Toplumların Eğitim ve Kültür Seviyesinin Demokrasiye etkisi Sosyal Sözleşme
"Bilindiği gibi modern tolumbilimler, insanın toplum hayatının anlaşılabilir ve açıklanabilir olduğu, dolayısıyla da planlabilir ve öngörülebilir olduğu anlaşışı yaygınlaştığı ve egemen duruma geçtiği ölçüde, 19. yüzyılın ilk yarısında Batı Avrupa toplumlarına damgasını vuran sanayi ve ticaret faaliyetlerinin, köy ve kasabanın yerine büyük kentleri, küçük üretimin yerine büyük kütle üretimini, küçük atelyelerin yerine de büyük ve bürokratik örgütlenmelerin geçirmesinin bir ürünü olmuştur. Bu yeni ortam içinde çok sayıda insanlar, ortak ve benzer sorunlar karşısında olduklarını, toplumsal hayatın ve kendilerinin bu toplumsal hayat içindeki yerlerinin bir ilahi takdir sonucu olmadığını, tam tersine anlaşılabilir, açıklanabilir, dolayısıyla da bilinçli insan müdahalesi ile düzenlenebilir etkenlerin sonucu olduğunu kavramaya başlamışlardır. Bu geniş kütleler ihtiyaç duydukları toplumsal güvenlik ve refah tedbirlerinin alınmasına ve bu tedbirlerin üzerine dayanacağı toplumbilimsel araştırma ve incelemelerin yapılmasına, gittikçe artan ölçüde güçlü bir destek olmuşlar , toplumu anlayıp açıklamaya çalışan bilimsel inceleme ve araştırmalara muhtaç oldukları güvenceyi sağlamaya başlamışlardır.
Denilebilir ki toplumsal hayatın anlaşılması ve açıklanmasında, öngörülüp düzenlenmesinde çıkarı olan geniş toplum çevreleri güçlendiği ve bu yoldaki bilimsel çalışmaları destekleyen bir kamuoyu oluşturduğu ölçüde toplumbilimler gelişmiş ve ilerlemiştir.
Bu destek ve güvence ortamı olmasaydı, toplum hayatının anlaşılabilir ve bilgili olarak düzenlebilir olduğu anlayışının sahipleri, büyük bir etkinlik gösteremezlerdi.
Batı avrupa toplumlarındaki bu bilimsel çalışmalar toplumu anlaşılır kıldıkça, kütleler toplumun yönetimine etkili bir biçimde takılmanın imkan ve yollarını öğrenmeye başlamış ve böylece demokratik bir siyasal kültür oluşup yaygınlaşma yoluna girmiştir.
Demokratik siyasal ortam, bu düzenin kurumlarını, değerlerini, ilkelerini, özellikle meşruluk ölçüleri ve otorite sembollerini aydınlığa çıkaran bu bilimsel çalışmaların sonuçları geniş kütlelerce öğrenilip benimsendiği ölçüde güçlenmiştir.
Bu nedenle yeni kuşakların siyasal öğretiminde, resmi öğretim kurumlarındaki toplumbilimler öğretimi çok önemli bir yer tutagelmiştir.
Bilindiği gibi bir toplumda yeni kuşakları toplum kültürüne ve bu arada siyasal kültüre hazırlayan kurumların yalnız resmi öğretim kurumları değildir. Ailenin, kitle haberleşme araçlarının, siyasal partilerin ve daha bir çok örgütlerin bu alanda oynadıkları rol büyüktür. Nedenleri şunlardır"
DEMOKRATİK SİYASAL KÜLTÜRÜN GELİŞMESİNE TOPLUM BİLİMLER EĞİTİMİNİN KATKISI Doç.Dr. Özer Ozankaya http://www.politics.ankara.edu.tr/es...r_Ozankaya.pdf
Cevap: Toplumların Eğitim ve Kültür Seviyesinin Demokrasiye etkisi Sosyal Sözleşme
Forumun konusundan anlaşılacağı üzere toplumlardaki kültür ve eğitim seviyesinin demokrasiye etkisi üzerinde aklı başında bir tartışma başlatmak istiyorum.
Söz konusu tartışmanın da seviyesini belirlemek üzere yukarıda iletide bahsettiğim makaleden ve başkaca örnekler toplum ve politika bilimi üzerinde basılı eserlerden alıntılar ekleyeceğim.
Cevap: Toplumların Eğitim ve Kültür Seviyesinin Demokrasiye etkisi Sosyal Sözleşme
"A) Resmi eğitim bilinçli olarak örgütlenmesi ve eşgüdümlü bir biçimde yürütülmesi bakımından öbür toplumsal kurumlardan ayrılı ve topluma hazırlayıcı kurumarın en etkinidir.
B) Siyasi partiler üyelerini birer bağımsız düşünceli yurttaş olarak değil birer bağımlı taraftar olarak yetiştirme eğilimi gösterirler. Çünkü parti örgütleri hiyerarşik ve donmuş bir yapı halinde gelişmektedirler. Bundan başka siyasal partilerin verecekleri siyasal eğitimin tarafsız olmayacağı açıktır bu bakımdan öğretim kurumlarının yaptıkları siyasal eğitimin yerini tutamaz
C) Basın ve öbür kitle haberleşme araçlarının yaptıkları siyasal eğitimin de başka gelen özelliği örgütlenmemiş belirsiz ve taraflı olmasıdır.
D) Resmi eğitim kurumları ise toplumun bireylerini, hayatlarının etkilenmeye en uygun olan döneminde, yani çocukluk döneminde eğitilmektedirler. Modern sanayi toplumlarında ail ekurumunun çocuk üzerindeki etkisinin sürekli olarak azalmasına karşılık, okullarda geçirilen yıl sayısı durmadan arttığı göz önüne bulundurulursa resmi eğitim kurumlarının önemi daha iyi belirlenmiş olur."
DEMOKRATİK SİYASAL KÜLTÜRÜN GELİŞMESİNE TOPLUM BİLİMLER EĞİTİMİNİN KATKISI Doç.Dr. Özer Ozankaya http://www.politics.ankara.edu.tr/es...r_Ozankaya.pdf
Cevap: Toplumların Eğitim ve Kültür Seviyesinin Demokrasiye etkisi Sosyal Sözleşme
Bilindiği üzere Anayasa Hukukunun, siyaset biliminin gelişiminde önemli etkileri olan özellikle de Türk Anayasalarını da önemli ölçüde etkilemiş olan
Rousseau görüşlerini zamanında bir hayli münakaşalara yol açan, hatta bazen de kendisinin cezai takibine sebep olan eserleri ile ortaya koymuştur.
Rousseau'nun 1750 yılında Dijon Akademisinin, "Bilim ve sanatta ilerleme insanları olumlu yönde etkilemiş midir?" konulu yarışmasına katılıp, "Bilim ve san'atlar üzerine söylev" çalışması ile bilim ve sanattaki ilerlemenin insanları bozduğunu savunmuştur. 1755'te yine Dijon Akademisinin açtığı bir yarışmaya "İnsanlar arasında eşitsizliğin kökü" adlı eseri ile katılmıştır. 1761'de "Emile" ve "Nouvelle Heloise" adlı eserlerini veren Rousseau, 1762'de Amsterdam'da "Contrat Social" adlı ünlü eserini yazmıştır. Rousseau'yu ölmezler arasında bir isim sahibi yapan da "Dünyayı altüst eden" bu eseridir. Bu eserinde Devletin meydana gelmesini sağlayan "sosyal sözleşmeyi" ve inkılaptan sonra kurulmasını hayal ettiği demokratik siyasi mekanizmayı ortaya koyar. Eserin Fransa'ya girmesi yasaklanmış ve "Emile" (hayalindeki demokratik siyasi hayata vatandaşların hazırlanması için bir eğitim planı verir) ve "Contrat Social" eserleri gerek Fransa'da, gerek İsviçre'de mahkum edilerek yakılmıştır.
