-
Demokrasiyi Müslümanlar, İslam’ı laikler kurtaracak
Ege Cansen'in 23 Şubat 2008 günlü Hürriyet'te yayınlanan yazısı bana ilginç geldi ve paylaşmak istedim. (Bu yazı daha önce 1999 yılında da yayınlanmış)
23 Şubat 2008
Ege CANSEN
ecansen@hurriyet.com.tr
Demokrasiyi Müslümanlar, İslam’ı laikler kurtaracak
ÇOK ilginç bir yol çatına geldik. Demokrasi havarisi laikler, Müslümanları bu süreçten dışlayarak inancını inkár etmeye başladı. Müslümanlar, yani İslam’ı kendi anladıkları biçimde kimliklerinin ana unsuru yapıp, o kimlikle siyaset yapmak isteyenler, demokrasiye sıkı sıkı sarılmış durumdalar.
O kadar ki; demokrasinin yılmaz savunucusu laikler, siyasi İslam’ın yükselmesi karşısında "Demokrasi olmasa da olur" yeter ki Müslümanlar iktidara gelmesin diye (karından da olsa) konuşmaya başladı. Müslümanlar, laiklerin içine düştüğü bu açmazı ganimet bilip, solcuların tüm "teknik, taktik ve sloganlarını" hiç fütur getirmeden kullanmaya ve laikler cepheden yüklenmeye başladı. Laikler siyasi İslam’ı "takıyye" yapmakla suçluyor ve "Sizin, demokrasi taraftarı olduğunuza zerrece inanmıyoruz" diyor. Siz iktidara (maazallah) geldikten sonra, demokrasiye sırtınızı döneceksiniz; bu oyuna gelmeyeceğiz diyerek kendi tutumlarının çelişkisiz olduğunu savunuyor.
Nasıl olacak da bu açmazdan çıkacağız? Müslümanlara iktidar şansı tanınmadan demokrasiyi yürütmek imkánsız. Diğer taraftan Müslümanların "demokrasi tramvayı"ndan istedikleri durağa gelince inecekleri kesin. Peki, kim kurtaracak bu bahtı kara demokrasiyi? Pek tabii Müslümanlar; çünkü laikler fikren tükendi. Kurtarıcı olarak geriye sadece Müslümanlar kaldı. Eğer Müslümanlar, demokrasiyi sadece bir "araç" değil, bizatihi inşası ve yaşatılması gereken bir "amaç" olarak görürse, sorun kökünden çözülecek. Geriye laiklerin ikna edilmesi kalacak ki; bu çok zor değil.
Bak Allah’ın işine.
İslam, asırlardan beri geri kalmış toplumların benimsediği düşük yaşam standardı olmayı sürdürüyor. Müslümanlar pek çok yerde siyasi iktidar oluyor. Ama İslam, asla hükümran olamıyor. İslam "barış, güven, huzur" demekken, Müslümanların bulunduğu her yerde "savaşan, güvensiz ve huzursuz" insanlar bulunuyor. Müslüman, Müslüman’ın kurdu oluyor, mezhep çatışmaları, din çatışmalarından beter Müslümanları üzüyor ve eritiyor. Yaşam enerjisini "güzel, iyi ve üstün" olan her şeyden "nefret etme" ilkesinden alan habis ruhlar için Müslümanlık adeta sığınma limanı oluyor. Diğer taraftan, görünüş ve davranışıyla etrafındakileri en çok etkileyen, çevresine pozitif enerji yayan, sözü medeni álemlerde en çok dinlenen; kişiliğine, temsil ettiği inanca saygı yaratan Müslümanlar "laik" toplumlarda yetişiyor. Kimseyi korkutmayan, bulunduğu mekána, hem bedenen hem de ruhen mis gibi kokular saçan Müslümanlar laik ortamların ürünü. Allah sevgisini, kozmik álemin ilahi sırlarını keşfetmekle lisan-ı hale dönüştüren Müslümanları ilk defa görenler, onları laik sanıp şaşırıyor. Derbederliği, miskinliği, tembelliği, ilkelliği, dinci terörizmi, bilim karşıtlığını ve şirki reddeden Müslümanlar, en yakın dostlarını laikler arasından seçiyor. Laiklik, İslam’ın yücelmesine ve gönüllere taht kurmasına en uygun ortamı oluşturuyor. İslam’ın yücelmesi, laiklikle oluyor. Bak Allah’ın işine.
Son Söz: Demokrasi laiklere; İslam, Müslümanlara emanet edilemeyecek kadar önemlidir. (Bu yazı 21 Ocak 1999’da Hürriyet’te yayımlanmıştı.)
-
Re: Demokrasiyi Müslümanlar, İslam’ı laikler kurtaracak
EMRE KONGAR
DEMOKRASİ NE DEĞİLDİR.
Demokrasi, emperyalizmin kuklalarının "halktan yetki aldık" görüntüsü altında ülkeyi yönetmesi değildir.
* * *
Demokrasi, ülke çıkarlarının emperyalistlerin çıkarları uğruna feda edilmesi değildir.
* * *
Demokrasi, terör eylemlerinin yeşereceği ve egemen olacağı bir ortam değildir.
* * *
Demokrasi, sayısal azınlıkların ya da sayısal çoğunluğun, milli ya da dini duyguları kötüye kullanarak, ülkeyi faşizme ya da şeriatçılığa sürüklemesi değildir.
* * *
Demokrasi, etnik bölücülük değildir.
* * *
Demokrasi, çoğunluk diktatörlüğü değildir.
* * *
Demokrasi, ülkeyi yönetenlerin demokrasinin ön koşulları olan laikliği, temel hak ve özgürlükleri, yargı bağımsızlığını ortadan kaldıracak eylemleri, "sandıktan çıktık" gerekçesine sığınarak yapması değildir.
* * *
Demokrasi, tarikatların ve cemaatlerin egemenliği değildir.
* * *
Demokrasi, feodal düzen, toprak ağalığı değildir.
* * *
Demokrasi, kadınların ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmesi, evde oturmaya veya örtünmeye zorlanması, köleleştirilmesi değildir.
* * *
Demokrasi, kadınların "töre cinayetleri" adı altında katledilmesi değildir.
* * *
Demokrasi, liderler oligarşisi değildir.
* * *
Demokrasi ayrıcalıklı bir siyasetçi sınıfı yaratmak değildir.
* * *
Demokrasi, sahtecilerin, vurguncuların, hırsızların, uğursuzların, dokunulmazlık zırhına bürünmesi değildir.
* * *
Demokrasi, genel olarak yağmacılık değildir.
* * *
Demokrasi, özel olarak halkın ve politikacıların el ele, tarihsel, doğal ve kentsel zenginliklerimizi, sit alanlarını birlikte talan etmesi değildir.
* * *
Demokrasi, yoksulluk ve gelir adaletsizliği değildir.
* * *
Demokrasi, sağlıksız konutlar, gecekondu yaşamı değildir.
* * *
Demokrasi, sosyal güvenlikten ve sağlık hizmetlerinden yoksun olmak değildir.
* * *
Demokrasi, doğal kaynaklarımızın tüketilmesi, hava ve su kirliği değildir.
-
Dikastokrasi
Sevgili okuyucular, Anayasa'nın 5. maddesinde, '... kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak', Devletin temel amaç ve görevleri arasında sayılmıştır. Türkiye'deki 'başörtüsü/türban' tartışmalarının, kişilerin ve toplumun huzurunu nasıl bozduğunu bilmeyen yoktur. Lâkin, bu sorunun çözümü için 1988'den itibaren son yirmi yıllık dönemde, Devleti yönetenler hangi yolu denemişlerse, karşılarına jakoben oligarşik güçler dikilmiş ve toplumda huzursuzluğun devam etmesine sebep olmuştur.
Demokrasinin laikçi düşmanları
Efendim, Türkiye'de 'laikliği' ve 'laik devlet anlayışı' nı -marjinal bir azınlık dışında- herkes benimsemiştir. Hiç kimse, dine dayalı bir devlet arayışı içerisinde değildir. Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğuna kimsenin itirazı yoktur.
Ancak, demokratik şekilde iktidara gelemeyen odaklar, laikliği bir din ve ideoloji gibi dayatarak millî egemenlik yerine azınlık tahakkümünü sürdürmeye çalışmaktadır. Millî irade ve demokrasi aleyhtarı bu oligarşik azınlık, 'laikçi/laisist' bir dayatma yaparak Devleti meydana getiren yasama, yürütme ve yargı erkleri üzerinde baskı kurmaktadır.
Laikçi jakoben güçlerin başını CHP çekmektedir. 1950'de DP'nin, tek parti diktasına son vermesiyle demokratik rejime geçilmesinden bu yana, tam 58 yıldır CHP hiçbir seçimi kazanamamış ve normal demokratik yolla iktidara gelememiştir. Ya tahrik ve teşvik ettiği, bazen bizzat düzenlediği askerî darbelerden sonra, ya da koalisyon ortağı olarak iktidarda bulunabilmiştir. Böyle olunca da, demokratik sisteme ve halka hınçlanmış; seçilmiş iktidarlara karşı oligarşik güçleri kullanarak egemenliğini sürdürmeye çalışmıştır.
CHP'nin jakoben yandaşları
Efendim, millet olarak ordumuzu sever, üniversite ve yargı mensuplarını sayarız. Zaten sözümüz görevini hakkıyla ifa eden askerimize, bilim ve hukuk adamlarımıza değil... Lâkin, CHP, yarım asırdan fazla süren bu iktidarsızlığı neticesinde devletteki oligarşik egemenliğini elden kaçırmamak için, ne yazık ki bir kısım çevreleri istismar edip kullanmaya çalışmıştır. Bunun en tipik örneği, 2007 İlkbaharı 'ndaki Cumhurbaşkanlığı seçimidir. CHP lideri Baykal'ın kışkırtmaları ve tehdidi sonucunda, 27 Nisan'daki talihsiz Genelkurmay muhtırası yayınlanmış; Anayasa Mahkemesi hukuka aykırı kararlar almış ve YÖK de bu dayatmalara katılmıştır.
İşte, Başbakan'ın başörtüsü hakkındaki sözlerinden sonra 'laikçi oligarşi'nin, medyada, yüksek yargı organlarında, üniversitelerde 'yasakçı' bir taarruza geçmesinin sebebi budur. Bu istismarın, henüz TSK'ya ulaşmamış olmasını memnuniyetle karşılıyor ve bununla müteselli oluyoruz. Ancak, bu bakımdan içimizin rahat olduğunu da söyleyemeyiz.
Dikastokrasi/Jüristokrasi
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın ve Danıştay'ın peşi peşine yayınladıkları bildirilerden sonra, son dönemin en önemli mütefekkiri ve hukukçusu olarak gördüğüm eski Yargıtay Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk'u aradım. Literatürde, hâkim/yargıç/hukukçu egemenliği karşılığında hangi terimi kullanabileceğimi sordum. Bana aynı anlamda iki terim söyledi: 'Dikastokrasi' ve 'Jüristokrasi'.
Ben de ilân ediyorum: Türkiye'de demokrasi değil, dikastokrasi/jüristokrasi vardır. 'Hukuk devleti' ile de yetinmeyip daima 'hukukun üstünlüğü'nü savunuyoruz. Lâkin bu, aslâ yargıcın ve hukukçunun üstünlüğü demek değildir. Yargıya ve yargıca saygılı olmak başkadır; yargıcı millet iradesinin ve demokrasinin üstünde tutarak 'yargıç egemenliği'ni 'ulusal egemenlik' yerine geçirmek başkadır.
Yargıç, yasamanın koyduğu Anayasa ve kanunlara göre, kendi değer yargılarından sıyrılarak hüküm verir ve siyasete müdahale etmez.
İşte Dikastokrasi'nin örnekleri
Efendim, Başbakan'ın başörtüsü yasağı hakkındaki açıklamasından ve MHP'nin bu konudaki teklifinden sonra, CHP lideri ve yetkililerinin tahrik ve tehdit dolu beyanlarını biliyorsunuz. Hemen arkasından Yargıtay Başsavcısı'nın yazılı açıklaması, daha doğrusu 'dikastokratik muhtırası' yayınlandı. Hiç şüphesiz, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, temsil ettiği makamın dışında vatandaş olarak şahsî görüşlerini açıklayabilir. Ancak, siyasî partiler hakkında kapatılma dâvâsı açma mevkiindeki bir hukukçu sıfatıyla bu açıklamayı yaparsa, siyasete müdahale etmiş olur.
Yargıtay Başsavcısı'nın açıklaması incelendiğinde, konuyla ilgisi olmayan bilinen ilkelerin yanında, tümüyle siyasî mahiyette ve tartışmaya açık iddiaların bulunduğu görülmektedir. Bir defa, sıfatında 'Cumhuriyet' bulunmasına karşılık -ki bu sıfat bütün savcılar için kullanılır- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, 'Türkiye Başsavcısı' değildir; yani sadece kanunla verilmiş görevlerle sınırlıdır. İkinci olarak, savcılık, bir konuya olaydan önce el koyar; daha önce müdahale edemez. Üçüncü olarak, bu açıklama, siyasî partiler üzerinde kapatılma tehdidi oluşturmaktadır.
