-
Her duaya amin demek gibi bir huyum yok ama Bahattin'in duasına amin demek durumundayım. Belki bu duayla iznirli de ıslah olur.
Sayın izmirli, doğrusu "aslını inkar eden haramzade" sözüne katılmakla birlikte benin aslımı inkar ettiğimi ima eden sözlerinizden bir şey anlamadım. Bu konuda bu sitede bir kaç defa açıklama yaptım ama anlamak istemeyenlere nasıl analatabileceğimi bilemiyorum.
Demokrasinin özünde şeffaflık vardır. Bu nedenle ben aslımı inkar etmek ya da gizlemek gibi bir düşüncede olamam. Demokraside oyunun kuralları açık uygulanır. Açık olmak gerek. Bunu size de tavsiye ederim. Sizin özlem duyduğunuz kapalı total rejimler açıklıktan korkarlar.
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
İflah olmaz 2. Cumhuriyetçi, Şeyh Sait ve Said-i Nursi avanesinin ve Fetoş cemaatinin payandası, sözde demokrasi havarisi Türk aydınının mümtaz ve önder ismi (!!!!!!!!!!) eski komünist yeni AB'ci, tank sesiyle bir uyanıp pîr uyanan ve Aziz Nesin' in halkına da ninniler söyleyen masalcı yazarı, bizim SİYAH ÇERÇEVELİ YAZI YAZAN GAZETECİMİZ
HASAN CEMAL'i
Aşağıdaki yazısı sonrasında önce Allah'a, sonra halkımızın takdirine
son olarak da savunmanlığını yapmak üzere Sayın ABBAS BİLGİLİ' ye havale ediyorum.
Bir kez daha 14 Nisan'ın dili, havası!
Ben, Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğini, AB yolunda ilerlemesini savunuyorum.
Vatan haini, satılmış!
Ben, asıl AB yolundan çıkan bir Türkiye'nin ekonomik ve siyasal istikrarsızlığa düşeceğini, asıl o zaman bölünme tehlikesiyle karşılaşacağını düşünüyorum.
Vatan haini, satılmış!
Ben, Türkiye'nin Kuzey Irak'a girmesine karşıyım.
Vatan haini, satılmış!
Ben, cumhuriyetin elden gittiğine inanmıyorum.
Vatan haini, satılmış!
Ben, Türkiye'de laik cumhuriyetin demokratik rejim içinde korunacağı görüşündeyim.
Vatan haini, satılmış!
Ben, ekonomide dışa açılmayla yabancı sermaye olmadan, özelleştirmeler olmadan, kısacası serbest rekabete dayalı pazar ekonomisi olmadan, Türkiye'de aş ve iş sorununun çözülemeyeceği kanısındayım.
Vatan haini, satılmış!
Ben, Çankaya'nın laiklik açısından bir 'son kale' olduğunu kabul etmiyorum.
Vatan haini, satılmış!
Ben, Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olursa, cumhuriyet elden gider diye düşünenlere katılmıyorum.
Vatan haini, satılmış!
Ben, Tayyip Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı olmasına taraftar değilim; ancak olursa da, bu dünyanın sonu olmaz; Meclisin kararına, iradesine saygılı olmak demokrasinin gereğidir diye düşünüyorum.
Vatan haini, satılmış!
Ben, AKP'li değilim; AKP'yi baştan beri birçok açıdan eleştirmiş bir gazeteciyim; ancak dört buçuk yıllık AKP iktidarı sonrasında artık Tayyip Erdoğan'ın 'gizli gündem'i olabileceği görüşünü inandırıcı bulmuyorum.
Vatan haini, satılmış!
Ben, "Ermeni soykırımı yoktur!" demek gibi, "Ermeni soykırımı vardır!" demenin de serbest olmasından yanayım.
Vatan haini, satılmış!
Ben, Kıbrıs'ta Annan Planı'nı savundum.
Vatan haini, satılmış!
Ben, Kürtlerin haklarını savunuyorum; Kürtlerin kimlik sorunlarının çağdaş demokrasi ve hukuk devleti içinde çözülmesinden yanayım.
Vatan haini, bölücü!
Ben, Türkiye'nin AB'ye olduğu gibi ABD'ye de sırtını dönmesinin bu ülkenin çıkarına olduğu düşüncesinde değilim.
Vatan haini, satılmış!
Ben, ülke işgal altındaymış gibi, yeni bir Kurtuluş Savaşı eşiğindeymiş gibi, Türkiye'nin düşman kamplara bölünerek siyaset yapılmak istenmesini çok tehlikeli buluyorum.
Vatan haini, satılmış!
Ben, Türkiye'nin böylesine siyah-beyaz kutuplaştırılmak istenmesini, bu ülkenin barışına, huzuruna, istikrarına bir komplo olarak görüyorum.
Vatan haini, satılmış!
Ben, Türkiye'nin böylesine cepheleşme ve kutuplaşmalardan, düşman kamplara bölünmekten çok çektiğini, bu açıdan özellikle 1970'lerde çok fazla kan ve gözyaşı döktüğünü ısrarla söylüyorum.
Vatan haini, satılmış!
Ben, laik cumhuriyetin bu ülkenin tarihsel gelişiminde büyük bir kazanım olduğuna inanıyorum; ama Türkiye'nin bu kazanımı demokrasi içinde koruyacak güce ve tarihsel deneyime bugün artık sahip olduğunu bir kez daha belirtmek istiyorum.
Vatan haini, satılmış!
Ben, Türkiye'nin bugün laik cumhuriyet rejimine yönelik olarak tarihinin en büyük tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğuna inanmıyorum; bu görüşün herhangi bir inandırıcılığı olmadığını düşünüyorum; bu görüşün ortaya sürülmesinin ardındaysa, demokrasiye dönük tuzakların olabileceğinden kuşkulanıyorum.
Vatan haini, satılmış!
Evet, Ankara'da geçen cumartesi günü yapılan büyük 14 Nisan mitinginin dili, söylemi, havası, yani ruhu aynen böyleydi.
Kendi düşüncesinden başka her şeyi vatan hainliğiyle, satılmışlıkla, Türkiye düşmanlığıyla eşanlamlı görebilen bir ruh, bir inançtı bu.
Bir zamanların komünistleri, bir zamanların faşistleri gibi, nasıl onlar 'laik din' haline getirdikleri kendi inançlarını meydanlarda bayraklaştırdılarsa, kendi düşüncelerinden başka her düşünceyi nasıl lanetledilerse, iktidarı ele geçirdiklerinde kendilerinden farklı olanı nasıl tümüyle yasakladılarsa, Tandoğan Meydanı'ndaki 14 Nisan ruhu da bu bakımdan pek o kadar farklı değildi.
Evet, görkemli bir mitingdi.
Çok kalabalık ve coşkuluydu.
Ancak, 14 Nisan'ın bu coşku ve heyecanını paylaşanlar, bu mitingi "bir demokratik hakkın kullanımı" olarak görenler, bu gösteriye biraz da 'demokrasi penceresi'nden bakıp soğukkanlı bir durum muhakemesi yapabilirlerse, bu tavır da barış ve demokrasi, huzur ve istikrar adına işe yarayabilir diye düşünüyorum.
Hasan Cemal
17 Nisan 2007 Milliyet
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Şu forumun adını "Siyah çelenklik yazılar" diye değiştirin.
Dünün dönek solcuları Amazon Ormanları'ndan çıkacak kereste kadar salatalık olsalar (öyleler zaten) bunlardan bir kase cacık çıkmaz, bugünün İslamcıları okyanus kadar yoğurt olsalar 2 ileri 1 geri bir halt olmazlar !!! Ama ikisinin bileşimi tadından yenmiyor. Ortaya böyle güzel hisli demokrat!!! paçavralar çıkıyor. Renk turuncu olmayınca bunlara demokrasi de beğendiremezsin.
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
mailime gelen bir yazıyı aktarmak isterim.
"Ankara, 17 Nisan 2007
Sayın Yalçın BAYER
68 yaşında ve 1948 yılından bu yana aynı gazeteyi, Hürriyet’i okuyan, Atatürk milliyetçisi, eğitimli bir Türk okuruyum. Bazı yazarların ve onların düşünceleri, Türk halkına yaptıkları telkinler, ABD, İsrail, AB ve Hükümet yandaşı tavırları, bu yönde halk üzerindeki etkileri yüzünden (örneğin, Ertuğrul ÖZKÖK, Ahmet HAKAN, Cüneyt ÜLSEVER gibi) artık bu tiryakilikten kurtulmaya karar verdim. Hele ki Tandoğan Mitingi gibi, 2007 Yılına damgasını vuran tertemiz, saygın ve yurtsever halk eylemine dil uzatılması sabrımı taşıran, bir taraflı davranış oldu. 40 yıldır tiryakisi olduğum sigarayı da zararlarını görünce, yedi yıl önce böyle bırakmıştım. Hürriyet’i de; artık ruh sağlığıma zarar verdiğinden bırakıyorum. Bundan böyle Pazar günleri, 1.170.000 değil 1.169.999 luk bir satış yapabilecekler. Bir müşterileri (tabii evimdeki diğer kişiler de) eksilmiş olacak. Ne yazık ki, Aydın DOĞAN hafta içi 35, Hafta sonları 50 Yeni Kuruş eksik kazanacak. Umarım iflasına neden olmayız.
Türkçemize verilen zararlar, halkımızı İngilizce sözcükleri kullanmaya özendirmek, kendisi kullanmak, bir Türk gazetesine yakışır mı? (LOOK adlı ekinizi anımsamanız bile yeterli olur) Ülke elden gidiyorken, din devletine dönüşüyorken, bütün kaleleri birer birer şeriatçıların, imamların eline geçiyorken, halâ bir takım çevrelere şirin görünme, koşulsuz destekleme eylemleri bir ülkenin en büyük gazetesine yaraşır mı? Türkiye Türklerindir diye başlık atıp, aksi uygulanır mı? Yanıtlarını size bırakıyorum. Aydın DOĞAN’ın velinimeti farklı bir kaynak olabilir. Ama ilkeli yazarların, velinimetleri patronları da olsa (aslında halktır) Ülkeleri ve Halklarından yana tavır almaları gerekir diye düşünüyorum.
Ertuğrul ÖZKÖK ve Cüneyt ÜLSEVER’in ABD vatandaşlıkları (çift pasaport) var mı? bilmiyorum. Ahmet HAKAN’ın İmamhatipli olduğunu bilsem de bir tarikati var mı? Varsa hangi tarikatin üyesidir bilmiyorum. O’nun, Bülent ARINÇ’ın Müslüman Cumhurbaşkanı anlayışına desteğini, (Sanki Sayın Ahmet Necdet SEZER Müslüman değilmiş gibi) din devleti oluşturma emeli taşıdığı düşünülen bu Hükümeti, her ne pahasına olursa olsun, desteklemesini anlamak olası. Ama neden, Vakit, Zaman, Yeni Şafak Nokta v.s. gibi meşrebine uygun gazete ve dergilerde çalışmıyor anlayabilmiş değilim. Benim gazetemde bu insanların işi nedir? Okurları çay ve simitle karınlarını doyurmaya çalışırken, eski solculuğundan söz ede ede, öğle yemeğini Paris’te bilmem nerede, Domperignon, Cabarnet şarabı içerek, yediği istiridyeyi anlatanlara, kendisini aristokrat veya kral soyundan sananlara daha fala tahammül etmek oldukça zor. Bazı insanları uzmanların, kişilik, ruh ve beyin yapıları yönünden derinliğine incelemesinin, Tıp eğitimi için çok yararlı olabileceği kanısındayım. Böylelerinin Türk olmamaları olası mıdır? Gerçekten bazı endişeler duyulması, Bana çok doğru görünmekte.
Bir milyondan fazla insanın katıldığı Cumhuriyet Mitingini aşağılamaya çalışmak, amacını saptırmak, kendisini toplumun çok üstünde görerek ahkâm kesmek büyük yazarların şiarı değildir. Örneğin Yalçın DOĞAN’ın Oktay EKŞİ’nin ve rahmetli Abdi İPEKÇİ’nin, böyle bir yazılarına hiç rastlamadım. Daima efendi, daima mütevazı oldular. Onlara ve Size müteşekkirim. Hürriyeti sırtında taşıyan, Bekir COŞKUN, Emin ÇÖLAŞAN, Oktay EKŞİ, Yalçın BAYER, Doğan HIZLAN, Şükrü KIZILOT, Yalçın DOĞAN gibi değerli yazarlardan ayrılmak zor olacak ama, ne yapalım ki, her şeyin bir sonu vardır. Bağrımıza taş basma pahasına, hoşça kalın diyeceğiz. Tıpkı sigara gibi, sizlerin tiryakiliğini de bırakıyorum. Türk basını Hürriyet’ten, Medyası da Aydın DOĞAN grubundan ibaret değil ya. Herkes daima yeni tiryakilikler edinebilir. Daha küçük tirajlı bir gazete okuyabilir, Kanal TÜRK’ü izleriz. Ama, ruh sağlığımızı koruruz. Buna mecburuz. Atatürk çizgisinden sapan, Gençliğe Hitabeyi, Bursa Nutkunu yayınlamayan, BOP için, Ilımlı İslam için çabalayan, Vatan topraklarımızı, ortak endüstriyel, ve finansal kuruluşlarımızı yabancılara peşkeş çekenlere övgüler yazılmasına izin veren yayın kuruluşları, daima terk edilmeye mahkûm olacaklar diye düşünmekteyim. Tandoğan Alanı’ndaki Cumhuriyete Sahip Çıkma Mitingi’ne, olanaklarını zorlayarak katılan bir milyonu aşkın Türk Evladı var oldukça, bunun böyle olacağına inanmak yanlış olmayacaktır. Çünkü onlar inanılmaz bir sağduyu ile hareket ettiler. Bu sağduyuyu Hürriyet ve benzeri gazetelerle yayın kuruluşları maalesef gösteremediler.
Sayın Yalçın BAYER, Sizi özleyeceğim. Bir sevgi insanının, bir diğer sevgi insanından ayrılması zor ama, elveda demek zorundayım. Bildiğiniz gibi, elveda, Allahaısmarladık değildir. Allahaısmarladık, tekrar buluşmak üzere ayrılmaktır. Elveda, ebedi ayrılığı anlatır. Üzgünüm ama böyle söylemek zorundayım. Şayet Atatürk Çizgisinde bir başka gazeteye (varsa) geçerseniz tabii ki, Sizin yazılarınızı okumaya döneriz. Bu yazıyı Hürriyet’te yazılarını okumaktan zevk aldığım yazarların hepsine göndereceğim. Ayrıca internette üyesi olduğum iletişim öbeklerine de göndereceğim. Benim görüş ve düşüncelerime katılanlar, mutlaka sizlere benzer yazılar yazacaktır. Lütfen Aydın DOĞAN’a iletin. Sevgiyle kalınız. Sevgi ve saygılarımla, Metin İMİR
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Halk uyanıyor, her iktidara göre yazar transfer etme mevsimi küresel olmasa bile ülkesel ısınmaya neden oldu, ne oldu da oldu derseniz sokağa bakın diyeceğim, bu halk öyle sporcu ki (ben sporcunun zeki.......) bu medya gider , halk her daim burada.....