Cevap: Toplumların Eğitim ve Kültür Seviyesinin Demokrasiye etkisi Sosyal Sözleşme
"Rousseau’nun “egemenlik devredilemez” ilkesiyle çelişkili bu düşüncelerini, Mustafa Kemal önderliğindeki Türk Devrimi’nde uygulamasını görüyoruz. Kurtuluş Savaşı’nın örgütlenmesinden, devrim boyunca yapılan reformlara kadar her aşamada aydın bir zümre, halka yol göstericilik yapmıştır. Mustafa Kemal, savaştan bıkmış, fakir ve zor durumdaki Türk halkını “ikaz edip harekete geçirmenin” gerekliliğine inanmıştı. Onun, “Fertler düşünür olmadıkça kitleler istenilen istikametlere sevk olunabilirler... Şüphe yok ki her işin başlangıcında aşağıdan yukarıya doğru olmaktan ziyade yukarıdan aşağıya olması zarureti vardır” l3 sözleri devrimin ancak halka empoze edilerek yapılabileceği inancının ifadesidir. “Ona göre, toplumun bilgi ve eğitim düzeyi (maşeri fikri) belli bir düzeye yükseldiği vakit “hâkimiyet bilâkaydüşart millete” ait olacaktır. l4 Mustafa Kemal, bu nedenle de, reformlar boyunca devrimin seçkinlerinin görevinin toplumu yönlendirmek, aydınlatmak ve onun çağdaşlaşma yolunda ilerlemesini sağlamak olduğuna inanmıştır. O, halkın çeşitli kesimlerinden gelen istemlere hizmet etmeyi değil halkın ortak çıkarına ulaşmayı hedeflemişti. Peki, bu ortak çıkar neydi? Yukarıdan dayatmacı reformların esas amacı Aydınlanma çağının hedefi olan “aklın egemenliğini kurmaktı.” Bu hedefe de ancak, Mustafa Kemal’in “hayatta en hakiki yol gösterici” olarak tanımladığı bilimle ulaşılabilirdi. İşte, halkın ortak çıkarını çağdaşlaşma olarak değerlendiren Mustafa Kemal ekonomik çöküntü içinde olan, Ortaçağ kurumlarına (saltanat, hilafet) körü körüne bağlı ve eğitim düzeyi oldukça düşük (genel nüfusun sadece %1’i yüksek öğrenim yapmıştı) Türk milletinin bu hedefe yukarıdan bir dayatma olmadığı sürece ulaşamayacağını biliyordu. Türk Devrimi boyunca “Egemenlik Devredilemez” ilkesinin ihlâl edildiği ve bu sınırsız gücün bir grubun hatta Tek Adamın elinde toplandığı değerlendirmesi doğrudur, fakat unutulmamalıdır ki devrimin reformları - dil devriminden hukukî reformlara, eğitimin birleştirilmesinden halkevlerine kadar - çağdaş ve özgür bireyi yaratıp, onun hür iradesiyle millî egemenliğe sahip çıkmasını hedeflemiştir. Mustafa Kemal’in bu otoriter yönetiminin nihaî hedefi, devrimi takip edecek evrimde yeni kuşakların “Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir” sözünü uygulayacak sosyal, kültürel ve ekonomik düzeye ulaşmalarıydı"
(Mustafa Kemal Atatürk ve J. J. Rousseau'nun Düşüncelerinin Karşılaştırılması
Uzman Burak Erdenir
ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 40, Cilt: XIV, Mart 1998)
Cevap: Toplumların Eğitim ve Kültür Seviyesinin Demokrasiye etkisi Sosyal Sözleşme
"12 Eylül Pazar günü saat 18.42’de, CNN-Türk ekranlarından yaptığı sandık çıkış anketiyle Türkiye’ye referandum sonucunu “Katılım % 77.5 ? Evet % 57.8 ? Hayır % 42.2” şeklinde duyuran A&G Araştırma Şirketi’nin Başkanı Adil Gür, Hürriyet için, aynı seçmenlere sandıkta oyunu verdikten sonra sordu: Niçin ‘EVET’ dediniz, niçin ‘HAYIR’ dediniz?
Seviye arttıkça hayır yükseliyor
Yukarıdakİ eğitim seviyesi tablosuna göre, 12 Eylül referandumunda oy veren seçmenin eğitim seviyesi arttıkça ‘hayır’ oyları yükselmektedir. İlkokul mezunlarında yüzde 71’e yakın olan evetler, ortaokul ve liselerde düşme eğilimine girip üniversite mezunlarında yüzde 38’in altına inmektedir"
Kültürsüzleştirme (Sömürünün algılanması engelleniyor )
Sömürünün algılanması engelleniyor
Suzan Aykaç
Çeşitli alanlardan bir grup aydınla birlikte ‘Emperyalist Kültür Kuşatmasına Karşıyız’ bildirgesini hazırlayan Prof. Dr. İzzettin Önder, kültür emperyalizminin üniversitelerdeki etkisini aktarırken en önemli etkisinin bilimleri, özellikle de sosyal bilimleri, tekdüze bir dokuya dönüştürerek, toplumlar özelindeki farklılıkların ve sorunların algılanmasını önlemek olduğunu ifade etti. Önder, üniversitelerin tarihin hiçbir döneminde bağımsız olmadığını da aktardı. Prof Dr. İzzettin Önder ile, kültürel emperyalizme karşı üniversiterde yapılabilecek mücadeleler ve başlattıkları mücadelelerin diğer alanlarda devam eden antiemperyalist mücadeleler ile bağlarını konuştuk.
Geçtiğimiz günlerde, bir grup aydınla birlikte ‘Emperyalist Kültür Kuşatmasına Karşıyız’ başlığıyla bir bildiri yayınlayarak topladığınız imzalarları kamuoyuna duyurdunuz. Böyle bir müdahaleye neden gerek duyuldu?
Emperyalist kültür kuşatması; kültürler arasında yaşanan etkileşim ve yakınlaşmadan çok farklı, kültür zenginliklerini ortadan kaldıran ve günümüzde giderek yükselen bir eğilim halinde gelişen tehlikeli bir doku deformasyonu olarak görülebilir. Bu yayılım zengin kapitalist merkezlerden çevre dokulara doğru gelişmekte ve ekonomik emperyalizmin alt dokusu işlevini yüklenmektedir. Bu nedenle, mesele bir kültür etkileşimi olarak değil, emperyalist emeller uğruna merkez kültürlerin çevre kültürleri eritmesi biçiminde görülmeli ve ele alınmalıdır. Bu yönü ile kültür emperyalizminin nihai amacı; ekonomik sömürü mekanizmasının çevreye sızmasını ve böylece işlemesini kolaştırmaktır. Çevre insanlarının zevkleri, tüketim kalıpları, tercih doğrultuları gibi davranışsal özellikleri etkilenerek ve denetlenerek, merkez kapitalizmin sömürü mekanizmasının işleyişi kolaylaştırmaktadır. Kültür emperyalizmi ile, çevre halkının kültürü ve bilinci paralize edilerek, ekonomik kararlarda merkeze teslim olması amaçlanmaktadır. İnsanları kültürsüzleştirme, kişiliksizleştirme ve böcekleştirme sömürücü kapitalizmin temel amacıdır. Bu amaca hizmet edebilmek için, demokratik bir görüntü altında “bireyselcilik” söylemi ile önce bireysel fiziksel olarak atomize edilerek parçalanmakta, ikinci aşamada ise, yapıbozuculuk ya da post-modernizm yöntemi ile fikir karmaşasına atılmaktadır. Bireyselleştirilen ve atomize hale getirilen bireyin zihinsel algılama mekanizmasının parçalanması kolaylaşmaktadır. Böyle bir süreç ve etkileşim nedeni ile, günümüzde hakim ekonominin etkisi ile merkezden çevreye doğru yayılan kültür (ya da kültürsüzleştirme) yayılışının kapitalist sömürünün bir alt mekanizması olarak görülmesi gerekmektedir. Emperyalist etkileşime ve sömürüye karşı çıkmanın ilk amacı ve aracı kültür emperyalizmine karşı çıkmaktır. Çünkü bu süreç, çevreyi kültürsüzleştirme, kişiliksizleştirme, atomize etme ve merkezin fikirsel ve davranışsal baskısı altına alma çabasından başka bir şey değildir.
