commodore1tr |
> Sayın Başbakanın, Mersinde bir çiftçiyle geçen
> konuşmasını gazetelerde okuyup, televizyonlarda
> izlerken; İsmet Bozdağ'ın "Atatürk'ün Sofrası" adlı
> eserinde anlattığı, Atatürk ile bir Türk Köylüsü
> arasında geçen bir olayı hatırladım. Türkiye'nin
> nereden nereye geldiğini çok iyi gösteren bu olayı
> sizlerle paylaşmak istedim.
>
[img]https://www.hukuki.net/img/ataturk-vatandas.jpg[/img]
[img]https://www.hukuki.net/img/erdogan-vatandas.jpg[/img]
>
> Halil Ağa Gerçeği
>
> "gel yardım et bana Nuri... kaçalım köşkten..."
>
> onun bu içtenlikli isteğine karşı çıkmak, büyük
> haksızlık olacaktı. "tamam, sen planı hazırla, ben
> uygulamasını yaparım..."
>
> Atatürk ve Nuri Conker, birinin hazırladığı ötekinin
> uyguladığı plan sonunda Florya köşkü ' nün tüm
> nöbetçilerini atlattılar ve köşkten kaçtılar.
>
> Altlarında, Nuri Conker' in bir arkadaşının arabası
> vardı. eylül sonu
> akşamı sonbaharın tadını çıkararak, Çekmece' ye
> doğru
> gidiyorlardı.
>
> Birden Atatürk ün gözleri akşam güneşi altında çift
> süren bir köylüye takıldı. Yaşlı bir adamdı bu.
> Sapanın sapına iyice yapışmış, toprakları
> yavaş yavaş deviriyordu. fakat çiftin bir yanında
> öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle
> çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu.
>
> Atatürk şoföre durmasını söyledi.
>
> İndiler. köylüye seslendi:
>
> "kolay gelsin ağa!.."
>
> Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:
>
> "kolay gelsin"
>
> "işler nasıl ağa? bu yıl mahsulden yüzünüz güldü
> mü?"
> köylü isteksiz
> konuştu:
>
> "Tanrı' nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı
> mahsul. kabahatin açığı bizde, açığı yukarda! biz
> geç
> davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi."
>
> "bakıyorum, sabanın bir yanında öküz, bir yanında
> merkep koşulu. öküzün
> yok mu senin?"
>
> "var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları
> sattılar."
>
> "hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar
> mı?"
>
> olmaz böyle şey! muhtara şikayet etseydin..."
>
> köylü güldü:
>
> "muhtar başında deel miydi memurun, a bey?"
>
> Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu:
>
>
> "kaymakama gitseydin."
>
> köylü iyice güldü.
>
> "sen de benle gönül mü eyleyon beyim?" dedi.
>
> Atatürk konuşmayı sürdürdü.
>
> "e peki, İstanbul şuracıkta geleydin valiye
> anlataydın
> derdini.... onun işi bu değil mi?"
>
> köylü Atatürk' ün saflığına inanmış iyiden iyiye
> gülüyordu. konuşmanın
> tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz.
> kestirip
> attı:
>
> "Bırak şu sağırı allasen, biz onun buralardan gelip
> geçtiğini çok gördük. Yakasına yapışsak acep
> derdimizi
> duyurabilir miyiz?"
>
> Atatürk sordu:
>
> "adın ne senin ağa?"
>
> "Halil... köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler..."
>
> "Demek varlıklısın?.. Ağa dediklerine göre."
>
> "acık çiftimiz- çubuğumuz varken adımız ağa' ya
> çıkmış."
>
> "peki Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı
> meraklandırdı. benim bildiğime göre, bir çiftçinin
> üretim aracı elinden alınmaz. sen aldılar diyorsun.
> hadi kaymakam şöyle, vali böyle diyelim; e peki bir
> başvekil İsmet Paşa
> var bilir misin?"
>
> "bilmez olur muyum, beyim?"
>
> "Tamam, öyleyse, hemen her hafta İstanbul'a geliyor.
> Florya köşkü' ne iniyor. köşk de şuracıkta. bir gün
> kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona...
> Herhalde çaresini bulurdu."
>
> "sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun.
>
> ama bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya
> koymazlar ya...tutalım ki kodular, koskoca İsmet
> Paşa'
> mızı göstertmezler ya. tut ki gösterdiler
> ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağırın
> sağırı!
> heç işitmez beni..."