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Alıntı:
Son günlerde çevremde en çok tartışılan konulardan biri bu.
AKP’nin teklif götürdüğü liberal isimler bunu kabul etmeli mi, etmemeli mi?
Çevremdeki insanların çoğu, kabul etmemeleri gerektiğini düşünüyor.
Ben ise Cem Kozlu’yla aynı kanaatteyim.
Meral Gezgin Eriş, Cem Kozlu gibi isimler AKP’nin merkeze açılma gayretine destek vermeli diye düşünüyorum.
Ancak bunu yaparken dikkati çekmek istediğim çok önemli bir nokta daha var.
Başbakan ve çevresi, son zamanlarda "merkeze açılma" ve Türkiye’nin "makul insanlarına" güven verme politikasını sadece "yeni vitrin" anlayışı üzerine kuruyor.
Burada çok önemli bir psikolojik detay var.
Yeni vitrini sadece yeni isimler üzerine kurmaya kalktığınız zaman, zımnen şunu kabul ediyorsunuz:
"Eski isimler ve eski alışkanlıklar aynen duruyor."
Burada paradigmayı değiştirmek lazım.
Erdoğan ve arkadaşları eğer gerçekten Türkiye’de yaşayan herkese güven verecek, merkezde herkesi kucaklayacak bir açılımı arzu ediyorlarsa, bunu önce bizzat kendilerindeki değişimle göstermelidirler.
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/...arid=10&gid=61
5 yıl önce adamları itekleyip nehire düşürdüler, şimdi de çekmeye çalışıyorlar, düşenler de bizi kim itti diye düşünmeye başladılar mı acep?
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Ülkenin en güzel insanlarından birisi Yılmaz Özdil'e de sonunda el çektirildi anlaşılan.
Yılmaz Özdil hiç bir zaman siyah çerçeveli yazarlardan olmadı, hep aydınlıktır, meseleleri sorumlularının kafalarına kakmacasına ama gülümseterek anlatır okuyanı düşünmeye ve araştırmaya sevkeder.
Alıntı:
Bu şartlarda yalakalık zor iş...
Galiba, Audi reklamıydı...
Karlı bir hava.
Yer, buz.
Audi kaptırmış geliyor...
Mahallenin köpeği takılıyor peşine.
İçgüdüsel olarak
"güç" ü takip ediyor.
Koştura koştura...
Dili dışarda.
Ama o da ne...
Audi viraja bi dalıyor...
Köpek toparlayamıyor!
Savruluyor...
Takla makla atıyor.
Doooğru şarampole.
Audi'nin
her türlü hava şartında ne kadar kıvrak
manevra kabiliyeti olduğunu gösteren bu reklam bittiğinde, kamera yavaş yavaş zoom yapıyor... Zavallı köpeğin şaşkın yüz ifadesi kalıyor ekranda...
Hem gülüyorsunuz.
Hem acıyorsunuz.
E bakıyorum gazetelere...
Gücün peşinden koşan tüccar meslektaşlar, tıpkı, bu şaşkın köpeğe benziyor.
Başbakan, bi viraj alıyor...
Bunlar doooğru şarampole.
Nasıl mı? Şöyle...
Başbakan,
"cumhurbaşkanını bu meclis seçer, uzlaşma aramama gerek yok" dedi mi? Dedi... Bunlar ne dedi hemen?
"Evet, bu meclis seçer, uzlaşma aramasına gerek yok" dedi.
Sonra?
Olmadı...
Bi viraj.
Aynı başbakan çıkıp,
"meclisin seçmesi doğru değil, cumhurbaşkanını halk seçmeli" dedi mi? Dedi... Bunlar doooğru şarampole... Şaşkın bir yüz ifadesiyle, yazdılar mecburen,
"evet, meclisin seçmesi doğru değil, halk seçmeli..."
Sonra?
O da olmadı...
Bi viraj.
Aynı Başbakan çıkıp,
"yeni cumhurbaşkanını yeni meclis seçer, ben de uzlaşma ararım, bütün muhalefet liderlerini tek tek dolaşırım" dedi mi? Dedi...
Bunlar gene şarampole...
Takla ata ata bir hal oldular. Üstleri başları çamur içinde, savrula savrula yazıyorlar şimdi,
"evet, yeni cumhurbaşkanını yeni meclis seçer, uzlaşma iyi bir şey..."
İşte böyle maalesef...
Hem gülüyorsun.
Hem acıyorsun.
O nedenle,
"Allah bunları bildiği gibi yapsın be kardeşim" demeyeceğim.
"Allah kimseyi bu arkadaşların durumuna düşürmesin" diyeceğim.
Çünkü, bu kaygan zeminde sağlıklı yalakalık yapmak, hakikaten zor iş valla.
Demokrasi maça ister diyordu, haklıydı.
21 Temmuz yazısında
Alıntı:
Bakın, son seçim anketi şu...
Otobüs, yüzde 100.
Uçak, yüzde 100.
Dolu!
Antalya semaları bayram arefesi gibi. Neredeyse, pilotların yanına tabure koyacaklar.
Vaziyet o halde.
Fırsat bu fırsat, çaktılar zammı tabii... 68 lira olan uçak bileti, 180 liraya çıktı. Çıksın... Veriyor millet. Hem küfrediyor, hem veriyor.
Bir tane oyu var.
Fiyatı yok!
Özetle...
Seçimi, değil yazın göbeğinde...
İstersen, kutuplarda yap.
Tutmadı küçük hesap!
Avantaya, yalakaya, kömüre, bulgura direniyor bir millet... Pes ettiğini tarih yazmadı bugüne kadar.... Teslim olmayacak.
diye yazıyordu. Aynı gün aynı konuda sevgili Bekir Coşkun "Demokrasi Turnaları" nı anlatıyordu.
http://www.hurriyet.com.tr/images/spacer.gif 21 Temmuz 2007 http://www.hurriyet.com.tr/images/siyah_ok.jpg Bekir COŞKUN bcoskun@hurriyet.com.tr
http://www.hurriyet.com.tr/_yazarlar/images/2b.jpg Demokrasi turnaları...
TURNALAR; daha iyi bir yaşam ortamı bulmak için, yavrularını güven içinde, sağlıklı büyütmek için göç ederler.
Kafile kafile başımızın üzerinden geçip giderler ve dönerler.
Yol boyu şarkı söyleye söyleye.
Bugün-yarın bizim yurtsever seçmenlerimiz kıyılardan, tatil beldelerinden oy'larını kullanmak üzere yollara düşecekler.
Tıpkı turnalar gibi.
Özgürlükleri için.
Çocuklarını güven içinde büyütmek için...
*
Demokrasi turnaları bugün-yarın gelecekler ve dönecekler.
Seçimlerin bu tarihe alınması; aslında onların çağdaş yaşam alanlarını ele geçirme planının bir parçasıdır.
"Bu tarihte seçim dünyanın hiçbir yerinde yapılmaz. Demokrasiye ve seçmene saygı duyan, onun oy kullanmasını zorlaştırmaz, kolaylaştırır" dedik, dinlemediler.
Bu dahi çağdaş insana karşı duydukları kinin-nefretin kanıtıdır.
Yaşlısı, çocuğu, hastası ile onu bu cehennem gibi sıcakta yüzlerce kilometrelik yollara zorlamak demokratlıkla, saygıyla, insan sevgisiyle nasıl bağdaşır?
*
Dün haber geldi:
Demokrasi turnaları yola çıktılar.
Bir hesaba göre 5 milyon insan, kayıtlı oldukları seçim sandıklarının olduğu yerlere doğru göç edecek.
Bu dünya demokrasi tarihinde bir ilktir.
Şarkılar söyleye söyleye, varlıklarını sürdürebilmek için, geleceklerini korumak için, çocukları için geliyorlar.
Bölük bölük...
Alay alay...
Kanat çırpıyorlar, var güçleriyle çabalıyorlar, şarkılar söylüyorlar her şeye rağmen.
Yüreklerinde azim va
Onlar çocuklarını güvenli ortamlarda büyütmek, var olabilmek, çağdaş yaşam düşmanlarına yenilmemek, özgür kalabilmek için yollara düşüyorlar.
Saygın...
Yücelerden yüce...
Bölük bölük...
Yılmaz Özdil 21 Temmuz yazısından sonra Sabah Gazetesine veda etti.
Alıntı:
Çok muhabbet...
Tez ayrılık.
Vatandaşlık görevi olduğunu düşündüğüm için, nefesim yettiğince yazdım; namusumla.
Vakit tamam.
Büyüklerin ellerinden...
Küçüklerin gözlerinden...
Hakkınızı helal edin. Eyvallah.
http://img.sabah.com.tr/i2/sp.gif
"Eyvallah" ı bile böylesine güzeldi. İktidarın medya baskısı bir güzel insanı daha böylece yemişti. Bir ülke düşünün ki Yılmazları toprağa gömüp H.cemalleri serbest bırakmışlar...
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Ne yani yazılarını okuyamayacak mıyız artık?
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Ahmet HAKAN
ahmethakan@hurriyet.com.tr
http://www.hurriyet.com.tr/_yazarlar/images/131b.jpg Dinle küçük adam
DİNLE, karanlık gazete Vakit’in terbiyesiz Hasan’ı!
Yığınla hakaretine rağmen seni mahkemeye vermeyeceğim.
Çünkü...
Hem umurumda değilsin, hem de senin ne denli ahlak, terbiye ve nezaket yoksunu olduğunu mahkeme kararıyla tescil ettirmeye hiç mi hiç gerek duymuyorum.
Ne hedefimsin, ne de derdim...
Benim hedefim, "Vakit" adını verdiğiniz karanlık gazetenizi, her gün ibadet şuuruyla satın alan insanlardır.
Benim hedefim, senin gibi bir provokatörü uçağına alıp "Koçum Hasan" diye gaz verenlerdir.
Benim hedefim, yağdırdığın küfürler karşısında, "Aferin ulan Hasan! Bugün yine iyi sövmüşsün" diye sırtını kaşıyanlardır.
Çünkü...
Senin gibi bir terbiyesizin, Müslümanlık adına el değmemiş küfürler yağdırabilme cüretinin temel kaynağıdır bunlar.
Kısacası...
Sen hiç mühim değilsin...
Mühim olan sana "Aferin Hasan" diye gün geçtikçe daha da çirkefleşmene imkán tanıyanlardır...
Sana "Aferin Hasan" diyenler, senin gibi bir terbiyesizin, İslam karşıtları tarafından "Ulan Müslüman ahlakı dediğiniz bu mu?" diye malzeme yapıldığının farkında olmayabilirler...
Senin sevdirmeyip nefret ettirdiğini, yakınlaştırmayıp uzaklaştırdığını görmüyor olabilirler.
Ya da bal gibi farkındadırlar da senin gibi bir çirkef aracılığıyla yürek soğutmayı tercih ediyor olabilirler...
Sebep ne olursa olsun, benim senin şahsında onlara diyeceğim şudur:
Hasan orada küfür ettikçe ve İslami camia bu küfürler karşısında sessiz kaldıkça, yeşil sarıklı ulu hocaların Peygamber ahlakından söz etmelerinin hiçbir değeri olmayacaktır.
Hasan orada küfür ettikçe ve İslami camia bu küfürler karşısında sessiz kaldıkça, başkalarının "Göbeğini kaşıyan adam", "Bidon kafalı" gibi cümlelerine hiç kimse itiraz edemez.
Hasan orada küfür ettikçe ve İslami camia bu küfürler karşısında sessiz kaldıkça, bir İslam karşıtlığı propagandasının topyekun malzemesi sunulmuş olur.
Hasan orada küfür ettikçe ve Başbakan bu terbiyesizi uçağına almaya devam ettikçe, iktidardakilerin "Bize hakaret ediyorlar" diye yakınmaları anlamsızlaşır.
* * *
Dinle küçük adam!
Sen gerçekten ama gerçekten hiç mühim değilsin.
Ancak...
Haksızlık yapmayayım...
Mühim olduğun bir alan var:
Senin karanlık gazeten ve kirli kalemin, nice meczubu etkiliyor, harekete geçiriyor.
Senin gazetenin ve kaleminin "meczup etkilemek" gibi bir marifeti var.
O meczuplar ki, senin ve gazetenin dolduruşuna gelip bellerine taktıkları silahlarla adam öldürüyorlar.
Yaptığın her türlü iğrençlik, pislik ve terbiyesizlik karşısında, "Bu Hasan mülevves adamın tekidir! Müslümanlık adına yaptığı çirkeflikler karşısında Müslümanlık adına hareket ettiklerini söyleyenler bir şey demiyorsa koy ver gitsin" deyip geçebiliriz.
Ancak...
Şu meczup meselesinin hiç şakası yoktur.
Gazetenizde resminin üstüne çarpı attığınız adamların başına nelerin geldiğini biliyoruz.
Ve her cinayetin ardından senin ve patronun Mustafa’nın, nasıl da süt dökmüş kedi haline dönüştüğünü biliyoruz...
Yani...
Ölen öldüğüyle kalıyor...
Size de birkaç haftalık süt dökmüş kedi rolü oynamak düşüyor...
İşte olayın bu tarafı mühimdir.
Seni ancak bu yönünle ciddiye alabilirim...
* * *
Bak Hasan!
Sana bir şey daha söyleyeyim...
Benim için önce "insanlık" gelir.
Önce "insan" olacaksın...
Ondan sonra senin dinine diyanetine sıra gelebilir...
Bu açıdan...
Gururla ve onurla söyleyebilirim ki:
İnsanlığından emin olduğum Oktay Ekşi benim dostumdur...
İnsanlığından hiç ama hiç emin olmadığım sen ise, yine gururla söyleyebilirim ki, benim en uzağımdasın.
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Ahmet Hakan'ın yazısına sonuna kadar katılıyorum.
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Alıntı:
Av.Abbas Bilgili rumuzlu üyeden alıntı
Ahmet Hakan'ın yazısına sonuna kadar katılıyorum.
Üstad-azam H. Cemal'in yazılarına da aynen katılır sevgili Abbas Bilgili, hani duymayanlara duyuralım dedik.:o
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Hasan Cemal'in yazıları bir demokrasi destanı gibi.. Sizi bozar ama yine de tavsiye ederim.