Emperyalist kültür kuşatmasının bilimsel alandaki görünümleri nelerdir? Üniversiteler, bu saldırılar karşısında ne durumda?
Kültür emperyalizminin bilimsel alandaki yansımasının birinci aşaması, bilimleri, özellikle de sosyal bilimleri, tekdüze bir dokuya dönüştürerek, toplumlar özelindeki farklılıkların ve sorunların algılanmasını önlemektir. Bu yöntemle, bilimsel yaklaşımlar ve araçlar çevre dokulara yabancılaştırılmakta ve çevrenin merkezden kendisine doğru yayılan sömürünün algılanması engellenmektedir. Kültür emperyalizminin bilimler alanına yansımasının ikinci aşamasında ise, bilimlerin merkezden ve sermaye tarafından denetlenmesi yolu ile, merkezin sorunları algılayış ve kendine göre geliştirdiği çözüm önerilerinin çevre dokularına yayılması ve bunun kabul ettirilmesi yoluyla çevrenin merkez tarafından gerçekleştirilen sömürüye karşı çıkışının önlenmesidir.
Bu kuşatmaya karşı, sizin alanınızda neler yapılabilir? Bilim insanları emperyalist kültür kuşatmasına karşı neler yapmayı planlıyor? Bilimin özgürce gelişmesinin koşulları nelerdir?
Bilim alanındaki kuşatmaya karşı ilk savaş bilim kurumlarının ticarileşmesine ve bilimin metalaştırılmasına karşı çıkmaktır. Sermayeden bağımsız, ülke ve yöre sorunlarını merkeze koyan bilimsel inceleme ve araştırma geleneğinin oluşturulması çabaları bu alandaki mücadele çizgisinin anahatlarını belirler. Böyle bir mücadelede gerçekçi bir çizgi izlenmelidir. Bilim ve temel bilim üretim merkezleri olarak bilinen kurumlar tarihin hiçbir döneminde tam anlamı ile bağımsız olamamıştır. Ortaçağın karanlığında dinsel taassubun altında kalan bilim alanı, aydınlanma hareketi ile de özgürlüğüne kavuşmuş sayılamaz. Zira, ekonomik gücün kilise hakimiyetinden alınması ile bilim de kilise taassubundan kurtulmuştur, ancak bu kez de sermayenin taassubu altına girmiştir. Gerçi ilk dönemlerde, henüz sermaye bu denli gelişmemişken ve aralarında teknoloji savaşı başlamamışken, bilimsel faaliyetler görece özgürleştirilmiş gibi algılandı. Ancak, bu da sermayenin yararı doğrultusunda bir gelişmedir. O dönemlerde bilimsel gelişmelerin yapılması, yeni olanaklar yarattığından ve toplumsal ufukları geliştirip genişlettiğinden dolayı, sermayenin işine geliyordu. Ne zaman ki sermaye sıkıştı ve kendi arasında inanılmaz bir mücadele başladı, o zaman sermaye bilimi, hem teknoloji üretim boyutu, hem de ideoloji yayma gücü nedeni ile etki ve baskı alanı içine aldı. Günümüzde bilimin metalaştırılması ve üniversitelerin özelleştirilmesi, öğretim üyelerinin yarım gün çalışma düzenine itilmesi arası bir mücadelenin sonucudur. Tarih bilinci içinde bakacak olursak, bilimin kilise hakimiyetinden kurtarılarak özgürleştirilmesi olarak algılanan gelişme ile, günümüzde yaşanan bilimin metalaştırılması operasyonunun, bilim adı verilen ve beşeri sermaye ve ideoloji üreten ve yayan güçlü dokunun sermaye tarafından, farklı dönemlerde farklı gerekçe ve gereksinimlerle, farklı biçimde manüple edilmesinden başka bir şey olmadığını açıkça görürüz. Bu nedenle, bilimin özgürleştirilmesi mücadelesi, özünde sistem mücadelesidir. Sistemden yeterince beslenerek kendisini ve yaptığı bilimsel çalışmaları özerk ve özgür zanneden sözde bilim insanı ise, bu bağlamda büyük bir yanılgı içindedir.
Emperyalist kuşatmaya karşı çeşitli üretim alanlarından (Bergama, Aliağa çiftçi mitingleri) sesler yükseliyor. Kültür alanında başlattığınız mücadeleyi bu alanlarla ilişkilendirebilir miyiz?
Kültür ve bilim alanlarındaki antiemperyalist mücadelenin, kaçınılmaz ve gereği biçimde, diğer mücadele alanları ve kesimleri ile birleştirilmesi gerekmektedir. Bu gereklilik sadece güç ve taban kazanma amacı ile sınırlı olmayıp, aynı zamanda sermayenin tüm karşıtlarını bölüp parçalama politikasının etkisizleştirilmesi için de gereklidir. Günümüzün üretim teknolojisi bağlamında, eskiden olduğu gibi fabrikalarda, makineler karşısında kütle üretimi söz konusu olmadığından dolayı, emek ve sermaye karşıtı tüm kesimlerin yeniden tanımlanması ve bu bileşenlerin yapay bölünmesinin önlenmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle, sermayeye karşı yükseltilen tüm mücadelelerde, sermaye karşıtı bütün kesimlerin, kendi özgün ayrılıklarını koruyarak, amaç ve güç birliği yapmanın bilinci içinde hareket etmelerinin gerekliliği ortadadır.
http://www.evrensel.net/00/08/08/kultur.html
Cevap: Kültürsüzleştirme (Sömürünün algılanması engelleniyor )
Niğde`de yerel bir kanal, üniversite öğrencilerine referandumla ilgili sorular sordu. Verilen cevaplar utanç verici... Niğde`de yerel bir kanal, üniversite öğrencilerine referandumla ilgili sorular sordu. Üniversite öğrencilerinin, "İsmet İnönü referandumda `evet` diyeceğini açıkladığı için CHP`den ihraç edilecek. Sizce bu demokratik bir hareket mi?" sorusuna verdiği yanıtlar şaşırttı. Yerel televizyondaki programın sunucusu Yakup Sağlam, referandumla ilgili halka görüşlerini sordu.
ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİLERİNİ TEST ETTİ
Yapılan tüm kampanya ve programlara rağmen halkın büyük çoğunluğunun referanduma olan ilgisizliğini gözleyen Sağlam, üniversite öğrencilerini de test etmek istedi.
İSMET İNÖNÜ SORUSU
Sokağa çıkan Sağlam, 5 üniversite öğrencisine, "Mustafa Kemal Atatürk`ün silah arkadaşı İsmet İnönü, referandumda `evet` diyeceğini açıkladığı için Kemal Kılıçdaroğlu tarafından partiden ihraç edilecek. Sizce bu demokratik bir hareket mi?" sorusunu sordu.
ŞAŞIRTAN CEVAP
Aralarında Hukuk Fakültesi`nden öğrencilerin de bulunduğu 4 kişi, "İsmet İnönü`nün `evet` diyeceği için partiden ihracı yanlış, demokratik bir ülkede yaşıyoruz düşüncelerini söylemekte özgür" ve "İhraç edilmesi bana göre yanlış" dedi.
İstanbul`da Hukuk Fakültesi öğrencisi olduğunu söyleyen bir genç, "CHP ihraç ederse oy kaybeder mi?" şeklindeki soruyu ise "Sanmıyorum kaybetmez" diye yanıtladı. Diğer öğrenci ise önce tereddüt yaşadı sonra da sorunun farkına vardı.