Danıştay'ın açıklaması da bundan farklı değildir. Ayrıca, sanki ortada başörtüsü yasağı getiren bir yargı kararı varmış gibi yanlış bir ifadede bulunulmuştur. Açıklama incelendiğinde, yargıcın üstünlüğünün savunulduğu ve dikastokratik bir görüşle hazırlandığı anlaşılmaktadır.
'Egemenlik yargıçlarındır!'
Sevgili okuyucular, Pazar yazılarımda bir nebze de olsa sizi tebessüm ettirmeye çalıştığımı biliyorsunuz. Geliniz 'Türkiye Dikastokratik Cumhuriyeti'nde bir Anayasa değişikliği yapalım:
'Madde 6: Egemenlik, kayıtsız şartsız yargıçlarındır.
Yargıçlar, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay eliyle kullanır.
Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, millete, Meclise, Hükûmete ve özellikle AK Parti İktidarı'na bırakılamaz'.
Yaşasın dikastokrasi, yaşasın jüristokrasi!
Kahrolsun demokrasi!...
H.CELAL GÜZEL-RADİKAL
-
Re: Dikastokrasi
Türban gündemin en başına oturtulurken, dış borçların ne kadar arttığını, haraç mezat yabancılara satılan gelir getiren işletmelerin durumunu ve toplumun kendi haklarını koruması adına bilmesi gereken diğer önemli memleket meselelerini göremedik biz sade vatandaşlar. Çok üzücü ama, Türkiye’nin dışa bağımlılığı bu kadar artmışken, bundan sonra sürecin Türkiye Cumhuriye’nin türbanlı ya da türbansız vatandaşlarının lehine işleyeceğine inanmak çok güç. Globalleşme diye vatandaşlara kanıksatılan şey, 75 milyon nüfuslu ülkeni açık pazar haline getirmek, yerli üreticinin önüne de rekabet edemeyeceği koşulları koymak değildir.
Vatandaşı bilgilendirmek, bilinçlendirmek asıl görev olması gerekirken, birçok kişi ve kuruluş vatandaşın bilgisizliğinden istifade ediyor. Vatandaşın uyanması, bazı eşiklerde haksız yer tutanların işine gelmiyor.
Herkes her yere istediği gibi gidemez. Ben çarşıya mini etekle gidemem. Eşofmanla iş görüşmesine gidemem. Bir köyde şortla dolaşılmaz. Türbanla devlet dairesinde çalışmak isteyenler, biz türbansızların, devlet dairesine canımızın istediği gibi gitmeyi koyun bir kenara, çarşıya canımızın istediği kıyafetle gidebildiğimizi mi sanıyor? Üzerimde diz hizasında kısa etek var diye, akşam saati beni iki erkek arabama kadar kovaladı. Zor kilitledim kendimi arabaya.
Kuran-ı Kerim ‘yardım et’ diyor. Komşuna, güçsüze, kimsesize yardım et… İslamiyet adına yapılacak her şey yapıldı da, bir türban mı kaldı? Ülkenin dirlik ve düzenine, milli değerlerimize, namusumuzu ve vatanımızı koruyan askerin tavsiyesine rağmen mi türban? Bu biraz ekmek bulamazken pasta istemeye benzemiyor mu?
-
Re: Demokrasiyi Müslümanlar, İslam’ı laikler kurtaracak
Yeter artık, bırakın insanları kutuplara ayırmayı, siz biz diye ayrıştırmayı.Bu milletin ne dinle ne de laiklikle hiçbir alıp veremediği yoktur. Laik devlet din işlerine karışmaz, inanan ya da inanmayan insanlar da kimsenin inancına karışmaz, Allah ile insan arasında çok özel bir mesele olduğunu bilir.
Ben söyleyeyim sizlere bizi neyin kurtaracağını. Siyasetten arı tüm güzellikler, tüm değerler kurtaracak bizi...
-
Re: Demokrasiyi Müslümanlar, İslam’ı laikler kurtaracak
Güzel, yine güzel yazmış...
Sorun şu ki bizler ne demokrasiyi biliyoruz, ne Dini, ne de temel hak ve özgürlüklerin sınırlarını. Böyle olunca kavramların çarpıtılması, ters yüz edilmesi de tüm şiddetiyle sürüyor.
Anayasa ile din ve vicdan özgürlüğü güvence altına alınmıştır. Temel hak ve özgürlüklerin de sınırları çizilmiştir. Maddeleri tek tek sıralamayacağım. Ancak bu maddeler kısaca şöyle özetlenebilir: Her insanın istediği dine inanmak veya inanmamak, birey olarak hak ve özgürlüklerini kullanmak hakkı vardır. Devlet de bunları güvence altına alır.
Bu temel felsefenin ne anlama geldiğini irdelemezsek , çarpıtmalara açık hale geliriz. Bu temel felsefenin ne dediğini değil, aslında ne demediğini irdelemek gerekir. Bu felsefe şunları dememektedir.
İstediğin Dine özgürce mensup olabilirsin veya olmayabilirsin, ben devlet olarak senin inanışının başkalarını baskı altına almasına göz yumarım.
Temel hak ve özgürlüklerin veya inanışların gereği her istediğini sınırsız şekilde yapabilirsin. Böyle inanıyorum, o nedenle inancım gereği şeriat mahkemesinde yargılanmak istiyorum dersen de kabulümdür, şartların varsa 4 karı alacağım dersen de kabulümdür. Her yerde (kamusal alan dahil) inancım gereği istediğim kıyafetle gezerim demen de kabulümdür.
Hukuk sosyal ihtiyaçların toplum düzenine kurallar manzumesi olarak yansımasıdır. Ama bu ihtiyaçların veya toplumsal realitenin sınırsız bir şekilde kural haline getirilmesi temel hak ve özgürlükler ile açıklanabilir mi? Bırakın dini konuları, ülkemizde özellikle belli bölgelerde yaşayan vatandaşlarımızın gelenekten gelen TÖRE adı altında uygulamalarını düşünelim. Bir dönem Ceza Hukuku açısından töre cinayetlerine töre gereği olması nedeniyle cezai indirim uygulanmaktaydı, neyse ki o büyük yanlıştan dönüldü. Toplumun belli bir kesiminde inanıştan veya gelenekten gelen bazı uygulamalar varsa, bu uygulamaların hukuk sisteminde bir karşılık bulması düşünülebilir mi? Bunun adı gerçekten hukuk olabilir mi, Devlet sırf toplumun bir kesimi istiyor diye Anayasal çerçevenin dışına çıkabilir mi, bu temel hak ve özgürlüklerin kullanımı ile açıklanabilir mi?
Ege Cansen gerçekten ilginç bir yazıya imza atmış. Yazı içerisinde bazı düşünceler haklı olabilir ve tartışılabilir. Ancak Ege Bey, bu yorumu Hıristiyan bir toplum için yapsaydı yazı çok doğru addedilebilirdi. Zaten yazıda anlatılan, Batı toplumlarındaki reform ve aydınlanmaya tekabül eden süreçtir. Ancak yazının ana fikrine katılmak da mümkün değildir. Çünkü İslamiyetin doğuşu ile o dönemki tarihsel ve siyasi nedenler bir İslam Devlet düzenini gerektirmiştir. Bu düzende Devlet ve bireyin hak ve çıkarları hem dinden hem de gelenekten gelen kurallar ile birlikte yoğurulmuş ve şeriat hukuku doğmuştur. Diğer dinlere bakıldığında böyle bir durumu göremezsiniz. İslamın en temel farklılığı da buradadır. İslamiyeti seçen milletler de bu seçimleri ile birlikte bu hukuku kendi hukukları yerine koymuştur. İslam tarihi sürecin zorlaması karşısında bir devlet düzeni getirdiğinden, toplumsal alanın her noktasında belirleyici, detaylı kural ve yasalara sahiptir ve ister istemez siyasetin ta kendisidir.
Bu nedenle laik toplum düzeninde, inancım gereği şunu yapmak istiyorum dendiği noktada bunu demokrasi, temel hak ve özgürlükler kapsamında algılarsanız, adım adım gideceğiniz nokta şeriat hukukunun gerektirdiği tüm uygulamaları hukuk düzeninize bir süre sonra monte etmiş olduğunuzu görmenizdir. Zaten artık hukuk düzeniniz de laik hukuk düzeni olarak tanımlanamaz.
Demokratik toplumlarda birey devlete karşı korunur ancak bu korumanın sınırı Devletin düzeninin tahrip olmaya başlayacağı çizgiye kadardır. Liberal yazarlarımızın anlayamadığı veya anlamak istemediği şey tam da budur.
Selamlar,
-
Re: Demokrasiyi Müslümanlar, İslam’ı laikler kurtaracak
Alıntı:
Harun Gür rumuzlu üyeden alıntı
Ancak Ege Bey, bu yorumu Hıristiyan bir toplum için yapsaydı yazı çok doğru addedilebilirdi. Zaten yazıda anlatılan, Batı toplumlarındaki reform ve aydınlanmaya tekabül eden süreçtir. Ancak yazının ana fikrine katılmak da mümkün değildir. Çünkü İslamiyetin doğuşu ile o dönemki tarihsel ve siyasi nedenler bir İslam Devlet düzenini gerektirmiştir. Bu düzende Devlet ve bireyin hak ve çıkarları hem dinden hem de gelenekten gelen kurallar ile birlikte yoğurulmuş ve şeriat hukuku doğmuştur. Diğer dinlere bakıldığında böyle bir durumu göremezsiniz. İslamın en temel farklılığı da buradadır. İslamiyeti seçen milletler de bu seçimleri ile birlikte bu hukuku kendi hukukları yerine koymuştur. İslam tarihi sürecin zorlaması karşısında bir devlet düzeni getirdiğinden, toplumsal alanın her noktasında belirleyici, detaylı kural ve yasalara sahiptir ve ister istemez siyasetin ta kendisidir.
Bu nedenle laik toplum düzeninde, inancım gereği şunu yapmak istiyorum dendiği noktada bunu demokrasi, temel hak ve özgürlükler kapsamında algılarsanız, adım adım gideceğiniz nokta şeriat hukukunun gerektirdiği tüm uygulamaları hukuk düzeninize bir süre sonra monte etmiş olduğunuzu görmenizdir. Zaten artık hukuk düzeniniz de laik hukuk düzeni olarak tanımlanamaz.
Demokratik toplumlarda birey devlete karşı korunur ancak bu korumanın sınırı Devletin düzeninin tahrip olmaya başlayacağı çizgiye kadardır. Liberal yazarlarımızın anlayamadığı veya anlamak istemediği şey tam da budur.
diye yazmıştım bir süre önce... Başka bir forumda da bir liberal yazara hitaben biraz dürüst olun, gerçekleri çarpıtmayın demiştim, gerçi bir üyemiz kendi üzerine alınmıştı bu sözlerimi...
Bugünkü Hürriyet'te Oktay Ekşi aynı liberal yazara , benim Ege Cansen'in yazısını eleştirdiğim noktalara vurgu yaparak soruyor, bakalım liberal yazarımız ne yanıt verecek?
O soru yanıt bekliyor
GAZETELERİ izleyen okuyucular bilir. Milliyet yazarı Taha Akyol "laik rejim tehlikede" diyenlere katılmayanlardandır. Son olarak 7 Mart günü, aynı tezi savundu. Lafı döndürüp dolaştırıp özetle, "Fransa’da da Katolik kilisesi ile laikler çatışıyordu ama onlar bunu aştılar. Çünkü (onun deyişiyle) laikçiler eski düşmana (Katoliklere) özgürlüğünü vermeleriyle... Yani laikçiliğin demokratik laikliğe dönüşerek Katoliklerin özgürlüğünü tanımasıyla..." diyordu.
Maksat açık... Akyol demek istiyor ki: "Türban yasağıyla siz (laikçiler dediği kesim) bir kısım genç kızların özgürlüğünü kısıtlıyorsunuz. Öyle yapmayıp üniversitelerde (yarın kamu kurumlarında ve üniversite öncesi okullarda da diyeceğini biz şimdiden ilan edelim) türbanın serbest bırakılmasına ses çıkarmazsanız, mesele çözülecek."
Problemin sevgili Akyol’un dediği gibi olmadığını anlatabilmek için 11 Mart tarihli yazımızda:
"İslamiyet ona inananların sadece ’inanç’ dünyasını düzenlemekle kalmaz, ’devleti de ben yöneteceğim’ der. Ona ’devleti yönetmenin onun işi olmadığını’ kabul ettiremediğiniz sürece İslamiyet adına konuşanların ’laik sistemi yıkmaya’ çalışacaklarını bilmeniz gerekir" demek zorunda kaldık.
Bu saptamamızın sonucu olarak da Fransa’dan dem vuran Taha Akyol’a ve fikirdaşlarına, "örnek verdikleri ülkelerde kilisenin, din devleti kurma iddiasında olup olmadığı sorusunu yanıtlamalarını beklediğimizi" söylemiştik.