>
> Nuri Conker, lafa karışmak istedi, Atatürk bir
> hareketiyle onu durdurdu.
>
> "e peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın!" dedi
>
> "Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu.
> gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. o da
> seni yüzüstü bırakacak değildi ya!.."
>
> Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu.
>
> "sen ne diyorsun bey?" dedi.
>
> "Mustafa Kemal Paşa Atatürk' ümüzün yüzünü görmek
> için
> peygamber gücü gerek... hem, tut ki gördük. yiyip
> içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim
> öküzün arkasından mı seyirecek?.."
>
> Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine
> doldururken, Atatürk' ten
> yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına
> yerleştiriyor, çiftinin başına gitmeye
> hazırlanıyordu.
> Konuşacak bir şey de kalmamıştı. Atatürk köylünün
> omzuna elini koyarak,
>
> "senden hoşlandım Halil Ağa" dedi.
>
> "Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. açık
> yürekli bir vatandaşsın. ama yine de sana
> söylüyorum,
> hakkını kimsede bırakma ara!.."
>
> Döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa, onları
> uğurladı.
>
> "Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim
> hakkımıza
> el değdiremez. fakat bu, devlet baba' ya borçtur.
> Ödenmesi gerek... Otomobil hareket etti. Atatürk' ün
> canı sıkılmıştı.
>
> " Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!.."
> dedi. dönüş yolunda
> Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu.
> Yüzünde ince bir keder vardı.
>
> "Yahu çocuk, şu Halil Ağa' nın vergi borcundan
> öküzünü
> satmışız, merkeple çift sürüyor, hala da 'devlet
> baba'
> diyor. ne mübarek millet, bu
> millet!.."
>
> köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti:
>
> "şimdi" dedi: "İstanbul' da ne kadar bakan,
> milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın!..
>
> bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. ayrıca vali
> Muhittin Üstündağ ile
> İsmet Paşa' yı bul, onlara da haber ver." yaver
> odadan
> çıktı.. Atatürk, Nuri Conker' e döndü:
>
> "şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil Ağa' ya
> gideceksin. ona benim kim olduğumu söyleme. tüccar,
> zengin bir adam filan dersin. 'seni sevdi, sana
> öküz alıverecek' diye bir şeyler söyle, kandır.
> Kuşkulandırmadan al getir buraya."
>
> O akşam Atatürk' ün sofrasında başbakan ismet inönü,
> bakanlar, milletvekilleri ve İstanbul Valisi
> Muhittin
> Üstündağ' dan oluşan yirmi beş
> konuk vardı. Atatürk, "bu akşam soframıza efendimiz
> gelecek" dedi.
>
> "kendisine nasıl davranacağınızı çok merak
> ediyorum."
>
> Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk' ün
> kulağına bir şeyler söyledi.
>
> Atatürk "buyursun!" dedi.
>
> Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu
> beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da
> İsmet Paşa' nın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan
> dona kaldı. Dizlerinin bağ çözülmüştü. Atatürk onu
> görünce
> ayağa kalktı. Arkasından tüm konukları da ayağa
> kalktılar. Atatürk son konuğunu,
>
> "hoş geldin Halil Ağa" diye karşıladıktan sonra
> kendisini sofradaki konuklarına tanıttı:
>
> "işte beklediğimiz, efendimiz" dedi.
>
> Nuri Conker, Halil Ağa' yı Atatürk' ün sağ başına
> oturttu, kendisi de yanındaki sandalyeye geçti.
> Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten Conker' le
> birlikte nasıl kaçtığını, Halil Ağa' yı, bir yanında
> öküz, bir yanında
> merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara
> yakmak
> bahanesiyle nasıl kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı
> bir şekilde anlattıktan sonra şöyle
> dedi:
>
> " şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda
> tekrarlayacağız. ben
> sorduklarımı baştan soracağım Halil Ağa da orada
> bana
> söylediklerini olduğu gibi tekrarlayacak."
>
> Halil Ağa' ya döndü:
>
> "bak beri, Halil Ağa" dedi. "sen bu akşam benim
> başmisafirimsin. senin
> açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim.
> konuşmamızdan sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek.
> öküzünü de alacağım. ama şimdi ben tarlada
> sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada
> söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. işte
> soruyorum:
>
>
> bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında
> merkep
> koşulu. öküzün yok mu senin?" Halil Ağa dudakları
> titreyerek Atatürk' ün ayağına kapanacak oldu.
> Atatürk
> önledi:
>
> "yoo, bak böyle şey istemem. soruyorum cevap ver."