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Ben almayım kalsın çok sağolun, bende gaz yapıyor, hazmedemiyorum.:o Bu arada "destan" kavramını böylece evirip devirmiş oldunuz ya helal olsun.:kızgın:
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Irak'ta asker gölgesinde demokrasi?!!! (neden analizini ABD'liler yapmış, bir yerlerden hatırlıyor gibiyim) sonrası Hasan kardeşten ABD karşıtı bir demokrasi destanı dinlemek de artık farz değil mi Abbas üstad...:o
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Yılmaz ÖZDİL yozdil@hurriyet.com.tr
http://www.hurriyet.com.tr/_yazarlar/images/249b.jpg Takım...
FUTBOLCU değil aslında bunlar... Amigo.
*
Lisansları sahte.
Onun için, dikkat ederseniz, sadece ayakları oynamaz...
Başları kıçları da oynar.
*
Forma aşkları yoktur.
Siz bakmayın Takkespor’da oynadıklarına... Eskiden Liboşspor’da oynuyorlardı.
Sülü’nün kulüp başkanlığı döneminde, Çobanidmanyurdu için ter döktüler. Rahmetli, ahirete transfer olmadan önce de, Papatyagençlik’te.
Çoğu kiralıktır...
Parayı kim bastırırsa, onun soyunma odasına girerler, onun renklerinde idmana çıkarlar.
Bir ara Takunyaspor’da da oynadılar; ancak, krampon yerine illa takunya giymek istedikleri için, 100 bin maç saha kapatma cezası aldılar.
Kıvraktırlar.
Zarif bilek hareketleri vardır.
Küme düşseler bile, bir de bakarsın ki, öbür sezonda, şampiyon takımın otobüsüne binivermişler.
Şike yaparlar...
Yenilseler de, hezimet üstüne hezimet alsalar da, kömür-bulgur falan dağıtarak, alkış toplarlar.
Rakibe kırmızı...
Taraftara yeşil kart verirler.
Şahsi oynarlar.
Kendi ortalarına, kendileri vururlar.
Verkaç bilmezler... Kaleyi boş bulurlarsa, vurkaç’ı iyi bilirler.
Kendilerine pas verirler.
"Duvar" pası.
Fikstürü kendileri çeker.
Deplasmana gitmezler!
Kendi sahalarındaki maçlara çıkarlar, kendi pozisyonlarını ballandıra ballandıra yorumlarlar, kendi kendilerini omuzlara alırlar.
Bunların oynadığı futboldan medet umanlar çöpten marul toplarken, onlar, dolgun primleriyle aldıkları ciplerle çalım atarlar.
Köşe oldukları için köşe vuruşlarını severler; oralardan iyi vururlar.
Baraj... İşlerine gelirse severler, "yüzde 10’luk baraj iyi" derler; işlerine gelmezse sevmezler, "yüzde 10’luk baraj çok" derler.
Karambolden ürkerler.
Ceza sahasının içi karışırsa, "yan bağlarım çekti" filan deyip, yurtdışına tedaviye kaçarlar!
Tekmeye kafa uzatmazlar.
Kıstırırlarsa...
Kafaya tekme atmaya bayılırlar.
Maçın başında "kale mi, top mu" diye yazı tura atılırken, para yanlışlıkla yere düşsün...
Üstüne plonjon yaparlar.
Sıkışınca, taca atarlar.
"Senden çıktı" derler.
9 kusurlu hareketin 9’unu da yaparlar.
Elle oynarlar...
Tabanla girerler...
Ofsaytta yakalanırlar...
Avantaja bırakılır!
Bi dokun...
Anında yere atarlar kendilerini.
Penaltı!
Hakem onlardan nasıl olsa.
Bileklerini kessen...
"AB" rh negatif akar!
Bonservis bedellerini AB öder ama, AB liglerinde değil, bizim ligde top koştururlar.
Hatırlarsınız AB’ye attıkları golü...
"Ters köşe" dediler.
"90’a taktık" dediler.
Havaifişek attılar.
Neticede, top bizim ağlarımızda!
Asla jübile yapmazlar.
Stadyum satışına aracılık yapıp, komisyon kollarlar. Maça gitmek iste, "bilet bitti" derler. Boş tribünlere, eşlerini dostlarını doldururlar, kendilerine tezahürat yaptırırlar. Megafondan birbirlerinin isimlerini anons ederler. El ele tutuşup, Meksika dalgası yaparlar. Buz gibi gol at, saymazlar... Altı pastan dışarı vururlar, "goooool" diye bağırırlar.
*
Ama...
*
Kulak asmayın yaygaralarına.
Sağdan say 11...
Soldan say 11 kişi bunlar.
Öbür takımda en az 1111 kişi var.
Çünkü öbür takımda oynaman için, birinci, ikinci diye "numara" çevirmene gerek yok.
"Zeki, çevik ve ahlaklı" olman yeter.
28 Eylül 2007
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Bir Dinci Kalemin Hezeyanları...
Yazıyı birkaç kez dikkatle okudum...
İslamcı düşünür olarak öne sürülen, Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç 'ın, "Sömürge olmamak" başlıklı köşe yazısına şaşırmadım, güldüm!.. İslamcı ya da önemli bölümü soldan çark etmiş liberal etiketli yazarların tarihi ne denli kolayca çarpıttıklarını bu sütunda defalarca sergiledim.
Ancak, Ali Bulaç'ın yazısı, bu alanda benzeştiği diğer kalemleri bir çırpıda geride bırakıverdi!.. Yazı, "İslam dünyasının yüzde 80'inin 19. yüzyıldan başlayarak 20. yüzyılın neredeyse son çeyreğine kadar sömürge olmasına karşın Türkiye ve İran'ın bundan kurtulduğu, ancak bu durumun aslında dezavantaj olduğu!" anafikri üzerine kurgulanmış... Neden dezavantajmış? Çünkü böylelikle, sömürge olanlar totaliter yönetimlerden kurtulmuş, ancak bağımsız kalan iki ülkede totaliter yönetim anlayışı sürekli hale gelmiş! Öyle ki, bugün Mısır ve diğer Ortadoğu toplumları sivil alan ve medeni özgürlükler konusunda Türkiye ve İran'dan çok daha iyi konumda bulunuyorlarmış...
- Pes!..
Bu kadar çarpık bir anlayışın neresini düzelteceksiniz? Sömürge olmayı ilerlemenin motoru olarak gösterecek denli zavallılaşmak bir yana, bugün örnek gösterdiği ülkelere kısaca göz atmak bile yeter aslında, ama konumuz bu değil. Bulaç, yazısında "Vahşileşmiş kapitalizmi savunanların en çok sol kökenli aydınlardan geliyor olması tesadüf değildir" dedikten sonra cümlesini şöyle tamamlıyor:
- Bunların Kurtuluş Savaşı sırasındaki temsilcileri mandacı aydınlardı...
Burada duralım...
***
Kurtuluş Savaşı'nda mandacılar, işbirlikçiler kimlerdi acaba?..
Bulaç, çalakalem yazdığı yazısında yanılmıyorsam, "Sıvas Kongresi sırasında Amerikan mandasına yakın duran aydınları" işaret ediyor. İnsaf, o aydınların tamamı bu hülya sonrasında Kurtuluş Savaşı'na sonuna dek destek verdiler. Politik hesaplar ve ihtiraslar ayrı bir yazı konusu. Ali Bulaç ve onun teknesine binenlere kısa bir tarih dersi vermek gerekiyor, bakalım mandacı ve işbirlikçiler gerçekten sol kökenli miymiş?!..
- Bağımsızlık savaşı veren Kuvayı Milliyecileri din dışı, hain ilan edip, uşağı Şeyhülislam Dürrizade 'nin fetvasıyla idama mahkûm ettiren, Anadolu'yu işgal eden Yunan ordusunu ise "Hilafet ordusu" olarak selamlayan, kurtuluş sonrası bir İngiliz zırhlısıyla ülkesinden kaçan Vahdettin mi solcuydu?!..
- 1918 Kasım'ında Associated Press muhabirine, "halifenin egemenliğini tehdit etmeyen herhangi bir manda yönetimini memnuniyetle kabul edeceğini" söyleyen veliaht Abdülmecit mi sol kökenliydi?!..
- İşgalci Yunan hükümetine başvuran, başkanlığını eski Şeyhülislamlardan Mustafa Sabri 'nin yaptığı Anadolu Cemiyeti, Yunan işgali altındaki Batı Anadolu'da bir "Batı Anadolu Özerk Hükümeti" öneriyordu. Yönetimin başında Hıristiyan bir vali bulunacaktı. Bu öneri Yunanistan Başbakanı Gunaris 'in önüne geldiğinde şu yanıtı vermişti: "Bu hain Türklere ihtiyacımız yok!." Bu cemiyetin başındaki din adamlarının etiketinde solcu mu yazıyordu!..
- Edirne Selimiye Camii'nde, 13 Ağustos 1920'de, Yunan Genel Valisi'ni, Yunan generallerini, Rum metropolitini ağırlayıp, Venizelos 'un sağlığı için dua okuyan Müftü Hilmi Efendi mi, yoksa bu haberi manşetten veren Te'min gazetesi mi solcuydu?!.
- Yunan ordusunun halifenin ordusu sayılması gerektiğini söyleyecek kadar alçalan Teali-yi İslam (İslamı yüceltme) Cemiyeti mi sol kökenliydi?!.
- Alemdar gazetesinde "dünyanın en adil, en namuslu, en haşmetli devleti" diye yazan Refii Cevat Ulunay mı, kurtuluş hareketini uydurmasyon bir blöf olarak tanımlayıp, "Kuzum Mustafa, sen deli misin?" diye alay eden Refik Halit Karay mı, "fenalığın kaynağı Kuvayı Milliye, ateş olsa cirmi kadar yer yakar" diyen Ali Kemal mi, yoksa başta padişah olmak üzere tümünün üye olduğu "İngiliz Muhipler Cemiyeti" mi solcu geçmişe sahipti?!..
Yalanın, tarihi çarpıtmanın da bir sınırı vardır. Belgeler olanca açıklığıyla ortada, bağımsızlığa düşman olanların, işbirlikçi ve mandacıların neredeyse tümü dinci, padişahçı ve liberal takımdandı!.
- Yazık, İslamcı düşünürü böyleyse...
Ümit Zileli
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Ümit Zileli'nin kastettiği yazı şu olsa gerek:
Sömürge olmamak
http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/ya...?yazino=587349
Geçen yazımda Türkiye ve İran'ın farklı referans çerçevelerine sahip olsalar bile -birinin laiklik, diğerinin İslam- mahiyetçe totaliter rejimlere sahip olduklarını söylemiş; Ortadoğu'daki diğer ülkelerin sivil ve medeni hayat ile politik/toplumsal kültürlerinin çoğulcu, buna mukabil idari ve politik sistemlerinin otokrat ve sıkı otoriter rejimler olduğuna değinmiştim. Bunun sebebi İslam ülkelerinin farklı sömürge tecrübeleriyle ilgilidir.
Hiç kuşkusuz bu tespiti bilim adamları, siyasetçiler ve aydınlar kolayca kabul etmeye yanaşmaz. Zira Türk iktidar eliti 150 yıllık süre içinde "Batılılaştığı"nı, bölgeden koptuğunu düşünür. İran'la aynı kefeye konmaktan, Ortadoğu ilkeleriyle mukayese edilmekten nefret eder; kendine, tarihine ve bölge insanlarına bakışı derin bir bilinç yarılmasının eseri olan yerli oryantalizmdir. Bu elit politik ve askeri olarak sömürge olmamış, ama yerli oryantalizm sayesinde kendi kendini sömürgeleştirmiştir.
Benim "sömürgeciliğin dolaylı avantajları"ndan kastım, sufilerin dediği "kahırdan doğan lütuf"tur, yoksa Marxist/solun sömürgeciliği utanmazca meşrulaştırması değildir. Marx, Hindistan'daki İngiliz varlığından bahisle, sömürgeciliğin bütünüyle kötü olmadığını söyler. Sol aydınlara göre, sömürgeci alır ve verir. İneği sağarak süt almak isteyen onu besler. Sömürgeciler, ele geçirdikleri ülkelerde yollar yaptılar, imar hareketlerine giriştiler, yeni kurumlar getirdiler, kısaca geleneksel yapıyı parçalayıp değiştirdiler. Bugün "alternatifsiz liberal demokrasi ve radikal küreselleşme" adı altında aslında utanç verici bir biçimde vahşileşmiş kapitalizmi savunanların en çok sol kökenli aydınlardan geliyor olması tesadüfi değildir. Bunların Kurtuluş Savaşı sırasındaki temsilcileri mandacı aydınlardı. Bizim konumuz başka.
Bilindiği üzere 19. yy.dan başlamak üzere 20. yy.ın neredeyse son çeyreğine kadar İslam dünyasının büyük bölümü sömürge oldu. Türkiye ve İran hariç, bu dünyanın yüzde 80'i sömürgecilerin işgali altına girdi. Türkiye ve İran'ın sömürge olmaması, sanıldığının aksine "avantaj" sağlamadı. Her bakımdan değil elbette, bir yönüyle "dezavantaj" oldu. Şöyle ki: Sömürgecilik, tarih ve gelenek ile mevcut-çağdaş durum arasında radikal bir kopuşa yol açarken, Türkiye ve İran'da kurumların misyonu ve yöneticilerin tarihsel kimliği arasında süreklilik korunmuş oldu.
Sömürgelerde geleneksel devlet, kurumlar ve yöneticiler tasfiye edilirken, yeni yöneticiler sömürge valileri ve maiyetindekilerden oluşuyordu. İsmen dahi yöneticiler Müslüman veya yerli değildi artık. Sömürgelerde en tepedeki yönetici sömürge valisi olunca, "yeryüzünde de Allah'ın gölgesi olan sultan" kalmadı, artık yönetici kadro "bizden olan ulu'l-emr" değildi.
Geleneksel devlet bir hanedana nispet edilirdi. Bu özelliğiyle çoğulcu, adem-i merkeziyetçi ve sivil inisiyatiflerin kullanımına açıktı. Bir başka husus, modern devlet tekil, totaliter ve salt dünyevi/seküler amaçlıdır. Devlet modern kutsallık misyonunu Türkiye'de geleneksel usullerde devam ettirebildi, sömürge olan Müslüman toplumlarda tepesinde gayrimüslimlerin olduğu devletin elbette herhangi kutsallığından söz edilemezdi.