Taha Akyol dünkü makalesini bu soruya ayırmış. Mutat üzere kendisinden farklı düşünenleri -bu arada sadece bizi değil, Anayasa Mahkemesi’ni de- "yüzeysel"likle damgalamış.
Biz de Sayın Akyol’un "derinlikli" değerlendirmesini dikkatle okuduk. Okuduk da, eğer son yazısında dediği gibi "Fransa’da din ve laikliğin özgürlükte uzlaşmasını sağlayan husus, Devrim kanunlarının sopasından ziyade, başta tren yolları (ulaştırma) ve şehirleşme olmak üzere toplum yapısının değişmesi" idiyse, bir önceki yazısındaki "Katolik kilisesi ile laikler çatışıyordu"; ama sorun "laikçiler(in) eski düşmana özgürlüğünü vermeleriyle (çözüldü)", cümleleri tarihi gerçeklere aykırı mıydı, onu anlayamadık.
Bir de itiraf edelim, sevgili Akyol’un hangi nedenle "confessional state" kavramından söz ettiğini açıklayamadık. O kavram bizim bildiğimiz özellikle 20’nci asır öncesinin "belli bir dini benimseyen devletleri" için kullanılır. Bize göre bugünkü Yunanistan teknik olarak "confessional state"tir. Çünkü "Ortodoksluk" devletin de dinidir. Bu kadar.
Galiba Sayın Akyol biraz yazıyı uzatırım, araya gereksiz laf ve bilgi sokuşturur, bir de:
"Türkiye’de geniş dindar kitle demokrasiyi ve özgürlükçü laiklik ilkesini benimsemiştir. Hatta, ’Görünürlüğü’ artan dinselleşme, özünde sekülerleşiyor bile! Şeriat devleti isteyenler hem oran hem de statü bakımından (hangi statüden söz ediyor Akyol?) çok marjinalleşmişlerdir’ diyerek iman tazeler, soruyu geçiştiririm diye düşünmüş. Oysa soru açık ve hálá cevap bekliyor.
"Avrupa’da kilisenin devleti yönetmek için kavga verdiğini söyleyebiliyor musunuz?"
Oktay EKŞİ / Hürriyet
-
Re: Demokrasiyi Müslümanlar, İslam’ı laikler kurtaracak
Oktay Ekşi'nin yazısına konu olan Taha Akyol'un önceki yazılarını aşağıya alıyorum.
Taha AkyolObjektif
t.akyol@milliyet.com.trMilitan laiklik
SAYIN Sabih Kanadoğlu, laiklik anlayışını “mücadeleci” olarak niteler. Vural Savaş’ın “militan laiklik” kavramlarından daha özenli bir ‘kelime’ seçimidir bu. Kanadoğlu, Yargıtay Başsavcısı iken de ‘mücadeleci laiklik’ anlayışıyla, mesela türbanlıların parti kurucusu olamayacağını iddia etti! Demek ki, bazı haklara sahip olmak için “vatandaş” olmak yetmiyor! Üniversitede bilim öğrenmek için de sınav kazanmak yetmiyor!
Arkadaşımız Abbas Güçlü’nün Genç Bakış programında türbanın kadını ikinci sınıf yaptığını söyleyen Kanadoğlu’na öğrenciler itiraz ediyor:
- Siz de okutmayarak onları üçüncü sınıf yapın! Bırakın okusunlar, birinci sınıf olsunlar!
Sayın Kanadoğlu, örtünen kızların örtünmeyen kızlara “Ben daha dindarım, sen değilsin” mesajını vererek ayrımcılık yaptığını iddia ediyor; hiçbir bilimsel araştırmaya dayanmadan. Ve “Bunları içinize sindiriyorsanız diyeceğim yok” diyor.
Kanadoğlu, hukuken, laiklik anlayışına uygun bulmadığı yurttaşlara bazı hak mahrumiyetleri uygulanabileceğini savunuyor! İyi de hangi laiklik? Liberal mi, militan ya da çatışmacı laiklik mi?
Fransız tecrübesi
Burada “çatışmacı laiklik” terimi, merhum Prof. Bülent Tanör’ün bizdeki resmi laikliği tanımlamak için kullandığı bir terimdir; “militan, mücadeleci” terimleriyle aynı.
Fransız laikliğinin de geçmişinde var bu... Belkıs Kılıçkaya’nın “Laikliğin Kalesi Fransa’da Laiklik” başlıklı mükemmel yazı dizisini okudunuz mu? (Sabah, 2-6 Mart 2008)
‘Laiklik kürsüsü’ Başkanı sosyolog Prof. Jean Bauberot, Fransız Devrimi sırasındaki militan laikliği “laikçilik” olarak niteliyor:
“Laikçilik bireyleri dinden kurtarmaya çalışan militan bir tutumdur...”
Bauberot, Türkiye’dekinin de “laikçilik” olduğunu anlatıyor; üniversitedeki türban yasağını yadırgıyor.
Fransa militan laiklikle militan Katoliklik arasındaki kavgayı nasıl aşmış?
“Zaferi kazananların eski düşmana özgürlüğünü vermeleriyle...”
Yani laikçiliğin demokratik laikliğe dönüşerek Katoliklerin özgürlüğünü tanımasıyla...
Sevgili Belkıs’a bu çalışmasını genişletip kitap yapmasını öneriyorum; Fransız tecrübesinden öğreneceğimiz çok şey var çünkü.
Laik devlet
Bizde Türkiye’de resmi bir çevre “laikçilik” aşamasından demokratik ya da liberal bir laikliğe geçemedi.
Bu laikçi ideolojinin tipik örneği Anayasa Mahkememizin 89/12 sayılı kararıdır: Mahkemeye göre laikliğin “hukuki ve klasik tanımı”, din ve devlet işlerinin ayrılmasıdır. Evet, doğrudur. Anayasamızın 24. maddesindeki tanımda böyledir.
Fakat mahkeme bunu yeterli bulmuyor! “Laiklik din-devlet işleri ayrılığı biçiminde daraltılamaz” diyor; “dinsel duygular sahibinin vicdanında” kalmalı, “dinin, bireyin manevi yaşamını aşarak toplumsal yaşamı etkileyen” bir faktör haline gelmesi önlenmeli diyor. Bu mantıkla da Türkiye’de Batı’daki türden (özgürlükçü) bir laikliğin benimsenemeyeceğini söylüyor!
Bu laikçi anlayışla; Fransa’nın çoktan aştığı kavgaları 21. yüzyılda biz yaşıyoruz!
Daha vahimi, “laikçi” ideolojinin hiçbir sosyolojik araştırmaya dayanmaması, “hurafeler”e inandıklarından korkulan kızlara modern bilimleri öğrenmeyi yasaklamasıdır!
Akılcılık mı bu?!
Mutlaka laikçilik itikadını laikleştirmek, yani siyasi bir itikat olmaktan kurtarıp özgürlük konusu olarak ‘anlamak’ gerekiyor.
xxxxxxxxxxxx
Taha AkyolObjektif
t.akyol@milliyet.com.trDin, mezhep ve laiklik
TÜRKİYE üç sorunu seksen yılda çözemedi, çözmesi için de hazır ve basit formüller yok. Aksine, bu sorunlar çok karmaşıktır: Kürt sorunu, din-laiklik sorunu ve ikincisiyle irtibatlı Alevi sorunu...
Bu üç soruna da “cumhuriyetin temel nitelikleri”, yani milli, demokratik, laik, hukuk devleti çerçevesinde ama bu kavramları yeniden yorumlayarak çözümler aramalıyız.
Bu temel kavramların geçmişteki yorumlarıyla çözülemediği için sorunlar giderek ağırlıklı hale geliyor. Bu kavramlardan vazgeçerek “devleti yeniden kurmaya” kalkmak ise, mevcut mutabakatları bile dinamitleyerek Türkiye’yi dinsel ve etnik kimlikler cehennemine çevirir.
Böyle konularda statükoculuk da radikalizm de tehlikelidir.
Çağdaş laiklik
Cumhuriyet, laikliği dinin toplumdan çıkarılıp “vicdana ve mabede” çekilmesi olarak projelendirdi. Alevi İslam inancı ise hiç dikkate alınmadı. Zaten pozitivizm de dinin önemli ölçüde hurafelerden oluştuğunu, bilimin ve modernleşmenin gelişmesiyle marjinalleşeceğini düşünüyordu.
Öyle olmadı. Bilim felsefesinde pozitivizmin eskimiş olması bir kenara, 20. yüzyılın sonlarından itibaren din, sadece itikat değil, kimlik olarak da yeniden önemli hale geldi. Çağdaş kamu hukukunda din ve vicdan hürriyetinin gittikçe artan bir önem kazanması bunun bir göstergesidir.
Çağdaş laiklik, pozitivist değil, liberaldir.
Böyle bir çağda Sünni veya Alevi bir Müslümana nasıl inanması ya da inanmaması gerektiğini devlet empoze edemez. Kaldı ki, çağımızda bireyselleşme de geliştiği için, bütün inançlarda çeşitlenmeler görülüyor. İslami feminizm çıkmıştır mesela.
Böyle bir çağda mecburi “din kültürü ve ahlak” dersi, din olgusunun ruhani, psikolojik ve mistik boyutlarını anlamaya ve değişik inanışlara saygı içinde beraber yaşamaya hizmet eden ‘sosyal’ bir ders olmalıdır. Böyle bir dersin İslamın hem sünni hem Alevi boyutlarını anlatıp kalplerin kaynaşmasına hizmet etmesi gerektiği açıktır.
“Din dersi”ni ise devlet ya seçimlik olarak vermeli, veya serbest bırakmalıdır.
İnançlara saygı
Din Kültürü ve Ahlak derslerinde Alevi İslam inancının yok sayılması elbette yanlıştı. Danıştay bir inanış hakkında verilecek dini bilgileri denetleyemez ama dersin “din kültürü dersi” mi, “din dersi” mi olduğunu denetleyebilir.
Sünni ve Alevi tasavvufunu çok iyi bilen Namık Kemal Zeybek, Din Kültürü ve Ahlak Dersi kitaplarına Alevi İslam hakkında gerekli bilgilerin konulduğunu yazıyor ve bunun için Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’i kutluyor. Aleviliğin müfredata konulmasını ben de kutluyorum.
Danıştay kararı ise, Aleviliğe yer vermeyen eski müfredata göredir.
İçerik konusunu uzmanlara bırakarak, iki temel prensipten bahsedebiliriz:
- Çağdaş laik devlet bütün dini inanışlara, toplumsal görünümlerine, kurumlarına saygılı olmalıdır; derslerde de toplumsal hayatta da... Devlet, vatandaşına saygı gösterdiği ölçüde saygın olur. O bakımdan türban yasağı da cemevleri üzerindeki ‘tanınmamışlık’ da çağdaş laikliğe aykırıdır.
- Din ve mezhep özgürlüğü asla toplumsal ayrışma ve kimlik çatışmasını körükleyici olarak kullanılmamalıdır. Din Kültürü ve Ahlak dersleri inanmaya saygıyı ve inançların barış içinde yaşamasını sağlayacak bir işleve sahip olmalıdır.
xxxxxxxxxxxx
Taha AkyolObjektif
t.akyol@milliyet.com.trLaiklik, Müslümanlık, Hıristiyanlık
SAYIN Oktay Ekşi bana soruyor; evet, Fransa’da din ve vicdan özgürlüğü tamdır ama kilise orada din devleti kurma iddiasında mı?!
Oktay Ağabey’in eleştirdiği 7 Mart günlü yazımda, Fransız tarihinde militan laikliğin liberalleştiğini, Katoliklerin de özgürlükçü bir laikliği benimsediğini yazmıştım.
Oktay Ağabey’e göre ise, bizde “şeriat tehlikesi” olduğu için Fransız laikliğindeki özgürlükleri tam örnek alamayız.
Bu, çok yaygın görüşe göre, İslam din devleti ister; Hıristiyanlık’ta ise “Sezar’ın hakkı Sezar’a” denilerek din ve devlet ayrılığı kabul edilmiştir...
Maalesef bizim Anayasa Mahkememiz de bu çok yüzeysel ve basite indirgemeci görüşü benimsemiş ve Türkiye’de laikliğin, din farkı sebebiyle, Batı’daki gibi olmaması gerektiğine hükmetmiştir! (Karar No: 89/12)
Hıristiyanlık laik mi?
- Evvela, İslamda da kul hakkı ve Allah hakkı gibi, dini hükümler ve hukuki hükümler gibi, itikat ve muamelat gibi ayırımlar vardır.
- İkincisi, dünya hayatına ve siyasi otoritenin ödevlerine ilişkin inanç hükümleri bulunmayan din yoktur. Hıristiyanlık tabiaten laikliği kabul eden bir din ise, tarihteki kavgalar neydi?!
