erken devirlere kadar giden bir tarih şuur ve kültürü ile Kürtlerin bir Türk uyruğu olarak her her alanda ortak olan değerlerle Türk camiasına, Türk milletine mensubiyetlerine inancı ifade eder. Ancak Anadolu coğrafyasının bir devamı olan ve millî varlığımızın ayrılmaz bir parçası kabul edilen Musul, Kerkük, Süleymaniye, Erbil bölgesinde teessüs edilen siyasi yapının meydana çıkardığı şartlar teoride ve pratikte Türk milletinin birliği ile oynama imkânı vermiştir. Atatürk'ün bütün hayatına değişmez gaye yaptığı, son nefesine kadar sarsılmaz bir azimle ve plânlı şekilde sürdürdüğü rasyonel çaba, Misâk-ı Millî çerçevesinde, Türk kültürünü, türklük değerlerini paylaşan halkı, modern millî devlet yapısına, bütünlüğüne eriştirmek olmuştur. [9]
Atatürk'ün Lozan sonrası Misâk-ı Millî'nin temel ruhunu terketmeden akılcı bir tarzda hedefe doğru gittiğini görmekteyiz. 30 Ağustos zaferinin hemen akabinde Fransız le Figaro gazetesine verdiği demeç gaye ve hedefi tüm berraklığı ile göstermektedir. Amerikalı yazar Richard Danin'in sorduğu soruya karşılık;
"-Makedonya ve Suriye'yi terkettik. Fakat artık arkada kalan ve sırf Türk olan her yeri ve her şeyi isteriz. Bunları kurtarmayı azmettik ve kurtaracağız.
-İhraz ettiğiniz muzafferiyetten sonra projelerinizin neden ibaret olduğunu sorabilir miyim?
-Bütün topraklar halâs olmadıkça tevvakkuf etmeyeceğim.
-Paşa hazretleri, Türk toprakları demekle ne murad ediyorsunuz?
-Avrupa'da İstanbul ve Meriç'e kadar Trakya, Asya'da Anadolu, Musul arazisi ve Irak'ın nısfı."
Açıkça görüldüğü gibi Atatürk, Irak'ın yarısını hedefliyordu. Kastedilen topraklaren az 250 bin metre karelik bir alandı. Buna Suriye içinde yer alan Türklerle meskun topraklar da dahildi. [10]
Amerikalı general Mc.Arthur "Hatıralar"ında büyük devlet adamlarından biri olarak tanıdığını ifade ettiği Atatürk'le 1933'te Ankara 'da yaptığı bir mülâkatta şunları kaydeder: "Sizin Türkiye'nin geleceği hakkında tasavvurlarınız nedir diye sorduğumda. -Allah nasib eder, ömrüm vefâ ederse Musul, Kerkük ve Adalar'ı geri alacağım. Selânik de dahil Batı Trakya'yı Türkiye hudutları içine katacağım." [11]
Atatürk:"Türkler bu topraklarda tam batı medeniyetli 25 milyonluk bir cemiyet olunca kendi kendilerini savunacaklar. 50 milyona çıkınca, eğer çevrelerinde bazı meseleleri varsa o vakit onlara bir göz atacaklar." [12]
Prof.Dr. Tahsin Banguoğlu'nun yaptığı araştırmalarda Mustafa Kemal Paşa'nın resmî beyanları dışında güney ve doğu sınırlarımızdaki Misâk-ı Millî'nin hedeflerini gösteren iki belgenin varlığından bahsetmektedir. Bunlardan birincisi TBMM'nin açılışından sonra, Hatay'dan kaçarak Adana'da millî mücadeleyi yürütecek bir teşkilâ kuran Tayfur (Sökmen) Bey'in Mustafa Kemal'e gönderdiği mektup ve aldığı cevaptır. Tayfur Sökmen Bey mektubunda Hatay ile ilgili:
"-Sancak Millî Misâk'a dahil midir?" sorusunu sormaktadır. Mustaf Kemal Paşa ise bu soruya gönderdiği telgrafla önemli ve kesin bir anlam taşıyan şu cevabı vermiştir:
"-Türklerin yaşadığı her yer Millî Misâk'a dahildir."
Aynı tarihlerde kendisine Berlin'den mektuplar yazan Talat Paşa'ya verdiği bir cevap da ikinci belgeyi teşkil eder. Burada Mustafa Kemal Paşa sınırlarımızdan bahsederken: "Türkçe ve Kürtçe konuşulan bütün vilâyetlerimiz bizim olacaktır." demektedir. Çünkü ona göre Türkçe ve Kürtçe konuşulan bütün boylar aynı milleti teşkil etmektedir. Bunlar da devletin içinde yer almalıdır. Ayrıca bu görüşle büyük lider, kurtuluş savaşına canla başla katılan doğulu vatandaşlarımızı Türk milletinden asla ayrı görmediğini de dile getirmektedir. Nitekim 1923 Lozan Konferansı sırasında Anadolu Türklüğünü parçalamayı hedef alan görüşler karşısında İsmet İnönü: "Kürt halkının İran kökenli olduğunu öne sürülmüştür. Oysa bu iddiayı Kürtlerin Turan kökenli olduğunu kabul eden Encyclopedia Britanicca yalanlamaktadır. Zaten Anadolu'yu tanıyanlar bilirler ki gerek töre, gerek gelenek ve görenek bakımından Kürtler hiç bir yönden Türklerden farklı değillerdir." sözleriyle Türk heyeti adına Türk-Kürt ayırımının kabul edilemeyeceğini belirtmiştir. [13]
Musul meselesinde ise gelişmeler şöyle cereyan etmiştir. 19 Mayıs 1924'te Musul meselesini halletmek üzere İstanbul'da bir konferans toplandı. Konferansın süresince her iki taraf da görüşlerinde ısrar ettikleri için bir sonuca varılamadı. İstanbul Konferansı'ndan bir sonuç çımaması ve Türkiye'nin tutumunun yumuşamaması sonucu İngiltere, Türk-Irak sınırları bölgesinde sınır olaylarını kışkırtıp karışılıklar çıkartmaya başladı. İkili görüşmelerin sonuçsuz kalması üzerine ve Lozan Antlaşmasına göre mesele milletler cemiyetine havale edildi. Milletler cemiyeti, Musul meselesi hakkında inceleme yapıp rapor vermek üzere bir komisyon teşkil etti. Komisyon raporunu Eylül 1925'te Milletler Cemiyeti'ne sundu. Raporda Musul'un Irak'a katılması gerektiği teklif edilmekteydi. Bu karar Türkiye'de büyük bir tepki yarattı. Hatta Türk basını bir Türk-İngiliz savaşından dahi söz etti. Fakat Türk hükümeti daha ileri gidemedi. Zira yıllarca süren savaştan yeni çıkan Türkiye'yi çözülmesi gereken sayısız ekonomik ve sosyal meseleler beklemekte idi. Bu sebeple 5 Haziran 1926'da İngiltere ile Ankara'da bir anlaşma imzalanarak, Milletler Cemiyeti kararları kabul edildi. Lâkin çeşitli sebeplerden olsa gerek Musul, Kerkük ve Süleymaniye'de oturan Irak Türkmenlerine Hatay'da olduğu gibi kültürel özerklik sağlanamamıştır. [14]