Daha önce de ilginç sorularıyla öğrencilerin bilgilerini test eden Sağlam, "Televizyonlarda yayına katılan herkes kendi görüşünü anlatıyor ve halkı yönlendirmeye çalışıyor. Anayasa değişikliğine oy verecek gençlerin bu referanduma ne kadar ilgili olduklarını göstermek istedim. Referanduma dair fazla bilgi sahibi olmadıklarını görünce, böyle bir soru geldi aklıma. Gördük ki, durum içler acısı" dedi.
Cevap: Kültürsüzleştirme (Sömürünün algılanması engelleniyor )
Gelişmiş Ülkelerde Okuma Alışkanlığı Bir Yaşam Biçimine Dönüşmüştür.
Sık sık batı ülkelerini ziyaret eden öğrenciler ve yetkililerin hayran kaldıkları bir olgu, bindikleri toplu taşıma araçlarında gördükleri okuyucu kitlesinin çokluğudur. Otobüs veya trene bindiğinizde bizler hariç herkesin elinde bir kitap iki durak arasını bile değerlendirmesidir. Parkta bahçede, tatilde, deniz kenarında, yemekhanede boş anda kitaplar açılıyor ve bir sayfada olsa okunuyor.
Özellikle Doğu Avrupa ülkelerinde halen kitapçıların önünde sepetleri ile kitap satın almak için kuyrukta bekleyen insanlara sıkça rastlamaktayız. Temmuz 2005’in başında Portekiz’de Lizbon üniversitesinde düzenlenen bir kursa eğitmen olarak bulunduğum dönemde ilgimi çeken en önemli olgu insanların her fırsatta kitap okuması olmuştu. Kursun yapıldığı mekan ile konakladığımız yer arasında hatırı sayılır nitelikte bir mesafeyi her gün bir tren, bir metro ve otobüs ile sağlamaktaydık. Tren istasyonuna girer girmez insanların işine yetişmek için acelesi yanında her köşede insanların ellerine bedava gazete tutuşturmaya çalışan kişilerin çabası hayatımda okumaya verilen önemin en büyük işareti olmuştu. Metroda yine aynı heyecan. İçimden keşke benim ülkemde de belediyeler böylesi bir etkinlik düzenleseler. Lizbon biraz da İstanbul’a benzemesi nedeniyle keşke bizde de herkese sabahları okunacak birkaç sayfalık bir gazete verilse belki bir kaç insanımız boş zamanının değerlendirir diye düşündüm. Merak ettim Portekizce bilmememe rağmen genel içerik ve hedefledikleri anlayışı öğrenmek için yerel arkadaşlara sordum. Dağıtılan 15 sayfalık tabloid türü gazete, yerel yönetimin faaliyetleri, genel haberler, sağlık, reklamlar, hava durumu vs. her şeyden önce insanların trende ve metroda bir durakta olsa otururken genel bir bilgi sahibi yapmaktır. Hep yurt dışına çıkanlarımız sık sık belediye otobüslerinde kitap okuyan insanların davranışlarını gıpta ile izlediklerini söylerler. Nedense hep söyleriz ancak kendimiz okumayız. Bu konuda biraz kötü bir örnek olduğumuzu söyleyebilirim. Sanırım biraz “mış” gibi yaşıyoruz. Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu “Mış Gibi Yaşamak” adlı kitabında dünyadaki gelişimlerin tersine bizde okumuşların olayların farkına varılabilirlik konusunda sıradan insandan daha geri olduğunu ve güven vermediğini belirtiyor.
http://turkoloji.cu.edu.tr/GENEL/ibr...liskanligi.pdf
Cevap: Kültürsüzleştirme (Sömürünün algılanması engelleniyor )
Türk Toplumunda Cehaletin Yükselişi
Görüldüğü gibi, 'iddialı' bir başlık.
Ama bu iddia, birkaç yazıda ele alacağım durumun 'vahameti' ile ne yazık ki doğru orantılı!
Başlarken, 2 Şubat Pazartesi tarihli "Radikal"de, sayın İskender Aruoba'nın "200'üncü Yazı, Kitap ve Hamas" başlıklı köşe yazısından bir alıntı yapmak istiyorum; alıntı, yazarın sunduğu bir istatistiği içeriyor:
"İngiltere ve Fransa'da toplumun yüzde 21'i, Japonya'da yüzde 14'ü, Amerika'da yüzde 12'si düzenli kitap okurken, Türkiye'de on binde bir kişi kitap okuyor! Vatandaşların ihtiyaç listesinde 235'inci sırada kitap var. (Hemen belirteyim: On yıl kadar önce yapılan başka bir istatistikte, 'kültürel ihtiyaçlar'ın, Türk halkının ilk 200 kalem ihtiyacından sonra geldiği saptanmıştı; yani halkımız, bu bağlamda on yıldır çok tutarlı bir çizgi izlemekte! A.C.) Necip
Türk Milleti günde ortalama 5 saat televizyon izliyor; (O da Discovery Channel veya İz TV falan değil; dizi!) öte yandan kitap okumaya yılda 6 saat ayırıyor.
Bir Japon bir yılda ortalama 25, bir İsviçreli 10, bir Fransız 7, bir Türk ise 10 yılda ancak 1 kitap okuyor. Türkiye'de, -pembe dizi ve dini kitap dışı- okuma alışkanlığına sahip 70 bin kişi bulunuyor. 7 milyonluk Azerbaycan'da kitaplar ortalama 100 bin tirajla basılırken, 71 milyon nüfuslu Türkiye'de 2-3 bin adet basılıyor.
Birleşmiş Milletler İnsani Gelişim Raporu'nda kitap okuma sıralamasında Türkiye; Libya, Tanzanya, Kongo ve Ermenistan gibi ülkelerin arkasında, 86. sırada yer alıyor..."
Şimdi bu korkunç istatistik karşısında, ilk tepki olarak şöyle diyebilirsiniz:
"Hadi canım! Bu rakamlar aslında belki de kasıtlı! Doğru olamaz yani!" Ama o zaman ben de şöyle derim: Peki, isterseniz bir gün, birkaç gün, hatta birkaç hafta boyunca içinde yaşadığınız topluma ve o toplumun insanlarına biraz 'eleştirel' bakın! Bu toplumun, okuyan, dolayısıyla da sürekli bilgilenen ve düşünen toplumlarla herhangi bir benzerliği var mı sizce?
En önemli sorunlar söz konusu olduğunda bile kendini düşüncenin rehberliğine değil, tepkisel dürtülerin sürükleyiciliğine bırakan, siyahın ve beyazın dışında renk ve ton tanımayan, en şiddetli tepkilerini düşünmesine engel olanlara karşı değil, fakat kökleşmiş ezberlerini bozmak isteyenlere karşı sergileyen bir toplumun okumayla nasıl bir ilintisi olabilir?
Sayın İskender Aruoba'nın verdiği rakamları başka bir açıdan da yorumlayabiliriz.
Örneğin, bir kişinin ortalama 10 yılda ancak 1 kitap okuduğu saptamasına ek olarak, 10 yılda 1 kez yıkanan birine nasıl 'temiz' diyemez isek, 10 yılda 1 kitap okuyan insanlardan oluşma bir topluma da 'okuyan toplum' diyemeyeceğimizi söyleyebiliriz!
Bu sayılar, neresinden bakarsanız bakın korkunçtur, ve böyle bir durum karşısında, her şeyden önce bu sayılar değişmediği sürece, ülkemizde hiçbir olumsuzluğun ortadan kaldırılamayacağını söylemek, temelsiz bir kehanet sayılmamalıdır!
Türk toplumunda cehaletin yükselişinin nedenlerini birkaç yazıda ele alacağım.