- Bizde “din devleti” deniliyorsa, bunun Avrupa tarihindeki benzeri “itikadi devlet” diye çevirebileceğimiz “confessional state”dir. Klasik Katoliklikte hâkimiyet millete, topluma, dünyaya değil, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olan Papa’ya aittir. “Eski Rejim”de din ve devlet kaynaşmıştır. Kral “tanrısal haklar”a dayanarak hükmeder ve bunu Papa belirler. Papa’nın ilan ettiği günah ve sevaplar devlet tarafından uygulanması gerekli yasak ve emirlerdir!
Kısas gibi cezalar İncil’de de vardır...
Bugünkü Avrupa’ya bakarak, Hıristiyanlığın tarihte de din-devlet ayırımını kabul ettiğini düşünmek, çok kolay ama mutlak yanlış bir ‘anakronizm’dir.
Sosyal gelişmenin rolü
Fransa’da din ve laikliğin özgürlükte uzlaşmasını sağlayan husus, Devrim’in kanlı sopasından ziyade, başta tren yolları (ulaştırma) ve şehirleşme olmak üzere, toplum yapısının değişmesidir. Sosyal gelişme hem klasik Katolisizmin müminlerini hem totaliter laikliğin mücahitlerini liberalleştirmiş, bugünkü özgürlükçü uzlaşma oluşmuştur.
Türkiye’de de mesele, şehirleşme ve eğitim gibi süreçlerde din algısının nasıl bir yön izlediğidir; din devleti mi isteniyor, özgürlükçü bir laiklik mi?
Oktay Ağabey, “Şeriat tehlikesi var” diyor; Demirel’in son sözlerini de buna kanıt gösteriyor!
Dün başka konuşmuş olan Demirel yarın bambaşka şeyler de söyleyebilir. Bırakın Demirel’in sözlerini, bu konular dinin naslarına bakarak da resmi ideolojinin dogmalarını tekrarlayarak da analiz edilemez. Tarihi ve sosyolojik araştırmalar gerekir.
Saygın akademisyenlerin araştırmaları gösteriyor ki, Türkiye’de geniş dindar kitle demokrasiyi ve özgürlükçü laiklik ilkesini benimsemiştir. Hatta “görünürlüğü” artan dinselleşme, özünde sekülerleşiyor bile! Şeriat devleti isteyenler hem oran hem statü bakımından çok marjinalleşmişlerdir.
Laikliğimiz artık bilime güvenmeli, eski vehimlerinden kurtularak liberalleşmelidir.
NOT: Bu konularda iki kaynak:
- Norman Ravitch, The Catholic Church and The French Nation, Routledge 1990.
- Roger Chartier, Cultural Origins Of The French Revolution, Duke University 1991.
-
Re: Demokrasiyi Müslümanlar, İslam’ı laikler kurtaracak
Daha önce de şu yabancıları referans almaktan kurtulun, biraz kendiniz olmayı deneyin demiştim bizim aydınlara ama yok... Varsa yoksa Bauberot ve Barbier...
Cık , cık, cık, olmuyor bayanlar ve beyler, Avrupa anakarasında akademisyen mi tükendi? Yoksa sizin fikirlerinizi savunmaya Avrupa üniversitelerinin akademisyenleri mi yetersiz kalıyor? ;)
Selamlar,
-
Re: Demokrasiyi Müslümanlar, İslam’ı laikler kurtaracak
Oktay Ağabey ile Taha Ağabey bakalım anlaşabilecekler mi?
Taha AkyolObjektif
t.akyol@milliyet.com.tr
Sevgili Oktay Ağabey...
BENİ eleştiren ve sorular yönelten yazınızı dikkatle okudum. Önce şunu belirteyim, Fransa’daki uzun din ve laiklik kavgalarının “laikçilerin eski düşmana (Katoliklere) özgürlük vermesiyle” sona erdiğini söyleyen, laiklik kürsüsünün başkanı Prof. Jean Bauberot’dur ve yazımda Belkıs Kılıçkaya’nın mülakatını kaynak olarak göstermiştim zaten.
Küçümseyici bir tavırla söylediğiniz gibi, ben “lafı dönüp dolaştırıyor” veya “soruyu geçiştiriyor” değilim. Sadece şu sosyolojik metodu anlatmaya çalışıyorum: Toplumdaki dini yönelişler, o dinin naslarıyla değil, sosyolojik araştırmalarla analiz edilebilir.
Tarihte din algıları
Aramızdaki temel anlaşmazlık burada: Siz ‘dogmatik’ açıdan, ben sosyolojik açıdan bakıyorum.
Siz İslamiyette “Devleti ben yöneteceğim” şeklinde bir dogma olduğunu söylüyor ve bundan yola çıkarak, “İslamiyette devleti yönetmenin onun işi olmadığını kabul ettiremediğiniz sürece, İslamiyet adına konuşanların laik sistemi yıkmaya çalışacaklarını bilmeniz gerekir” diye hüküm veriyorsunuz!
O kadar basit değil!
Her din gibi İslamda da bir “itikat” bahsi vardır ve bunların içinde asla “devleti yönetme işi” yoktur. Bir de “muamelat” bahsi vardır; bir bölümü teorik olarak devlet tarafından uygulanır ama bu alanda her hüküm aynı değerde değildir. Onun içindir ki, Osmanlı’da “Kanunnameler” adıyla ‘seküler’ bir hukuk sistemi oluşmuştu. İslamdaki “dini hükümler” ve “hukuki hükümler” ayrımı da böyledir. Bizde laik hukuk 19. asırdan itibaren bu teorik temel üzerinde geliştirilmiştir. Bu konuda Ömer Lütfi Barkan, Halil İnalcık gibi tarihçilere bakabilirsiniz.
Sizin “İslam, devleti yönetmek ister” hükmünüz tarihte bile sizin iddia ettiğiniz kadar kesin değildir. Kaldı ki bugün bambaşka bir toplumsal yapıda yaşıyoruz.
Toplumsal değişme
Siz, insanların din algısının toplumsal şartlara göre değiştiğine bakmadığınız için ‘dogmatik’ düşünüyorsunuz.
Fransa’da Kilise’nin ‘devleti yönetme’ işinden vazgeçmesinde ekonomik ve sosyal değişmenin yarattığı yeni hayat şartları birinci derecede rol oynamıştır. Peter McPhee, “A Social History of France, 1789-1914” adlı eserinde bu süreci “yaya dünyasından motorlar dünyasına geçiş” terimiyle simgeleştirir.
Tarım toplumunda yağmur duası yapan Katolikle, sanayi toplumunda iş yapan Katoliğin veya Müslümanın din ve otorite algısı aynı değildir. Tarihte de “bedevi Müslüman” ile “medeni Müslüman” farklı oldu.
19. yüzyılda şehirleşmeyle Fransa’da adım başına kilise inşa eden “Katolik Canlanması” yaşanırken, dindar Katoliklerin din algısı da değişiyordu: Demokrasi de bu gelişmeye eşlik ettiği için, Kilise’nin siyasi egemenlik iddiası silindi gitti, sosyal ve ruhani bir dindarlık gelişti. Bugün Fransız toplumu elbette hayli sekülerleşmiştir.
Değişen Türkiye
Mesele Türkiye’nin bugünkü sosyal değişme aşamasında din algısının nasıl olduğudur.
Bu konuda ‘dogmatik’ yargılarla doğru bilgi sahibi olamayız.
Toplumsal eğilimler ancak sosyolojik araştırmalarla anlaşılabilir. Binnaz Toprak, Nur Vergin, Nilüfer Göle, Elizabeth Özdalga, Ali Çarkoğlu, Ersin Kalaycıoğlu gibi laikliğe inanmış toplumbilimcilerin saha araştırmaları, Türkiye’de dindarların da laik devlet ilkesini benimsediğini, şeriat yönetimi istemediğini gösteriyor. Şeriat isteyenler sayıca ve statüce marjinaldirler.
Ama siz sanıyorum bu araştırmaları iyi incelemediniz. İncelediyseniz bile, “Hangi statü!” demenizden anlaşılıyor ki, sosyal bilim gözüyle bakmıyorsunuz.
Türkiye’nin bugünkü toplumsal gelişme, çeşitlenme, dışa açılma ve demokrasi düzeyinde şeriat tehlikesi olamaz. Konuyu tarihsel ve sosyal açıdan incelerseniz eminim siz de hak verirsiniz buna.
‘Dogmatik’ korkulara gerek yok, bırakın bu kızlar da bilim okusun. Onlara “en hakiki mürşit”i yasaklamanın mantığı var mı?
-
Re: Demokrasiyi Müslümanlar, İslam’ı laikler kurtaracak
Bence anlaşamayacaklar Abbas Bey...:o Çünkü Taha Bey soruya yine yanıt vermemiş.
Alıntı:
Her din gibi İslamda da bir “itikat” bahsi vardır ve bunların içinde asla “devleti yönetme işi” yoktur. Bir de “muamelat” bahsi vardır; bir bölümü teorik olarak devlet tarafından uygulanır ama bu alanda her hüküm aynı değerde değildir. Onun içindir ki, Osmanlı’da “Kanunnameler” adıyla ‘seküler’ bir hukuk sistemi oluşmuştu. İslamdaki “dini hükümler” ve “hukuki hükümler” ayrımı da böyledir. Bizde laik hukuk 19. asırdan itibaren bu teorik temel üzerinde geliştirilmiştir. Bu konuda Ömer Lütfi Barkan, Halil İnalcık gibi tarihçilere bakabilirsiniz.
Sizin “İslam, devleti yönetmek ister” hükmünüz tarihte bile sizin iddia ettiğiniz kadar kesin değildir.
Osmanlı Devleti'nin gerek şer'i hukuk ve gerekse örfi hukuk uyguladığını biliyoruz. Taha Bey'e göre örfi hukuk (Kanunnameler,emirler ve fermanlar) seküler hukuk sistemine tekabül ediyor. :o Şimdi burada duralım hele... Taha Bey nedense bir noktayı gözden kaçırıyor. Padişah Kanunname çıkarma yetkisini yine İslam Hukuku'ndan almaktadır. Detayı veya uygulaması şer'i hukukta bulunmayan konularla sınırlı olmak üzere...Yani bu yetkiyi padişah kafasına göre kullanamaz, alacağı kararlar İslam Hukuku'na aykırı olamaz. Bu Kanunname ciltlerinin üzerinde ne yazar sizce?
“Yüce İslam kanununa uygunluğu görülüp, şimdi bile geçerli kanun ve İslami meseledir.”
Taha Bey'in, Osmanlı'da seküler?!!! hukuk vardı iddiasını ispat etmek için Kanunnameleri örnek gösterip çok eskilere gitmesine de gerek yok. Bakalım :
"Saltanatı Seniyei Osmaniye Hilâfeti Kübrayı İslâmiyeyi haiz olarak Sülaleî Âli Osmandan usulü kadimesi veçhile ekber evlâda aittir.
Zatı Hazreti Padişahi hasbelhilâfe dini İslâmın hâmisi ve bilcümle tebeai Osmaniyenin hükümdar ve padişahıdır.
Vükelânın azil ve nasbı ve rütbe ve menasıp tevcihi ve nişan itası ve eyalâtı mümtazenin şeraiti imtiyazilerine tevfikan icrayı tevcihatı ve meskûkat darbı ve hutbelerde nâmının zikri ve düveli ecnebiye ile muahedat akdi ve harb ve sulh ilânı ve kuvvei berriye ve bahriyenin kumandası ve harekâtı askeriye ve ahkâmı şeriye ve kanuniyenin icrası ve devairi idarenin muamelâtına müteallik nizamnamelerin tanzimi ve mücazatı kanuniyenin tahfifi veya affı ve Meclisi Umuminin akt ve tatili ve ledeliktiza Heyeti Mebusanın azası yeniden intihap olunmak şartile feshî hukuku mukaddesi Padişahi cümlesindendir.
Devleti Osmaniyenin dini İslâmdır. Bu esası vikaye ile beraber asayişi halkı ve adabı umumiyeyi ihlâl etmemek şartile memaliki Osmaniyede maruf olan bilcümle edyanın serbestii icrası ve cemaatı muhtelifiye verilmiş olan imtiyazatı mezhebiyenin kemakân cereyanı Devletin tahdi himayetindedir.
Mesnedi Sadaret ve Meşihatı İslâmiye tarafı Padişahiden emniyet buyurulan zatlara ihale buyurulduğu missullû sair vükelânın memuriyetleri dahi ba iradei şahâne icra olunur.
Heyeti Âyan Heyeti Mebusandan verilen kavanin ve muvazene lâyihalarını tetkik ile eğer bunlarda esası umuru diniyeye ve Zatı Padişahinin hukuku seniyesine ve hürriyete ve Kanunu Esasi ahkâmına ve Devletin tamamiyeti mülkiyesinde ve memleketin emniyeti dahiliyesine ve vatanın eshabı müdafaa ve muhafazasına ve adabı umumiyeye halel verir bir şey görür ise mütalâasını ilâvesile ya kat’iyen red veyahut tâdil ve tashih olunmak üzere Heyeti Mebusana iade eder ve kabul ettiği lâyihaları tastik ile Makamı Sadarete arzeyler ve Heyete takdim olunan arzuhalları bittetkik lüzum görür ise ilâvei mütalâa ile beraber Makamı Sadarete takdim eder.
