 |
T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
Esas No : 1997/4-327
Karar No : 1997/765
Tarih : 1.10.1997
Yargıtay içtihatları bölümü
Yargıtay Kararı
HAKSIZ FİİL
SORUMLULUK KOŞULLARI
KARAR ÖZETİ : Bir paydaşın Şufa davası açması ve Şufa bedelinin muvazaalı olduğunu öne sürmesi sebebiyle uğranılan zararın giderilmesinin istenebilmesi için, davalı paydaşın hukuka aykırı bir davranışının belirlenmesi ve sosyal (genel) ahlaka aykırılık teşkil eden bir eylemle, davacıyı zararlandırmak amacıyla hareket etmiş olduğunun kanıtlanması zorunludur.
(2709 s. Anayasa m. 36)
(818s. BK.m. 41)
(743 s. MK. m. 2)
Taraflar arasındaki "tazminat" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; (İstanbul Asliye 2. Hukuk Mahkemesi)nce davanın reddine dair verilen 28.6.1994 gün ve 1993/489 E-1994/341 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi'nin 15.3.1996 gün ve 1995/5599-1996/1889 sayılı ilamiyle; (.... Davacı, davalı yanın aleyhine açtığı önalım davasını, ilk oturumda kabul etmeme rağmen, davalının bedelin danışıklı olduğunu ileri sürmek suretiyle işi sürüncemede bıraktığını, davanın kötü niyetle uzatıldığını, önalım bedelini zamanında alamamaktan dolayı, para değerindeki önemli düşme nedeniyle zarara uğradığını belirterek tazminat isteminde bulunmuştur.
Davalı, açtıkları önalım davasında, bedelin danışıklı olduğunu ileri sürmelerinin yasal hakları bulunduğunu, bundan dolayı davacının zarar görmüş sayılamayacağını, yasal bir hakkın kullanılması sonucu kötü niyetten söz edilemeyeceğini savunmuş ve davanın reddini istemiştir.
Mahkemece, davalı yanın açtığı önalım davasında, bedelin danışıklı olduğu iddiasının ileri sürülmesinde, davalıya yüklenecek kusurdan söz edilemeyeceğini, ayrıca zarar ve illiyet bağıda mevcut olmadığını belirterek istemin reddine karar vermiştir.
Dosyadaki delil ve belgelere göre; taraflar yapı kooperatifidir. Davalının da paydaşı bulunduğu bir taşınmazdan davacı yanın üçüncü kişilerin payını satın alması üzerine davalı, yasal süre içinde önalım davasını açmıştır. Ancak, davayı açarken tapuda gösterilen bedelin danışıklı olarak fazla gösterildiğini de iddia etmiştir.
Tapuda yapılan satışta taraf olmayan davalının böyle bir iddia ileri sürmesi, dava hakkının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Ancak, her hak gibi dava hakkı da sınırsız değildir. Medeni Kanunun 2. maddesinde, "Herkeshaklarını kullanmakta ve borçlarını ifada hüsnüniyet kaidelerine riayetle mükelleftir," ilkesi yer aldıktan sonra devamla, "Bir hakkın sırf gayri ızrar eden su istimalini kanun himaye etmez" kuralını da getirmiştir. Bununla amaçlanan husus şudur. Herkesin hareket etmesinin zorunlu olduğu ve ayrıca bir hakkın başkasını zarara sokmak için kullanılamayacağıdır. Eğer bir hakkın kullanılması, kullanana bir yarar sağlamıyor veya sağladığı küçük yarara rağmen, karşı tarafta büyük zararın doğmasına neden oluyorsa, böyle bir hakkın, dayanağı yasalda olsa, kötüye kullanmanın var olduğu kabul edilmelidir. Eğer bir hakkın kullanılması sonucu çıkarlar arasındaki dengenin önemli ölçüde bozulduğu açıkça anlaşılıyorsa, orada hakkın kötüye kullanıldığının kabulü gerekir. Diğer bir anlatımla, hiçte gerek yokken, hakkın kullanılması sonucu, kullanana bir yarar sağlamamanın yanında karşı taraf için yıkım ölçüsünde bir zararın doğumuna neden oluyorsa kötüye kullanmanın var olduğu kabul edilmelidir. Ayrıca, kullanılan hak, soyut değil, somut olgulara dayanmalıdır. Bir hak, sırf yasalarda tanındı diye kendisine bir yarar sağlamayacağı, ancak kullanılmakla, karşı tarafa önemli zararlar verecekse, bunun kullanılmasının, karşı tarafı zararlandırmaya yönelik olduğu sonucuna varılmalıdır.
Hak sahibinin, hakkını kullanmada iyi -kötü niyetli olduğunu saptamak, kullananın iç dünyası ile ilgili olduğu için bunu belirlemek, son derece güçtür. Diğer bir anlatımla kullananın gizli niyetinin tespiti oldukça zordur. Ancak, bunun belirlenmesi her somut olaydaki durum gözetilerek, dışa yansıyan olgulara göre belirlenmelidir. Bundan dolayıdır ki, bir olayda hakkın kötüye kullanılıp- kullanılmadığının tespiti; işin özelliği, yanların durumu, davranış biçimleri gibi tüm olgular gözetilerek saptanmalıdır.