Kamuoyunda oluşan Musul'un silah zoru ile alınması fikirleri karşısında Atatürk: "Musul meselesinin hallini muharebeye girmemek için bir sene sonraya talik etmek demek, ondan sarf-ı nazar etmek demek değildir. Belki bunun istihsâli için daha kuvvetli olabileceğimiz bir zamanı intizardır. Bugün sulh yaparız, bir ay sonra iki ay sonra Musul meselesini halletmeye kıyam ederiz. Fakat bugün Musul meselesini halletmek istediğimiz vakit, karşımızda yalnız İngiliz değil Fransız, İtalyan, Japon ve bütün dünyanın düşmanları vardır. Yalnız karşı karşıya kaldığımız zaman İngilizlerle karşı karşıya kalacağız. Bunda menfaat var mıdır, yok mudur? Bunu meydana çıkarmak gayet kolaydır. Musul meselesini bugünden halledeceğiz, ordumuzu yürüteceğiz, bugün alacağız demek, bu mümkündür. Musulu gayet kolaylıkla alabiliriz. Fakat Musulu aldığımızı müteakib muharebenin hemen hitam bulacağına kani olamayız. Şüphesiz orada bir harp cephesi açmış olacağız. [15]
Hatay meselesi, Milletler Cemiyeti'ne intikal ettiğinde 27 Ocak 1937'de toplanan cemiyet, Hatay'ın bağımsızlığını kabul etti. Bu sırada Atatürk çok hasta idi. Kendisine, milletine, ordusuna ve Hataylılara güveni son derece yüksekti. Dünya durumunu çok iyi değerlendirmekte idi. Bir İskenderun Sancağı için Fransızların bir savaşı göze alamayacaklarına kani idi. Fransızlarla giriştiğimiz teşebbüslerin fayda vermemesi üzerine Atatürk, Mersin ve Adana'ya gitti. Atatürk'ün Hatay'ı silah zoruyla alabileceğini anlayan Fransızlar, bir askeri anlaşma istediler ve bu anlaşma ile Hatay'da tarafsız bir seçim yapılması kabul edildi. Bu maksadı sağlamak için, Kurmay Albay Şükrü Kanatlı kumandasındaki birliklerimiz Hatay'a girdi. Seçim sonrası 12 Eylül 1938'de Hatay Cumhuriyeti kuruldu ve 30 Haziran 1939'da Türkiye'ye iltihak kararı aldı. [16]
Lozan'a gidinceye kadar Misak-ı Millî. büyük ölçüde tahakkuk ettirilmişti. Ancak Batı Trakya, Hatay, Musul, Kerkük halledilememiş ve üzerinde yapılacak görüşmeler daha sonraya tehir edilmişti. Atatürk'ün kültür politikasının dış politikaya nasıl yön verdiğini ve etkilediğini Hatay meselesinde çok çarpıcı bir biçimde görüyoruz. Bilindiği üzere 1921 yılında Hariciye Vekili Bekir Sami Bey, Fransa'da bulunduğu sırada, Faransız başbakanı Briand ile bir anlaşma imzalar. Bunun altıncı maddesi "İskenderun ve Antakya bölgesinde Türk unsuru fazla olduğundan Fransa, burada hususi bir rejim takib edecek, Türk kültürünün inkişâfına mani olmayacağı gibi resmî dil de Türkçe olacaktır." Bu madde Ankara İtilâfnâmesi'nde aynen kabul edilmiştir. [17] En önemli madde budur ve Hatay'ın kurtarılması, bu maddeye dayanılarak sağlanmıştır.
Doğu ve Güneydoğu politikasında, kültür politikasının tek başına yeterli olamayacağı kesindir. Bu sebeple Atatürk, TBMM'nin beşinci dönem birinci yasama yılı açılış nutkunda: "İç yönetim kuruluşlarımızı yurdun doğu bölgelerinden başlayarak genişletme gereği duymaktayız. Yeni iki genel müfettişlik ve yeni bazı illerin kurulması gerekli görülmektedir. Bu arada Dersim bölgesinde önemli bir reform programının uygulanması da düşünülmüştür. İllerimizin sürekli denetimi ve ortak işlerin bir elden yönetilmesini sağlayan genel müfettişliklerden bir çok yararlar bekliyoruz. Doğu illerimizin başlıca ihtiyacı, orta ve batı illerimize demiryolları ile bağlanmasıdır. Doğuya ilerleyen iki ana demiryolunun hızla bitirlmesini ve bunları birbirine bağlayacak yollar dizisine şimdiden başlanmasını gerekli görüyoruz." [18] demektedir.
Mustafa Kemal Atatürk, Misâk-ı Millî sınırları dışında kalan Orta Asya Türklerini de unutmuş değildir. Mecliste yaptığı bir konuşmada: "Malum-ı âliniz olduğu vechile Rusya'ya bir sefaret heyeti gönderiyoruz. Bu heyet-i sefaret esasen malum olan, mazbut olan kadrosu dahilindedir. Fakat Rusya'da ve Rusya ile temasta namütenahi islâm kütleleri vardır. Bu islâm kütleleri içinde bizim ifa edebileceğimiz bir takım hususi, mahrem ve fevkalâde vezaifimiz vardır. Bittabi bu vezaifin mahiyeti ilân edilerek oraya memur heyet gönderilemez. Sırf bu vezaif-i mahsusayı ifa ettirebilmek, takib ettirebilmek, icabında izhar edilebilmek üzere heyet-i sefaretin kadrosuna heyet-i ilmiye namıyla bir heyet ilâve edilmiştir. Heyet-i ilmiye denildiği zaman mânasından istidlâl edildiği gibi, oraya yalnız tetkikât-ı ilmiye yapacak değildir. İfade ettiğimiz gibi vezaif-i mahsusa ifa edecektir." [19] Atatürk'ün vezaif-i mahsusa ile Moskova'ya gönderdiği bu ilim heyetinden İsmail Suphi Bey'in bir müddet sonra Türkistan'a gönderildiğini görüyoruz. 1921 Temmuzu sonlarında Buhara'ya varan İsmail Suphi Bey'in vazifesi, Atatürk'ün direktifleri istikametinde, Türkistan milli birliğinin kuruluşu için Türkistan Türkleri arasında arabuluculuk yapmaktı. [20]
Atatürk, Türk dilini geliştirerek ve yayarak, bütün Türk dünyasının yegane sesi ve düşünce vasıtası olmasını istemiştir. O, Türkiye Türklerinin önderliğinde Batı Türklerinin dilini, Orta Asya yani Türkistan Türklerinin konuştukları dil ile kaynaştırmak ve müşterek bir tarihe sahip olan Türk dünyasının, lehçe farklılıklarını gidererek müşterek bir dil bağı ile birleşmelerini istiyordu. [21] 1927 Yılında lâtin harfleri, Sovyetler Birliğindeki Türkler arasında önemli gelişmeler sağlarken, TBMM başkanı lâtin harflerini kabul etmenin zaruri olduğunu bildiriyordu. [22] 1928'de Türkiye'de de lâtin harfleri kabul edilmiş lâkin Sovyetler, Türkistan Türklerinin alfabelerini değiştirmiş ve istenilen sonuç alınamamıştır.
Bu ülkeler tarihi, coğrafyası ve kültürü ile doğru öğrenilmeli ve tanınmalıdır. Türkiye değişen dünya dengeleri karşısında gelecekte güçlü ve etkili olabilmek için bu ülkelerle birlikte hareket etmek zorundadır. Bu istikamette gerçekçi bir anlayışa sahip olmak, bir tercih değil zarurettir.
Tabii bağları dolayısıyla o ülkeleri ve insanlarını en iyi bilmesi gereken ve dostlarınca da düşmanlarınca da bildiği kabul edilen Türkiye'nin bu avantajını iyi kullanarak bu ülkeler ve bölgeyle ilgili politikalar üretip bunu dostlarına da anlatan ve onlara sözünü dinleten bir ülke konumuna gelmesi elzemdir.