Bu ilk yazının sonunda, bir noktayı -kim bilir kaçıncı kez!- tekrar vurgulamak istiyorum. Bugüne kadar bana, ne zaman Köy Enstitüleri'nin kapatılışından yakınsam:
"Sen de bu toplumdaki bütün olumsuzlukların kaynağını hep o olayda arıyorsun!" diyenleri, bir defa daha düşünmeye davet ediyorum. Çünkü Köy Enstitüleri, tam da toplumumuzu böyle sayılardan korumak için kurulmuş ocaklardı, ve Mustafa Kemal Atatürk'ün toplumuna gösterdiği "çağdaş uygarlık düzeyine erişme" hedefinden anladığı da, hiç kuşkusuz böyle sayılar değildi!
Türk Toplumunda Cehaletin Yükselişi (2)
Anadolu Üniversitesi'nde hocalığa yeni başladığım sıralarda, yani bundan yaklaşık 16 - 17 yıl önce, oradaki bir öğretim görevlisinden ibretlik bir olay dinlemiştim.
Bu öğretim görevlisinin hanımı, civar ilçelerden birinin resmi kütüphanesinde görevlidir. Bir sabah işe geldiğinde, kütüphane müdürünün bahçeye balyalar halinde kitap yığdırmakta olduğunu görür. Kitaplar, kırklı yıllarda, o zamanki Tercüme Bürosu tarafından çevrilip Milli Eğitim Bakanlığı -o zamanki adıyla: Maarif Vekâleti- tarafından bastırılmış olan 'Doğu ve Batı Klasikleri'dir.
Bu durumu gören -adına A diyelim- A adındaki hanım görevli, müdüre kitapların neden bahçeye çıkartıldığını sorar. Aldığı cevap, aynen şöyledir:
"İçerde raflarda yer kalmadı. Hem bunları artık kim ne yapsın? Yeni kitaplara yer açmak için hepsini attırıyorum!"
Dehşete düşen görevli A, kitapları evine götürüp götüremeyeceğini sorar. Müdürden, halinden memnun olduğunu gösteren bir cevap gelir: "Aman al, ne yaparsan yap!"
Bu, kanımca Türkiye'de cehaletin ellili yıllardan hemen sonra başlayarak nasıl ve hangi nedenlerle yükseldiğini gösteren en tipik olaylardan biridir. Ama sanırım burada, -"hangi nedenlerle yeniden yükseldiğini" demek, çok daha doğru olur.
Çünkü Milli Mücadele'nin kazanılmasından ve Cumhuriyet'in ilanından hemen sonra bu ülkede başlatılan ikinci topyekûn savaş, cehalete karşı savaştır.
Çünkü Osmanlı'nın altı yüz yılı boyunca Rönesans'ın, Aydınlanma Çağı'nın, Fransız İhtilâli'nin ilke ve fikirlerinin, sınıflı toplumun, sanayileşmenin yanından bile geçmemiş bir topluma 20. yüzyılda, yani Batı'da 'Bilimsel Çağ' diye adlandırılan bir çağda uygar toplumlar arasında bir yer bulabilmek, ancak böyle bir mücadele ve onun yaratacağı bir kültür devrimi ile erişilebilecek bir hedefti.
Darülfünun'un üniversiteye dönüştürülmesi ile birlikte Batı'nın üniversite kavramının Türkiye'ye gelmesi, Latin harflerine geçilmesi, eğitim birliği ilkesinin kabulü, Hitler'in iktidara gelmesiyle birlikte Almanya'yı terk etmek zorunda kalan dünya çapında bilim adamlarının bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türkiye'deki üniversitelerde çalışmak ve Batılı anlamda üniversite kuruluşuna, yine Batılı anlamda 'akademisyen' yetiştirilmesine katkıda bulunmak üzere ülkemize davet edilmeleri, nihayet Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu gibi -Atatürk tarafından oluşturulan özgün yapıları, 12 Eylül faşizminin Atatürk'ün adını ağızlarından düşürmeyen temsilcilerince ortadan kaldırılan- iki kurumun oluşturulması, planlanan kültür devriminin ve bir 'yeni toplum yaratma' amacının Atatürk'ün sağlığında gerçekleştirilmiş aşamalarıdır.
Hazırlıklarına Atatürk'ün son yıllarında başlanan ve 1940 yılında, İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı ve Hasan Âli Yücel'in de Milli Eğitim Bakanlığı dönemlerinde açılan Köy Enstitüleri ile, yine aynı yıl Ankara'da, Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde oluşturulan 'Tercüme Bürosu', amaçlanan kültür devriminin sonraki örgütlü girişimleridir. Bu arada, Köy Enstitüleri ile Tercüme Bürosu arasında kurulmuş bir tür organik bağın da önemle vurgulanmasında yarar vardır.
Ahmet Cemal
http://elsissmila.blogcu.com/turk-to...selisi/5187786
Cevap: Kültürsüzleştirme (Sömürünün algılanması engelleniyor )
12 Eylülcüler ve Gençlik
12 Eylülcüler gençliğe dönük olarak özel bir program uyguladılar. 12 Eylül 1980 tarihini milat olarak ilan edip Türkiye tarihini “12 Eylül öncesi” ve “sonrası” diye ikiye ayırdılar. Onlara göre 12 Eylül öncesi gençlik fazla politize olmuş, denetim dışına çıkmıştı, özetle kaybedilmişti. Tek çözüm yolu -yoğun bir karalama eşliğinde- tasfiyeydi. İşte tam da bu noktada 78′lilerin “yitik kuşak” olmaya başladıklarını görüyoruz.
Yüz binlerce genç işkenceden geçirildi. Bir o kadarı 12 Eylül zindanlarına atıldı. Öndersiz bırakılan gençlik pasifize edildi.
Ardından, gençliğin direnişi nedeniyle ortadan kaldırılamayan son “idari ve bilimsel özerklik” kırıntıları ortadan kaldırıldı.
12 Eylül konseyine bağlı İhsan Doğramacı ve “Yüksek Öğretim Kurumu” YÖK marifetiyle öğrencilerin, asistanların, doçentlerin ve profesörlerin -biçimsel- idari organlarını seçme ve bilimsel inceleme hakları ellerinden alındı. Üniversitelerin zaten iyice daraltılmış olan toplumu aydınlatma işlevleri tamamen ortadan kaldırıldı.
Korkunç bir sınav tuzağı, siyaset karşıtı bir ortam, 1980 öncesi gençliği “anarşi ve terör” yalanıyla lekeleme, böylece tüm gençliği suçlama ve suçluluk psikozuna hapsetme, baskıyı sonuna kadar kullanma gibi yöntemlerle, düşünmeyen, üretmeyen, tek boyutlu bir “öğrenci kimliği”ni hakim kılmaya çabaladılar.
Böylece 20 yıllık bir programla “gençlik problemi” 80 öncesi koşullar ve 78 kuşağı umacası ardında, toplumdan her düzeyde tecrit, yoğun baskı, yasaklar, demoralizasyon, aşağılama ve yozlaştırma yöntemleriyle aşılmaya çalışıldı.
Yeni kuşakların zihninde 78 kuşağı, mevcut tüm kötülüklerin temel sorumlusu olarak olumsuz bir şekilde yer etti. Geçmişten, tarihsel deneyim ve süreklilikten koparılan gençlik, dayatılan belleksizleştirme, tüketici kişilik ve zevkçilik operasyonuna karşı doğal olarak direnç gösteremedi.
