Av.Dilek Kuzulu Yüksel |
Biz acıklı masallar okuduk. Bir yılbaşı günü kibritlerini satmaya çalışan "Kibritçi Kız". Ellerinde paketleriyle neşeli insanlar kutlamalar yapmak için önünden geçip giderken o cılız sesiyle 'satılık kibritleri' olduğunu söyler.
Sonra kalabalıklar çekilir, hava soğuktur.
Küçük kız ısınabilmek için kucağındaki kibritleri yakar teker teker.
Kibritleri tükenir.
Ertesi sabah onu oturduğu duvarın dibinde donmuş olarak bulurlar.
Şimdi hâlâ öyle mi bilmiyorum ama benim zamanımda bütün çocuklar bu masalı bilirler, okuduklarında ağlarlardı.
Birçok masalla birlikte bunu yazan Andersen ise hayatında hiç evlenmemişti, sevgilisi bile olmamıştı.
Çocukları da...
Çocuk sahibi olanların göremediği ıstırabı, belki de dikkati tek bir çocuk yerine bütün çocuklara dönük olduğu için o görüyordu.
Biz masallar okuyorduk ve masalların hemen hemen hepsi aynı şeyi anlatıyordu.
Sahipsiz çocukları.
Bu karmakarışık, vahşi dünyada yapayalnız bırakılmış, sevilmemiş, korunmamış, ezilmiş çocukları.
Onları seven, onlara sarılan kimse yoktu.
Neşeyi, sevinci, birine güvenmeyi, korunaklı sıcak bir odayı bilmiyorlardı.
Onlar için üzülürdük.
Büyüdük.
Ve hayatın masallardan da acımasız olduğunu öğrendik.
Masalları okurken üzülenler, hayatın içindeki zavallı, hırpalanmış çocuklarla karşılaştıklarında hiç aldırmadan yollarına devam ediyorlardı.
Onlar 'başkalarının' çocuklarıydı ve 'başkalarının çocuklarına' pek aldırmıyorduk.
Kendi bencilliklerimizle kendi çocuklarımızı sakatlıyor, onların duygu dünyalarını iğdiş ediyor, onların serpilmeye hazırlanan vicdanlarını buruşturuyorduk.
Hiçbir masalda, kaderi en kötü çocuğun bile başına gelmeyecek şeyler geliyordu bu sahipsiz çocukların başına.
Gaddarca şeyler.
Bir çocuk yaşıyor Adana'da.
Henüz on bir yaşında bir oğlan çocuğu.
Daha şimdiden adını kaybetti.
Kimse onun adını yazamıyor, söyleyemiyor.
Hayatın 'sahipsizlerinden' biri o.
İki yıl önce çocuk dokuz yaşındayken annesi bir gün savcılığa başvuruyor.
Yirmi beş adamın çocuğunun ırzına geçtiğini söylüyor.
Size perdeleri kapalı karanlık odalardan, çocuğun vücuduna uzanan ellerden, çocuğun yüzündeki acıdan söz etmeyeceğim.
Mahkeme açılıyor daha sonra.
Ve bu dava tam iki seneden beri sürüyor.
Karar çıkmıyor bir türlü.
Kendinizi o çocuğun annesinin yerine koyun. Çırpınıyorsunuz ve iki yıldır bir sessizliğin duvarına çarpıyorsunuz. Sessizlik gırtlağınıza dolup soluğunuzu kesiyor.
Bu, ürkütücü bir masal değil.
Bu, dehşet verici bir gerçek.
Hâlâ süren bir davadan söz ediyoruz.
Ben neyi hayal ediyorum, biliyor musunuz? Yetmiş milyon insandan öfkeli bir çığlığın yükselmesini. 'O sahipsiz çocuğun sahibi biziz' diye haykıran yetmiş milyon insanın çığlığını duymayı hayal ediyorum.
Bu bir hayal mi sadece?
Bu toplum çocuklarını sahiplenemez mi?
İlk kez bir buçuk yıl kadar önce okuduğum bu haberle yazdığım yazıdan dolayı ben "hakaretten" mahkûm oldum.
Şimdi gene yazıyorum.
Bu davada bir daha mahkûm olmaktan, dokuz yaşındaki bir çocuğa sahip çıkmaya çalışmaktan dolayı ödeyeceğim bedelden kaçmam.
Siz kaçar mısınız?
Mahkûm olmaktan korkar mısınız bir çocuk için?
Çocukların ırzına geçildiğine dair iddiaların bulunduğu bir ülkede, 'Bir çocuğun ırzına geçildiği söylendi ama ben korkup sustum' demenin utancı mahkûm olmaktan daha kötü.
Ben o utancı taşımaktansa mahkûm olmayı tercih ederim.
(Ahmet Altan, 26 Şubat 06, Pazar Hürriyet, s.11)
****
Bu kadar mı tepkisiz, bu kadar mı duyarsız, duygusuz bir milletiz biz, yoksa böyle olmamızı istedikleri için mi böyle olduk...
|