Türkiye bizatihi kendi mevcudiyet ve emniyeti bakımından stratejik vaziyetini sağlama almak mecburiyetindedir. Bu sebeple halihazırdaki imkânları değerlendirmeli kendi menfaatinin yanında diğerleri ile de ilgilenme fırsatları meydana getirmelidir. Bunun için tampon bölge veya tompon devlet yapısından istifade etmelidir. Türkiye'nin etrafında çok önemli iki tampon bölge var. Birincisi Musul, Kerkük, Süleymaniye hattında, Millî Mücadele yıllarında, ikincisi de Kafkas hattında. Her ikisinde de o gün bugündür savaşlar var. İkinci husus bugün sayıları 3 milyona yaklaşan Kuzey Irak'taki Türkmenler ile Anadolu Türklüğünün o zaman kurulan bu tampon bölge ile irtibatlarını kesmektir. Yine aynı şekilde Kafkas hattında da bir hançer gibi Mustafa Kemal'in veya Kâzım Karabekir'in bilgileri dışında değil ama bir mecburiyet yüzünden Ermenistan bölgeye yerleştirilmişitr. Bir hançer gibi Kafkas sınırına sokulan Ermenistan olayı da bunun bir örneğidir. 1914'de Türk istatistiğinin yapıldığı yıl, Rusya'da da aynı dönemde bir nüfus istatistiği yapılmıştır. Revan dahil bugünkü Ermenistan'ın başkenti Revan dahil Gence diğer Kafkasya'daki vilâyetlere baktığımız zaman Müslüman Türk nüfusu çoğunlukta ve yoğunluktadır. Eğer bu ihtilafların ana hedeflerinden biri petrol ise diğeri de Türk dünyasının irtibatını kesmektir. [23]
Bölgede istikrarın sağlanması ve millî menfaâtlerimizin gereği gibi inkişâf ettirilebilmesi de bahsettiğimiz kültür temellerinin araştırılıp sağlamlaştırılması ile mümkün olacaktır. Bunu temin edebilmenin ilk şartı da bölgede Türk kültürünün temeli olan Türk tarihi ve Türk dili çalışmalarının ve eğitiminin düzenli, disiplinli ve kaliteli olmasıdır. Şayet bu sağlanmaz ise biraz önce basettiğimiz imkân sonuna kadar kullanılarak meş'um neticeler elde edilmesinin önüne geçilemez. Bu kültürel temellerin araştırılıp geliştirilmesinde üniversitelere büyük görevler düşmektedir. Bu sebeple Atatürk, Cumhuriyet'in on beşinci yılında sık sık doğu bölgesinin ilim ve kültür merkezi vazifesini yapacak bir üniversite kurulmasını hasretle ifade ediyordu. O sıralarda Asya'da ve Ortadoğu'daki devletlerle sıkı bağlar kuruluyordu. 8 Temmuz 1937'de Türkiye, Irak, İran ve Afganistan arasında Tahran'da Sâd-Abâd sarayında bir saldırmazlık anlaşması imzalanıyordu. [24] Daha sonra da İran şahı Türkiye'yi ziyaret ediyordu. Böylece Türkiye'nin önderliğinde doğu sınırlarımızdaki devletlerde bir uyanma ve bir birlik hareketi ortaya çıkıyordu.
Atatürk bir yandan Türk inkılâbının komşu Asya ve İslâm ülkelerine de nüfuz etme ümitlerini beslerken bir yandan da Türk dil ve tarih tezlerinin buralarda da iyice araştırılması ve anlatılması imkânlarını da inceliyordu. Doğuda kurulacak bir üniversite hem doğunun yüksek kültür merkezlerini oluşturacak hem komşu devletlerin bilim ve düşünce hareketleriyle bir bağlantı kuracak hem de güney ve doğuya bu merkezlerden kültür, bilim ve Türk inkılâbı yayılacaktı. [25] Bu düşünceden hareketle Atatürk, Kültür Bakanı Arıkan'a Van Gölü sahilllerinde her şubeden ilkokulları ve nihayet üniversiteleri ile modern bir kültür şehri yaratmak yolunda şimdiden faaliyete geçmesini söylemiştir. [26]
Burada açıklanması gereken noktalardan birisi de "Yurtta sulh cihanda sulh." kavramıdır. Bu ilke, Türk inkılâbının bir temel ilkesi, Türk dış politikasının da dayanağıdır. 1961 ve 1982 Anayasalarımızda yer alan ve devlet yönetimimizde ve her türlü devlet faaliyetlerinde yönlendirici bir nitelik taşıyan "Yurta sulh cihanda sulh" ilkesi sadece bir parola değil, aynı zamanda bir üstün hukuk kuralıdır. Bu ilke bir taraftan yurt içinde huzur ve güven içinde yaşamayı diğer taraftan diğer taraftan da milletler arası barış ve güvenliği hedef tutar. Atatürk'ün belirttiği gibi "Harici siyaset bir heyet-i ictimaiyenin teşekkül-i dahilisi ile sıkı surette alâkadardır. Çünkü teşekkül-i dahiliyeye istinat etmeyen harici siyasetler daima mahkum kalırlar. Bir heyet-i ictimaiyenin teşekkül-i dahilisi ne kadar kuvvetli olursa, siyaset-i hariciyesi de o nisbette kavi ve rasin olur." [27]
Atatürk'ün "Yurta sulh cihanda sulh" düsturunu hiç bir zaman körü körüne veya bedeli ne olursa olsun bir sulh temini maksadıyla anlamadığını biliyoruz. Bunun ispatı ise biraz önce yukarıda bahsettiğimiz Hatay ve Musul meseleleri karşısındaki tavrıdır. Burada Atatürk'ün önemle üzerinde durduğu bir nokta vardır ki o da dış siyasette başarılı olmanın sırrı içeride kuvvetli olmakta yatmaktadır. Ona göre "Asıl olan dahili cephedir. Bu cephe bütün memleketin bütün milletin vücuda getirdiği cephedir. Zahiri cephe doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki müsellah cephesidir. Bu cephe tebeddül edebilir. Mağlup olabilir. Fakat bu hal hiç bir vakit bir memleketi, bir milleti mahvedemez. Mühim olan memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren dahili cephenin sükutudur. Bu hakikate vakıf olan düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için asırlardır çalışmaktadırlar. Bugüne kadar da muvaffak olmuşlardır.” [28] Bahsedilen dahili cephe ancak Türk kültürünün, tarihinin ve dilinin araştırılıp, işlerlik kazanmasıyla kuvvetlendirilebilir. Çünkü milliyetçilik, İstiklâl savaşında temel bir ilke idi. Toprak kayıpları ve azınlıkların kendi millî isteklerinden vazgeçmeyi reddemeleri, Osmanlıcılığı Türk milliyetçiliğine dönüştürmüştü. [29]
Türkiye siyasî coğrafyasında çeşitli isimler altında dil, din tarih, kültür varlık ve değerleri ile birbirine bağlı asırlardır kader birliği yapmış pek çok aşiret boy ve topluluklar bulunmaktadır. Bunların hepsi "Türk" şemsiyesi altında birleşmiştir. Ancak ülkemizde çeşitli etnik adlandırılmalarla topluluklara ayrı bir kimlikle tanınması gibi ırkçı ve bölücü bir saldırıyla karşı karşıya bulunmaktadır. Gerçekte Anadolu insanı, tarihî nedenler, kültür karışımı, iç göçler, evlilikler, eğitim, din ve ekonomik ilişkiler gibi etkilerle et-tırnak gibi ayrılmaz bir bütün niteliğindedir. Maalesef Türkiye kendi istikbalini ilgilendiren bu önemli konularda, ideolojik-psikolojik bir yenilgiye uğramıştır. Sorumlu mevkilerde bulunanların bile bu ideolojik yenilgi içinde Türkiye'nin bir mozaik olduğu tezini benimsedikleri görülmüştür. Bu eğilim Türkiye'yi değişik halkların yaşadığı bir ülke olarak göstermektedir. [30] Gelişigüzel kullanılan ve muhtevası tam izah edilmeyen bu neviden tabirlerle meseleleri adlandırmak, konuları daha içinden çıkılmaz bir hale dönüştürmekte ve halledilmesi de o derece güçleşmektedir.
Siyasal karar alıcılar yüzeysel bilgilerle meseleye çözüm getiremedikleri gibi yanlış ve eksik bilgi temelinden hareket ile zaman zaman yaptıkları açıklamalarla meseleyi telâfisi daha da zor hale koymaktadırlar. getirmektedirler.
Amerika, Kuzey Irak'ta bulunmasını kendisinin petrol çıkarları için yaptığını ve Saddam sorununu çözene kadar bu bölgeden gitmeyeceğini açıkça söylerken ve uluslararası alanda hiç bir itiraz duyulmazken, kendini teröristlere karşı korumak için Kuzey Irak'a giren Türkiye'ye karşı itirazlar yağmakta ve Türkiye'nin bu bölgede bulunması önlenmektedir. Güçlü olan ülkelerin fikirlerinin haklı görüldüğü bu sisteme güç politikası denmektedir. Bu güç politikası içinde Türkiye hakkını arayabilmek ve bunu sürdürebilmek için güçlü bir devlet olmak zorundadır.