Deavii şer’iye mehakimi şer’iyede ve deavii nizamiye mehakimi nizamiyede rüyet olunur. "
Ne mi bunlar? 1876 tarihli Kanun-u Esasi'nin bazı maddeleri...:o Dönemine göre ciddi bir atılım olması ve diğer atılımlara başlangıçlık etmesi ile önem atfedilen 1. Meşrutiyet'in Anayasası ancak bu kadar seküler olabilmiş.:o
Halil İnalcık, Niyazi Berkes vb. hocalarımızın örfi hukuku ve şeriat hukukunu ayrı değerlendirmesi başka bir şeydir, bu hukukun tamamiyle seküler (dinden arındırılmış) olduğunu ima etmek, bu çaba ile göz boyamaya kalkmak daha başka bir şeydir.Osmanlı, 16. yüzyıl ortalarında (bunda halifeliğin Mısır Seferi ile alınması sanıldığı gibi etkili de değildir) şeyhülislamı ilmiye sınıfının başına getirerek adalet, milli eğitim ve diyaneti biraraya getirmiş ve şeyhülislamı da bu fonksiyonların en üst mercii yapmıştır. Taha Bey'e göre Osmanlı en etkili olduğu genişleme döneminde, onca refaha rağmen demek ki sosyolojik anlamda din etkisini yumuşatamamış, aksine bu etki günden güne artmış. Bu üç fonksiyonun başının din adamı olduğu bir sistem utanılmasa neredeyse seküler olarak tanımlanacak. Bu foksiyonların ayrılması ise modernleşme ile değil, yabancıların baskısı ile ancak gerçekleşebiliyor. Bu nedenle öyle Fatih Kanunnamelerinden, padişahların kardeş katli veya koyunun kuzusunun sahipliği konularında sınırlı sayıda örnek vermekle olmaz bu işler...
Konuya yine sosyolojik yaklaşamayıp, dogmacılık yaptık değil mi?
Selamlar,
-
Re: Demokrasiyi Müslümanlar, İslam’ı laikler kurtaracak
Alıntı:
Harun Gür rumuzlu üyeden alıntı
Konuya yine sosyolojik yaklaşamayıp, dogmacılık yaptık değil mi?
Yine araştırmacı yaklaşıp, yine tartışmasız gerçekleri sundunuz.
Saygılar,
-
Re: Demokrasiyi Müslümanlar, İslam’ı laikler kurtaracak
Oktay EKŞİ oeksi@hurriyet.com.tr
http://www.hurriyet.com.tr/_yazarlar/images/1b.jpg Bir okuyucunun sesi
SON birkaç gündür, Milliyet yazarı Taha Akyol'la aramızda, "laik rejimin geleceği" konusunda tartışma var. O "türban"la somutlaşan gelişmelerden rahatsız değil. Biz ise "türban"ın "şeriatçı" yükselişin göstergesi olduğunu düşünüyoruz.
İznini almadığımız için okuyucunun adını vermiyoruz. Özetini birlikte okuyalım:
"Sayın Akyol,
Geçmişte hem yazdığınız kitaplardan zevkle yararlandım, hem de birçok köşe yazınızı size hak vererek okudum. (...) Ancak, bazan 'fazla teori' burnumuzun dibinde olan çok açık şeyleri de görmemize engel oluyor.
'Modernleşme' diye özetleyebileceğimiz ve 1960'larda ve 70'lerde en parlak günlerini yaşayan 'değişim sosyolojisi' modeli de bence sizin Türkiye'ye has çok bariz bazı gerçekleri görmenize engel oluyor.
'Bilimsel' olacağım derken zelzele olduğuna inanmak için illa ki jeoloji bölümünden rapor gelmesini bekleyen bir profesör durumuna düşüyorsunuz. Türkiye'nin binası şu anda zangır zangır sallanıyor ve siz 'merak edilecek bir şey yok; bu bina kendini yeniliyor demektir' demekle meşgulsünüz.
'Laiklik, Müslümanlık, Hıristiyanlık' yazınızda Sayın Ekşi'ye yüklenirken Türkiye'nin bazı temel gerçeklerini gözardı edip 'Modernleşme' paradigmasının hemen her yerde iflas etmiş genellemelerinden medet umuyorsunuz.
Teoriye girmeden önce, evvela bazı verilere bakalım:
Dinayet İşleri'nin feminizmi 'ahlaksızlık' olarak damgaladığı günlerde yaşıyoruz.
İşbaşındaki iktidar, devletin bütün organlarını, gücünü ve maliyesini kullanarak çağdaş ve kadın-erkek eşitliğine dayanan kültürü bir Ortaçağ-Arap kültürüne indirgemek için canla başla mücadele veriyor. İçkili lokantalar yasaklanıyor, damgalanıyor ve Batı'da ancak genelevlerin bulunduğu 'Kırmızı Bölge'lere sevk ediliyor. İslamcı kadrolaşma had safhada. Başbakan son hukuki karar mercii olarak 'ulema'ya referans veriyor. Halkın 'en az 3 çocuk' yapması yolunda demografi biliminin en temel kurallarını ihlal eden bir yoksulluk formülünü Başbakan açıkça tavsiye ediyor. Başbakan'ın en önemli yardımcılarından ve düne kadar AKP Merkez Yönetim Kurulu üyesi olan biri türban çıkarmakla 'don çıkarmanın' aynı şey olduğunu öne sürüyor. Başka bir AKP milletvekili 'kadınla erkek eşit değildir!' diye demeç veriyor ve bunu hiçbir AKP'li tekzip etmiyor, AKP'nin kadın işlerinden 'sorumlu' kadın bakanı dahil!
Böylesine hızla kabaran bir cehalet dalgasının şehirleşme gibi bir sosyolojik olguyla 'kendiliğinden ve zaman içinde' önlenebileceğini nasıl ileri sürebilirsiniz? Elinizde ne gibi bir veri var bunu öne sürmek için? İnancınızın bilimsel kaynakları nedir?
Teoriye gelince, sizin bugün 'bilimseldir' diye ikide bir tekrarladığınız görüşü 1960'lı yıllarda rahmetli Mübeccel Kıray öğretirdi, özellikle de 'Şehirleşme Sosyolojisi' dersinde. Büyük şehirlerimizi bir kanser gibi kuşatan gecekonduları 'Merak etmeyin, onlar aslında TAMPON bölgedir ve zamanla MODERN yaşama ayak uydurup asimile olacaklardır, çünkü Türk gecekondusu ile Latin Amerikan favela'sı arasında hiçbir ilişki yoktur' diye savunurdu. (...)
Bugün biliyoruz ki büyük kentlerdeki sefaletin geçici hiçbir şeyi yokmuş meğerse... Ne Türkiye'de, ne Karaçi'de, ne de Rio de Janeiro'da. Meğerse gecekondular kendi kendilerini kertenkelenin kendi kesik kuyruğunu tamir ettiği gibi 'tamir' etmiyorlarmış. (...)
Bugün Suudi Arabistan herhalde dünyanın en hızlı ŞEHİRLEŞMİŞ ülkelerinden biri. Suudi Arabistan ne zaman 'otomatik olarak' ve 'kendiliğinden' modernleşecek sizce? Bence hiçbir zaman, çünkü önce Vehhabiliğin ortadan kalkması lazım. Önce bir ortaçağ ideolojisinin kelepçesinden kurtulması lazım. (...)
Sayın Ekşi, o eleştirdiğiniz yazısında 'Kilise orada din devleti kurma iddiasında mı?' diye sorarken yüzde 100 haklıdır. Çünkü siz de biliyorsunuz ki böyle bir iddiası olsa Fransız devleti bugün de biner kilisenin ensesine, aynen geçmişte bindiği gibi. Orada kilisenin bir alt kültür olarak iktidar ihtirası yoktur. Ve bunun da şehirleşmeyle falan hiçbir ilgisi yok. Geçmişte yapılan amansız mücadeleden kilisenin yenik çıkmasıyla ilgisi var. Bu kadar basit. Eğer Türkiye'de de laik devlet bu ideolojik ve kültürel kavgadan yenik çıkarsa, dünyanın hiçbir şehirleşmesi, hiçbir sosyolojik süreci Türkiye'yi günlük güneşlik ve ÇAĞDAŞ bir ülke yapmaya yetmez. Yetseydi Suudi Arabistan'a ve Arap Emirlikleri'ne yeterdi. (...)
Selam ve saygılar,
Bir okuyucunuz"
-
Re: Demokrasiyi Müslümanlar, İslam’ı laikler kurtaracak
15.03.2008/MİLLİYET
Taha AkyolObjektif
t.akyol@milliyet.com.trOktay Ağabey’le devam
SAYIN Oktay Ekşi, müşterek bir okuyucumuzun beni eleştiren mektubunu Hürriyet’teki köşesinde yayımladı.
Bu okuyucumuzun sosyolojiyle ilgisine çok sevindim. Mesela Mübeccel Kıray’dan bahsediyor, ama Kıray’ın şehirleşme hakkındaki görüşlerinin iflas ettiğini kestirmeden söyleyebiliyor.
“Modernleşme paradigmasının hemen her yerde iflas etmiş” olduğunu da söyleyiveriyor. Bu konu laiklik tartışmalarında gerçekten çok çok önemlidir. Ama iflas eden eski tek tipçi, pozitivist modernleşme paradigmasıdır. Fakat “Ortaçağ’a dönüş” yok, aksine çağımızda “çoklu modernlikler” gelişiyor. Bizdeki pozitivisit kesimin bunu çok iyi araştırması lazım.
Okuyucumuz, “şehirleşme” terimini kullanıyor ama Suudi Arabistan’da şehirleşmenin laiklik getirmediğini söylüyor! Belli ki, şehirleşmeyi bir mekân değişmesine indirgiyor. Halbuki Fareed Zakaria’nın The Future of Freedom adlı eserinde gösterdiği gibi, Ortadoğu’da ‘yerden çıkan petrol’ serveti, otoriter feodal hiyerarşiyi besliyor. Bu yüzden, özgürlük ve bireyleşme fikirlerini geliştirecek bir “girişimci orta sınıf” yaratmıyor.
Metodun mantığı
Türkiye’de ise şehirleşme ile piyasa ekonomisi ve girişimcilik arasında kuvvetli bağlar var.
Şehirleşmede Arabistan’dan bahsetmek, kelimelere veya çıplak gözle görülen kaba benzerliklere bakarak analoji (benzetme mantığı) yapmanın yanlışlığını gösterecek tipik bir örnektir.
Böyle çıplak gözle görülen şeylere bakarak hüküm vermek ‘bilimsel’ olsaydı, Aristo’nun “Sıcak gazlar güneşe ulaşmak için yükselir, katı cisimler toprağa ulaşmak için yere düşer” kanunu doğru olurdu; çünkü her gün ‘çaydanlık deneyi’ ile ve cisimlerin yere düşmesiyle ‘doğrulanıyor’ bu!
Okuyucumuz, benzer bir mantıkla, “İçkili lokantalar yasaklanıyor, Batı’da genelevlerin bulunduğu kırmızı bölgelere sevk ediliyor” şeklinde bir liste çıkararak şeriat tehlikesinden bahsediyor.
Karl Popper’den esinlenerek söyleyeyim ki, bu düşünme biçimi, “Bütün kuşlar siyahtır” hükmünü ispat etmek için kargaları saymaya benzer!
Halbuki, doğru bir analiz yapabilmek için, bütün renklere bakmak, toplumsal kültür kalıplarındaki değişmeleri incelemek lazımdır.
Türkiye’de 2002’den 2007’ye hane halkı tüketim harcamalarında alkollü içkinin payı 33 milyar YTL’den 46 milyar YTL’ye çıkmıştır... İçki ruhsatlı işyeri sayısı da arttı; rakamları siz araştırın.
Araştırmalara bakmak
Oktay Ağabey’in dünkü köşesinde değerli okuyucumuz beni eleştirirken “fazla teori”nin burnumuzun dibinde olanları görmemize engel olmamasını istiyor.
Elbette modernleşme teorileri de, irtica paranoyası da bizi kör etmemeli; somut araştırmalara bakmalıyız.
Türkiye’de toplumsal yapının ne yönde değiştiği, bunun din, laiklik ve otorite algılarını nasıl etkilediği yönünde araştırmalara bakmazsak, “kargaları sayarak” da, modernleşme teorilerini tekrarlayarak da sağlıklı bilgilere ulaşamayız.
Oktay Ağabey de, değerli okuyucumuz da hiç böyle araştırmalardan bahsetmiyorlar. Halbuki bu konuda araştırmalar yapan sosyologlarımız az değildir. İsterlerse uzun bir akademik kaynakça da gönderebilirim.
Vahim olan şudur: Dogmatik laiklik anlayışı, yasak ve dışlamalarıyla toplumsal entegrasyona, merkez-kenar ilişkilerinin gelişmesine ve dolayısıyla toplumsal modernleşmeye zarar veriyor. Halbuki laiklik demokratikleştikçe çok daha geniş toplumsal tabana oturacaktır.