Deneysel olarak şunu gözlememiz mümkün: Bugün Mısır ve diğer Ortadoğu toplumları sivil alan ve medeni özgürlükler konusunda Türkiye ve İran'dan çok daha iyi bir noktada bulunuyorlar. Çünkü sömürgecilikten sonra kurulan yönetimler (milliyetçi yönetimler, radikal laik diktatörlükler ve dini monarşiler), sivil alanı zaptetme teşebbüslerini tamamlayamadılar. Bizde ise Tanzimat'tan bu yana devletin reform ve topluma ilişkin müdahale teşebbüslerinin neredeyse tamamı, sivil hayatı devletin denetimi altına ve düzenleme alanı içine çekme amaçlıdır. Bu yüzden hâlâ Ortadoğu'da rejimler otoriterdir, ama totaliter değildir. Türkiye ve İran ise totaliterdir, üstelik totalitarizm geleneksel siyasi tecrübemize (İslam ve Osmanlı) yabancılaştığı oranda toplumsal politik kültürün içine sinmiş bulunmaktadır.
---------------------------------------------------------------------
Acaba bu yazıyı Ümit Zileli'nin "birkaç kez dikkatle okuduğu" söylenebilir mi?
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
http://www.aksam.com.tr/yazarfoto/sturgut.gifMedyadan iki prototip serdar.turgut@aksam.com.tr
Tırmanan olaylarla birlikte medya da ilginç bir imtihandan geçmeye başladı. Yıllardır baskı altında tutulan hisler, patlamalar şeklinde dışa vurmaya başladı. Örneğin ben ciddi olmaya başladım. Başkalarında da başka şeyler oldu. Bugün sadece ikisi ile ilgili gözlemlerimi veriyorum:
1- ERTUĞRUL ÖZKÖK veya DR: STRANGELOVE: Hürriyet Gazetesi’nde Ertuğrul Özkök’ün yazılarını okurken elimde olmadan aklıma Stanley Kubrick’in müthiş filmi Dr. Strangelove or: ‘How I Learned to Stop Worriying and Love the Bomb’ı hatırladım (Dr. Strangelove veya endişeli olmayı bırakıp bombayı sevmeye nasıl başladım). Usta Kubrick’in bu filmi soğuk savaş dönemini ve karşılıklı kesin yok olma doktrinini alaya alan bir çalışmadır. Rusya’ya bir ilk saldırıda bulunmayı kafaya koymuş bir general ve bomba teknolojisini üreten bilim adamı Dr. Strangelove (Peter Sellers) dünyayı adım adım mahvolmaya götürürken müthiş bir keyif ve neşe ile davranırlar. Hatta filmin son sahnesinde uçaktan bırakılan atom bombasının üstüne binmiş olan adam, neşe içinde at sürer gibi bağırarak aşağıda her şeyi ve kendisini de yok etmeye mutlu bir şekilde gider. Özkök yazılarını okurken filmin o sahnesinde bombanın üstündeki kişi olarak Özkök’ü düşündüm. ‘İleri, vurun’ diye bağırarak aşağıda yok olmaya doğru gidiyordu. Türkçe tercümesiyle Dr. Tuhaf Aşk neden acaba savaşı ve tahribatı bu kadar heyecanlı savunabiliyordu ki. Buna verilecek cevabım yok ama filmdeki doktorun tamamen delirmiş olduğu da kesindi bu da bilinsin. Özkök’ün Barzani ile ilgili görüşlerini okurken bir başka film daha aklıma geldi bu da ‘Bana Alfredo Garcia’nın Kellesini Getirin’ adlı filmdi. Neyse ne... Hem Özkök hem de Hürriyet açısından heyecanlı hareketli bir hafta geçirdik kesinlikle.
2- Çözüm yolu açıldı: Kuzey Irak’ta çözüm olmasının zor olduğunu söyleyenlere bir müjdem olacak çünkü bir gelişme oldu ve çözüm yolu sonunda açıldı. Geçen haftanın sonuna doğru Hasan Cemal’in bölgeye intikal ettiği haberi geldi. Gayet tabii ki Hasan’ın İstanbul’dan çıkıp bölgeye kadar (bölge derken hâlâ daha sınırı geçmemişti şu ana kadar) gitmesinde geçen süre zarfında ABD tüm Ortadoğu projesini düşünüp uyguladı ve bitirdi ama ne yapacaksınız bu kadar da hız farkı olsun değil mi ama. Hasan Cemal’in artık bölgede olması oradaki tüm problemlerin çözüleceği anlamına geliyor ama çözümler uzun vadeli ve sıkıcı olacaktır. Hasan Cemal çözüm önerilerini şimdi anlatmaya başlasa o en azından 10 yıl kadar sonra biter, o önerilerini tamamladığında tüm Ortadoğu ortadan kalkmış filan olabilir ama bu tür pratik aksilikler onu hiçbir zaman engellemez ki. Kazayla Kandil Dağı’na varsa ve konuşmaya başlasa PKK tümden düşer bayılır veya teslim olur, nihai çözüme varabilir iş. Bir keresinde bir arkadaşımız hastaydı. Hasan durup dururken meseleler hakkındaki çözüm önerilerini anlatmaya başladı, arkadaşımız az daha iyileşiyordu çünkü virüsler ya sıkıntıdan ölmüşlerdi ya da intihar etmişlerdi. Ben bir keresinde Kürtlerin tüm tarihlerini anlatan 100 sayfalık bir kitap okumuştum, Hasan üç günlüğüne bölgeye gitti dönüşünde anılarını anlatan 500 sayfalık bir kitap yazdı. Bu sefer geri gelişinde Kürtler ansiklopedisini fasikül fasikül yayınlamaya başlar herhalde. Hasan’ın bölgeye gitmesinde Ertuğrul Özkök’ün de (a.k.a Dr. Strangelove) perde arkasında rolü olabilir çünkü malum Ertuğrul Özkök Barzani’nin kellesini istiyor, Hasan Cemal bölgede Barzani’ye rastlarsa adamcağızın işi hayli zor. Çünkü Hasan Cemal’in sevdiği insanları dövmek gibi bir adeti var. Bir keresinde Cengiz Çandar’a sevgisi kabardı, Cengiz’i zor kurtardık elinden. Hasan yumruklarını sıktığı zaman karısı bunu bir aşk ilanına hazırlık olarak yorumlar. Böylesine savaşçı, içi temiz ciddi fikirli bir insanın yörede bulunması Türkiye açısından büyük şanstır. Hızlı hareket ederse bu yüzyıl içinde sınırı da geçer ve yeni çözümlerin oluşmasına katkıda bulunabilir.
28.10.2007 Akşam
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Savaş nasıl kaybedilir?.. SARI ÖKÜZ OLAYI... - Hulki CEVİZOĞLU
Otlakların birinde bir öküz sürüsü yaşarmış. Çevredeki aslan sürüsünün de gözü öküzlerdeymiş.
Ancak, öküzler saldırı anında bir araya geldiği zaman, aslanların yapacak bir şeyi kalmazmış. Bu yüzden küçük hayvanlarla beslenmek zorunda kalan aslanlar, iyi beslenememeye başlayınca bir çare düşünmüşler. Topal aslan yanına bir iki aslanı da alarak, beyaz bayrak çekmiş ve öküz sürüsüne yanaşmış.
"SUÇ HEP O SARI ÖKÜZ''DE..."
Öküzlerin lideri Boz Öküz ve yanındakilere tatlı dille konuşmaya başlamış:
"Saygıdeğer öküz efendiler. Bugün buraya sizden özür dilemeye geldik. Biliyorum bugüne kadar sizlere zarar verdik. Ama inanın ki, bunların hiçbirini isteyerek yapmadık. Bütün suç hep o Sarı Öküz''de. Onun rengi sizinkilerden farklı ve bizim de gözümüzü kamaştırıyor, aklımızı başımızdan alıyor. Biz de barışseverliğimizi unutuyor ve saldırganlaşıyoruz. Sizle bir sorunumuz yok. Verin onu bize, siz kurtulun, yine barış içinde yaşayalım."
Boz Öküz ve heyeti bu sözler üzerine aralarında tartışmış ve teklifi haklı bularak, Sarı Öküz''ü vermişler aslanlara. Bir tek Benekli Öküz karşı çıkmış ama kimseye derdini anlatamamış.
"AFERİN SİZİ KUTLARIZ!"
Bir süre sonra aslanlar yine aynı yöntemle gelip, bu kez Uzun Kuyruk''u istemişler:
"Gördünüz mü ne kadar barış severiz. Sizi de kararınızdan dolayı kutlarız. Ancak, şu sizin Uzun Kuyruk var ya, kuyruğunu salladıkça nereden baksak görünüyor ve aklımızı başımızdan alıyor. Size saldırmamak için kendimizi zor tutuyoruz. Oysa sizler normal kuyruklusunuz. Verin onu bize, bu konuyu kapatıp, barış içinde yaşamaya devam edelim."
Boz Öküz ve heyeti, Uzun Kuyruk''u teslim etmiş, yine Benekli Öküz karşı çıkmış. Uzun Kuyruk, aslanların pençesi altında can vermiş.
"NEREDE KAYBETTİK BİZ BU SAVAŞI?"
Bu olay sürekli tekrarlanmış, her seferinde farklı bahanelerle. Sonunda öküzler zayıflamış, aslanlar küstahlaşmış. Artık, hiçbir bahane ileri sürmeden, doğrudan müdahale ederek, "Verin bize şunu, yoksa karışmayız" demeye başlamışlar.
Birer birer aslanların pençesinde can verirken, Boz Öküz ve birkaç öküz kalmış geride. İçlerinden biri liderlerine, "Ne oldu bize, nerede kaybettik biz bu savaşı? Oysa, vaktiyle ne kadar güçlüydük" diye sormuş.
Boz Öküz, Benekli Öküz''ün sözlerini hatırlayarak, gözleri nemli "Biz" demiş, "Sarı Öküz''ü verdiğimiz gün kaybettik bu savaşı.."
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Bu köşenin meder-ı iftiharı, harika çocuk Hasan Cemal efendinin aşağıdaki yazısını, ülke ve kişi ismlerini değiştirerek okumayı bir deneyin.
Alıntı:
Rusya seçimleri: Çar Putin mi?
Türkiye'ye birinci sınıf demokrasiyi çok gören, gerçek demokrasiyi Türkiye için tehlikeli bulan çevreler ya da ulusalcı-milliyetçi bazı odaklar, öteden beri Başkan Vladimir Putin'le Rusya'sına sıcak bakarlar.
Türkiye'nin Batı'ya, özellikle AB'ye sırtını dönerek Rusya'yla birlikte Doğu'ya doğru başka sulara, örneğin İran'a, Orta Asya'ya, Çin'e açılmasını savunurlar.
Rusya'daki gibi otoriter bir sistemle Türkiye'nin hem bölünmekten kurtulacağını, hem de daha hızlı kalkınacağına inanırlar.
Putin'in 'Batı düşmanlığı'na bulanmış milliyetçiliği ve otoriter yönetim anlayışı, Türkiye'de demokrasiden fazla hazzetmeyen bu çevreler için uzunca zamandır çekici bir alternatif haline gelmiştir.
Bugün yazı konum bu değil.
Ancak, Rusya'da Başkan Putin'in zaferle çıktığı parlamento seçimlerinden söz ederken bu konuya da şöyle bir değinmek istedim.
Çünkü, Rusya seçimleri bu ülkede galiba demokrasiden çok, tek partili otoriter sisteme gidişi biraz daha hızlandırmış durumda.
Bir başka deyişle:
Putinizm, Başkan Putin'in Birleşik Rusya Partisi'nin pazar günü milletvekili seçimlerinde oyların yüzde 64'ünü almasıyla birlikte biraz daha güçlendi.
Tabii akla takılan sorular var.
Seçimler ne kadar dürüsttü?
Ne kadar serbest yapıldı?
Yanıtlar genellikle olumsuz. Milletvekili seçimlerinin kirli geçtiği konusundaki belirtiler fazlasıyla ağır basıyor.
Başkan Putin yönetiminin muhalefeti, medyayı, muhalefet partilerini uzun zamandır baskı altında tuttuğu biliniyor. İfade özgürlüğü darbe yemiş durumda. Putin yönetiminin, Rusya'da medyanın tek sesli hale getirilmesinde büyük mesafe aldığı sır değil.
Putin ve çevresi, Rusya'da muhalifleri Amerikan uşağı, Batı yardakçısı ya da Rusya düşmanı diyerek sindirmekte de başarılı...
Ama şu da bir gerçek:
Başkan Putin, yüzde 64 oyu yalnız medya gücünü acımasızca kullanarak elde etmedi. Rusya aynı zamanda olağanüstü yükselen enerji fiyatları sayesinde ekonomik büyümesini hızlandırdı. Ekonomi son sekiz yılda toplam yüzde 70 büyüdü.
Ham petrol ve doğalgaz gelirlerinin 1999'dan itibaren 750 milyar dolar artmasıyla Rusya'da hayat standardı büyük bir sıçrama kaydetti.
Kısacası:
1990'lardaki Başkan Boris Yeltsin döneminde büyük bir ekonomik ve siyasal çöküntüyü yaşayan Rusya, Başkan Putin'le -ve yükselen enerji fiyatlarıyla- birlikte yeniden yükselişe geçti ve otoriter nitelik taşısa da istikrarı yakaladı.
Putin sekiz yıldır iktidarda. İktidar gücünü acımasızca kullanıyor. Daha da kullanmak istiyor.
Rusya'da başkanlık anayasaya göre en çok dört yıllık iki dönemden ibaret. Putin'in Başkanlığı 2008'in mart ayında doluyor.
Şimdi anlaşılan o ki Başkan Putin'in gözü başbakanlıkta. Başkanlık koltuğuna da kendi kliğinden bir 'evet efendimci' birini oturtması ihtimali de var.
Olabilir.
Kimine göre, Başkan Putin'in demokrasi diye bir derdi yok.
'Çar Putin'lik yolunda yürüyor.
Kimine göre de, otoriter çizgide giderek demokrasinin yolunu ağır ağır açmaya çalışıyor Putin. Ekonomi modernleştikçe demokrasi de gelecek diyenlere rastlanıyor.
Uzun lafın kısası:
Rusya çok önemli ve büyük bir ülke. İstikrar ve refahı yakalaması, demokrasi yolunda yürümesi yalnız dünya değil, Türkiye için de önemli ve ciddi bir konu...
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Alıntı:
milo rumuzlu üyeden alıntı
Bu köşenin medar-ı iftiharı, harika çocuk Hasan Cemal efendinin aşağıdaki yazısını, ülke ve kişi isimlerini değiştirerek okumayı bir deneyin.
Sn. milo, ülke ve kişi isimlerini değiştirmeyi denedim, mesela Papua Yeni Gine diyeceğim, aklıma kişi ismi gelmiyor. Hasan Cemal kardeş bu yazıyı hiç rahatsızlık duymadan, içi titremeden yazabilmiş demek ki...
Hasan Cemal kardeşin bir de hangi ülkede yaşadığını bilebilsem, hemen o ülkeye taşınacağım billahi:o
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Hasan Cemal, her zaman olduğu gibi konuyu yine demokrasi cephesinden irdelemiş ve oldukça doğru ve gerçekçi tespitler yapmış.