Özellikle gelişmiş ülkelerin enerji ve hammadde kaynaklarına olan ihtiyacının hızla artacağı 21.yüzyılın ilk çeyreğinde, artık tüm Ortadoğu coğrafyasında herşey önem taşıyacaktır. Bu coğrafyanın, coğrafî ve tarihî yönden tabii hakimi olan Türkiye ve Türk dünyasını bölge dışı ülkelerin yok saymaları mümkün değildir. Yeter ki biz kendimizin ve tarihî misyonumuzun farkında olalım.
Netice olarak, Türk kültürü bütün Türklerin kültürüdür. Bu kültür nerede olursa olsun Türkün malıdır. Her Türkü de Türkiye'yi de alâkadar eder. Türkiye nerede olursa olsun, Türk kültürü ile yakından ilgilenmeye, onu takip etmeye, ona yardım etmeye mecburdur. Çünkü Türk kültürü bir bütündür ve Türkiye'nin dış Türklerle kültür varlıklarını idame çerçevesinde ilgilenmesi her şeyden önce kendi varlığı için lüzumludur. Yeryüzünde ne kadar çok Türk, ne kadar çok Türk ülkesi, ne kadar yaygın Türk kültürü olursa, Türkiye o nisbette rahat eder ve yalnızlıktan kurtulur. Yoksa kimse Türk ülkelerini Türkiye'nin fethedip kendisine ilhak etmesini beklememektedir.
Namus lekesi değil alnımda gördüğünüz,
Vurulmuşum, vurulmuş düşmüşüm güpegündüz.
Şakağımdaki kansa, o benim gülüşümdür,
Namert sürünmektense, erkekçe ölüşümdür.
|
alisinkay |
İnan Kahramanoğlu
Kürt sorunu neden ve nasıl yaratıldı?
Kürt sorunu Türkiye’nin toplumsal yapısından kaynaklanmıyor
Türkiye’de uluslaşma sürecinin tamamlanması Osmanlı’dan devralınan çok dinli ve çok kimlikli yapının yerine ulusal kimlik olarak Türk kimliğinin inşaasıdır. Türk kimliği etnik temelde değil ortak bir tarih ve uygarlık temelinde tarif edildiği için Türk milleti tanımı Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan çeşitli etnik grupların tek bir ulusal kimlik içinde kaynaşmasıdır.
Ulusal Kurtuluş mücadelesi ve mazlum millet milliyetçiliği çerçevesinde şekillenen Türk kimliği, farklı etnik unsurları doğal bir özümleme süreci içinde milletleştirmiştir. Farklı etnik kimlikler doğal bir süreç içinde kaynaştıkları için toplumsal yapıda meydana gelebilecek etnik çatışmalar önlenmiş ve toplumsal kaynaşma sağlanmıştır. Toplumsal kaynaşmanın sonucu olarak Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü gibi irili ufaklı etnik kimlikler aradan geçen dönem içinde Türk kimliğinin bir parçası haline gelmişlerdir.
Türkiye’de uluslaşma süreci Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte sona ermiştir. Lozan’da tarif edilen azınlıklar dışındaki bütün etnik unsurlar Türk kimliğinin bir parçası olarak kabul edilmiştir.
Buna rağmen Türkiye’de bugün bir Kürt sorunu tartışmasının günden güne daha da yoğun biçimde yürütüldüğünü görmekteyiz.
Türkiye’de Kürt sorunu tarihsel ve toplumsal dayanağı olmayan bir sorundur. Kürt sorunu bizzat emperyalist müdahaleyle oluşturulmuş yapay bir sorundur. Emperyalistler Türk kimliğinin dışında bir Kürt kimliği yaratarak bağımsız bir Kürt devleti kurmak için Kürt sorununu sürekli olarak gündemde tutmaktadırlar.
Türk kimliği doğal asimilasyonla oluştuğu için kapsayıcıdır
Türkiye’de hiç kimse Kürtçülük faaliyetinin ve bölücü terörün kaynağının etnik bir çatışmanın ürünü olduğunu söyleyemez.
Türkiye tarihinde hiçbir zaman Türk-Kürt çatışması gibi bir olay yaşanmadı. Ne devlet kurumları içinde ne de toplumsal yaşamda böyle bir ayrım yapılmadı. Bugün bile otuz bin insanını etnik-bölücü teröre kurban veren bir Türkiye gerçeği ortadayken bunun etnik bir çatışmaya dönüşmemiş olması dikkatle değerlendirilmelidir.
Bunda belki de en önemli pay Türk toplumsal yapısının tarihin hiçbir döneminde Batıda yaşandığı gibi ırkçı bir akıma yol açmamasıdır.
Türkiye’de bugün en düşük derecedeki devlet kadrolarından tutun Meclis’e kadar etnik kökene dayalı bir sınıflandırma yapılsa farklı etnik kökenlerden gelen yurttaşların buralarda hiçbir etnik ve dinsel ayrımcılığa tabi tutulmadan yeraldıkları görülebilir. Türk kimliğini benimseyen hiçbir etnik ve dinsel grup herhangi bir ayrımcılıkla karşıya kalmamıştır.
Bu sadece bugün için değil bütün bir Cumhuriyet tarihi için geçerlidir. Örneğin Kürt bölücülüğünün ortaya çıkışında etkin rol oynayan Bedirhan ailesi Cumhuriyet döneminde herhangi bir baskıyla karşılaşmadığı gibi Atatürk’ün Çınar soyadını verdiği Vasfi Çınar Milli Eğitim Bakanı olabilmiştir. Aynı süreç diğer bir ünlü Kürt ailesi Babanzadeler için de geçerlidir.
Türk ulusal kimliği içinde yeralmak isteyen bütün etnik ve dinsel kimlikler doğal bir asimilasyon süreci içinde Türklerle kaynaştılar ve Türk ulusu sadece bir ırk temelinin dışında ortak bir kültür ve uygarlık temelinde oluşan yeni bir kimlik olarak ortaya çıktı.
Bu nedenle farklı kimliklerin özümlenmesine dayalı ulusal kimlik oluşumu toplumu bütünleştirici bir projeydi. Bu doğal süreci tersine çevirmeye çalışan bütün etnik hareketlerse sonuçta ırkçı bir yaklaşımın ürünüdürler.
Mozaikçilik ve Türkiyelilik
Kürt kimliğinin yaratılması ve Kürt azınlık yaratma süreci içinde Türk kimliğinin yokedilmesine yönelik operasyonun bir ayağı da ulusal bir kimlik tarifi yerine mozaik kavramının yerleştirilmesi oldu. Bu aslında Osmanlı’yı parçalayan Wilsoncu tezlerin bir kez daha ortaya çıkmasından başka bir şey değildi.
Türkiye’de Türk kimliği dışındaki her tür etnik ve dinsel kimliğin kültürel bir zenginlik olarak tanıtıldığı mozaikçilik, Türkiye’de toplumsal uzlaşmayı engellediği iddia edilen Türk milliyetçiliğinin alternatifi olarak kondu.
Kültürel çeşitliliğin toplumsal yapıyı kaynaştırmak yerine ayrıştırdığı ezilen dünyadaki etnik bölünme örnekleri düşünüldüğünde rahatlıkla görülebilir.
Ancak Türkiye’de kimlik tartışmasının açılmasıyla birlikte ortaya çıkan mozaik toplum teorisi bölücü terörle birleştiğinde Türk kimliğinin bugün büyük ölçüde yıkıma uğratıldığını görüyoruz.
Tek bir Türk kimliği yerine farklı etnik kimliklerin tanınması yoluyla toplumsal uzlaşmanın sağlanacağı tezinin bugünkü uygulamasını ise Türkiyelilik kavramında görüyoruz. Türkiyelilik mozaik toplum teorisinin bir başka biçimde ifadesidir.
Gerek mozaikçilik gerekse de Türkiyelilik kavramları uluslaşma süreci içinde yokolan farklı etnik kimliklerin diriltilerek ulusal kültürün bir öğesi olarak tanımlanmasının demokratik bir toplumun ön koşulu olduğundan yola çıkarak ulusal kimliğin parçalanmasına hizmet etmektedirler.
Türkiye özellikle son yirmi yıllık dönemde Kürtlerin Türk ulusundan ayrıştırılması planıyla uğraşıyor. Türk ulusundan ayrı bir Kürt kimliği tarifi Türk uluslaşmasının gücü oranında zor bir olaydı. Emperyalizm bu ayrılığı yaratmak için klasik böl-yönet stratejisinin dışında bir yöntem uygulamak zorunda kaldı.