NOT: Başsavcı, AK Parti’nin kapatılması için dava açmış. Bu çağda böyle bir dava! Halkın kapatılması ya da demokrasinin iptali için dava açmak daha kestirme bir çözüm olmaz mıydı?!
-
Re: Demokrasiyi Müslümanlar, İslam’ı laikler kurtaracak
15.03.2008/SABAH/Emre Aköz
Cami, devleti yönetebilir mi?
Milliyet'ten Taha Akyol ile Hürriyet'ten Oktay Ekşi "köşeden köşeye" tartışmakta. Konu: Laiklik . Dün Ekşi tartışmayı şöyle özetledi:
"Taha Akyol türbanla somutlaşan gelişmelerden rahatsız değil. Biz ise türbanın şeriatçı yükselişin göstergesi olduğunu düşünüyoruz... Onun Fransa'yı örnek göstererek ' özgürlükçü olun' dediği yerde biz, ' Batı 'da Kilise, devleti yönetmeye talip değil. Oysa İslam ülkelerinde Cami devleti yönetmek istiyor. O nedenle tedbirli olmak gerekiyor' tezini savunuyoruz."
Yukarıdaki paragrafta üzerinde durulması gereken nokta, " Cami devleti yönetmek istiyor " iddiası...
Önce şunu sormak gerekir: Nasıl bir güç, devleti ele geçirebilir? Ve cami denilen organizasyon, böyle bir niteliğe sahip mi? Bir bakalım...
Osmanlı-Türk tarihinde Cami hiçbir zaman bağımsız olmamıştır. Cami devletin parçasıdır.
Mesela bugün 100 bin elemanıyla devasa bir kurum olan Diyanet çalışanları birer memurdur. İmamıyla, müezziniyle, vaiziyle maaşlarını Hazine'den alırlar.
Bağımsız bir lideri de yok bu kadroların. Diyanet İşleri Başkanı devletin elemanıdır. Haddini aşarsa evine gönderilir.
Devleti ele geçirmek için silahlanmış bir güç gerekir ki Diyanet kadroları böyle bir olanağa ve eğilime sahip değildir.
Bu analize " Tamam ama Sünni İslam ideolojik hegemonya kurabilir" diye itiraz edilebilir ki... Ekonomisi küreselleşen... Milyonlarca Alevi'si bulunan... Kentli, okumuş sınıfları laikliği savunan... Demokrasinin tadını almış bir halka sahip Türkiye'de, o ideolojik hegemonya nasıl kurulacak?
Soru: Türbanlı kızlarla " şeriatçı diye " mücadele ettiğinizi öne sürüyorsunuz. Peki ya onlarla aynı zihniyetteki erkek öğrencilerle nasıl mücadele ediyorsunuz? Anladık, perhiz yapıyorsunuz da, bu lahana turşusu da neyin nesi?
Not: 'Cami'nin 'Kilise'nin (farklı hedeflere sahip) bir 'muadili' olduğunu sananlara " Oku! " demekle yetiniyoruz!
-
Re: Demokrasiyi Müslümanlar, İslam’ı laikler kurtaracak
15.03.2008/HÜRRİYET/Oktay EKŞİ
Not: Taha Akyol’la tartışmamıza ilişkin notu yarına erteliyorum. O.E.
-
Re: Demokrasiyi Müslümanlar, İslam’ı laikler kurtaracak
Emre Aköz'e yanıt vermeye bile değmez , o kilise ile cami karşılaştırmasında hinlik yapmayı marifet sanıyor anlaşılan, İslam'da ruhban sınıfı olmadığını ama Hıristiyanlık'ta olduğunu biri ona hatırlatsın... Milyonlarca Alevisi olan bir ülkeden bahsederken , Başbakan'ın Alevi açılımının neden ve hedefini de ağzından kaçırmış ya neyse...
Taha Bey'e gelirsek, Suudi Arabistan'ın feodal hiyerarşisini besleyen petrolün moderniteye engel olduğunu söylerken, bizdeki feodal hiyerarşiye bir yazısında dahi eleştiri getirmemiş olması ilgi çekici doğrusu. Bugün doğu ve güneydoğuda tarikatler eliyle ne yapılıyor sizce Sn. Akyol?
Oktay Ekşi diyor ki siz üniversitede türban özgürlüğünden bahsedeceksiniz ve bunu temel hak ve özgürlük olarak addedeceksiniz. Yarın da kamuda ve üniversite altı eğitimde bu konu gündeme aynı gerekçelerle gelecek.
Madem Karl Popper'den örnek vermiş Taha Bey, bugün türbanın girdiği kamu kurumları ve liseler yok mu? Buralardan çarşaf çarşaf görüntüler alınmadı mı? Hükümetin Sağlık Bakanlığı bu görüntülerin alınmasını engellemek için Genelge yayınlamadı mı? Bunlar da bütün kuşlar siyahtır önermesinin kargaları mı Taha Bey'e göre?
Alkollü içkinin 5 yıllık tüketim artışı (dikkat edilirse litre değil, parasal) enflasyon ve nüfus artışı da dikkate alınırsa , "şeriat tehlikesi yok" a destek niteliğinde midir? Taha Bey, İran'da alkol tüketilmediğini mi sanıyor? Onu da bıraksın, saçının teli görünen kadınları coplatan ama aynı yatakta 6 kadınla basılan Emniyet Müdürü'nü Ankara Emniyet Müdürü mü sayıyor?
Bir ilginç yazı da bugün Cumhuriyet'te Nilgün Cerrahoğlu'ndan geldi. İran Türkiye karşılaştırmasında ne durumda olduğumuza ilişkin bir okuyucu mektubundan. Bugünkü yazı olduğundan buraya bugün eklemeyeceğim telif hakkına saygı duyarak...
Selamlar,
-
Re: Demokrasiyi Müslümanlar, İslam’ı laikler kurtaracak
Sayın Gür;
Taha Bey'le Oktay Abi'nin tartışması devam edeceğe benziyor. Ama sizin özellikle Osmanlı'daki kanunnameler ve laik hukukun gelişimi konusundaki Taha Bey'in görüşlerini eleştiren görüşlerinize katılamayacağım.
Aslında siz bu eleştiriyi, bu iddialar Taha Akyol'dan geldiği için yapıyormuşsunuz gibi geliyor bana. Bir arkadaşımız "Taha Alkyol Allah bir" dese inanmam demişti, sizinki de ona benziyor. Bu ruh haline Eric Hoffer "kesin inançlılık" diyor ve sağlıklı bir durum olmadığını vurguluyor.
Osmanlı'daki kanunnameler ve laik hukukun gelişimi konusundaki görüş zaten Taha Akyol'un değil, tarihçilerindir. Taha Akyol da bu görüşü tarihçilerden almıştır. Taha Akyol, "Osmanlı Devleti laik bir devletti" demiyor ki.. Şeri hukukun yanında örfi bir hukuk daha vardı diyor. 19. Yüzyıldan itibaren de laik hukuk bunun üzerine gelişti diyor. Bunun neresi yanlış? Gerçek durum böyle değil mi? Zaten Taha Akyol, bu konuda iki tarihçinin (Ömer Lütfi Barkan ve Halil İnalcık) ismini de veriyor. Kendisi de bunlardan farklı bir şey söylemiyor ki.. Aslında bu konu bir çok tarihçinin değindiği bir konu. Bir çok yayınevi tarafından çok sayıda baskısı yapılmış olan İlber Ortaylı'nın "İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı" isimli kitabında da son yüzyıldaki durum ve cumhuriyete yansımları anlatılır. Bütün hukuk tarihi kitaplarında bundan bahseder.
Siz anlamak istemiyrosanız Taha Bey ne yapsın? Çünkü oldukça peşin hükümlüsünüz. Dünya görüşünü benimsemediğiniz bir yazarın da doğru şeyler yazabileceğini kabul etmek istemiyorsunuz. Bizim bu türden peşin hüküm ve kesin inançlarımız olmadığı için benimsemediğimiz yazarları da zevkle okur ve onlardan da bazı şeyler öğrenebileceğimi görürüm. Size de tavsiye ederim.
Emre Aköz'le ilgili düşüncenize gelince sanırım Reha Muhtar'dan iyidir..
Saygılar.
-
Re: Demokrasiyi Müslümanlar, İslam’ı laikler kurtaracak
Alıntı:
Av.Abbas Bilgili rumuzlu üyeden alıntı
Siz anlamak istemiyrosanız Taha Bey ne yapsın? Çünkü oldukça peşin hükümlüsünüz. Dünya görüşünü benimsemediğiniz bir yazarın da doğru şeyler yazabileceğini kabul etmek istemiyorsunuz. Bizim bu türden peşin hüküm ve kesin inançlarımız olmadığı için benimsemediğimiz yazarları da zevkle okur ve onlardan da bazı şeyler öğrenebileceğimi görürüm. Size de tavsiye ederim.
Sn. Bilgili,
Yukarıdaki eleştirinizde aslında sizin peşin hükümlü ve Eric Hoffer'e göre sağlıklı bir yaklaşım içerisinde olmadığınızı size hemen ispatlayayım. :o
"Önemle ifade edelim ki, Cumhuriyet sonrası, Osmanlı hukuku ile alâkalı kaleme alınan eserlerde ve yapılan araştırmalarda, bazı müsteşrikler ve Türk ilim adamları tarafından ortaya atılan bir kısım yeni ve garip iddialar gözümüze çarpmakta ve hatta İslâm hukukundan habersiz hukuk ve kültür çevrelerinde, bu görüş, sâbit ve temel fikir olarak maalesef kabul edilmektedir. Bu fikri savunanların başında, Prof. Fuad Köprülü ve Prof. Ömer Lütfü Barkan gibi tarihçi ve bilim adamları gelmektedir. Dikkat edilirse biz Cumhuriyet sonrası dönem kaydını düştük. Zira Cumhuriyet öncesi ilim adamlarının, Müslüman olsun müsteşrik olsun, böyle açık bir hataya düştükleri görülmemiştir. Biraz sonra konu ile ilgili Hollandalı bir hukukçunun görüşlerini aktarınca, mesele kendiliğinden vuzûha kavuşacaktır. Sâbit ve temel fikir olarak kabul edilen bu görüşe göre; Selçuklular ve Osmanlılarda, idarî ve hukukî mevzûâtın önemli bir kısmını teşkil eden kanunnâmeler, şerî’at dışında, lâik bir anlayış ve yaklaşım neticesinde vaz' edilen örfî hukukun meyvesidirler. Dolayısıyla Osmanlı hukukunun kaynağı tam belli değildir. Bazı alanlarda İslâmiyetten önceki Türk Hukukundan, bazı sahalarda ise başta Bizans ve Moğol hukuku olmak üzere çeşitli hukuk ve medeniyet sistemlerinden istifade etmiştir. Osmanlı Devleti’nin belli bir hukuk sistemi ve resmî bir hukuk kodu yoktur.
Önce şunu ifade edelim ki, bu tür iddia sâhiplerinin özellikle Türk olanları, sadece tarihçi veya iktisatçı olma vasfına sahiptirler. İslâmî ilimler, İslâm hukuku, İslâm Hukukunun kaynağı, muhtevâsı ve vasıfları ile ilgili derinlemesine ve orijinal kaynaklara dayalı ayrıntılı bilgiye sahip değillerdir. Her birisi kendi alanında nadide şahsiyet olmasına rağmen, İslâm Hukuku alanında eksiktirler. Bu husus, düşülen hataların önemli ve birinci sebebini teşkil etmektedir. Bir diğer sebep de, batılı ilim adamlarının ve özellikle Goldziher ve J. Shacht gibi peşin fikirli olanlarının, konuyla ilgili fikir bulandırma gayretleridir. Buna Cumhuriyet dönemindeki lâik hukuk sisteminin halka şirin gösterilmesi için; Osmanlı Devleti’nin de İslâm Hukukunu tatbik etmediği ve kendine hâs lâik bir hukuk nizâmı uyguladığı yahut hukuk nizâmından mahrûm bulunduğu şeklindeki resmî görüş de destek verince, meseleye vâkıf olmayan Türk ve yabancı ilim adamları, Osmanlı hukuku hakkında yukarıdaki görüşün isbâtına bile lüzum görülmeyen aksiyom gibi kabul etmiş görünmektedirler. İslâmî ilimleri ve İslâm Hukukunu bilen ilim adamlarının, Osmanlı hukuk tatbikatından ve kanunnâmelerin muhtevâsından tam haberdar olmayışları ise, karşı görüşün doğmasını en azından engellemiş yahut geciktirmiştir. Biz böylesine kompleks ve zor bir konunun ortaya çıkarılması için önce Osmanlı hukukunun kaynakları üzerinde durmanın zaruretine inanıyoruz. Ayrıca İslâm Hukukunda ülül-emr denilen devlet adamlarına tanınan yasama yetkisi ve sınırları bilinmeden bu soruya doğru cevap verme imkânı yoktur.