>
> soru- cevap valiye kadar aynen tekrarlandı.
> sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı.
> ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu:
>
> "peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye,
> anlataydın
> derdini, onun işi bu değil mi?" vali Muhittin
> Üstündağ, Halil Ağa' nın ancak iki metre ötesinden
> kendisine bakıyordu. nasıl desin?
>
> ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı:
>
> "vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. eteğine
> düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki..." "olmadı
> bu,
> Halil Ağa... bana dediğin gibi, dosdoğru..."
>
> "böyle demedik mi beyim?.."
>
> "ya, ben mi yanlış anladım?.. dur soralım bakalım
> Nuri' ye. Nuri,böyle mi dedi bize Halil Ağa?"
>
> Nuri Conker karşılık verdi. "hayır paşam!.."
>
> "gördün mü?.. demek aklında yanlış kalmış. hani bir
> şey dediydin sen, vali
> neden duymazmış?.. aynen bana söylediğin gibi
> söyle."
> Halil Ağa kekeleyerek konuştu:
>
> "köylük yerinde bizim dilimiz sağır demeye
> alışmıştır,
> paşam" dedi. "kusura kalma gayri..."
>
> Atatürk gülmeye başladı:
>
> "diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa... ama
> şimdi diplomatlık sırası değil, doğruyu
> konuşacağız...
> söyle bana, orada dediğin gibi..."
>
> Halil Ağa gözünü yumup, başını yere eğdi:
>
> "şaşırmıştım, ağzımdan yanlışlıkla 'bırak bu sağırı'
> diye bir laf kaçırmışım..."
>
> sofrada gülüşmeler başlamıştı.
>
> "hadi buna da oldu diyelim. geçelim gerisine:
>
> "e, peki bir başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?"
>
> Halil Ağa İsmet Paşa' nın yüzüne baktı ve gözlerini
> yere indirdi:
>
> "şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? o bugüne
> bugün..."
>
> Atatürk Halil Ağa' yı durdurdu.
>
> "bırak şimdi övgüleri" dedi. "ben lafın gerisini
> getireyim: tamam öyleyse,
> hemen her hafta İstanbul' a geliyor, Florya köşkü'
> ne
> iniyor, köşk de şuracıkta. bir gün kapıda
> bekleseydin
> de derdini dökseydin ona. herhalde bir çaresini
> bulurdu."
>
> Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi:
>
> "kapıya koymazlar ya bizi, koysalar da şanlı
> paşamıza
> öküzümüzü mü yanacağız!.."
>
> Atatürk' ün sesi iyice sertleşti:
>
> "beni uğraştırma, Halil Ağa" dedi. "erkek adam
> sözünü
> yalamaz.
> ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!.."
>
> Halil Ağa ürktü, toparlandı. başını yine yere gömüp
> konuştu:
>
> "şanlı paşamıza da sağır dedikti ya..."
>
> "yalnız sağır değil, 'sağırın sağırı' değil miydi?"
>
> Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı:
>
> "öyle dedikti paşam, doğrusun!.." diyebildi.
>
> Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar
> etmedi,
> sözü kendine getirdi.
>
> "son soruyu sorayım şimdi" dedi. "bunun da
> karşılığını
> ver, öküzünü al git."
>
> "koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin,
> çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. o da seni
> yüzüstü
> bırakacak değildi ya?"
>
> "hiç bırakır mı aslan paşam benim!.. Erip erişir de
> tarlama dek gelir,
> halimi dinler."
>
> "bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla." Halil
> Ağa birden diklendi. Her şeyi göze almış insanların
> yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk' ün gözlerinin
> içlerine bakarak konuştu.
>
> "işte bunu demem paşam" dedi. "ağzıma ataş doldur,
> işte bunu demem!" Atatürk gülmeye başladı:
>
> "zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor." dedi.
> "Mustafa Kemal Paşa Atatürk' ümüzün yüzünü görmek
> için, peygamber gücü gerek demiştin, yanılmıyorsam.
> 'görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını
> kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek'
> demiştin." Halil Ağa' nın gözlerinden yaşlar inmeye
> başladı. tam kesilmiş, duruyordu. Atatürk
> konuşmasını
> içtenlikle sürdürdü:
>
> "Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri' demeye
> getirdin ya fazla üstelemeyeyim" dedi.
>
> "Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa... Seni şu kadar
> üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi: şu gördüğün
> altı
> bay hükümet... Yani, biri başbakan, ötekiler de
> bakan!
> Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip
> çevirecekler
>
> diye bu makama getirilmişler. bir kanun gerekti mi,
> bu
> baylar hemen sıvanırlar, İsviçre' den mi olur,
> İtalya'
> dan mı olur, Fransa' dan mı, velhasıl neredense, bir
> kanun buluştururlar, Türkçe' ye çevirtirler, sonra
> basıp imzayı gönderirler büyük millet meclisi' ne...
> Bu millet meclisi dediğim, şu alt baştan senin
> yanına
> kadar olan beyler. Kanun bunlara gelir.
>
> Bunlar da 'hükümet elbette incelemiş, gerekeni
> düşünmüştür, benim ayrıca
> zorlanmama gerek yok' derler ve kaldırırlar
> parmaklarını, olur sana bir kanun!.. ama sonra bir
> vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa' nın
> öküzünü çeker, satar... Halil Ağa da tarlasını bir
> yanda merkep, bir yanda
> öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. ama üretim
> düşermiş, ekim zorlaşırmış, kimin umurunda... sonra
> ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim,
> tasalanırım! E, hakça söyle bakalım şimdi Halil
> Ağa...
> Sen benim yerimde olsan, efkar dağıtmak için,
> bunları
> bu beylerle konuşmak için içmez misin? Ama sonra da
> Halil Ağa tutar, sana 'sarhoş' der..."
>
> Halil Ağa' nın dili çözülmüştü:
>
> "öyle diyen yok haşa!.. dinden çıkmak gibidir...
>
> Buldun mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer..."
>
> Atatürk sordu:
>
> "peki sen de içer misin?"
>
> "hiç bulunur da içilmez olur mu, paşam?.. içeriz ki,
> tıpkı şerbet gibi!.."
>
> Atatürk hizmet edenlere işaret etti, kadehleri
> doldurttu. kendi kadehini Halil Ağa' ya uzattı:
>
> "hadi bakalım Halil Ağa" dedi. "sağlığına içelim."
>
> Halil Ağa, "koca allah, benim ömrümden de sana pay
> düşürsün paşam, sağlık
> düşürsün" dedikten sonra Halil Ağa, edeple başını
> kenara çevirdi, eline verilen kadehi bir yudumda
> boşaltıverdi. yüzü kızarmış, gözleri parlıyordu.
> Ellerini dizlerinin üzerine koyarak
>
> Atatürk'e döndü:
>
> "yunan' ı denize döktün paşam, bayrağımızı
> başucumuza
> diktin. Benim gibi bir köylü parçasını sofrana alıp
> içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki... Nideyim
> ben şimdi? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem..."
>
> Halil Ağa Atatürk' ün ayağını öpmek için davranınca,
> Atatürk onu sıkıca tuttu ve bu hareketi yapmasını
> önledi. Halil Ağa bu kez, Atatürk' ün ellerine
> sarıldı, ellerini öpmeye başladı: "bayrağımız gibi
> sen
> de
> başımızdan eksik olma inşallah! sana her kim düşman
> ise, onun yeri senin ayağının altı olsun!.. gayri
> bana
> izin, koca paşam!.."
>
> "yemek yemedin!.."
>
> "yemek kolay... Meraklanır çocuklar, ben köyüme
> döneyim."
>
> Atatürk Nuri Conker' e işaret etti.
>
> Conker kalkıp Halil Ağa' nın yanına geldi, kalktı
> Halil Ağa, önce Atatürk'ü, sonra sofradakileri
> selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri çekildi.
> kapı
> kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına
> döndü:
>
> "efendimizin halini gördünüz mü beyler?" dedi.
> "devlet
> size böyle davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek
> millet
> bu, adam millet bu... şimdi bu adam milletin
> karşısında 'adam olmak,' bize düşüyor!.."
>
> Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini
> Atatürk' ten ayıramıyordu:
>
> "Halil Ağa' nın öküzünü satıp, üretimini aksatan
> kanunu ya biz yaptık ya da bizim yaptığımız kanun
> yanlış yorumlanarak Halil Ağa' nın öküzünü
> satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız... Böyle
> bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır.
> Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu? Eğer yaptığımız
> kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman
> sormak
> lazım. Hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra
> unutmayın ki, olay İstanbul'da geçiyor. Bunun Van' ı
> var, Bitlis' i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba
> oralarda neler oluyor? bu çark iyi dönmüyor
> beyefendiler!.."
|