“Kürt realitesi” olarak başlayan ve aradan geçen zamanda adım adım Kürt sorununa dönüşen ve bugün bağımsız bir devlet talebiyle ortaya çıkan Kürtçülük faaliyetinin görünürdeki en büyük başarısı Kürt kimliğinin yoktan varedilmesidir. Türklükten bağımsız Kürt kimliği bizzat bölücü terör yoluyla yaratıldı.
Kürdolojinin Kürt uydurması
Ancak emperyalist böl-yönet politikasının Kürt sorunu özelinde ortaya çıkan bir özgüllüğü bulunmaktadır. Klasik böl-yönet politikası uluslaşma öncesinde farklı bir etnik ırka, dinsel kimliğe ve kültüre sahip olan kimliklerin uluslaşma sürecinin tersine çevrimesiyle yeniden diriltilmesine dayanmaktadır.
Kürt sorununun özgüllüğü de buradan kaynaklanmaktadır. Emperyalizm olmayan bir Kürt ırkı, olmayan bir Kürt dili ve kültürü uydurup bir millet yaratmak istemektedir ki bu son derece cüretli ve bir o kadar da zorlu bir deneme olmuştur.
Kürtler açısından iddia edildiği gibi bir milletleşme süreci hiç bir zaman olmamıştır. Bu gerçek tarihsel süreç içinde Kürtlerin gelişimi incelendiğinde rahatlıkla görebilir. Batı tarihçiliğinin uydurmalarıyla Kürtler hiçbir tarihsel geçmişleri olmadan bir anda tarih sahnesine çıkartılmışlardır.
Batılı araştırmacıların Kürdoloji adı altında yaptıkları bilimselliği son derece tartışmalı çalışmalar sonucunda özellikle 1800’lerin ardından Ortadoğu’da ve Türkiye özelinde Kürt sorunu emperyalistler tarafından giderek artan bir biçimde gündeme getirilmiştir.
Bu tarih aslında emperyalistlerin Kürt politikasının oluşturulduğu tarihtir. Kürtlüğe neden bu denli yoğun ilgi gösterildiğini anlamak için bu tarihe dikkat etmek gerekir.
Örneğin; Ruslar geleneksel politikaları olan Boğazlar yoluyla sıcak denizlere inme umutlarını kaybettikleri 1856 Paris Antlaşması’nın ardından Akdeniz’e inmek için kendilerine yeni bir yol aramak zorunda kalmışlardır. Bulunan yol Kafkasya, Azerbaycan, Türkiye, İran, Irak yoluyla Basra körfezine uzanan bir hat oluşturmaktadır. Bu yol Kürt nüfusun yoğun olarak bulunduğu bir bölge olduğu için de Kürtleri araştırmak üzere Minorsky, Nikitin, Jaba gibi daha sonra Kürdolojinin babaları olarak anılacak isimler görevlendirilmiştir.
Ancak bu Kürdologlar bilimadamı kimliklerinden ziyade siyasi kimlikleriyle ön plana çıkmışlardır. Kürdolojinin önde gelen isimleri olarak anılan bu kişiler aynı zamanda Rusya’nın Urmiye ve Erzurum konsoloslukları görevlerini yürütmüşlerdir.
Rusların Kürtlere olan bu ilgisi aynı şekilde Batılı devletler için de geçerlidir. Sömürgeci güçler arasındaki paylaşım mücadelesinin Ortadoğu’ya kaymasıyla birlikte Ortadoğu’nun etnik yapısını en küçük ayrıntısına kadar incelemeye alan Batılılar bölgede güçlü uygarlıklar yaratan Türk, Arap ve Fars toplumlarının dışında kendi denetimlerine tabi olabilecek yeni bir unsur arayışına girmişlerdir. Bu unsurları keşfedip yoktan varetmek için de araştırmacılar görevlendirmişlerdir.
Ancak yapılan bütün araştırmalar bilimsel niteliği son derece tartışmalı, gerçeklikten son derece uzak kasıtlı ve zorlama verilere ve sonuçlara dayanmaktadır.
Maurice Duverger, Kürtlerle ilgili olarak yapılan araştırmaların bilimdışılığını şu sözlerle ifade etmektedir: “Adı var kendi yok bir dille tanımlanan; bu adıvar kendi yok halk topluluğunu, birçok ‘sözde’ bilginler bir yere yerleştirmeye çalıştılar. Vardıkları sonuçların birbirini tutmazlığı, bunların saçmalığını daha da açıkça ortaya koymaktadır”
Birinci uydurma: Kürt ırkı
Kürdolojinin ilk başarısı olmayan bir Kürt ırkı yaratmak olmuştur. Bu süreçte Kürtlerin kökenine ilişkin yapılan çalışmalar herhangi bir kanıta dayanmaktan çok varsayımlara dayandırılmıştır.
“Kürtler” isimli kitabın yazarı Nikitin Kürtlerin kökenini kanıtlamaya giriştiği çalışmasında “Demek ki Kürtlerin kökeni çok tartışmalı bir sorundur ve yukarıda özetlediklerimize oranla daha doyurucu sonuçlara varmak için bu konuda daha yoğun çaba gereklidir” sözleriyle yapılan araştırmaların yetersiz ve dayanaksız verilerle yürütüldüğünü itiraf etmektedir.
“Kürtlerin Kökeni” isimli kitabın yazarı İhsan Nuri ise Kürtlerin atası olarak anılan Med’lerle ilgili çarpıcı açıklamalarda bulunmaktadır: “Bu büyük milletin nasıl olup da tarih sahnesinden kaybolduğu, adının unutulmaya terkedildiği Şeyhname’de bile adının geçmeyişi ilginçtir. Bugün Med diye bir aşiret de yoktur. Acaba tüm Medlerin adlarını yitirmeleri ve özellikle Medistan’ın merkezinde Kürt milletinin ortaya çıkması nasıl olmuştur”
İhsan Nuri bütün kitap boyunca kanıtlamaya çalıştığı Kürtlerin kökeni konusunda hiç bir nesnel veri bulamamasına rağmen yine de ısrarla Kürtlerin atalarının Medler olduğunda ısrar etmektedir.
Ancak Medlerin Kürtlerin atası olmadıkları gerçeğinin bugün kanıtlanmış olması bir yana kendisinin de itiraf etmek zorunda kaldığı gibi ilk Kürt tarihi olarak bilinen Şerefname’de Medlerin adı bile geçmemektedir.
Buna rağmen bir Kürt milleti yaratmak ve tarihte bu milletin köklerini bulmak adına olmadık zorlamalara girişmekten çekinmemektedir. Tarihte böyle bir Kürt milleti olmadığı gerçeğini düşünmekse hiç aklına gelmemiştir.
Benzer tespitler Minorsky’nin İslam Ansiklopedisi’nin Kürtler maddesine yazdıklarında da görülebilir. Minorsky’ye göre “Sistemli tetkikler Kürt adı ile örtülen bir tabaka altında bir çok kavimlerin mevcudiyetini ortaya çıkarmaktadır”. Demek ki saf bir Kürt ırkından bahsetmekten çok bir çok irili ufaklı kavimin oluşturduğu bir topluluktan sözetmek çok daha mantıklıdır.
Buna rağmen Kürtlerin M.Ö 5000 yılından bu yana tarih sahnesinde olduklarını ve her türlü işgal ve saldırı karşısında dağlara çekilerek saflıklarını korumuş bir ırk olduklarını iddia eden araştırmacılar bulunmaktadır.
Bu sözde araştırmacılar bugün Kürt coğrafyası olarak adlandırılan bölgelerde ortaya çıkan bütün kavimleri Kürtlerin ataları olarak göstermektedirler. Örneğin Guti, Mitanni, Mannai, Subaru, Kardu, Nayri, Med, Lulu, Hurri, Kassitler bu kavimlerden bazılarıdır.
Daha da ileri giderek Hatti, Hitit ve Asurları da bu kavimler içine katan ve Gut ve Sümerleri akraba olarak göstererek Kürtlerin kökenini Sümerlilere kadar götürmeye çalışan araştırmacılar da bulunmaktadır.