Ben yazıda gocunacak bir taraf göremedim sayın milo ve sayın Gür.
Selamlar.
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Ben hiç gocunmadım sayın Bilgili, ya siz neden gocundunuz ki:o
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Sen ne yaptın baba!
Elbette bu gazeteyi alan grup "ilk gün taahhüt ettiği" editoryal bağımsızlığı öldürebilir de, süründürebilir de. Başkalarının başka yerlerde yaptığı gibi. Ama buradaki onca gazetecinin hepsi peşin peşin köle ruhlu mu? Başka yerlerde herkesin de öyle olmadığı gibi.
Yaşı, donanımı, adı, maddi güvenceleri, bilgisi, demokrasi kültürü ve cesaretiyle o günlerde "öncülük" edip "değişik" bir şey yapsaydı, Hasan Cemal' in "Gazetenin satılması ve editoryal bağımsızlık" üstüne dün yazdıklarını, bugün yazacaklarını öpüp başıma koyardım:
1. Bir gün gidene kadar, "Nadir Bey ve İlhan Abi" nin editoryal müdahaleleri karşısında;
2. Sabah'ta yazarken, "Çiller ile kanka" gazetede aşırı otosansür ve manipülasyon yapılmasında;
3. 28 Şubat döneminde, bu kez Çiller ile Erbakan' a bindiren Sabah'ta asker zoruyla gazetecilerin hain ilan edilmesinde, kovulmasında;
4. Milliyet'te yazarken, rahmetli Duygu Asena, Turhan Selçuk, Bedri Koraman, Zeynep Oral, Doğan Heper, Yalçın Doğan, Şahin Alpay, Nilgün Cerrahoğlu ve (kendimi eklemesem de olur) başkalarının bir günde atılmasında;
5. Ecevit koalisyonunda, medya siparişi RTÜK yasasıyla birlikte, gazeteci hapsi öngören Basın Kanunu paketlenirken, gazetede tek kelime eleştirinin dahi yasaklanmasında;
6. Bu yasağa tam iki yıl uyulması sırasında;
7. Mesut Yılmaz Sadettin Tantan' ı azlettirdiğinde, birkaç yazarla birlikte yazdığınız eleştiren yazıların gazeteden atılmasında ve başka yazı istenmesinde;
8. Emin Çölaşan' ın kovulmasında ve kitabında koyu sansürden, çöpe giden haberler, biçilen yazılardan bahsetmesi karşısında;
9. Daha dün sendikalı, sendikasız onca gazeteci temel bir hakkın budanmaması için yürüdüğünde bir kelimeyle olsun onları görmek varken;
Sen ne yaptın Hasan Cemal Baba? Ne yaptın da biz duymadık, görmedik, kıymetini bilmedik? Ne yaptın da, sen editoryal bağımsızlık içinde yüzerken, biz böyle zincirli, kara kuru köle kaldık?
Not: Geçen gün "İnadına çiçekler" de Adana'da işsiz bir babadan, adını vermeden bahsetmiştim. Onca işsize çözüm bu değil elbet ama; Adana Valisi İlhan Atış' ın vicdanı hemen yetişti. Adana Temsilcimiz Ersin Ramoğlu' nun da insani ilgisi. Bebeğin babasının şimdi bir işi var. Umarım hepsi iyilikler görür, gösterir. O işi verene de saygıyla.
UMUR TALU
Harun Gür Notu : Hayırlara vesile olur inşallah, bu nedenle yazıdan ben hiç gocunmadım. Ancak yazıda konu edilenin de gocunmasını yukarıdaki sebeplerle hiç beklemiyorum. O artık ruh ve vicdan açısından tam bağımsız?!!!...
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Not: Hasan Cemal dünkü yazısında çok tartışılacak bir saptama yaptı, aynen aktarıyorum; “...Kürt hareketinin PKK dahil tüm temsilcileri oradaydı” ... Bu “dehşet” cümle sonrası Türk kamuoyuna sormak istiyorum; PKK, Kürt siyasi hareketinin “siyasi temsilcilerinden biri mi?”...
6/ MART/ 2008 Yiğit Bulut VATAN.
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
İnsanlar küçülebilir ama elektron mikroskobu ile bile görülemeyecek kadarı da abartı hani... Şimdi nereden aklıma geldi Neyzen Tevfik bilmem ama şu dörtlüğünü de anmadan geçemeyeceğim.
Asrın yeni bir umdesi var, hak kapanındır.
Söz haykıranın, mantık ise şarlatanındır.
Geçmez ele bir pâye, kavuk sallamayınca,
Kürsî-i liyakat pezevenk, puşt olanındır!
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Küçük Gözaltı'dan Polaroidler
Perihan Mağden
İlhan Selçuk Pazartesi günkü Hürriyet'te devvv 1 'İlhan Selçuk Ev Ziyaretçileriyle' fotoğrafı basılı. Emre Kongar zaten ordaymış. Yalçın Bayer'le Uğur Dündar da ziyarete katılmışlar. Hatta sorgulanmasıyla ilgili, Türkiye Cumhuriyeti Polis ve Savcılarına Saygılı Bir Sessizliğe (yine örnekal 1 davranış) bürünmüş olan Selçuk'un FİKRİ ÖNDERLİKTEN sorguya az biraz buyur edilmiş olduğunu, Uğur Dündar'ın demecinden öğreniyoruz.
Nasıl memnun ve mesuth İlhan Selçuk bu 'gelişmelerden'! Sorgulamasının akabinde evi yerine ÖZZ EVİ CUMHURİYET'e gittiği andan/çıktığı andan/ev camında görünüp 'Hayır! konuşmayacağını gasteci çocuklara' bildirdiği andan- Her andan görüyoruz. Süper kıvançlı, sevinçli, gururlu. Tamam, İlhanselçukçular'ın gözünde FikirtanrısıBabalarına ne dese/su içse yarar/yarıyordur. Ama bi 'hareket' bu kadar mı yararlı olur! Nerdeyse yeniden bi doğumgünü hediyesi!
Biyolojik Yaş Ennn itirazlar '83 yaşında! Gece dört buçukta!'ya yapıldı ya. Pastanın üstündeki krema ve vişne tanesi gibiydi bu 2 densiz ayrıntı. Tabii ki saçmasapan bir acullük söz konusuydu, tabii ki Avrupa Birliği 'normlarına' (zorla kabul edip benimsemediğimiz) aykırı bir uygulama söz konusuydu.
Ama kıvanç ve mutluluktan herhalde bir hayatı kapsayan, adeta doldurulmuş gibi duran, Mao yakalı siyah gömlekler/siyah ceketler, ne kadar afili NE KADAR YAŞSIZ bir adam İlhan Selçuk!
63 deseler yaşı için, yadırgamayız asla. 53'ü bile yadırgamayabiliriz. Herrr yaptığına aşırı güvenden; o süper sorgulamasız Fikri Önderlik bir hayatın TAMAMINA yaydırılmış, MHP'yi DE destekler, köşesinden memleketin nasıl dizayn edilmesi gerektiğini de her sabah nutuklar İlhan Selçuk!
Demek yaşlanmıyor insan böyle yaşarsa. 'Yaş' almıyor. Hep ter-ü taze dinç mi vinç kalıyor. Ne güzel!
Alemdaroğlu Haksızlığı O denli Fikri Büyük Önder İlhan Selçuk'a, onun yaşına karşın dört buçuğa polislere çay demlemesindeki (örnekalınası yine alicenaplığa) yoğunlaşıldı ki KOSKOCA REKTÖR arada kaynadı! Ben ona yanarım.
Emniyet'teki o Asil Suskunluk, savcıya evet birkaç fikri inci (dizisi) lütfedivermeler, çıkınca yine en tehditkârından birkaç satır kelâm!
Sonra minübüsle Eski DGM'ye götürülürken camdan el sallamasındaki o ölçülü letafet!
Trençkotuyla filan 'Bir Bahar Akşamı Rastladım Rektörüme' şıklığındaki Alemdaroğlu'nun hepten Selçuk'un gölgesinde kalması- Ne yalan söyleyeyim, isyanlarıma gitti.
Perinçek: En Nihayet! Herhalde Ergenekon diye bir yılan metaforu söz konusuysa; on kere kesilse kuyruğu, yirmi kere uzayacak uyruk Perinçektir! Ankara uçağından elinde takım elbise torbasıyla inmesi çok ilginçti. Korumasına, herhalde Mao-Göktürk geleneğine sadakatle taşıtmıyordu.
Çin, Hint, İran, Rus, İsrail, Hayranbolu İstihbaratları'ndan (yani dünyada ne kadar ajan varsa, o kadar rapordan) besletildiği tahmin olunan Perinçek'in her ne hikmetse İlhan Selçuk kadar mesutlandığına ya da Alemdaroğlu kadar ölçülü celallendiğine şahit olamadık. Halen 'içerde' kalmış olması da, bu Tepki Farklılığı'nın bir izahı kabul edilebilir.
Perinçek'in Eşi Perinçek'in eşi (adeta kocası adına) çok bahtiyar, çok gururlu, çok dışavurumcuydu. Mümkün olan herrr mekânda (dağıtılmış evleri dahil) kameraların karşısına geçip NE KADAR mesuth olduğunu yansıtmayı eşliğinin borcu bildi.
Mao'nun kitaplarını götürüp Engels'i tercih etmemeleri gibi, ayrıntılara da girdi.
Ama 6 çuval içinde, besbelli ki onu en çok Perinçek'in BÜYÜK LOZAN SAVUNMASI'nın götürülmesi, mutlu etmişti.
Polislere nasıl kafa tuttuğunu 'Götürün! Bu kahramanlık eserini de götürün!' yollu anlatırken, beni Lozandakilerin Durumu diyebileceğim bir endişe aldı.
Sayılar, tanıklar, belgeler, İNSANLAR ortadayken 'Hiç de 1 kere; soykırım yapılmamıştır' deme izansızlığını gösteren Perinçek'e 'Ağbi, bunun neresiyle uğraşalım ki?' olmuştur herhalde Lozandakiler.
Büyük Düşkırıklığı Nın adı: Tuncay Özkan.Dı. 'Götürülmemiş' olmanın onur kırıklığı/şaşkınlığı/oyun bozuculuğu, sesine yüklenme zanaatının büyük ihalecisi Özkan'ın yakasından, paçasından akıyordu.
Hemen 'Mustafa Kemal'in askeri olarak beni götürmezlerse, İŞKENCE tezgâhlarından geçirmezlerse, ben de onların yüzüne tükürmezsem namerdim'i yapıştırdı.
Arada Milli Eğitim Bakanı'nı köpekleyip Esas Muradının Viyadüğü'ne girdi: "Ben CHP'ye üyelik başvurusu yapacağım. Kabul ederlerse ordayım, yoksa MUSTAFA KEMAL'in bayrağını açıp Türkiye'yi dolaşacağım."
Şimdi Recep Tayyip'in üç buçuk aylık fevkâlâde hapis koşulları gibi (ziyaretçiler, börekler, çörekler, Mağdur Başrolleri) bi hapisçiğin ardından CHP'nin başına gümbürdese Tuncay Özkan fena mı olur?
HİÇBİR koşulda hiçbir halt olmaz, ama farkında değil!
Basbas bağırarak rüyalamaya devam etsin.
Niye 'ulusalcı' ki hem bunların adı? 'Darbeci' ya da 'cuntacı'yken cümlesi? Yanış Etiketleme Tezgâh Sanayii.
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Asrın yeni bir umdesi var, hak kapanındır.
Söz haykıranın, mantık ise şarlatanındır.
Geçmez ele bir pâye, panter gibi savunmayınca
Kürsî-i liyakat orospu, puşt olanındır!
__________________
-
Kafasına saksı mı düştü ne???
Cengiz Çandar abimizin yazdıklarına bir bakın hele ne kadar ayıp. Bunları bir başkası söylemiş olsa başına neler gelirdi kimbilir. Rüzgar mı yön değiştirdi acep? Hayırlara vesile olur inşallah:o
http://www.hurriyet.com.tr/images/spacer.gifhttp://www.hurriyet.com.tr/images/spacer.gif25 Nisan 2008 http://www.hurriyet.com.tr/images/siyah_ok.jpg Cengiz ÇANDAR
cengizcandar@referansgazetesi.com
Hükümetin “kimyası” bozulunca; Zincirleme Siyasi Hatalar...
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dili çok mu sürçüyor; yoksa “zihniyetinin dışavurumu” ile mi karşı karşıyayız? 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyen sendikalar için söylediği “Ayakların başları yönettiği yerde kıyamet kopar” sözlerini nasıl yorumlamalı?
Türkiye’nin geleneksel yönetici elitinin Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarını “ayak takımı”, onların hükümetini “ayakların baş olması” olarak gördüğünü bilmeyen yok. Gerçi, bu, bu şekilde yani Tayyip Erdoğan’ın “işçi sınıfı iması”yla söylediği şekliyle, kendisine yönelik olarak kendisinden hazzetmeyen “bürokratik elit” tarafından hiç söylenmedi ama kendisinin öyle görüldüğünü kendisi de biliyor olmalı.
Biliyor olmalı, çünkü çeşitli vesilelerle ve genellikle “anti-demokratik usûller”le iktidarına yüklenildiğinde yaptığı konuşmada “seçkinciliği” vurguladığını ve buna karşı çıktığını biliriz. Öyleyse, nasıl olur da, “bürokratik elit”in “ayakların baş olması”nın “mücessem ifadesi” olarak gördükleri Tayyip Erdoğan’ın kendisi, böyle bir söz sarf edebilir?
Dil sürçmesi mi, zihniyetinin dışavurumu mu?
Fark etmez. Başbakan, bir “siyasi sıfat” ve “siyasi kimliğe” sahip. Onunla ilgili “psikolojik analiz” yapmak bizlerin işi olamaz. Buna gerek de yoktur. Konuya “siyaseten” yaklaşmak zorundayız ve Tayyip Erdoğan, büyük bir “siyasi kusur” işlemiştir. İşçi sınıfına “ayak takımı” nitelemesi, “elit” tarafından yapılsa bunun bir “ideolojik anlamı” olabilir ama bu Tayyip Erdoğan tarafından yapılıyorsa, feci bir “siyaset kusuru”na işaret eder. Hele, Başbakan’ın bir ayağı, zaten, “yargı darbesi” nedeni ile çukurdayken..
Başbakan’a bu kusuru işleten gelişmenin arka plânında, malûm, 1 Mayıs konusu var. Erdoğan hükümeti, 1 Mayıs’ı “Emek Bayramı” ve “resmi tatil günü” ilân etmek konusunda kendisinden beklenen adımı atamadı. Tüm beklentilere bir “hayal kırıklığı” ile karşılık verdi. “Dağ fare doğurdu” ve Cemil Çiçek, 1 Mayıs’ın “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kabul edildiğini, 1 Mayıs’ın tatil günü olmayacağını, kutlamaların da İstanbul Taksim Meydanı’nda yapılmayacağını açıkladı.
