fcob |
Deliliğe övgü
"Çaresizliğin çaresi hukuk! Hiç olmazsa öylece kalabilseydin! Kasırgadan sonra dönersen, yemin ederim ki, daha fazlasını istemeyeceğim senden! Fildişi kuleme çekilip deliliğe övgüler düzeceğim yalnızca..."
***
Değerlerimizi yitiriyoruz. Sarılacağımız bir bağ, sığınacağımız liman kalmıyor. Hazırladığımız sığınaklar, beton delici, burgulu füzelerle deliniyor, bize mezar oluyor. 'Değer'sizlik mezarların en korkuncu... Ölmeden önce aydınlığa son bir bakış, ciğerlerimize çekebileceğimiz son bir nefes şansını bulamadığımız, gözlerimizi sonsuzluğa kapamadan önce, ölüm beklentisi içinde binlerce kez öldüğümüz bir mezar gibi...
İnancımızı yitiriyoruz. Pusulamız yok. Neye göre ve hangi yöne doğru gideceğimizi bilemiyoruz. Serseri mayın gibi ortalıkta dolaşıyoruz. Yalnızca birbirimize çarparak birbirimizi tüketiyoruz. Yitirilen inançla birlikte kendimize saygımız kalmıyor. Aşağılanıyoruz!
Aklımızı yitiriyoruz. Paranoya boyutunu aşıyoruz. Paranoya yalnızca bir olgu olarak kalmıyor. Histerilerle sarsılıyoruz. Paranoyamız şiddete dönüşüyor. Dünyanın şaşkın bakışları arasında, yel değirmenlerine, heykellere, duvarlara, bez parçalarına, kuklalara, üniformalara saldırıyoruz. Her bir histeri nöbetinde, büyük korkularımızdan, içimizdeki birilerini ya da bir şeyleri büyük bir hınçla tüketerek, öç almaya çalışıyoruz. Tekil histeri nöbetleri, gün geçtikçe örgütlü histeriler olarak etkisini ve yıkıcılığını artırıyor. Histerilerimizi tetikleyen 'stratejik' korku üretim merkezleri, acılarımızı ve travmalarımızı ülkenin siyasetine egemen kılmaya çalışan öç üretim merkezleri, kimliği ve kişiliği, üzerinde taşıdığı kimlik kartındaki 'statüden' ibaret olan ve "yüce değerler" adına atmosferimizi zehirlemeye devam eden, karanlığı yüceltmekle kimliğine 'renk katan' karanlık uzmanları, kamusal görev ahlâkından yoksun bir kamusal yaşam sonrası, rehabilitasyona tabi olması gerekirken, kimlik krizlerini toplumu histeriye sürüklemekle bastırmaya çalışan 'hiçbilmez-çok yaşayan'lar ve tüm bunları pazarlayarak palazlanan, histerik atmosferden nemalanan, kaosun enerjisini likiditeye çeviren bir medya... Üzerinde yaşadıkları bedenin ölümüne alkış çalan bedhahlar, hepinize alkışlar...
Ruhumuzu yitiriyoruz. Sevgiden eser yok. Sanattan haber alamıyoruz. Kültür, estetik, felsefe, etik, kuram ve soyut düşünce... Diyaloglarımızı terk edeli yıllar oldu. Kendimizi pek üretemiyorduk. Üretimi mekanik ve sayısal nicelik üretimi olarak algıladık. Biçime tapınarak, nitelik üreten, soyut düşünce ve entelektüel üretim yapanları boğmaya başladık. Uygar dünyanın kıvanç kaynağı, ürettiği değerlerdi... Biz üretmediğimiz, ancak hasbelkader içine doğduğumuz ve hiçbir katkımızın olmadığı niceliklerle kıvanç duyuyoruz artık. Ölümcül kimliklerimizle... Ölümüne tüketiciliğimiz, yıkıcılığımız ve yabaniliğimizle...
Tabuların dahi güvence sağlama işlevini yitirdiği bir aşama... Tabular bir düşünce sistemi yaratırlar. 'Yasak' bellidir. 'İzin' de belli... Önümüzü görebilme şansımız vardı. Ancak tabular da tükendi... Hiçbir şeyin hiç kimseye güvence sağlamadığı, hiçbir değerin geçerli olmadığı, hiçbir kuruma ve ilkeye inancımızın kalmadığı, yaşama ait tüm bağlantımızı, dolayısıyla kendimizi yitirdiğimiz bir aşamaya giriyoruz. Hukuk kitaplarının ilk sayfasını çevirmeye başladığımız, yasaların ilk maddelerini okumaya bağladığımız, öğrencinin hocasının ilk sözlerini duymaya başladığı anda sessiz bir "Yalan!" çığlığının kulaklarımızı sağır edişini yaşadığımız günlerdeyiz.
Alternatife tepki, tektipliliğe övgü olmuyor. Korkunun egemen olduğu atmosfer, her tür farklılığı tehdit olarak sınıflandırıyor. Sessizliği bozan her kıpırdama, histeriyi azdırıyor. Çıldıran kitle bir amaç ortaya koyamıyor. Toplumsal tükenmişlik, yalnızca neyi amaçladığını çok iyi bilen birilerine yarıyor.
Nereden çıktı bu Avrupa Birliği'ne giriş süreci. İçimize kapalı bir toplumken, bastırılmış nevrotik özelliklerimizle az çok sükunet içinde yaşıyorduk. Özgürlük, demokrasi, insan hakları, yerellik, katılım, bireysel tercihlere saygı, düşünce özgürlüğü, bilimsellik... Tanrı aşkına değer miydi şimdi? Değer miydi şimdi, bunlar için rahatımızı bozmaya? Daha mı iyi olduk şimdi?
Sultan çıldırınca, ulusal iradeyi temsil eden parlamentoya sığındık. Parlamento ya da insanlar çıldırdığında yargıyla teselli bulduk. Sığınacak son kapıydı. Bu nedenle eline terazi verdik, kılıcını da eksik etmedik. Ona kimseyi dokundurtmadık, toplum çıldırdığında da ayakta durabilsin diye... Onun çıldıracağını düşünemedik, düşünmedik, düşünmek istemedik, düşünmekten korktuk... "Kime gideyim artık?" tümcesi yokmuş gibi davrandık. Her şeyin tükendiği anı, duyguların, inançların, değerlerin, ruhun, kısacası insanlığın tükendiği anı temsil ediyordu bunun ifadesi...
Ve artık o soruyu sormaya başladık...
Ya ll. Dünya Savaşı'nda bir Fransız aydının yaptığı gibi, yıkımı durduramayacaksam, çatıdaki terasta kadehimi 'yaşam' için kaldırıp, yalnızca "an"ı yaşayacağım...
Ya da...
Hukuku ayağa kaldırmak mümkün mü? Adaleti, dolayısıyla mülkü?!
Çaresizliğin çaresi ey hukuk! Hiç olmazsa öylece kalabilseydin! Kasırgadan sonra dönersen, yemin ederim ki daha fazlasını istemeyeceğim senden! Fildişi kuleme çekilip deliliğe övgüler düzeceğim yalnızca...
Kendi içinde yarattığı kurgusal dünyanın figürlerine sitem eden bir delinin, nöbet anı saçmalıkları... Gerçek dünyayla ilgisi bulunmamaktadır!
_________________________
Osman Can / (Radikal.com.tr) |