Ancak bu kavimler içinde Hitit, Asur ve Hurrilerin Kürt olmadıkları kesin olarak kanıtlanmıştır. Diğer kavimler ise günümüze hiç bir kanıt bırakmadan yok olup gitmişlerdir. Bu kavimlerin ne dilleri, ne tarihleri, ne de kültürleri hakkında bir bilgi elde etmek mümkün olmamıştır. Dolayısıyla bunları Kürtlerin ataları olarak adlandırmak için yeterli hiç bir veri bulunmamaktadır.
Kürtlere ilişkin antropolojik çalışmalar da bir Kürt ırkından sözedilemeyeceğini ortaya çıkarmaktadır. Nikitin, “Kürtler” isimli kitabının “Antropolojik kanıtlar” bölümünün girişinde şu tespiti yapmaktadır: “Tarih ve dilbilim alanında yaptığımız bu gezi henüz pek çok noktayı karanlıkta bırakıyor ve Kürtlerin kökenleri üzerinde ancak bazı varsayımlar öne sürmemize imkan veriyorsa da antropoloji de bize bu konuda fazla yardımcı olmayacaktır”
Nikitin’in aktarmalarına göre Stalze’nin fotoğrafladığı Doğu Kürtlerinin hepsi bölgede yaşayan İranlılarla büyük benzerlikler taşıyan esmer ve brakisefal tiplerdir.
Van Luschan ise Nemrut ve Zemcenli yöresinde incelediği Batı Kürtlerini sarışın ve dolikosefal olarak tarif eder.
Millingen, Türkiye ve İran’ın kuzey sınırlarında Kürt tiplerinin çeşitlilik gösterdiğini söylerek “Her ne kadar kara gözlü, kara saçlı tipler hakimse de sarı ve kestane rengi saçlar, mavi gözlü tiplere de rastlanır” der.
E. Soane, Kürtlerle Anglo Saksonların aynı kökenden geldiğini iddia etmektedir. Nikitin ise Kürtleri Sami olarak gösterecek bazı bilgilere değinir.
Yalçın Küçük de “Kürtler üzerine tezler” isimli kitabında “Bir Kürt tipinden söz etmek mümkün görünmüyor; yaşadıkları yöreye ve kaynaştıkları ırka göre Kürt tipleri birbirinden ayrılıyor” tespitini yapmaktadır.
Görüldüğü gibi Kürtlerle ilgili antropolojik araştırmaların gösterdiği gibi Kürtlerin ırk özellikleri olarak brakisefal mi dolikosefal mi sarışın ya da esmer mi oldukları yolunda tam bir karışıklık sözkonusudur.
Nikitin bu karmaşık sonuçları değerlendirirken “Saptayabileceğimiz tek şey Kürt etnik tipinin çok karışık bir karakterde oluşudur” diyerek saf bir Kürt ırkından bahseden tezlerin yetersizliğini itiraf etmek zorunda kalmaktadır.
İkinci uydurma: Kürdistan
Kürtlerin kökenine ilişkin çarpıtmalar Kürtlerin yaşadığı coğrafya konusunda da sürmektedir. Kürtlerin bir millet olarak Kürdistan adı verilen coğrafyada yaşadığı tezi bugün Kürdistan’ı dirilterek bağımsız bir Kürt devleti kurma planlarına dayanak olarak gösterilmektedir. Oysa tarihsel gerçekler Kürdistan adı verilen bölgede bir Kürt egemenliğini reddetmektedir.
Kürdistan terimi ilk defa 12. yüzyılda Büyük Selçuklu hükümdarı Sultan Sancar döneminde kullanılmıştır. Ancak coğrafi bir terim olmanın ötesinde bir anlam yüklenmemiştir.
Kürdistan olarak adlandırılan bölge Kürt nüfusun değil Türk ve Arap nüfusun egemenliğinde bulunan bir alandır. Bu alan MÖ 2000 yılından beri Türkleşme süreci yaşamaktadır. 11. yüzyıldan itibaren de Anadolu, Oğuz boylarının yeni bir göç dalgası ile yeniden adım adım Türkleşmeye başlamıştır.
Bundan önce ise bölge Arap-Bizans çatışmalarının yaşandığı bir coğrafi alan konumundadır.
Oğuzlar Anadolu’ya geldiklerinde Anadolu’da homojen bir etnik yapı söz konusu değildir. Romalıların bölgeye hakim olduğu Selevkuslar döneminde Anadolu’da Kapadokya, Bitina, Bergama, Rum, Pontos ve Kommagame isimli altı krallık mevcuttur. Bu krallıklar İran kökenli olup daha sonra Rumlaşmış unsurlardan oluşmaktadır. Bunların dışında Süryani ve Ermeni nüfusun olduğu da bilinmektedir.
Doğu Anadolu bölgesindeki yerli halk bu gibi bir çok etnik unsurdan oluşmaktadır. Ancak bu bölgenin yerli halkı Kürt olarak tanımlanmamaktadır. Buralarda Kürt varlığına ilişkin tarihsel hiçbir veri de bulunmamaktadır.
Ortadoğu’da bugün Kürtlerin yaşadığı bölge 300 yılı aşkın bir süre Sasanilerin egemenliğinde kalmış, ardından 637 itibariyle Arap hakimiyetine girmiş, 11. yüzyıldan sonra Selçuklular bölgede hakimiyet kurmuşlardır. 1299’da Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşu ile bölgede Osmanlı hakimiyeti kurulmuş, bölgedeki Akkoyunlu ve Karakoyunlu gibi Türk devletlerinin egemenliği ise 16 yy’a kadar devam etmiştir.
Sasanilerle başlayan, Araplar, Selçuklular, Akkoyunlu ve Karakoyunlu hakimiyeti ile devam eden 1300 yıllık süreçte Kürtlerin adı bile anılmamaktadır.
15. yy’dan itibarense Doğu Anadolu ve çevresinde yoğun bir Ermeni nufüs bulunmaktadır. Ermeniler ve Kürtler arasında o dönemden beri yaşayan çatışmalara bakıldığında da bölgede Kürt egemenliğinin olmadığını görebiliriz. Kürt-Ermeni çatışmasının temelinde Ermenilerle Kürtlerin yaşadıkları coğrafyanın tarihsel olarak kendilerine ait olduklarını iddia etmeleri ve bu alanda kendi egemenliklerini yeniden diriltme istekleri yatmaktadır. O dönemlerde bölgede gerçekten de yoğun bir Ermeni nüfus bulunmakla birlikte yoğun bir Kürt nüfusundan bahsetmek mümkün değildir. Bölgedeki asli unsur ise her zaman Türkler olmuştur.
Evliya Çelebi Doğu Anadolu ile ilgili olarak buralardaki Türkmen aşiretlerinin sayılamayacak kadar çok olduğunu yazmaktadır.
Bugün Kürdistan’ın başkenti olarak ilan edilen Diyarbakır’ın bile büyük Türkmen yerleşim merekezlerinden birisi olduğunu düşünürsek Kürtçü tezlerin Kürdistan iddialarının ne kadar uydurma olduklarını daha iyi görebiliriz.
Buraya kadar yazılanlar ışığında bakarsak 12. yüzyıldan önce Kürtlük bırakın tarihsel bir gerçek olmayı bir kavram olarak bile varolmamıştır.
Üçüncü uydurma: Kürt dili ve uygarlığı
Kürtlerden bir azınlık yaratma hatta daha ileri giderek bir Kürt milleti yaratma niyetlerinin temel hedeflerinden biri Kürt dilinin varlığını kanıtlamaktır. Kürt dili Kürt etnik varlığının kanıtlanması için olmazsa olmazlardan birisi olduğu için de Kürdoloji araştırmalarının üzerinde en çok yoğunlaştığı konuların başında Kürt dili gelmektedir.
Ancak Kürtçe yapısal olarak incelendiğinde ağırlıklı olarak Farsça ve biraz da Türkçeden esinlenerek oluşmuş bir dildir. Gerek gramer açısından gerek kullanılan sözcüklerin kökeni açısından bakıldığında Kürtçenin özgün bir dil olduğunu söylemek mümkün değildir.