1 Mayıs’ın tatil günü olmamasına bir de “ulvî ekonomik gerekçe” bulundu. 1 Mayıs, tatil olursa günde 2 katrilyon YTL açık olurmuş. Bu hesabın gayrısafi milli hasıla toplamını 365 gün üzerinden hesaplayarak yapıldığını ve saçma sapan, geçersiz bir hesap olduğunu “ekonomi uzmanları” söylüyor. Üstelik, bugüne dek AKP’ye destek vermiş olanlar.
Niye Taksim’de kutlanamıyor 1 Mayıs? 1977 yılındaki kanlı kutlamadan ötürü mü? O günden bu yana 31 yıl geçti. Kaldı ki, eğer mazideki “kanlı anılar” söz konusu olacak ise, Türkiye’nin birçok köşesini kutlama törenlerine kapatmak gerekecek.
Polis Teşkilâtı’nın kuruluşunun bilmemkaçıncı yıldönümü törenleri, nice başka kuruluşun törenleri için açılan Taksim Meydanı, niçin sendikalara ve işçi sınıfına açılamasın? Bunun hiçbir geçerli ve kabul edilebilir bir mantığı yok.
Bu tavrı Ak Parti tabanının eğilimleriyle de izah etmenin imkânı yok. Yani, 1 Mayıs “Emek Bayramı” olarak ilân edilse ve “resmi tatil günü” olsa, Ak Parti tabanından Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının göğüsleyemeyeceği tepkiler mi yükselecekti?
Söz konusu değil. Türkiye’de işçi sınıfı mensupları arasında oy dağılımına baksanız, çok muhtemeldir ki, önemli bir oranı 22 Temmuz 2007’de Ak Parti’ye oy vermiştir.
Dolayısıyla, AKP yönetiminde işçi sınıfına yönelik böyle bir duyarsızlığın, hatta hoyratlığın açıklamasını yapmak daha da zorlaşıyor.
Kapatma davâsıyla birlikte –anlaşılır nedenlerle- hükümetin ve parti yönetiminin kimyasının bozulduğu belli oluyor. 22 Temmuz sonuçlarını gereğince okuyamayan, Türkiye’yi kararlılıkla demokratikleşme adımlarına yöneltme ve böyle bir süreci “yönetmek” yerine savrulan yöneticiler, “yargı darbesi”ne maruz kalınca, eş zamanlı olarak “sinirlendiler” ve “paniklediler” ve bu gelişmenin “travmatik etkisi”yle “şaşkınlık”tan sıyrılamayarak, zincirleme siyasi hata yapmaya başladılar.
1 Mayıs’a ilişkin olarak Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının oluşturduğu “hayal kırıklığı”nın nedenleri, belki, bu açıdan bakıldığında görülebilir ve anlaşılabilir.
1 Mayıs, dünyadaki 100 küsur ülkede “İşçi Bayramı” ya da “Emek Bayramı” olarak her yıl ve onlarca yıldan bu yana kutlanıyor. Batı demokrasilerinin neredeyse tümünde bu böyle ve 1 Mayıs, “resmi tatil günü”dür.
Bu siyasi iktidarın eline, Türkiye’yi 1 Mayıs üzerinden de “dünyalılaştırmak” için ve hem de başlarının en sıkışık olduğu bir dönemde, mükemmel bir fırsat geçmişti; bunu akıl almaz bir şekilde heba ettikleri görülüyor.
Yanlışlarını düzeltmeleri için halâ önlerinde birkaç gün var.
Yukarıda değindiğimiz “zincirleme siyasi hatalar”dan bir başkası, 23 Nisan Çocuk ve Ulusal Egemenlik Bayramı vesilesiyle sergilendi. Başbakan, DTP’nin eski Eş Genel Başkanı ve şu sırada partinin TBMM Grubu Başkanı Ahmet Türk’ün elini sıkma zerafetini göstermedi. Onu, göstere göstere, görmezden geldi.
Niçin?
Başbakan, yine malûm sebeplerden ötürü, DTP’yi meşru görmemeye çalışıyor ve bunu davranışlarıyla da vurguluyor.
Ne tuhaf bir paradokstur ki, DTP, tıpkı Başbakan’ın kendi partisi gibi Anayasa Mahkemesi’ne açılmış kapatma davâsının konusu. Yani, Başbakan ve partisini de “meşru görmeyenler” var ve üstelik bunlar devletin “kilit konumları”nda oturuyorlar.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin DTP milletvekilleriyle diyaloga girdiği, onların “protokol”daki yerlerini kolladığı, TBMM’nin “doğum günü” olan bir günde, Başbakan, TBMM çatısı altında grup oluşturabilecek bir seçmen desteğine sahip olan insanları “meşruiyet sınırı dışında” görmek ve göstermek isterse, başına getirilmek istenenlerden “şikayetçi olma hakkı”nı da zayıflatmış olur.
23 Nisan’dan 1 Mayıs’a, bu ülke insanlarına “gergin bayramlar” yaşatmamak bir yönetim sorumluluğudur ve şu dönemde, ne yazık ki, Türkiye’de “birleştirici, hoşgörülü, esnek” ve “başarılı” bir yönetimin hüküm sürdüğünden söz edebilecek durumda bulunmuyoruz...
-
Hasan Cemal Demokrasi-Özgürlük Düşmanlığı Yapıyor.
Hasan Cemal abimiz, demokrasinin teminatı olan ticaret özgürlüğüne düşman. Parası olan her şeyi yapma hakkına sahiptir. Wild Wild West dünyasında bu iş böyle olmalıdır. Varsa param, varsa kredim gider KATAR'ları düzerim. Basarım parayı alırım gazeteyi-TV yi kime ne??
Hasan Cemal
h.cemal@milliyet.com.tr
Çalık grubu, Sabah-atv ihalesi ve iktidar gölgesi!
Çalık grubu geçen yılın aralık ayı başında Sabah-atv ihalesini kazandığı zaman bu köşede “Gazete satmak, gazete almak!” başlığını taşıyan üç tane yazı çıkmıştı.
Yazılarımdan ilki şöyle başlıyordu:
“Sabah-atv’nin Çalık grubuna satışı, ihale onaylanırsa kesinleşecek. Bu aşamada şimdilik bazı soru işaretleri var, üzerinde durulması gereken...
Şöyle özetlenebilir:
İhalenin tek katılımcı ile yapılması ister istemez kuşkulara yol açtı. Kamu yararı açısından eleştirilere neden oldu.
İhaleye katılmalarına kesin gözüyle bakılan bazı grupların, niyetli olmalarına rağmen son anda bu işten vazgeçmeleri kulisi dalgalandırdı.
Bu açıdan hükümetin arka planda şöyle ya da böyle bir rol oynayıp oynamadığı konusu ihale ve siyaset gündeminde üst sıralara tırmandı.
Bir başka noktaya gelince:
Çalık grubunun en tepe yöneticisi, Başbakan Erdoğan’ın damadı idi. İhaleyle ilgili bazı haklı eleştiriler de bu ilişki yapısından kaynaklandı.
Başbakan Erdoğan hükümeti kendine yakın, kendine yandaş bir medya grubu mu oluşturmayı amaçlıyordu?..
En tepe yöneticisi Başbakan’ın damadı olan bir grubun, devlet ihalesiyle Türkiye’nin en büyük ikinci medya grubuna sahip olmasına hukuken herhangi bir bir engel yoktu.
İhale süreci yasalara uygundu.
Ama aynı şey tarz açısından, siyaset etiği açısından söylenebilir miydi?..
Bu soruyla ilgili olarak, öyle sanıyorum ki, eğer ihale onaylanırsa söylenecek ve söylenmesi de gerekecek bir şeyler mutlaka olacaktır.” (Hasan Cemal, Milliyet, 6 Aralık 07, s. 19)
Yazımın girişi böyleydi.
Eleştiriler geçerliğini koruyor.
İhalenin bir tek Çalık grubunun katılımıyla yapılmış olması... Bazı başka grupların ihaleye girmekten vazgeçmeleri ya da üstü örtülü biçimde caydırılmaları... Bu konuda siyasal iktidarın şöyle ya da böyle bir rolü olup olmadığı... Bu arada Başbakan’ın damadının Çalık grubunun tepesindeki görevi...
6 Aralık 07 tarihli yazımda yer alan bu eleştiriler ve soru işaretleri bugün de geçerliğini korurken, şimdi bunlara birkaç tane daha katılmış durumda.
Biri şu:
Başbakan’ın damadının kardeşi, Sabah-atv’nin tepesinde görev yapıyor.
Hukuka aykırı bir durum yok.
Ama siyaset etiği ve tarz açısından aynı şey söylenemez. Bu pencereden bakınca hiç kuşkusuz sorgulanabilir bir durum söz konusudur.
En tepe yöneticisi Başbakan’ın damadı olan bir grup, Türkiye’nin en büyük ikinci medya grubu için yapılan ihaleye tek başına girebilmişse, bu arada ihale sürecinde başkalarının caydırıldığına dair ciddi duyumlar alınmışsa, ihalenin kazanılmasından sonra da, bu kez Başbakan’ın damadının kardeşi Sabah-atv’nin başına getirilmişse, o zaman bu süreçte siyasal iktidarın gölgesi ister istemez aranır, haklı olarak sorgulanır.
İkinci eleştiri noktası:
Kamu bankaları Vakıfbank’la Halkbank’ın Çalık grubuna açtıkları toplam 750 milyon dolarlık kredi...
Çok yakın tarihimizde kamu bankalarından açılmış olan kredilerin şöhreti kötüdür. Yolsuzluğun, rüşvetin, kötü kaynak kullanımının, siyasette sapmaların, siyasal ve ekonomik krizlerin yaşanmasında pay sahibidir bu krediler...
Bugün de benzer olumsuzluklar yaşanabilir demiyorum. Çalık grubuna açılan kredilerde hukuken herhangi bir terslik olduğu da söylenmiyor.
Fakat ‘ama’sı olan bir konu bu.
Güvenilir, ciddi bazı bankacılar, dikkat ediyorum, açılan kredileri bankacılık ilkeleri açısından içlerine sindirebilmiş değiller.
Şu soru dolaşıyor kuliste:
Bazı özel bankaların vermeye yanaşmadıkları kredileri, kamu bankaları nasıl verdi?..
Bu soru da kendiliğinden “Bu kredilerin açılmasında siyasal iktidarın gölgesi şöyle ya da böyle vurmuştur” iddiasını gündeme taşıyor.
Ya da benim yukarıda yer alan (6 Aralık 07 tarihli) yazımdaki soru işareti haklılık kazanıyor:
“Erdoğan hükümeti kendine yakın, kendine yandaş bir medya grubu mu oluşturmayı amaçlıyor?..”
Bu soruda haklılık payı vardır.
Bu soruda, Başbakan Erdoğan’a yönelik haklı bir eleştiri vardır.
Bu soruda, Türkbank olayından kaynaklanan çağrışımlar da vardır.
Evet Sayın Başbakan, durum böyle...
-
Başbakan damadı olmak ve kredibilite
AŞAĞIDAKİ YAZIYI İBRET İLE OKUYUN
OKUYUN VE BU BEZİRGANLARI İYİ TANIYIN
Sami Uslu
Sabah-atv'yi satın alan Çalık Grubu'nun bu işlemi finanse etmek üzere, iki kamu bankasından aldığı her biri 375 milyon dolarlık nakdi kredi, türlü spekülasyonlara yol açtı. Maalesef, her zaman olduğu gibi, mesleki, teknik gerçekler siyasi hamasete kurban edildi. Bu hususları tarafsız bir gözle teker teker inceleyelim. Banka açısından sağlıklı kredide iki hedef güdülür. Birincisi güvenlik, diğeri ise kârlılıktır. Kredide güvenliği sağlayan teminattır; kredi madalyonun bir yüzüyse, teminat diğer yüzüdür. Vakıfbank ve Halkbank yöneticilerinin aldıkları teminatlar şöyledir:
- Sabah-atv hisseleri rehin alındı, böylece, bankalar hem şirketin tapusuna sahip oldu hem de şirketin faaliyet kârına el koyma imkanını buldular. Zaten, krediden sağlanan fonla hisseler TMSF'den satın alınmıştı, bunların banka kontrolüne geçmesi, kuşkusuz ki, esaslı bir teminat oluşturuyor. Şayet, Çalık Grubu kredi taksitlerini ödemez veya ödeyemezse, bankalar anında Sabah-atv'nin sahibi konumuna girer veya hisseleri başkalarına satarak nakde çevirir ve risklerini kapatırlar.
- Taşınmaz varlıklar bankaca ipotek alınmış, ayrıca ticari işletme rehni tesis edilmiştir. İpotek işlemi, bir gayrimenkulü üzerinde kurulu olduğu arsasıyla beraber sınırlar; ticari işletme rehni ise ipotekli bina, fabrika veya tesisin içindeki her türlü makine, ekipman, büro makinesi, sair demirbaşları ve tuvalet kağıdına kadar her türlü malzemeyi içerir. İpotekli bina veya tesis dahilindeki bu varlıkların hacizden kaçırılmasını ticari işletme rehni engeller.
- Borçlu şirketin çalışmaları esnasında elde ettiği gelirler bankaların kontrolü altına alındı, buna göre şirketin cirosu alacaklı bankalardaki hesaplara yatacak, giderler de bu hesaplardan ödenecek. Çok muhtemelen, bankalar genel kredi sözleşmesine koydukları bir maddeyle gelirleri de lehlerine rehin almıştır.
Bu konuda, bir önyargısı olmayan, iktidar partisine hınç duymayan herkes kabul eder ki, bankalarımızın aldığı güvenceler fazlasıyla yeterlidir, hatta aşırı teminatlandırmadan bile bahsedilebilir. Açıkça görülüyor ki, banka yöneticileri borçlu şirketi dört tarafından bağladıktan sonra krediyi kullandırmışlar. Şimdi de kredinin bankalara sağladığı verimliliği hesaplayalım.
Bankaların müşteriye kote ettiği kredi faizini oluşturan ilk unsur Libor'dur ki, (London Interbank Offer Rate) Londra'daki üç bankanın birbiriyle para alışverişlerinde uyguladıkları ortalama faiz oranını gösterir, Reuters'de ilan edilir. Bankalar kredi fiyatlaması yaparken, Libor faizini temel olarak alır, üzerine kâr payı (spread) eklerler. Turkuvaz AŞ'ye açılan kredinin faizi yıllık Libor + 4,85 (toplam 7,88) düzeyindedir; kotasyondaki kâr payını oluşturan 4,85 banka açısından cidden caziptir. Kredinin bu direkt randımanlarına ek olarak, bankaya sağladığı yan menfaatler de vardır. Bunlar bankadan geçecek şirket fonlarının faizsiz kullanımı ve akreditif, teminat mektubu gibi komisyon geliri sağlayan işlerdir.