Böylece gençlik ve toplum sadece geçmişini değil geleceğini de kaybetti.
http://1mayis.wordpress.com/2007/04/...lul-ve-toplum/
Cevap: Toplumların Eğitim ve Kültür Seviyesinin Demokrasiye etkisi Sosyal Sözleşme
12 Eylül Anayasası: İslamcı-Darbeci ittifakı
15 Ağustos 2010
Haberi Paylaş |
12 Eylül 1980’de Amerika’nın çocukları tarafından yapılan darbeyle, Anadolu’da ve Mezopotamya’da karanlıklar dönemine girildi. İnsanlığa dair ne varsa yok edilmek istendi, toplumun bütün muhalif kesimlerine yönelik saldırılar en üst boyuta çıkartıldı. Resmi rakamlara göre 3 milyon insan hakkında soruşturma açıldı, 750 bin insan işkencelerden geçirildi, yüzlerce insan işkenceli sorgulardan katledildi, yüz binlerce insan tutuklandı, cezaevleri jenosit kamplarına dönüştürüldü, 52 insan idam edildi. Çocuk yaşta tutuklanmalar bu dönemde başladı.
12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen darbe, bu topraklarda yaşayan devrimcileri, ilericileri, demokratları hedefliyordu, Kürtleri yok etmek için özel bir plan hazırlanmıştı, darbe öncesi Alevilere uygulanan saldırılar, askeri güçlerin denetiminde kesintisizce devam etti. Yani gerçek anlamda Türk egemen sınıfların rejimine karşı olanlar hedef tahtasına oturtulmuştu.
CIA tarafından çok önceden hazırlanan darbe planında, sol adına ne varsa yok edilmesi talimatı verildi. Tersine, İslamcılar da büyük bir müttefik olarak görüldü. Onların desteklenmesi için hazırlanan projeler çok kapsamlı olarak uygulanmaya konulmuştu. Darbe lideri Kenan Evren, Diyanet İşleri Başkanı gibi vaazlar vermeye başlamıştı. İslam onlar için bir kurtuluştu. Devrimci güçlerin etkisini silmek için toplumsal yaşam İslam’a göre düzenlenecekti. Böylece Türkiye’nin politik İslamcı güçleriyle 12 Eylül darbecileri arasında tam bir ittifak oluşturuldu.
12 Eylül 1980 askeri darbecileri iktidarlarını süreklileştirmek için çok kapsamlı yasal değişiklikler yaptılar. Sistemi 100 yıl yönetecek bir anayasa çıkarmaya karar vermişlerdi. İki kesimin gündeminde demokrasi, insan hakları, özgürlükler kesinlikle yoktu. Bunların düşünülmesi dahi yasaklanmıştı. Ama tersten anayasanın ruhunu oluşturan Türk-İslam Sentezi üzerinde tam bir düşünce birliği oluşturulmuştu. Böylece darbeci generallerle İslamcı cemaatler arasındaki ittifak, aynı zamanda 12 Eylül faşist anayasanın ruhunu oluşturdu.
Cemaat lideri gibi davranan ve darbeciler adına ‘dini tebliğ’ler sunan Kenan Evren 12 Eylül anayasasına ‘evet’ oyu almak için cemaatlerle pazarlık yaptı ve şu teminatı verdi: “Siz bizim aleyhimize çalışmaz ve yardımcı olursanız, biz de size zorluk çıkarmayız, hatta işinizi kolaylaştırırız...” Bu, ittifakta iki kesim arasında stratejik ilişkilerin ana temasını oluşturdu. Cemaatler, faşist darbeci anayasaya ‘evet’ demek için çalıştı. Darbeciler de vermiş oldukları sözü tutarak, sistemi bütünlüklü olarak İslamcı cemaatlere teslim etmeye başladı. İslamcılığın bugünkü politik gücü, generallerin eseridir.
Atatürkçülüğü ve laikliği elden bırakmayan 12 Eylül 1980 askeri darbe lideri Kenan Evren ve 4’lü generaller, Aydınlar Ocağı tarafından geliştirilen ‘dinci olmayan dindar devlet’ anlayışını devlet politikası haline getirerek sistemin bütün alanlarında uyguladılar. Bu politika ekseninde devletin bütün stratejik kurumlarına ‘Türk-İslam Sentezcileri’ atandı.
Dönemin Diyanet İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanlığı’na atanan emekli bir general olan Mehmet Özgüneş 1982’de, devlet dairesindeki memurlar için yaptığı açıklamada, ‘dini eğitim gören erkeklerin sakal bırakabileceklerini, kadınların görev yerlerinde başlarını bağlayabileceklerini’ belirtiyordu. Bugün İslamcıların uğruna en çok mücadele verdikleri konulardan biri de bu karardır.
12 Eylül 1980 askeri darbe döneminde ‘Aydınlar Ocağı’ Yönetim Kurulu Üyesi ve Milli Güvenlik Konseyi sözcüsü Muharrem Ergin, şunları söylüyor: “Hazırlayacağımız anayasa gelecek 100 yıla cevap verecektir. İçeriği bunun için önemlidir. Bir huzur ve sükûn müessesesi olarak dinin cemiyet hayatındaki yeri büyüktür ve İslâm, Türklüğü koruyan çok önemli bir manevi silahtır.”
9-10 Mayıs 1981’de ‘Milli Eğitim ve Din Eğitimi’ adı altında yapılan seminerlerde, “Devletin zorunlu din eğitimi vermesi ve laikliğin zorunlu din eğitimi ile çelişen yönünün bulunmadığı” savunulur. 1981 yılında, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanı Em. General Suat İlhan, devletin resmi görüşü haline getirtilen Türk-İslâm sentezine ilişkin olarak şunları yazmaktadır: “Türk ve İslam medeniyetlerinin sentezini gerçekleştirmiş ve bu sentez medeniyete dayalı dünyanın en uzun ömürlü ve en büyük imparatorluklarından birisinin kurucusu olmuştur. Bu imparatorluğun devlet düzenini ve yapısının üstünlüğü, büyüklüğü her yeni incelemede biraz daha su yüzüne çıkmaktır. İstiklal Harbi, Türk-İslam sentez medeniyetinin yücelttiği Osmanlı İmparatorluğu’nda bu sentez medeniyetin kendi kendisini yenileme gücünü yitirip yenik düştüğü noktadaki savaştır. İstiklal Harbi ve inkılâplar, Türk-İslam sentez medeniyetinin batı medeniyeti ile yeni bir senteze ulaşması amacına yöneliktir…”
Milli Güvenlik Konseyi, hazırlanan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu onaylayarak, Din Kültürü ve Ahlak derslerinin ‘zorunlu’ hale getirilmesine karar verir: “Her şeyden önce dinin sadece bir vicdan meselesi olduğu ve vicdanlarda hapsedilerek ferdi davranışlarda ve toplum hayatın da hiçbir yankısının olmadığı fikri isabetli değildir... Birtakım dini emir ve kuralların canlı bir şekilde yaşanmakta olması, dinin toplumdan ayrı tutulamayacağını göstermektedir.” Bütün bu verilerin ortaya koyduğu gerçek şu; toplumun İslamlaştırılması politikası ve faaliyeti, sadece İslamcı partilere ya da cemaatlere ait bir fikir değil, aynı zamanda laiklik adına darbeler yapan generallerin savunduğu ve uyguladıkları temel bir politika olmuştur.İslamcı hareketin bugünkü toplumsal gücünün oluşması esasen generallerin izlemiş olduğu politikalarla doğrudan ilişkilidir. Onun altyapısını bizzat generaller oluşturdu. Toplumun İslamlaştırılması politikası özellikle çocuklar ve gençler üzerinde uygulanmaya konuldu. Amaç, yeni bir İslamcı kuşak yaratmaktı. Generallerin hazırlamış olduğu anayasa ile Türkiye’de din eğitimi ilkokul-ortaokul ve liselerde zorunlu hale getirildi. Darbe lideri Kenan Evren, devlet denetimine alınan Kuran kurslarında çocukların dini eğitim alınması için çıkarttıkları yasaları savunurken şunları belirtiyor: “Din eğitimi çocuklara aile tarafından verilmez. Aslında aile bu eğitimi vermeye çalışsa bile, yanlış, eksik veya kendi bakış açısından öğretebilir; dolayısıyla bu uygunsuzdur… Size çocuklarınızı yasadışı Kuran kurslarına göndermemenizi daha önce de söylemiştim. Şimdi bunu anayasa hükmü haline getirdik. Artık din, devlet tarafından devlet okullarında öğretilecek. Şimdi biz laikliği çiğniyor muyuz, yoksa ona hizmet mi ediyoruz? Tabii ki hizmet ediyoruz. Laiklik Türk insanını dini eğitimden mahrum bırakıp, onu din istismarcılarının eline teslim etmek değildir…”
İslamcılar, generallerin bu politik yönelimini bildikleri halde çok bilinçli olarak gizlemeye çalışmaktadırlar. Generallerin ‘laik’ devleti, toplumun İslamcılaştırılması için yürüttüğü dinsel faaliyeti, anayasal güvenceye alarak, tarikatlara veya cemaatlere önemli bir güvence vermiş oldu.Hatta, generallerle İslamcı liderler arasındaki ittifak öyle bir boyutta gelmişti ki, okul kitaplarında çocuklara ‘Allah için cihat’ verilmesi anlatılıyordu. Örneğin lise 2. sınıf kitaplarında şunlar yazılıydı: “İnancımıza göre vatanımızda hür ve huzur içinde yaşamak için gerektiğinde savaşmak da Allah’ın emridir. Bunun dinimizdeki adı ‘cihat’tır. Bu nedenle “...Allah yolunda ölmekle devlet yolunda ölmek bir tutulmuştur...” Bu konuşmadan hemen sonra “din yolunda cihat etmeyen vatanını sevmez” olarak ifade edilen düşüncelerle öğrencilerin İslam’a yönelmesi sağlanıyordu. İslam’ın ideolojik-politik temellerini oluşturan bu görüşlerin devletin stratejik eğitim kurumlarında ders olarak verilmesi, 12 Eylül darbeci generallerinin almış olduğu bir karardı.