Önce Osmanlı hukuk sistemi nedir? Bir hukuk nizâmının ne olduğunu en iyi ortaya koyan şey ise, o hukuk sisteminin esasını teşkil eden hukukî mevzû‘ât ve bunların tatbikat örnekleri demek olan mahkeme kararlarıdır. Osmanlı hukuk nizâmının mâhiyetini ve muhtevâsını tesbit edebilmemiz için, Osmanlı Kanunnâmelerine ve mahkeme kararları demek olan şer‘iye sicillerine nazar etmemiz icabetmektedir. Ayrıca hukuk nizâmının bir bütün teşkil ettiğini; günümüz hukukundaki ifadesiyle hukuk ilminin âmme hukuku ve husûsî hukuk diye ikiye ayrıldığını; bu iki daldan âmme hukukunun alt dallarının idâre hukuku , anayasa hukuku , ceza hukuku , usûl hukuku ve devletler umûmî hukuku olduğunu; husûsî hukukun alt dallarının ise şahsın hukuku , aile hukuku, miras hukuku , eşya hukuku , borçlar hukuku , ticâret hukuku ve devletler hususî hukuku gibi dallardan ibâret bulunduğunu biliyoruz. İşte bir devletin hukuk nizâmının bu sayılan dalları ile din kâideleri arasındaki münâsebet ne ise, o devletin din ile olan münâsebetleri de odur. O zaman örnek bir İslâm Devleti olarak Osmanlı Devleti’ndeki bu münâsebeti, Osmanlı Hukukunun temel kaynaklarını esas alarak ortaya koymak gerekmektedir. Bu kaynaklara müracaat ettiğimizde, uygulamadaki bazı eksiklikler ve suiistimaller dışında, Osmanlı Devleti’nin İslâm Hukukunu tatbik ettiğini görüyoruz.
Burada, kendi tabiriyle Flemenk gavuru olan Hollanda ’lı bir gayr-i müslim hukukçunun Osmanlı hukukunun mahiyeti ve kaynakları hakkındaki mütâlaasını, ibret olsun diye II. Abdülhamid 'e arz ettiği lâyihasından özetleyerek iktibas edeceğiz:
“(Osmanlı Devleti, Müslüman bir devlettir). Müslümanlara göre hukuk, ilâhî emirlerden ibârettir ve bunlar da dinî ve dünyevî emirler olarak ikiye ayrılır (ibâdât -muâmelât ). Bunlar birbirinden ayrılmaz.
Kur‘ân, Müslümanlara göre şüpheden uzak ve ilâhi emirleri muhtevi mukaddes bir kitaptır. Kur’ân’da mevcut olan hukukî hükümler, ayrıntılı hükümler veya genel esaslar tarzında hukukun bütün alanlarını kapsar. Kaynağı ilhâm değil vahiy olan Kur‘ân, Hz. Muhammed'e indirilmiş ve o da tebliğ etmiştir. Kur‘ân öyle bir kitabdır ki, her harfi ve her hükmü, bütün zemin ve zamanlarda geçerlidir. Hıristiyannların Kitab-ı Mukaddes'i gibi sadece hukuk nizâmının esaslarını değil, hem esaslarını ve hem de değişmeyen bir kısım tafsilî hükümlerini de câmi ’dir.
Sünnet ise, Hz. Peygamber 'in fiil söz ve hareketleridir. Bunların Kur’ân’dan farkı, vahiy yoluyla değil, ilhâm yoluyla Allah tarafından kalbine ilkâ edilmiş olmasıdır. Müslümanlara göre, Hz. Muhammed bir beşerdir; ancak doğru sözlü ve vazifeli bir nebî ve resûldür. Bütün güzel ahlâkı ve gelmiş geçmiş ilimleri Allah’ın ihsanıyla zatında cem’ ettiğinden mümtaz bir insandır. Kur‘ân’ın tebliğcisidir . Dinin tamamlayıcısıdır.
Halife veya padişah (imam-ı meşrû’ ) yeryüzünde Allah ’ın vekilidir yani O’na karşı sorumludur ve Kur’ân ile sünnet in hükümlerine itaat ile mükellefdir. Bu itaati terkettiği an, kendisine de itaat edilmez. Devleti idare ederken devlet ricâlinden mâhir ve muktedir olanlarla meşveret etmesi icabeder. Halife veya padişahın otoritesi, meşrû’ dâire ile sınırlıdır. Dilediği gibi hareket edemez. Padişahın istibdadı, ilahî kanun ile kayıtlıdır.
Halife ve padişahın teşri’î salâhiyeti yani yasama gücüne gelince, İslâmiyet diğer dinler gibi sırf akâidden ibaret değildir; belki kanunlar mecmuası hükmündedir ve bir hukuk nizâmı vardır. Maalesef Avrupalılar ve Avrupa ’da tahsil görmüş Müslümanlar , bu önemli farkı bilmemektedirler. Bana kalırsa bu anlayış sakattır; bunu anlamak için Kur’ân’ı okumak kâfidir. Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği şerîât, hiç bir vakit değişken ve sallantıda değildir. “dünya âhiretin tarlasıdır” denilmiş ve dünyevî saltanat da ihmâl edilmemiştir. Müçtehid lerin gayretleri ortadadır. İslâmiyet şimdiye kadar bulunmuş olduğu hal ve tarzdan gayrı bir şekil ve renge girecek diyenlere sorarız: İslâmiyet, sadece inanç esaslarından ibâret olsa, bu dinin artık yaşaması için ümit ve alâmet kalır mı? (Harun Gür Notu: Yazar burada İslamcıların konuya genel bakış açısını da dürüstçe ve açıkça ortaya koymuş, sosyolojik?!!! saptamalarla İslam'ın devleti yönetmekten vazgeçeceğini savunan Taha Bey kulağına küpe etsin bu cümleyi.)
Her halde şarkdaki ahvâlin ıslahı için körü körüne tedbirler almağa kalkışmak ahmaklıkdır. Kanaatime göre, Osmanlı Devleti’nin resmî dini İslâmdır ve Avrupa ’nın arzuladığı şey ise, Osmanlı Devleti’ni gayrımüslim bir devlet haline getirmek ve Türklerin dinlerini değiştirmektir. İslâmiyet, din ve devlet olmak üzere iki unsurdan teşekkül eder. Şerî‘at dini devletten ayıramaz. Bu sebeple, şer‘-i şerif , hem ibâdet ve hem de mu’âmelât ı câmi ’dir. Padişah devletin hem hâkimi-i mutlakı, hem komutanı ve hem de birinci imamıdır. Hükûmet, şer‘î hükümleri icraya ve vergi tarhıyla tahsiline nasıl memur ise, ibâdetlerin icrasına da öyle memurdur.
Müslümanların şerî’ata verdikleri mana, bu kelimenin bizdeki kanun manasına benzemez. Bunların şerîat dedikleri şey (şer‘-i şerif ), evvela Kur’ân’dan, sâniyen fıkıh kitablarındaki şekliyle sünnet ten; sâlisen fetvâlardan yani fıkıh ilminde mütehassıs olan imam ve müçtehidler in vermiş oldukları hukukî takrirlerden ibârettir. Gerçi Kur’ân, şerîatın uss’ül-esasıdır. Ancak bizdeki hâkimler anayasa hükümlerine ne kadar az mürâcaat ederlerse, kadılar da o kadar Kur’ân’a ve tefsirlerine mürâcaat ederler. Zira Kur’ân ve sünnetteki hükümler dağınıktır. Osmanlı Devleti’nde temel mevzûât, meşhur müçtehidlerin verdikleri fetvâlar ve şer‘î hükümleri derleyen fıkıh kitaplarıdır, müçtehidlerin de birinci tabakası sahâbelerdir ve bunların ittifaklarına icma’ denir. Kur’ân , sünnet ve icma’, bütün hukukî hükümlerin aslı ve esasıdır. Diğer kanunların meşrûiyet dayanağı da bunlardır. İslâm hukukunun dördüncü kaynağı da kıyas dır. Ancak bu ameliyeyi, ancak Kur’ân, sünnet ve icma ile aklını tenvir etmiş ve bunların hükümlerine uymuş olanlar kullanabilirler.
İşte asıl İslâm kanunlarını tanzim edenler, büyük müçtehid hukukçulardır. Bunlar, Roma devletindeki hukukçulara benzerler. İslâm müçtehidleri, bizde kanun tanzim edenler gibi sadece manevî te’sirleri olmayıp ayrıca maddi iktidar ve nüfuzları da o derece gâlibdir ki, kadılar bile onların re’ylerine itaate mecburdurlar. Ancak kadı ’nın onun kadar ilim sahibi olması hali, bunun istisnasını teşkil eder. Bu iktidâr ve nüfûzları, devlet başkanınca verilmiş bir şey değildir; İslâm âlimleri indinde kazandıkları haklı şöhretten ileri gelmektedir. Devlet reisi, bu gibi fakîhlerin re’ylerini resmen kabul ve tasdik etmekden başka bir şey yapamaz ve bunların re‘ylerini hiçbir zaman mevki’-i tezekkür ve istişâreye koyamaz.
Osmanlı Devleti’nde resmen ilk defa böyle bir fıkıh kitabının resmî hukuk kodu olarak kabulü “Mültek’al-Ebhur” isimli kitap hakkında 1648 ve 1687 yıllarında vaki olmuştur. 1549’da vefât eden İbrahim Halebî’ye ait olan bu eser, IV. Mehmed'in emriyle Mevkûfât adıyla Türkçe ’ye tercüme edilmiştir. Mülteka mecmuası, akâid, hukuk, ceza, aile, hacr , hacz ve devletlerarası münâsebetlere ait olan hükümleri şâmildir. Bu sebeple Osmanlı Devleti’nin asıl kanunlar mecmuasıdır.
Burada şu iki noktanın da bilinmesinde fayda vardır: ehl-i sünnet Müslümanların kabul ettiği dört amelî mezhep vardır. Osmanlı Devleti, resmen Hanefi mezhebini benimsemiştir. İkinci husus, bu mezhebin hukukçuları hep aynı derecede nüfuz ve itibar sahibi değillerdir. Her müçtehid, kendisinden büyük bir fakih in re’yine uyar. Bu sebeple Mülteka Kitabı’nın resmen kabulünden beri, tedvin ve telif olunmuş fıkıh kitapları, tamamen mezkûr eserin şerhi ve izahı ile mahkemelerde esas alınan fetvâlardan ibârettir.
Örf ve âdet kâideleri, şer‘-i şerif in hükümlerini tamamlayan bir kanun makamındadır. Buna rağmen kadı , örf ve âdet kâidelerine istinâden hüküm veremez. Meğer ki, fıkıh kitaplarında davaya ait şer‘î hüküm bulunmasın ve örfe mürâcaat edileceği belirtilmiş olsun.
Padişah da bir kanun yapabilir. Fakat bu kanun, şer‘-i şerif in teferruâtıdır. Asıl kanun, müçtehidler in içtihadıyla Kur‘ân ve sünnet ten alınan fıkıh kitaplarındaki hükümlerdir. Buna göre, Osmanlı Devleti’nde Şeyhülislâm tarafından veya hâkimler yahut müftilerden biri tarafından tasdik olunmamış hiçbir kanun, ferman ve irâde-i seniyye düstur’ul-amel olamaz. Padişah, müftülük icâzeti almış bir âlim ise, bu vasıfda bir padişahın tanzim edeceği nizâmlar, ferman ve irâdeler, fetvâ alınmadan yürürlüğe girer. (Harun Gür Notu: Bu konuda karşıt görüşteki akademisyenlerin Fatih Kanunnamelerini örnek gösterirken atladıkları şey; Fatih Sultan Mehmet'in müftülük icazeti almış ve Dini konularda çok yetkin olduğudur.) Padişah, arzu ettiği hallerde zorla istediği şekilde fetvâ alabilirse de, bu hal, şer‘î hükümleri bozmuş olmaz. Avrupalılara göre, Osmanlı kanunları, padişahın keyfe mâ-yeşâ emirlerinden ibarettir. Avrupa 'da câri olan fikirlere göre, şerî’at-ı Muhammediye , padişah olan zâta, dilediği şekilde hareket etmek ve kanun vaz’etmek üzere tam yetki vermiştir., Padişahın irâdeleri kanuna bedeldir veyahut istediği gibi kanun yapar. Bu fikir, şer’-i şerif hakkında büyük bir bühtandır ve İslâm dininde masiyet ve büyük günahlardan sayılır.
Şer’-i şerif, hem devlet ve hem de İslâm Padişahı nın sıfat ve iktidarını çok iyi tayin etmiştir. Ancak zaman ve zemine göre değişebilen idare tarzı ve memleketin sosyal, iktisadî ve idarî nizâmı hakkında pek az çerçeve hükümler vaz‘etmiştir. İşte İslâm padişahı kendisine tanınan yetki çerçevesinde sınırlı yasama gücünü, yukarıdaki manada kullanabilir. Bunun için Kanunî Sultân Süleyman , 1519 ve 1566 senelerinde mülkî ve askerî meseleler hakkında bir kanun tanzim buyurmuşlardır ki, bu kanun 1846 senesine kadar yürürlükte kalmıştır. Sonraları meydana getirilen nizâmât ile çoğu hükümleri tashih ve ta‘dil olunmuştur”.