Basında Euro faiz oranını gösteren Eurobor (Euro Bank Offer Rate) esas alınarak bazı firmalara verilen kredilerin faiziyle, doların Libor'u esas alınarak verilen yazımız konusu kredi faizi mukayese edilmektedir; bu elmalarla armutları karşılaştırmaktan farksızdır.
Böyle bir kredi için 10 yıl vade tanınması son derece doğaldır ve 10 yıl vadeli tüm yatırım kredileri mutlaka ödemesiz dönem içerir. Dolayısıyla bu noktalarda olağanüstülük aramanın hiç anlamı yoktur. Ayrıca, faiz hesaplaması borç bakiyesi üzerinden yapıldığından anapara ödemesiz dönemin ceremesini yine borçlu firma çekecektir.
En çok istismar edilen hususlardan damat meselesine gelince... Dünyanın hangi ülkesinde ve hangi bankasında olursa olsun, kredi başvurusu yapan firmanın başında Başbakan'ın bir yakınının olması sadece o firmanın kredibilitesini artırır.
Beni üzen tek husus, Türk bankacılığının bu olayda iyi bir sınav verememiş olmasıdır. Gönül isterdi ki, bu kredi özel Türk bankalarının oluşturduğu bir konsorsiyum tarafından verilsin ve büyük bir projenin her banka küçük bir kısmına katılsın. Şayet bu yapılabilseydi, risk dağıtılır ve spekülasyon yerine sektörde işbirliği havası oluşturulurdu.
30 Nisan 2008, Çarşamba Zaman Gazetesi
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Bazen köşe yazılarını, manşet haberlerini okurken, hatta televizyonda homojen yapıdaki haberleri izlerken gözüm kararıyor, midem bulanıyor... Başım dönüyor ve gözümün önünde felaket haber kareleri...
İçinden cımbızla çekebildiğim şu vardı dün;
Onca felaket ve şiddet karelerinde yanında bir kürdan dahi bulundurmaksızın taksime girmek isteyen ve sadece anma konuşması yapıp bir çiçek bırakmak isteyen emekçiler... Onlar senin benim, halkım, ülkem, adalet, eşitlik, ,demokrasi uğruna bizim için cop yedi, hırpalandı...
Sevgili dostlar ; devletin topu tüfeği, parası yani her tür gücü var... ya vatandaşın? tabiki biz hukukçuları ve halkı....
halkın gülmesi için gülümseyerek bakıyorum geleceğe... Kar4anlık yazılar kalsın bir köşede...
Sevgiler...
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Yazarlar
1 Mayıs 2008
Ahmet HAKAN ahmethakan@hurriyet.com.tr
Damat meselesi
AĞIR ekonomiden pek çakmam...
Bu nedenle içinde "spread", "libor", "Eurobond", "faiz hesaplaması", "aşırı teminatlandırma", "borç bakiyesi" gibi tabirlerin geçtiği yazıları sadece gözümün bir ucuyla tarar geçerim...
Zaman gazetesinin ekonomi sayfasında yayınlanan Sami Uslu imzalı "Ağır Ekonomi" yazısına, tam da işte bu geleneksel muamelemi çekiyordum ki...
Birden teknik tabirlerin arasına sıkışıp kalmış "damat" sözcüğünü fark etmeyeyim mi?
Tabii hemen durdum ve yazıya yoğunlaştım...
Çıkardığım sonuç şuydu:
Yazarımız makalesinde "teknik" açıdan Çalık Grubu'na verilen kredilerin ne kadar hakkaniyete uygun olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu.
Hem de ne kanıtlama!
Sanırsınız ki krediyi veren de, alan da yazarın kendisidir...
Teminat tammış... Hisseler rehin alınmış... Daha ne olsunmuş... Gelirler bankaların kontrolünde olacakmış... Ki bu müthiş bir şeymiş... Direkt randımanlar fevkalade cazipmiş... 10 yıl vade gayet doğalmış falan filan...
Dedim ya...
"Ağır ekonomi"den hiç çakmam...
Zaten makalede beni cezbeden "teknik" yaklaşım değil, "damat" kısmı...
* * *
O halde gelelim "damat Meselesi"ne...
"Zaman yazarı", koca makalesinde bu konuya iki cümleyle açıklık getirmeye çalışmış...
Diyor ki:
"En çok istismar edilen hususlardan damat meselesine gelince... Dünyanın hangi ülkesinde ve hangi bankasında olursa olsun, kredi başvurusu yapan firmanın başında Başbakan'ın bir yakınının olması sadece o firmanın kredibilitesini artırır."
Vay be!
Ben hayatımda nepotizmi, kayırmacılığı, siyasi nüfuzu bu kadar pişkince meşrulaştıran başka bir cümle okumamıştım...
Demek ki neymiş?
Dünyanın her yerinde "damat faktörü", kredibilite sağlarmış...
Buradan çıkaracağımız "ekonomi" dersi nedir?
Şudur: Kamu bankalarından kredi başvurusunda bulunmaya hazırlık yapan firmalar, kredibilitelerini artırmak için derhal bir "damat" bulmak durumundadırlar...
* * *
Vallaha "damat faktörü", ekonomide gerçekten de "kredibilite artıran" temel unsurlardan en önemlisi olabilir...
Ancak...
Bu faktör, bünyesinde avantajlar barındırdığı gibi riskler de barındırır...
Dolayısıyla bunun bir risk analizinin yapılmasında sayısız fayda vardır...
Bu risk analizini de her şeyden önce "damat" tarafının yapması gerekir...
Genç, dinamik, enerjik, ekonomiden çakan, yurtdışı görmüş ve iyi eğitim almış bir "damat", her şeyden önce "muhasebe" yapmaya da yatkın olur...
Mesela böyle bir "damat" der ki:
"Yahu şimdi biz bu krediyi şirket olarak bileğimizin hakkıyla alıyoruz... Ama bir de torba olmayan, dolayısıyla kolaylıkla büzemeyeceğimiz ağızlar var... O ağızlar, bizim damatlığımızı parmaklarına sararlar... Demediklerini bırakmazlar... Biraz düşünceli olayım... Hem kayınpederin başına da durup dururken bela açmayayım..."
Evet, bunları falan der ve bu muhasebenin sonucuna göre davranır...
Kısacası...
Etik metik dinlemeyen salt ekonomik gerçekler, "Damat faktörü kredibilite artırır" diye hükmünü verse de...
Etik ve siyasi gerçekler de, en azından damada böylesi sorumluluklar yükler...
Ama "vahşi kapitalist sistem", böyle damatlara hayat hakkı tanır mı, işte bunu bilemem...
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar-Gazete yazarlığı
Ortalık 56' ya gitmiş, Şabanın Dişlileri arasına çomak sokulmuş, Gaziantep'te imar yolsuzluğu ile trilyonlar götürülmüş, Deniz Feneri' ne Gemi çarpmış, şantajlar tehditler havalarda uçuşuyor
Ammaaaa bizim az muhterem çok gülveren Hasan Cemal' den bu konularda bir tek TIK yok. O hala Ermenistan sınır kapısında gümrüğe takılmış bekliyor.
RTE Aydın Doğan' a benim senin gibi satılık kalemşorlarım yok derken Hasan' ımı herhalde tenzih ederek söylemiştir. Zira onun kalemi RTE' ye kiralanmış durumda.
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar - Gazete yazarlığı
Siyah çerçeveli yazılar yazmak her zaman bir bedel ödemeyi zorunlu kılmıştır.
Alıntı:
Yataklık operasyonu mu?
- STAR gazetesinden Necdet Şen, geçtiğimiz günlerde Başbakan Tayyip Erdoğan’ın üslubunu eleştirmişti...
Son durum şudur:
Necdet Şen artık Star’da yazmıyor...
- Sabah gazetesi yazarı Nazlı Ilıcak, yazılarında hem Aydın Doğan’ı, hem de Tayyip Erdoğan’ı eleştiriyordu...
Son durum şudur:
Nazlı Ilıcak’ın yazıları birkaç gündür yayınlanmıyor...
Ahmet Hakan bugünkü hürriyetten
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar - Gazete yazarlığı
http://www.aksam.com.tr/images/yazar...rTurgut_51.jpg
Çetin Altan oğluna hiç terbiye verememiş
Babalık belki de dünyanın en zor işidir. Siz çocuğunuz ile ilişkide doğruları yapıyorum dersiniz ama aslında her şey yanlıştır. Sevginiz nedeniyle göremeyebilirsiniz de yanlışları... Çetin Altan'ın biliyorsunuz; iki erkek çocuğu var. Bir tanesinin adı Ahmet diğeri de Mehmet.
Ahmet Altan'ı romanları ile zaten tanıyoruz, şimdi gazete de çıkarıyor, çok iyi bir yazar.
Mehmet Altan ise bilim adamı, o da yazar. Kardeşi kadar iyi olmasa da idare eder düzeyde yazılar yazıyor...
Mehmet'i bir süredir ister istemez etrafta çok görmeye başladım. Çünkü liberal çete örgütü üyelerine büyük önem veren tüm televizyon kanalları her fırsatta onu ağırlıyor ve konuşturuyor.
Bilim adamı ve yazar olabilir ama ben hayatımda bu kadar zarafetten yoksun bir insan görmedim.
Her türlü fikri ifade ederken tavrı bana antika eşya satan dükkana girmiş olan filin davranışlarını hatırlatıyor. Adam durmadan etrafını kırıp döküyor. Sempati, empati gibi kavramlar hiç olmamış. Bunların anlamını bilmiyor gibi davranıyor.
Örneğin; Türkan Saylan Hanım'ın evi aranırken, bir canlı yayına bağlanıp 'Neye göre saygınlık, hangi kritere göre saygınlıktan bahsedeceğiz' diye konuşabiliyor.
Aslında haksız da değil ilke olarak. Bir insan toplumda saygın diye, o otomatikman suçsuz olacak diye bir şey de yok tabii ki... Teorik olarak olabilir. Ama benim 'Adamda zarafet, şıklık hiç yok' derken, söylemek istediğim şey de aynen bu zaten. Neyi, ne zaman konuşacağını bilememek ve doğru bir şey söylüyorsa bile onu mümkün olan en kaba, en itici şekilde ifade etmek gibi bir üslup sorunu var adamda.
Yine bir başka kanalda Ali Saydam ile tartışırken, Ali Saydam 'Keşke bu tür programlarda askerler de konuk olsalar' dediğinde adam bu sefer büyük bir terbiyesizlik de yaptı ve Ali Saydam'a 'Zaten siz o kontenjandan buradasınız' deyiverdi.
Ona göre Ali Saydam askerin kontenjanından bulunuyormuş orada.
Kendisiyle aynı görüşte olmayan herkes ya darbeci ya ulusalcı ya da askerin adamı olmak zorunda ya; o da damgasını vuruveriyor hemen.
Ağzı gerektiğinde iyi laf yapabilen Ali Saydam nedense ona cevap vermedi.
Bu tür davranışlar nedir, neyin göstergesidir biliyor musunuz?
Bunlar, 'Biz aldık başımızı gidiyoruz. Artık bizi kimse tutamaz, önümüzde kimse duramaz' diye düşünmeye başlayan güç sarhoşu bir kendini bilmezin aile terbiyesinden yoksun davranışlarıdır.
Ben bu türden insanlara 'liberal faşistler' dediğimde herkes bu kavrama şaşırdı. Liberal ile faşistin birbirine yakışmadığını filan söylediler.
Doğrudur da; hakikaten yakışmazlar birbirlerine. Çünkü gerçek liberal; her türlü fikre saygı göstermeyi bilen, farklı fikirlerden korkmayan bir insandır.
Ancak bizde kendisine liberal diyen insanlar, kendilerinkinden farklı düşünce sahibi her insanı düşman olarak görüyor ve susmasını istiyor. Bu yüzden de 'liberal faşistler' onlar.
Ben şimdilerde bir şeyi merak diyorum. Evet; insan saygın olsa da suçlu olabilir ama Türkan Hanım'a bu davranışlar yapılırken acaba Çetin Altan neler hissetti?..
Onun gibi bir adamın Türkan Hanım'ı sevmemesi mümkün değil.
Düşünsenize; nerdeyse tüm yaşamınızı sıradan Türk insanının çağdaşlaşması hayali üzerine yazılar yazarak geçirmişsiniz. Şimdi de hayatını fakir ailelerin çocuklarını eğitmeye adamış kadınlara kötü davranılıyor. Kendisine dürüst olan bir yazarın buna tepki göstermemesi mümkün mü? Acaba Çetin Bey son günlerde neredeyse her kanala çıkıp son olayları değerlendiren oğlu Mehmet'in zarafetten tamamen uzak lafları hakkında neler düşünüyordur?..
Ahmet ise edebiyatçı duyarlılığına sahip bulunduğundan, doğal olarak hiçbir zaman şık davranamayan kardeşi kadar kabalaşamıyor.
Ahmet Altan son olayların olduğu gün yazdığı yazıda 'Onun evini bastıklarını duyduğumda içim sıkıştı' diyordu...
Benim sadece aradığım da her insanın düşüncelerinde, bu insani boyutun, bu duyarlılığın varolması...
Siz darbe karşıtı olun tabii ki... Olun; bu amaç uğruna sonuna kadar da birlikte mücadele edelim.
Avrupa idealiniz de olsun... Yaşamımız sürecinde 'Avrupalı Türkiye'yi inşallah görürüz... Biz göremesek de çocuklarımız görür inşallah.
Ama bütün bunlar 'Darbeye karşıyız' diyerek, 'Darbecilerle mücadele ediyoruz' diyerek harekete geçenlerin bu açıkladıkları hedef dışında başka gizli hedefleri de olabileceğinden kuşku duymamızı da engellememeli değil mi?.. 'Liberalim' diyebilmenin şartı da illa tarikatlara mı teslim olmaktır?..
Ahmet, Mehmet, çocuklar; babanız size daima kuşkucu olmayı, size anlatılan hiçbir şeyi direkt olarak, hiç sorgulamadan otomatikman gerçek gibi kabul etmemeyi öğretmedi mi?
Mutlaka öğretmiştir. Çünkü Çetin Altan'ın yazılarının hemen hepsinde bu kuşkuculuk var. O babanın çocukları olarak sizler bu basit gerçeği göremiyorsanız, eh aptal da olmadığınıza göre o zaman bunu ya görmek istemiyorsunuzdur ya da bir kötü niyetiniz var demektir.