Bir başka önemli bir nokta, ordu karargâhlarında da şeriat propagandası kesintisizce devam etmiştir. Ankara Mamak Tümen Camisi İmamı’nın verdiği vaazda şunları söylüyor: “Bir müminin birinci vazifesi, şeriat-ı garrayı Muhammediyeyi ihya etmek, diriltmektir. Eğer o şeriat yürürlülükten kaldırılmışsa, onu yürürlüğe koymak için cihat etmektir. Kuran nizamını tekrar yürürlüğe koymak için fiilen mücadele etmek zorundayız. Bunu hapis ya da idam korkusuyla yapmaktan kaçınanlar, Allah katında büyük cezaya çarptırılacaklardır.” İslamcılara devletin ve hatta ordu karargâhlarının bütün kapıları sonuna kadar açılmıştı. Askeri kışlalar cemaatlerin önemli bir örgütlenme alanı olmuştu. İslamcılarla generaller arasındaki ittifak, hemen her alanda uygulanmaya konulmuştu. Özellikle sisteme muhalif olanların yok edilmesinde tam bir irade birliği oluşmuştu.
Bu bakımdan Türkiye’de generaller tarafından yapılan gerçekleştirilen 3 askeri darbe özgürlükten, demokrasiden, insan haklarından yana olan herkesi hedeflerken, İslamcı hareketin gelişmesine temel bir zemin oluşturdu. Darbeci generaller, hemen her fırsatta İslamcılara açık destek verdi. Aynı şekilde her üç darbe de, İslamcı cemaatler tarafından doğrudan veya dolaylı olarak desteklendi.Bugün mazlum rolüne bürünen AKP liderlerinin bildiği ama sürekli gizlemeye çalıştıkları gerçek budur: İslamcı cemaatler, sadece 12 Eylül 1980 askeri darbesini değil, ordu tarafından gerçekleştirilen bütün askeri darbeleri destekledi. Birkaç örnekle bunu somutlaştıralım. Örneğin Said Nursi’nin avukatlarından ve cemaat içindeki etkinliği ile tanınan Bekir Bek, Yeni Asya gazetesinin 10 Şubat 1971 tarihli sayısında, ordunun verdiği muhtıra üzerine yaptığı değerlendirmede şunları belirtir: “Bu ses tarihimizin sesidir. Bu ses sanki Mohaç’tan gelen sestir. Bu ses Malazgirt’ten yükselen bir sestir. Bu ses hürriyet ve istiklalimizin, bu ses din ve imanımızın, şerefimizin ve haysiyetimizin bekçileri şerefli paşalarımızın, erlerimizin tek kelimeyle Mehmetçiğimizin sesidir... Bu ses, sağa da sola da gelişi güzel yumruk sallayanların değil, tehlikenin nereden geldiğini bilen, gören ve onun üstüne yürüyen ve onlara son defa ‘Hizaya gel’ komutunu verenlerin sesidir...” 12 Mart 1971 askeri darbesini, bu kadar içten ve coşkulu karşılayan, destekleyen başka bir siyasal çevre bulmak her halde zordur.
12 Eylül 1980 askeri darbesini destekleyen Gülen, şöyle diyor: “Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük... Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçilmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamaktan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam...” Camide vermiş olduğu bir vaazda ise “Kenan Evren’e laf söyleyenin dişlerini kırarım” diye insanları tehdit ediyordu.
Aynı şekilde 12 Eylül darbecilerinin Kürt bölgelerinde yaptığı bütün saldırıları ve katliamları desteklerken de şu cümleleri kullanıyor: “Devlet kesinlikle orada hâkim olmalı. Dişlerini kırmalı” diyor. Gülen’in her söylediğini doğru gören ve her sözünü kabul ettiğini söyleyen Bülent Arınç’ın yanıt vermesi gereken bir soru var. Gülen, hem askeri darbeyi destekledi, hem de faşist anayasaya ‘evet’ için kampanya yürüttü. Peki, her şeyine doğru yaptı, bir bildiği vardır dediği Gülen için ne diyecek? Aslında Arınç birazcık dürüst davransa, 12 Eylül 1982 Anayasasına, kendisinin de ‘Evet’ oyu verdiğini söyler.
Kadirilik Cemaati’nin lideri Haydar Baş: “... 1982 Anayasasını savunuyoruz. Devleti savunuyoruz… ‘soğuk savaş’ dönemlerinden kalma bir antikomünist çizgiyi savunuyoruz... Demokratik mücadele, demokrasinin kural ve kurumlarını çiğneyerek yapılamazdı. Oysa daha ilk günden izinsiz yürünmüştü ve demokrasinin temel kurumlarına baş kaldırılmıştı.”
Bir kez daha AKP’ye hatırlatmakta yarar var. Erdoğan’ın ve AKP’li kadroların çok önemli bir kesimimin bağımlı olduğu Zahit Kotku’nun yönettiği İskender Paşa Dergâhı ve Erbakan’ın liderliğini yaptığı Milli Görüş geleneği ile askeri darbeciler arasında her zaman bir işbirliği olmuştur. Her iki gelenek de darbecilerle sürekli kalıcı ilişkiler içinde oldular. Örneğin, 1971’lerin darbeci generallerinden Muhsir Batur ve Özel Harp Dairesi Başkanı General Turgut Sunalp, kapatılan MNP Genel Başkanı Erbakan’ın tekrar İslami bir parti kurması için İsviçre’de özel olarak ziyaret edip ikna ettiler. Erbakan geldi ve MSP’yi kurdu. Erdoğan ve Arınç da, darbecilerin istemiyle kurulan MSP’de yıllarca çalıştılar, yöneticilik yaptılar. Erdoğan hiç merak edip de, İsviçre’de kendisini ziyaret eden generallerle neler konuşulduğunu, doğal lideri Erbakan’a sordu mu? Nasıl gizli bir işbirliği içinde olduklarını öğrenmeyi denemiş midir? Denemediği kesindir. Çünkü kendisi de, 27 Nisan Muhtırasını veren eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ile ünlü Dolmabahçe’de ‘yaptığı gizli pazarlık görüşmesini’ halen kamuoyuna açıklamadı. Generallerle gizli ilişkiler içinde olmak, İslamcı politikacıların ve cemaatlerin önemli özelliklerinden birisidir.