Yukarıdaki izahların, Osmanlı hukukunun mahiyeti ve kaynakları hakkında genel bir fikir verdiği kanaatindeyiz. O halde Osmanlı Devleti Müslüman bir devlet olduğu gibi, hukuk nizâmı da İslâm hukukundan başka bir şey değildir. Ancak bu hukuk sisteminin hükümleri, kaynakları itibarıyla iki ana kola ayrılmaktadır ve bu iki ana koldan birine kaynaklarını belirtme açısından şer‘î hukuk (şer‘-i şerif ) ve diğerine de örfî hukuk (kanun -ı münîf) denmiştir."
Aslında bu konudaki inceleme çok daha uzun isterseniz buraya ekleyebilirim....Eveeet, bu görüşlerin sahibi, benim dünya görüşümle tamamen zıt fikirlere sahip bir akademisyen olan , Prof. Dr. Ahmet Akgündüz... İslamcı dünya görüşü sebebiyle konulara taraflı yaklaştığını da varsayalım hadi, ancak böyle bir konuda karşı fikirdekilerin elini kuvvetlendirecek görüşler ileri sürecek kadar aklını peynir ekmekle yememiştir sanırım.
Size göre ben hala, dünya görüşünü benimsemediğim yazarların doğru şeyler yazabileceğine inanmıyor ve peşin hükümlü mü davranıyorum Sn. Bilgili? :)
Saygılar,
-
Re: Demokrasiyi Müslümanlar, İslam’ı laikler kurtaracak
Oktay Ekşi'nin bugünkü yazısının ilgili bölümü....
Not: Taha Akyol’la tartışmamızı uzatmayacağım. Dün mesajını yayınladığım okuyucumdan, kendini sosyal bilimci sayan sevgili Taha Akyol’a da gönderilmiş yeni bir mesaj aldım. Onu Akyol’un 14 Mart tarihli yazısına yanıt olarak ilk fırsatta bu sütuna alacağım. Benim son sözüm şu:
1- Taha Akyol hálá, "Kilise artık hiçbir ülkede iktidar olma kavgası vermiyor. Oysa cami tüm İslam ülkelerinde iktidar olmaya çalışıyor. Aksini iddia ediyor musun?" sorusuna yanıt vermedi.
2- Bugün "türban" için savunduğun görüşleri yarın "kamuda görev yapan kadınlar" için savunacak mısın, savunmayacak mısın sorusu yanıtsız kaldı.
3- Binnaz Toprak, Nur Vergin, Nilüfer Göle, Elizabeth Özdalga, Ali Çarkoğlu, Ersin Kalaycıoğlu şeriat korkusu gereksizdir dediğine göre onlara kulak verelim sözü önemlidir de onların hocası Şerif Mardin’in "Siyasal İslam, iktidara tam sahip olduğu zaman bayağı ağır şartlar yaratan bir rejimi de kurabilir. Onun için tamam, İslam Türkiye’nin önemli bir yapısal boyutudur ama İslami güçlerin iktidara gelmesinin bizim beğenmeyeceğimiz sonuçlara yol açacağını düşünürüm.(O zaman Kemalistler "aynı noktaya geldik" diyeceklerdir, sorusu üzerine) Olabilir, bu konuda onlarla aynı noktaya gelmiş olmaktan bir rahatsızlık duymam. İşin nasıl şekillendiğini anlamaya çalışmak şart. İslam’ın iktidarı tam olarak ele geçirmesi durumunu, liberal bir ortamın devam ettirilmesi olarak göremiyorum" şeklindeki sözleri neden önemsizdir? O.E.
-
Re: Demokrasiyi Müslümanlar, İslam’ı laikler kurtaracak
'İran'dan Gericiyiz!'
"En az üç çocuk!" önerisiyle(!) gündeme oturan AKP zihniyeti ile " Humeyni kafası" benzerliğine dikkat çektiğim son yazıma, İran'ı yakından tanıyan bir okur isyan ediyor:
"Hayır. Haksızlık etmeyiniz. Bizdeki gericilik İran'dan daha derin, köklü ve bağnazdır!" demeye getirdiği mektubunda iki ülke arasındaki çarpıcı farklara değiniyor.
Türk kamuoyunda bilinmeyen konulara dikkat çekmesi bakımından ilginç bulduğum mektubu -yerim elverdiğince- yayımlıyorum:
Asla RTE gibi düşünmüyorlar!
"Yıllardır zevkle okuduğum bir Cumhuriyet yazarı olarak sizi öncelikle selamlamak istedim. Geç kalmış bir merhaba olarak lütfen kabul buyurun. Niigün Hanım, beni harekete geçiren neden bugünkü köşe yazınız (10 Mart) oldu. İran'ın Kızı adlı kitaptan söz etmişsiniz. O kitabı ben de okudum. Son yıllarda o eksende birçok kitap yayımlandı. Üstelik tümü de İran'da ve Farsça olarak.
Farah Pahlavi ' nin annesinden tutun, direkt devrilen Şah, yani Mohamad Reza Pahlavi ' nin ölümünden önce yazdığı son kitaba kadar! Tümü sansürsüz ve olduğu gibi yayımlandı.
Çok şaşırtıcı değil mi?
İran'da doğum kontrol programları uzun geçmişe dayanır. Şah döneminde en üst seviyede uygulandı... Devrimden sonra patlak veren ve nerdeyse 2.7 milyon insan kaybına (yol açan) İran-Irak savaşı.. bir süreliğine doğum kontrol programlarının hafifletilmesine neden oldu....
Ama şimdi siz gidin İran'a!
Köy köy, kasaba kasaba gezin, öyle titiz, öyle derinden giden bir nüfus kontrol programı uygulanıyor ki, akıllara durgunluk verecek niteliktedir!
Yani bugünkü şu gördüğümüz İran yönetimi RTE gibi asla düşünmüyor...
Halkımız, İran halkından 'dinci'
Unutmayın, Humeyni İran'a gelmeden tam 50 sene önce Türkiye coğrafyası hilafetle yönetiliyordu! Bir halife vardı ve çoğu alanda 'şeri' yasalar geçerliydi. Yani İslamiyeti, Müslümanlığı bu topraklara Humeyni öğretmedi.
Dini yönelimlerin kökeni Türkiye'de inanın İran'dan yüz misli kuvvetlidir.
Kim kime neyi salık verecek bu durumda?
Yani biz kendi derdimizi, sorunumuzu, bir türlü çözemediğimiz problemlerimizi niye hep başkalarının sırtına yükleyerek kurtulmayı deniyoruz?
Meseleye niye bir de tersinden bakmıyor, bakmayı denemiyorsunuz?....
Biliniz ve de asla bu gerçeği unutmayınız: İran halkı genelde 'dinci' bir halk değil!..
Ama bizim halk Allahına kadar 'dinci' dir.
Temel farklılığımız budur....
Ezan duyulmuyor, camiler boş...
Tahran'a son yaptığım yolculukta, bir cuma günü, dedim gideyim bir camileri kontrol edeyim, bakayım bizdeki gibi kaldırımlara, metro istasyonlarına da yansıyor mu?
Ne göreyim?
Hadi tahmin edin:
Tahran'da tek bir camide cuma namazından eser yok!
Bomboşşşşşsşsş, yok, kimseler yok, hem o koskoca Tahran'da ara ki cami bulasın.
Gece yarıları çevre camilerden ezan sesi duyulmuyor. Devlet yasaklamış. Hasta olanlar olur diye...
Aklımızın bir kıyısında dursun lütfen...
Önce kendi Taliban benzeri tarikat marikatlarımızı ne yapacağımızı düşünelim...
Bugün İran'da kadınlar her alanda ama her alanda ölesiye mücadele ediyorlar, kolay mı sanıyorsunuz?
Daha ortada fol yok, yumurta yok. Burada (yani bizde!) temel direkler sallantıda!
İranlı kadınlar yerinde olsaydı bizim kadrolarımız ...(bu dişli mücadeleyi verecekler miydi?)
Yani, Nilgün Hanım,
Sizden beklenti hep biraz yüksektir. Konulara hep daha derin baktınız.
Ayıptır, bu topraklarda yaşayan yüzlerce İranlı aydın var. Mutlaka sizi okuyorlar.
Eminim o hınzır Pers gülücükleriyle karşılıyorlar bizim bu kolaycılığımızı. Saygılarımla."
E-posta üzerinden okurumla kurduğum "İran diyaloğunda" dile getirdiği itirazların, gerçekte benim yazıma değil; Türk medyasının sığ ve çarpık "İran aynası(!)" na yönelik olduğunu saptadım.
İran'da tam seçim ertesi, bu konuda söylenecek daha çok söz var. Pazartesiye devam edeceğim.
Nilgün Cerrahoğlu / Cumhuriyet
-
Re: Demokrasiyi Müslümanlar, İslam’ı laikler kurtaracak
Sayın Gür;
Doğrusu Osmanlı hukuk sistemi konusunda dünyaca ünlü Futa Köprülü, Ömer Lütfi Barkan, Halil İnalcık, İlber Ortaylı gibi tarihçilere değil de konuya oldukça ideolojik bakan islamcı Prof. Ahmet Akgündüz'e itibar etmenize şaşırmadım değil. Küçümsemek istemem ama, Sayın Akgündüz'ün bilim piyasasında diğerleri kadar değeri olduğunu zannetmiyorum ve siz bunların arasındaki farkı bilecek durumdasınız. Yoksa bu hoca hemşehriniz falan mı? Nerden bu yakınlık?
Selamlar.
-
Re: Demokrasiyi Müslümanlar, İslam’ı laikler kurtaracak
Alıntı:
Av.Abbas Bilgili rumuzlu üyeden alıntı
Bir çok yayınevi tarafından çok sayıda baskısı yapılmış olan İlber Ortaylı'nın "İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı" isimli kitabında da son yüzyıldaki durum ve cumhuriyete yansımları anlatılır. Bütün hukuk tarihi kitaplarında bundan bahseder.
Siz anlamak istemiyrosanız Taha Bey ne yapsın? Bizim bu türden peşin hüküm ve kesin inançlarımız olmadığı için benimsemediğimiz yazarları da zevkle okur ve onlardan da bazı şeyler öğrenebileceğimi görürüm. Size de tavsiye ederim.
Şaşırmanıza şaşırmadım.:o
Adını saydığınız bütün hocalarımız çok kıymetli... İlber Ortaylı'nın bu konudaki görüşleri kitap adından da anlaşılacağı gibi 19. yüzyılla ilgili... Ben de zaten Tanzimat ile ortaya çıkan fikirlerin Cumhuriyet ile en radikal adımı atmış olduğu, ancak geçmiş tecrübelerin Cumhuriyetimizde nevi şahsına münhasır bir yansıma bulduğunu düşünüyorum. Cumhuriyet o sürecin en radikal adımıdır.
Ancak Taha Bey'in anlattığı hikaye daha farklı ve doğru değil... Kanunnameler, fermanlar, beratlar örfi hukukun (seküler hukuk?!!!) ne başlangıcı ne de meyveleri.... Osmanlı'nın son dönemine kadar şer'i hükümlerden vazgeçmediğine bir örnek de Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey'in idamı için alınan 1919 tarihli fetvadır, daha doğrusu "kaza"dır da eh fetva haline getirilmiştir bir şekilde...
Mesela kapitülasyonlar diyeceğim Abbas Bey, siz sanıyor musunuz ki bunlar sadece ve sadece 18 -19. yüzyıla özgüdür, Avrupa'nın Sevr'e ulaşma çabasından ibarettir. Osmanlı 14. - 15. yüzyılda da ve hatta daha öncesinde de gayrimüslimlere kapitülasyonlar bahşetmiştir. Nedendir acaba? Buna sebep şeriat yasaları olmasın... Aslında bu konuların kökü Medine Sözleşmesi'ne kadar dayanır.
Osmanlı Arşivleri ve özellikle şer'iye sicilleri derinlemesine incelendiğinde (özellikle son dönemde bu konuda araştırma sayısı artmaktadır) yeni gerçekler ortaya çıkıyor. Sizin de incelemenizi tavsiye ederim.
Selamlar,
-
Re: Demokrasiyi Müslümanlar, İslam’ı laikler kurtaracak
Kanunlar,"dini inançları ifade etme özgürlüğü tanımıştır,yayma özgürlüğü tanımamıştır". İslam ın kurtulmaya ihtiyacı olmadığı gibi, demokrasinin de müslümüna,hristiyana,museviye, putpereste..... ihtiyacı yoktur. Demokrasi "dinsel kavramların etkin olduğu bir yönetim biçimi değildir". Devleti yönetenler,dinlerini diledikleri gibi yaşayabilirler,fakat, inançlarını açıklama hakkına sahip değillerdir.
Devleti yönetenlerin "dini inançlarına göre veya dini inançlarını kullanarak söylemlerde bulunması, demokrasi ile yönetme iradelerini ortadan kaldırır".