AKP'nin ihtiyacı olduğu kadar ve sadece onun izin verdiği kadar liberal olabilen insanlar bu ülkeye direkt olarak, tarikatçı insanlardan, yani yoldaşlarından çok daha fazla zarar veriyor.
Çünkü siz bu liberal faşistleri bazen hayat tarzları açısından kendinize yakın gibi hissedebiliyorsunuz ve nasıl olsa zarar gelmez onlardan diyerek sırtınızı dönebiliyorsunuz. Onlar da kendilerine en uygun anda sizi arkanızdan bıçaklayıveriyorlar.
Tekrar ediyorum; aradığım tek şey Türkan Hanım gibi insanlara biraz sempati duyabilmeleri ve o tür işlerde bazı haksızlıklar olabileceğini görmeye başlayıp biraz da kendilerini sorgulamalarıdır... Bu yapıldığı takdirde inanınız tüm düşünce sistematiği de değişecektir.
Yoksa askere düşmanlık gözünüzü karartırsa hem insanlıktan çıkabilirsiniz hem de gerçek darbecileri, demokrasi düşmanlarını, bu ülkede kalıcı bir şekilde engellemek, cezalandırmak fırsatı da kaçabilir.
Ben Marksist olarak askere düşman değilim ama hem darbelere hem de darbeci zihniyete sonuna kadar karşıyım. Dahası bir Marksist olarak laiğim ama din düşmanı da değilim. Fakat tarikatların Türkiye'ye zarar verebileceğini de düşünüyorum.
Tüm bunların hepsinin bir arada olabileceğini, hepsinin bir kimlikte yan yana nasıl uyumla yaşatılabileceğini bıkmadan, usanmadan anlatacağım.
-
Re: Siyah çerçeveli yazılar - Gazete yazarlığı
http://www.aksam.com.tr/images/-.png
http://www.aksam.com.tr/images/+.png
http://www.aksam.com.tr/images/yazar/OrayEgin_98.jpg
Serdar Turgut'u Altanlar konusunda ikna ettim
Bir süredir Serdar Turgut'la gerek karşılıklı yazışmalarımızda, gerekse de sohbetlerimizde üzerinde anlaşamadığımız bir konu var. Konu demektense, bir tavırla ilgili bir mesele demek daha doğru. O benim kimi insanlarla ilgili yazılarımda 'insani' boyutu ihmal ettiğim görüşünde. Ben ise onun yaşı ilerledikçe haddinden fazla hoşgörülü olduğunu, bir yazarın itibarını dürüstlük ve acımasızlık üzerine kurması gerektiğini söylüyorum. Eğer her harekette insani bir boyut ararsak eleştirdiğimiz kişinin ihtiyacı duyduğu meşruiyet araçlarını da önlerine sürmüş oluruz.
Bana kalırsa hiçbir şekilde içinden çıkılmayacak bir tartışma, ikimizin de haklı tarafları olduğuna inanıyorum.
Ama eğer bu bir maçsa, dün sabah uyandığımda aramızdaki bu müsabakada benim 1-0 önde olduğumu gördüm. Hadi bu kaba bir tabir oldu; bir şekilde Serdar Turgut'u ikna ettiğimi fark ettim.
'Çetin Altan çocuklarını hiç iyi yetiştirememiş' diyordu dünkü yazısında Serdar Turgut; bir süredir herhangi bir terbiyeden ve nezaketten nasibini almamış kaba yorumlar yapan Mehmet Altan'dan bahsediyordu. Altan, bir süredir irrite edici bir ekran karakterine dönüştü. Neredeyse bir meczup üslubu kullanıyor; asıyor, kesiyor, atıyor, tutuyor. Herhangi bir etik filtreleme ya da saygı da yok.
Ayrıca, herhangi bir 'insani' tarafı da yok Altan'ın üslubunun. Doğrusu, bu ailenin bu tavrına karşılık bir insani yaklaşık da göstermek de mümkün değil.
Serdar Turgut'la Altanlar konusunda yakın çizgiye gelmemize sevindim: Evet, bu meselenin özünde babasının çocuklarını yetiştirememiş olmasının verdiği bir sakatlık var. Bu çok ortada.
Hadi bugün insani açıdan yaklaşayım meseleye.
Hepimiz, birilerinin çocukları olarak, öyle ya da böyle sakat yetiştik. Ama pek çoğumuzun anne-babaları sıradan insanlardı. Benim ailem de mümkün olduğu kadar düz, normal, sıradan insanlardan oluşuyordu mesela. Egolarıyla beni şekillendirmeye, benden bir heykel yaratmaya çalışmadılar. Zannedersem, sakatlıklarımın pek çoğu kendi eserim.
Oysa Ahmet ve Mehmet Altan kardeşlerin babaları tarafından sakatlanmış çocuklar olduğunu görmek mümkün. Aynı durum, Çetin Altan ve kendi babasının ilşkisi açısından da geçerli.
Mesela, çok zor durumda kaldığında babasından yardım istiyor Çetin Altan ve aldığı yanıt 'Hangi taş sertse gitsin başını ona vursun.' Bu acımasız aile ilişkilerine empati kurmam mümkün değil, ama eminim Altanlar'la ilgili pek çok şeyi de bu küçücük cümle açıklar.
Çetin Altan, çocuklarını nefret dolu yetiştirmiş. Kim bilir, belki de kendi geçmişine, ailesine duyduğu nefret ve intikam hissinin yansıması olarak. 70'li yıllarda, genç insanları nefretle dolduruyordu. Sonra pek çok genç öldü, o 'kanaat önderi', o ideolojik lider ise viskisini yudumladı.
Mehmet Altan'ın durumu daha da vahim: Babası ya da ağabeyi kadar yetenekli olamayacağını anladığı gün dramı başladı diye tahmin ediyorum. Sanırım, ailede adam yerine konma sürecini akademik eğitimiyle tamamladı. Böylece okul hayatı pek başarılı olmayan Ahmet Altan'a karşı kullanabileceği bir koz vardı elinde.
Ahmet Altan'ın da durumu benzer. Yazık ki o da kelimeleri ne kadar iyi kullanırsa kullansın hiçbir zaman babası kadar usta bir yazar olmayacağını bilmenin ezikliğiyle yaşıyor, yaşamak zorunda. 'Bir kadının memesine vatanı satarım' gibi marjinal olma iddiasındaki cümleleri, maalesef babasının 'Köylere tenis kortları açılsın' cümlelerinin gölgesinde kalacak kadar zorlama duruyor.
Kim bilir, belki benim de babam Çetin Altan olsaydı ben de benzer bir eziklik duyardım. Bu eziklikten dolayı da dünyaya nefret saçar, etrafıma öfke ve intikamla bakardım.
Nezaket ve terbiye konusunda da söyleyeceğim bir çift söz var: Hepimizin bildiği, tanıdığı, muhabirliğe yeni adım atan pek çok gazetecinin karşılaşınca ufak bir sarsıntı geçirdiği Çetin Altan terbiyede konusunda da, nezakette de sınıfta kalır. Dünyanın en küstah, terbiyesiz, şımarık, arsız ve saygısız adamlarından biridir bildiğimiz Çetin Altan. Belki onu Çetin Altan yapan da biraz bu snobizmdir, ona yakıştığı bile söylenebilir. Neyse ki yazarları karakterleriyle değil, yazarlıkla değerlendirmek gerektiğini bilmem onun kaleminden zevk almamı engellemedi.
Ama yazık ki babalarına öykünen çocuklarda bütün bu özellikler 'kopyalanmış' olduğu için eğreti duruyor, sırıtıyor ve göze batıyor. Mehmet Altan'ın televizyon kanallarındaki terbiyesiz tutumu da budur; temel aile terbiyesinden nasibini almamışlık besbelli. Ve bu eğretilik Mehmet Altan'ın ciddiye alınmasının önündeki en büyük engel. Ne acı!
Serdar Turgut umarım mutlu olmuştur. Altan ailesine yönelik en insani yaklaşımımı sergiledim. Maalesef bunlar dededen damada birbirlerinden bağımsız değerlendirilemeyecek kadar patolojik bir bütündür.
Altan ailesinin artık kendi iç meselelerini çözmesinin vakti gelmiştir. Bir ailenin nefreti Türkiye'ye, Türkiye'nin entelektüel hayatına zarar veriyor, terör yaratıyor.
Bu teröre karşı daha ne kadar insani olunabilir Serdar Turgut?
-
Cevap: Siyah çerçeveli yazılar - Gazete yazarlığı
-
Cevap: Siyah çerçeveli yazılar - Gazete yazarlığı
Dün Sabah Gazetesi yazarı Emre Aköz HSYK’da alevi ağırlığına dikkat çekerek HSYK’da olumsuz bulduğu kararları üyelerin Alevi olmasına bağladı. Emre Aköz, nüfusun %15’i Alevi olan bir ülkede HSYK üyelerinin yarısının Alevi olması doğru mu diye sordu. Aköz’ün HSYK’ya ilişkin yaptığı bu mezhepsel analiz Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali BAlkız tarafından cevaplandı. Ali Balkız bugün yaptığı açıklama ile Emre Aköz’e yanıt verdi.
İşte o yanıt:
“Sabah Yazarı EMRE AKÖZ sordu:
“Savcının dediği mezhep hangisi?”
Biz yanıt verelim: Alevilik.
23 Temmuz 2009 günü Sabah Gazetesindeki köşesinde Emre Aköz adlı kişi yazısına böyle bir soruyla başladı.
S Haber’deki bir programa atıfta bulunarak Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK)’nun uzun yıllardır sistemli bir biçimde siyasallaştırıldığını, bazı kararların mezhepsel kaygılarla alındığını, bu yönde bir kanaat olduğunu aktararak sorular sordu:
“- Gerçekten Yüksek Yargı bir mezhebin hakimiyetinde mi?
- Yüzde 15 nüfusa karşın: HSYK’daki koltukların yüzde 50’sinin bu mezhep mensuplarından oluşması normal mi?
Hele hele bir de CHP’ye oy veriyorlarsa, Cumhuriyet mitinglerine katılıyorlarsa,
Ergenekon’a inanmıyorlarsa…”
Biz istediğimiz kadar; insan olmaktan, insani değerleri ön plana çıkartmaktan, eşitlikten, kardeşlikten, barıştan yana sözler söyleyelim, laikliğe, demokrasiye vurgu yapalım, eşit yurttaşlık hakkı isteyelim, bu ülke hepimizin diyelim… Ne yaparsak yapalım; Muaviye soylulara yaranamıyoruz. Emre Aköz benzeri aklı mı kıt, kalemi mi kirli, zihniyeti mi bozuk, vicdanını mı kiralamış belli olmayan bir yezit çıkıp, bu çağda yukarıdaki soruları sorabiliyor. Gözünü kırpmadan ayrımcılığın daniskasını yapabiliyor.
Emre Aköz gibi bir zat-î muhterem; Hukuk Fakültesine nasıl girilir, nasıl mezun olunur, Hakim ve Savcı olabilmek için hangi süreçler yaşanır, sonrasında nasıl terfi edilir, hangi makama kim nasıl seçilir?... Bunları bilmiyor olabilir mi? Hadi kendisi bilmiyorsa, kaynak kişi olarak gösterdiği, Yargıtay Cumhuriyet emekli Savcısı Ahmet Gündel de mi bunu bilmez.
Bal gibi bilirler.
Ama amaç; AKP’nin henüz Yökleştiremediği, Kütükleştiremediği, HSYK olunca, konuyu bir mezhebe getirerek, bu mezhebi ve onun mensuplarını karalayarak, belki daha kolay olur yolunu seçmek, belden aşağıya vurmanın da ötesinde Muaviye zihniyetinden başka bir şey değildir.
Emre Aköz ve benzerleri şunu bilsinler ki, bizler uzun tarihimiz boyunca; bu tür hakaretleri, aşağılamaları, iftiraları çokça yaşadık. Efsunluyuz artık.
Önerimiz şudur:
Yeni bir yol bulun.
Daha önce denenmemiş olsun.
Şimdi biz de kimi sorular soralım:
İlk soru Emre Bey’e;
Nüfusun %15’i kastettiğiniz o mezhebe mensup ise eğer; 81 validen, 1000 kaymakamdan, onca müsteşardan, generalden, emniyet müdüründen, müfettişten, daire müdüründen, okul müdüründen, kendi gazetesindeki köse yazarlarından, muhabirlerden, hatta çaycılardan kaçı Alevidir acaba?..
100 bin personele mensup DİB’de bir Alevi Çaycı-Odacı var mıdır acaba?...
Hangi seçmenin hangi partiye oy verdiğini, kimin hangi mitingde yürüdüğünü merak etmek, bunu bir eleştiri konusu yapmak, demokrasi anlayışıyla mı bağdaşır daha çok, faşistlikle mi?
- Sabah Gazetesi yöneticileri, bu adamı o köşede tutacak mısınız?
- Siz Aleviler-Sünniler, birbirine kardeş diyen laik, demokrat, vicdan sahibi, sağduyu sahibi, toplumumuzun bir ve bütün olduğunu savunan, farklılıklarımızı zenginliğimiz olarak değerlendiren gönlü geniş, engin yurttaşlar; Emre Aköz ve benzerlerini okumaya, yazdığı gazeteyi satın almaya devam edecek misiniz?...
Saygılarımızla.
Ali Balkız”
Odatv.com
24 Temmuz 2009
-
Cevap: Siyah çerçeveli yazılar - Gazete yazarlığı
BÜYÜK ÜSTADIN HASAN CEMAL SIKINTISI
http://www.odatv.com/images/2009_12/...12091200_l.jpg
"Kızım sen beni tanıyor musun?"
13.12.2009 16:53
Hasan Cemal'in meslekteki 40. yılı Yakup Restaurant'ta bir yemekle kutlandı.
Milliyet haberi pazar günü "Büyük ustanın 40. yılı" diye verdi.
İç sayfadaki habere bir kutu eklenmiş ve davete katılanların adları verilmiş.
Lube Ayar imzalı haberde davetliler listesinin en başında da Hasan Pulur adı var.
Hasan Pulur'un telefonları dün sabahtan itibaren çalmaya başlıyor
Eşi dostu:
- Yahu senin ne işin vardı o gecede, diye sitem ediyor.
Çünkü gece adeta ikinci cumhuriyetçilerin gecesi...
Hasan Pulur gazeteyi açıyor. Şaşırıyor. Kızıyor.
Muhabir hanımı arayarak soruyor:
- Kızım sen beni tanıyor musun?
- Evet hocam
- Peki ben orada mıydım?
- Demek ki benzettim hocam...
Hasan Pulur adının üzerine düşen şaibeyi temizlemek için pazartesi günkü yazısına bir açıklama koyacağını dostlarına söylüyor.
Odatv.com