St. Petersburg Akademisi’nin yayınladığı 8528 kelimelik Kürtçe-Rusça-Almanca sözlük’te Kürtçede 3000 Halis Türkçe, 2000 Türkçeleşmiş, 1240 Zint, 1030 eski Pehlevice, 108 Gildani ve 60 Kafkas Türkçesi kelime yeraldığı belirtilirken Kürtçenin sadece 300 kelimesi mahalli Kürtçe olarak adlandırılmaktadır.
Ancak Kürtçeden bahsettiğimizde bugün Kürtçe adı altında birbirinden oldukça farklı ve kendi içinde bile anlaşamayan çeşitli lehçeler olduğunu görmekteyiz. Kırmanç, Sorani ve Zazaca lehçelerinin her biri farklı yapısal özelliklere sahiptir.
Kaldı ki Zazaca’nın Kürtçe ile ilgisinin bulunmadığı birçok dilbilimcinin hemfikir olduğu bir görüştür. Bu farklı lehçelerin kullanıldığı Türkiye, İran, Irak gibi bölgelerde ortak bir iletişim dilinden sözetmek mümkün değildir.
Kürtçü tezler bu konuda egemen devletlerin Kürt dilinin gelişimini engellediğini söyleyerek tartışmayı geçiştirmeye çalışmaktadırlar ancak ortada sadece dilin gelişimi açısından bir sorun yoktur. Daha çok birbiriyle hiçbir yapısal benzerlik taşımayan farklı lehçeler sözkonusudur.
Buna rağmen ortak bir Kürt dili yaratmak maksadıyla bu farklı lehçeler bir dilin parçaları olarak tarif edilmekte ve olmayan bir dil uydurulmak istenmektedir.
Ancak Kürtçenin gerçek bir dil olmadığı yine tarihsel seyri göz önüne alanarak görülebilir. Köklü bir dil herşeyden önce yazılı birtakım eserler, edebi metinler, destan ve söylenceler bırakmak zorundadır. Dil bir süre sonra ortadan kalksa bile bu ürünler ışığında onun tarihsel gelişimini ve varlığını kanıtlamak mümkündür.
Kürtçe açısından böyle bir durum sözkonusu değildir. Yazılı bir tek Kürtçe tablet ya da günümüze ulaşan tek bir kanıt bulunmamaktadır. Kürt destanları olarak anılan Zerdüşt vb. birkaç destanının da yine Kürtlükle alakalı olduğuna dair inandırıcı hiçbir kanıt yoktur.
Oysa aynı değerlendirmeyi Türkçe için yaptığımızda Orhun kitabelerinden tutun da Türklere ait sayısız yazılı ve sözlü destan ve belgeye kadar günümüze ulaşan ve sayısız kanıt bulmak mümkündür. Kürt dili sözkonusu olduğunda ise bu tür kanıtlara rastlanamamaktadır.
Dolayısıyla bugün Kürt dili olarak yutturulmaya çalışılan lehçeleri toparlayarak özgün bir dil yaratma girişimi Kürdolojinin zorlamalarından başka birşey değildir.
Weber ve Friç’in Kürtçe ile ilgili görüşlerini hatırlatmak bu noktada faydalı olacaktır: “Kürt dili bir dil hamuru değil, bir söz yığınıdır ve herhangi bir milletin belli başlı varlığını göstermemektedir”
Olmayan bir dilin bir kültür ve uygarlık birikimi sağlaması da mümkün olmamıştır. Kürdistan olarak anılan bölgede bugün ayakta kalan uygarlıklara ve uygarlık miraslarına bakıldığında da Arap, Fars ve Türk uygarlıklarının bu bölgeye damgalarını vurduklarını görürüz.
Kürt uygarlığı olarak gösterilmek istenen buluntularsa tarih sahnesinden silinmiş ve Kürtlükle alakası bulunmayan toplulukların ve çoğu zaman da Arap, Fars ve Türk uygarlıklarının mirasından başka bir şey değildir.
Emperyalizm Kürtleri kullanmaya başlıyor
Emperyalist ülkelerin Kürtlere olan bu ilgisinin temelindeyse elli yıllı aşan bir süredir uygulamada olan kukla Kürt devleti kurma projesi vardır.
Bugün ise Türkiye AB ve ABD tarafından uygulamaya konulan iki farklı Kürt devleti planıyla karşı karşıya.
ABD Irak’ı işgal ederek elli yıldır kurmaya çalıştığı Kürt devletini fiilen ilan etmiş durumda. ABD stratejisi Kuzey Irak merkezli bir Kürt devleti kurmak ve ardından da bu devletin sınırlarını Türkiye’nin Güneydoğusuna kadar genişletmeye dayanıyor. ABD askeri gücünü devreye sokarak Irak’ı işgal etti ve bu işgal sonucunda Kürt devleti için fiili durum yarattı.
AB’nin Kürt devleti kurma stratejisi ise Güneydoğu merkezli bir Kürt devleti kurmak ve mümkünse bunu diğer bölge ülkelerine doğru genişletmek üzerine kurulu.
Ancak AB, ABD gibi işgal yeteneğine sahip bir silahlı güce dayanmadığı için daha çok Türkiye içinde kendisiyle işbirliği içindeki güçlere dayanarak bu planını uygulamaya çalışıyor. AB özellikle PKK terörünü destekleyerek hedefine ulaşmaya çalışıyor. PKK’nın silah bırakmasının ardından girdiği siyasallaşma faaliyeti Türkiye’nin AB’ye giriş sürecine denk getirilerek özellikle demokratikleşme adı altında PKK’nın siyasallaşması ve Türk devleti tarafından muhatap olarak tanınmasına yönelik önemli adımlar atıldı.
Bu sürecin en önemli ayaklarından birisini Türk Ordusu’nun tasfiyesine yönelik sivilleşme operasyonu oluşturdu. Böylelikle bölücülükle mücadele siyaset mekanizmasının kontrolüne terkedildi. AB, Türkiye’deki işbirlikçi siyasetle yakın teması olduğu için son derece avantajlı bir konumda bulunuyor.
Gelinen noktada Kuzey Irak’ta fiilen kurulan Kürt devleti ve Türkiye’de yaratılan bölücü terörün siyasallaşması sürecinde çok önemli mesafe katedilmiş gorünüyor. Emperyalizmin kukla Kürt devleti planının gerçekleşmesi için geri sayım başlamış durumda.
Kuzey Irak’ta yaşanan gelişmelerin bir benzerinin yakın dönemde Güneydoğu’da da yaşanacağını ve emperyalist planların tamamlanacağını beklememek için hiçbir neden yok.
AB ve ABD emperyalizminin desteklediği bölücü terör
Kürt ayrılıkçılığına toplumsal taban yaratma imkanları Türk kimliğinin kapsayıcılığı ve Türk uluslaşmasının başarıyla sonuçlanması yüzünden ortadan kalkmıştı. Bu noktada bölücü terör devreye sokuldu. Kürt sorununun Türkiye gündemine sokulması da yine bölücü terör yoluyla sağlandı.
1980 sonrasında başlayan PKK terörünün ortaya çıkışından günümüze kadarki en büyük destekçisi AB ülkeleri ve ABD oldu. ABD 1990’ların başından itibaren Körfez Savaşı’nın ardından Türkiye’ye yerleştirdiği Çekiç Güç aracılığıyla PKK’yı hem eğitti hem de bölücü örgüte silah desteği sağladı.
Sonuçta Türk devleti hem Batı destekli PKK terörünün yarattığı milyarlarca dolarlık ekonomik zararla zararla karşı karşıya kaldı hem de otuz bin insanının yaşamını yitirdiği bir çatışma ortamına girmek zorunda kaldı.
PKK terörü yirmi yıllık süreç içinde Batının Türkiye üzerindeki parçalama planlarının temel dayanağı haline geldi. Türk devleti bu süreç içinde terörün yarattığı ekonomik ve askeri zararlardan ötürü güçsüz kaldı ve Batıya daha da bağımlı hale getirildi.
Kürt “realitesi”nden Kürt “sorunu”na
Bölücü terör bir yandan Türk Ordusu ile silahlı bir mücadeleye girişirken bir yandan da AB ve ABD’nin desteğiyle siyasallaşma çabalarına hız kazandırdı. Batının insan hakları ve demokrasi adı altında Türk devletine yönelen baskılarının esas hedefi Türk devletinin terörle mücadele sürecini zaafa uğratmaktı. Bunda büyük ölçüde başarı da kazanıldı.