Bir başka örnek, İskender Paşa Dergahı’nın lideri Zahit Kotku. Hem 12 Eylül 1980 askeri darbecilerini çok açık olarak destekledi ve anayasaya ‘evet’ oyu verilmesi için vaazlar verdi. Özal, Kotku’dan feyz ve talimat alan biridir. Askeri cunta, Özal’a Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcılığını önerdiğinde, Özal iki kişinin fikirlerine başvurdu. Birincisi Kotku, diğeri ise Demirel oldu. İkisi de onay verdi ve “şimdiye kadar herkes İslam’ı, toplumda yaygınlaştırmak istiyordu. Oysa asıl sorun, devleti İslamlaştırmaktır...” diyen Özal’a ekonomimin bütünü teslim edildi. Sadece Özal değil, Eyüp Aşık, Ekrem Pakdemirli gibi cemaatlerle ilişkili yüzlerce bürokrat devletin üst kurumlarında görevlendirildiler. Bir başka tipik ama önemli bir örnek vermek istiyorum. Darbeci generaller, demokrasi ve özgürlük adına ne varsa yok ederlerken, binlerce kitap yakarlarken, filmleri imha ederlerken, 1402 sayılı darbeci yasa ile ilerici-demokrat binlerce öğretim üyesinin görevine son verilirken, Erdoğan’ın da kişisel olarak çok iyi tanıdığı ve yakınlığı olduğu, İskender Paşa Dergâhı’nın ölmeden önceki lideri ve aynı zamanda Kotku’nun damadı olan Esat Coşan, 12 Eylül generalleri tarafından Ankara üniversitesinde görevlendirildi. Bunları çoğaltmak mümkün.
Özellikle 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerine bakıldığında askerlerin devlet stratejik kurumlarında görevlendirdikleri bürokratların çok önemli bir kısmı İslamcı kadrolardır. Darbeci generallerin hazırladıkları yasalar ve anayasalar, Türkiye’nin İslamcılaştırılmasına esasta bir zemin oluşturdu. Aynı şekilde, hemen her zaman generallere bağlılıklarını göstermiş olan politikacılar, başbakanlar, cumhurbaşkanları da, toplumun İslamcılaştırılması gerektiğini belirtmişlerdir.
Bunların hiçbirinin, demokrasiyle, insan haklarıyla, laiklikle, özgürlüklerle, milletin egemenliğiyle ilişkisi olmamıştır. Tersine, çok açık olarak ifade ettikleri gibi, demokrasiyi istememişlerdir, özgürlüklere karşı çıkmışlardır. Halkın iradesine hiç güvenmemişlerdir. Bütün değişiklikleri kendi politik çıkarları için yapmışlardır.
MUSTAFA PEKÖZ
http://www.birgun.net/politics_index...onth=08&day=15
Cevap: Toplumların Eğitim ve Kültür Seviyesinin Demokrasiye etkisi Sosyal Sözleşme
Muhteşem bir çalışma, istiap haddimi aşan entellektüel bir sunum, son kısım bilhassa parmak ısırtıcı...
İrticayı hep birinci tehdit sayan bir örgütün irticiyla bu denli sarmaş dolaş olması akıl alacak iş değil.
Her darbede irticacılar taltif ediliyor ama ordudan da şutlanıyorlar. Hep irtica hortluyor yaygarası ile oldu bittiler...
Sağolsun ordumuz halkımız islamdan uzaklaştıkça şefkat darbeleri ile onları dine diyanete ısıtıyor çok ilginç.
Valla ne yalan söyleyeyim bi darbe olsa da bu beynamaz millet az camiye gitse diye içimden geçirmedim değil :)
"İslamcılığın bugünkü gücü generallerin eseridir" merhum paşalar cennetlik yani...
Bunlar bana biraz "Allah dinini inkar edenlerin eliyle de yükseltir" sözünü anımsattı.
Alıntı:
Av.Tayfun Eyilik rumuzlu üyeden alıntı
Dönemin Diyanet İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanlığı’na atanan emekli bir general olan Mehmet Özgüneş 1982’de, devlet dairesindeki memurlar için yaptığı açıklamada, ‘dini eğitim gören erkeklerin sakal bırakabileceklerini, kadınların görev yerlerinde başlarını bağlayabileceklerini’ belirtiyordu. Bugün İslamcıların uğruna en çok mücadele verdikleri konulardan biri de bu karardır.
Buna ne denir? Olsa da bi darbe yesek mi?
Alıntı:
Av.Tayfun Eyilik rumuzlu üyeden alıntı
Rousseau'nun 1750 yılında Dijon Akademisinin, "Bilim ve sanatta ilerleme insanları olumlu yönde etkilemiş midir?" konulu yarışmasına katılıp, "Bilim ve san'atlar üzerine söylev" çalışması ile bilim ve sanattaki ilerlemenin insanları bozduğunu savunmuştur.
Bilen adamın hali başka derim buna da :)
Misal internet... Sanal alemde adamlığını koruyan kaç kişi sayabiliriz? Forumda bilişim suçlarında bir gezinti yapsak heralde Ruesseau'ya "büyük adammışsın vesselam" deriz.
Eğitim ve Kültür seviyesi arttıkça toplumların demokrasiye bakış açıları kanaatimce ters orantılı değişme gösteriyor.
Eğitim ve kültür seviyesi düşük kesimler -ki çoğunlukla bunlar aynı zamanda yoksul ve ezilmiş kesim olur- demokrasiden daha fazla üst tabakaya yaklaşmak, aynı hak ve imkanlara kavuşmak beklentisi içine girerken eğitim ve kültür seviyesi yüksek maddi açıdan da yukarda olan kesim "aman ayarı ile oynamayın bozarsınız" mantığı içinde statükocu oluyor, bu seviyenin ukalalık boyutunda aşağıdaki tabakaya yukardan bakmak, küçümsemek vs gibi haller çıkabiliyor ortaya.
Bu noktada şunu dile getirmek isterim insan dediğimiz canlı bir bilgisayar değildir. Bilgi yüklendikçe sırf yararı artmıyor. Duygu da vardır bu canlıda yürek de vardır. Bilgisayardan ta başından ayrılan tarafı da budur. İnsanda duygular mutlak surette bilgiden önde gelir. Bilgisiz insan duyguları ile yaşayabilir belki ama duygusuz insan bilgileri ile yaşayamaz nitekim bilgi yüklü pc ler canlı olmuyor. Konu başlığına dönecek olursak insanların hayatına düşüncelerine duygularına yön veren bilgiden daha etkin faktörler olabilir; örneğin iç güdüleri, basiretleri, ön yargıları, korkuları, kandırılmışlıkları yani tecrübeleri, özlemleri, hevesleri, hayalleri vicdanları, amaçları vs vs vs.
İnsanlar demokrasiye de bir gıdım bilgilerine tonlarca bu saydıklarımızdan ekler öyle bakış açısı edinir tavır koyarlar.
Halk nezdinde çok bilenin değil çok dürüstün değeri vardır. Çok bilenin katmerli kazığını çok yemiştir bilir uysal atın çiftesinin pek olduğunu.
Burada ben de bir soru yöneltmek isterim.
Demokrasi, hürriyet, eşitlik, eğitim, sağlık, refah, hak hukuk vs her insanın doğasında olan güzel şeyler çok eğitim almış kültürlenmiş bilmiş yutmuş aydın olmuş almış başını gitmiş insanların hakkı mıdır? yok değil de ama onlar da daha güzel mi duruyor
sizce hıı ne dersiniz?