Bölücü terörün ilk kazanımı “Kürt realitesi”nin tanınması oldu. Bölücü örgüt yandaşı dernek ve kuruluşlar siyasallaşma çalışmalarına hız verdiler. PKK’nın siyasi kanadı olarak çalışan HEP, DEP, HADEP, DEHAP gibi partiler yoluyla bölücü örgüt yandaşları bizzat Meclis’e taşındı.
Askeri alanda Türk Ordusu ile başa çıkamayan ve büyük ölçüde güç kaybederek tecrit konuma düşen bölücü örgüt strateji değiştirerek silah bırakma ve siyasallaşma sürecine girdi.
Siyasallaşma programının da yine AB ve ABD tarafından hazırlanarak PKK’nın önüne konduğunu söylemek gerek.
“Kürt realitesi”nin tanınması sloganı ile başlayan süreç bölücü örgütün siyasallaşmasıyla beraber “Kürt sorunu”na dönüştürüldü. Basit bir kültürel kimlik mücadelesi ve Türkiye’nin kültürel zenginliği olarak gösterilen “Kürt realitesi” aradan geçen süreçte sistemli bir biçimde Kürt sorununa dönüştürülerek bağımsız Kürt devleti taleplerine kadar vardırıldı.
Türkiye’de geleneksel sağ iktidarların AB ve ABD güdümündeki işleyişi bölücü terörle mücadeleyi Türk Ordusu’nun üzerine yıktı. Ancak sorunun boyutları askeri boyutun çok üzerine çıkmıştı.
Batıyla ilişkileri sorgulamaktan dahi kaçınan Türk siyasetinin sonuçta Batının Kürt politikasına payandalık etmekten başka bir politika izlemesi ise mümkün olmadı. Batı işbirlikçi iktidarlar yoluyla elde ettiği gücü Türkiye’de bir etnik çatışma ortamı yaratmak için kullanmaktan da çekinmedi.
Özal dönemi Türkiye’nin tamamen ABD güdümüne sokulmaya çalışıldığı bir dönemdi ve ABD’nin Kürt politikasına uygun olarak Özal, Kürtlere federasyon fikrini ortaya atarak bülücü örgütü Türk devleti ile masaya oturtmaya çalıştı. Bu aynı zamanda Türk devletinin bölücü örgütü siyasal bir muhatap kabul etmesi anlamına geliyordu.
AB’ye uyum süreciyle Kürt bölücülüğü yasallaştırıldı
Türkiye 1990’lara geldiğinde otuzbinin üzerinde insanını bölücü teröre kurban vermiş bir ülkeydi. Bu dönem aynı zamanda Batının Türkiye’yi parçalama planlarının hızlandırıldığı bir dönem oldu.
Batı ile ilişkilerini AB üyelik süreci ve ABD ile stratejik müttefiklik üzerine oturtan ve ulusal güvenliğini Batı ittifakına bağlayan Türkiye terörle mücadeleyi de adım adım terketmek zorunda kaldı.
Batının insan hakları ve demokratikleşme talepleri aslında Türkiye’nin terörle mücadelesine engellemeyi ve terör örgütünü Türk devleti ile masaya oturtmayı amaçlıyordu.
3 Ağustos’ta Meclis’ten geçirilen Kürtçe eğitim ve yayının yasallaştırılması terör örgütünün yirmi yıllık hedeflerinin bizzat Türk devletince gerçekleştirilmesiydi. Bu süreç, Türk devletinin Batıya bağlanma sürecinin yarattığı tehdidin boyutlarını da ortaya koymuş oluyordu. Türk devleti kendi varlığını ortadan kaldırmaya yönelik PKK stratejisini kendi Meclisinden geçirmek zorunda bırakılıyordu.
3 Ağustos yasaları ile Türk devleti Kürtleri fiilen bir azınlık olarak kabul etmiş oluyordu.
Bu Türk devletinin bağımsızlık belgesi olan Lozan’ın çiğnenmesi Sevr’in yeniden diriltilmesi demekti.
Kürtler artık Türk kimliğinden bağımsız bir etnik kimlik kazanıyorlardı.
Bundan sonraki aşama ise Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde bağımsız bir devlet kurmalarıdır. Türkiye bugün bu aşamadadır.
Namus lekesi değil alnımda gördüğünüz,
Vurulmuşum, vurulmuş düşmüşüm güpegündüz.
Şakağımdaki kansa, o benim gülüşümdür,
Namert sürünmektense, erkekçe ölüşümdür.
|
tebrone |
sayın alisinkay, niçin çerkezler ayaklanmadı cümlesine takılarak, yazılaraınızı gözden geçirdim. Önce Çerkes Ethem i anlatın ve ondan sonra tartışalım. Yoksa konuştuklarımız demogoji olacak
|
alisinkay |
Sayın tebrone,
O koca yazıdan sadece bir noktaya takıldığınızı görmek yazımı okuduğunuzu gösterdiği için size teşekkür ederim.Öncelikle, yanlışlıkla yazılan bir cümle değil evet gerçekten çerkezler isyan etmedi.İlkokul tarih kitaplarına takılı kaldığınızı görebiliyorum.TBMM kararlarını incelerseniz.Çerkez Ethem'e TBMM'NİN iadei itibar yapıp Türkiyeye davet ettiğini göreceksiniz.Çerkez Ethem onuru kırıldığı için dönmedi.
Yani Çerkez Ethem'in o isyanı gerçekleştirmediği TBMM kayıtlarında da sabittir.
Namus lekesi değil alnımda gördüğünüz,
Vurulmuşum, vurulmuş düşmüşüm güpegündüz.
Şakağımdaki kansa, o benim gülüşümdür,
Namert sürünmektense, erkekçe ölüşümdür.
|
alisinkay |
İlk İletimi okuduysanız eğer.AB'nin bizden istedikleri konusunda aşağıdaki yazıyı da okumanızı ve bir değerlendirme yapmanızı rica ediyorum
Türkçe dışındaki dillerin öğrenilmesi ve bu dillerde Radyo/TV yayını yapılması konusunda, Türkiye’nin uygulamaya koyduğu düzenlemeler de, Rapor’da yetersiz bulunmaktadır. AB’nin kaldırılmasını istediği kısıtlamalar ve bu konudaki talepleri şunlardır:
Kürtçe kurslarına katılacak öğrenciler için aranan, temel eğitimi tamamlamış olma şartının kaldırılması istenmektedir. Yani, AB, onbeş yaşından küçüklerin de, istedikleri her yaşta bu kurslara devam etmesini savunmaktadır. Ayrıca, Kürtçe özel kursların devletten maddi yardım alamaması da tenkit konusu yapılmaktadır.
Kürtçe Radyo/TV yayınları konusunda ise Türkiye’nin karşısına şu taleplerle çıkılmaktadır: Yayınlardaki günlük ve haftalık zaman sınırlandırması kaldırılmalıdır. Aynı şekilde, yayınların içeriği konusunda aranan “devletin bölünmez bütünlüğü” ilkesine saygı şartı da kaldırılmalıdır. Son olarak da çocuk programlarına izin verilmelidir.
Azınlık hakları konusunda Rapor’da vurgulanan diğer eksiklikler ve talepler de şu şekilde ortaya konulmuştur: Türkçe dışındaki azınlık dillerinin siyasi planda kullanılmasına izin verilmesi, siyasi partilerin bu dilleri siyasi iletişimde ve parti propagandalarında kullanmasının yasal hale getirilmesi. AB, bu talebiyle etnik ayrılıkçılık temelinde siyaset yapılmasının önünün açılmasını istemektedir.
Kuluna yardım eden dinini üstün tutan Allah'a hamdolsun.Hamdolsun alemlerin Rabbine |
alisinkay |
Arkadaşlar Flash TV2de yayınlanan Kim Haklı adlı güncel tartışma programını izlemenizi tavsiye ediyorum.Kürt Der'in kurucularından Şahin Bey'de oraya katıldı.Ve Üstteki yazıları tartışmalardan sonra lütfen bir kez daha okuyun...Yorumlarınızı bekliyorum |
Bugünün tarihi: 03/05/2025 06:48:59 |