Davaya konu olan uyuşmazlıkta, taraflar kooperatiftir. Kooperatifler yasasına göre, bu tür kuruluşların her türlü iş ve işlemleri kayda tabidir. Bir taşınmaz alımında, taşınmazın bedeli, tapuda ve kooperatife ait defterde ne ise öyle olması zorunludur. Davalı da bir kooperatif olması nedeniyle bunu çok iyi bilmekte, hatta bilmesi de gerekmektedir. Bundan çıkan sonuç şudur. Kooperatif olan davacının, tapuda ayrı, gerçekten ayrı bir bedel göstererek taşınmazı satın alması önemli bir hukuki hatadır. Hatta suçtur. Bu şekilde davranan yöneticilerin hukuken sorumlu olacakları tabiidir. Bundan dolayı da, davacının bedelde danışıklı olarak hareket ettiği sayı, çok ciddi delillere dayanmalıdır.
Somut olayda davalı, davacının üçüncü kişinin tapudaki payını 12.10.1988 tarihinde satın aldıktan, bir gün sonraki ihtarname ile davalıya bildirimde bulunmuştur. Bunun üzerine davalı, 10.11.1988 tarihinde ve bir aylık süre içinde ön alım davasını açmakla, bedelin danışıklı olduğunu, net bir rakam belirtmeden AZAMİ 4.250.000.000 lira olduğunu ileri sürmüştür. Delil olarak da, emsal tapu kayıtları, diğer resmi belgeler; Tanıklar vs. delillere dayanmıştır. Davalının bu iddiası üzerine, davacı, bedelde bir danışıklık olmadığını davayı kabul ettiklerini ilk oturumdan önce mahkemeye bildirmiştir. Davalı 19.12.1988 günlü cevap dilekçesinde, tapudaki bedelin doğru olduğu savunulduğuna göre, davanın kabul edildiği düşünülemez. Bedeldeki danışıklık iddiasını bildireceği, delillerle kanıtlayacağını ileri sürmüştür. İlk oturuma, davalı yanın iki vekilinden biri mazerette bulunarak, diğeri de davadan çekildiğini bildirerek duruşmaya katılmamışlardır. Mahkeme, davalı yanın mazeretini kabul etmekle birlikte, gönderdiği davetiyede, 30 gün içinde itiraz edilmeyen bedelin yatırılmasını istemiştir. Ne var ki, davalı yan, nakit değil, teminat mektubu ile bu isteği yerine getirme yoluna gitmiştir. Davacının nakit yerine teminat mektubunun yatırılmasındaki itirazına karşı davalı vekili 20.2.1989 günlü oturumda, önceki duruşmada (belki dilekçe diyecek) arkadaşlarının fazla söylediğini, aslında bedelin 3.000.000 (üç milyon), (bunun üç milyar olduğu söylenmiş, tutanağa üç milyon geçtiği anlaşılıyor) olduğu belirtilmiştir. Ayrıca davacının başka bir pay üzerine koydurduğu intifa hakkının iptali için dava açtıklarını, bu dava ile birleştirilmesi gerektiğini de ileri sürmüştür. Mahkeme, 20.2.1989 günlü oturumda, bedelin nakit olarak bir ay içinde yatırılmasını ve bedeldeki danışıklık içinde delillerinin ibrazını belirtmiş, bunun üzerine davalı, bedeli yatırmaz ve 7.3.1989 günlü dilekçe ile hakimin reddi isteminde bulunmuştur. Bundan sonra yapılan 8.3.1989 günlü oturumda davalı, parayı nakit yatırmaları halinde ayda 300 - 400 milyon lira zarara uğrayacağını, bundan dolayı ara kararından dönülmesini istemiştir. Mahkemece bu talep kabul edilmemiş ve bedelin verilen sürede yatırılmadığını belirterek davayı reddetmiştir. Bu kararın bozulması üzerine, mahkeme hakimi eski kararında direnmiştir. Bundan sonra ve 18.7.1990 gününde yapılan oturumda, davalı, 17.71990 günlü dilekçesinde, bedeldeki danışıklık olduğu iddiasından vazgeçtiğini ifade ile bedeli nakden yatırdıklarını, istemlerinin kabulüne karar verilmesini istemiştir. Buna rağmen, çeşitli nedenlerle dava bir süre daha uzamış ve 13.3.1991 de ikinci defa esastan karara bağlanmıştır.
Özet olarak yukarıda aktarılan olgulardan da anlaşılacağı üzere açılan ön alım davasında, asıl konu, tapu iptaline ilişkin istem, davacı tarafından kabul edilmiştir. Tüm uyuşmazlık, bedele yönelik bulunmaktadır. Zaten davada sırf bu yüzden uzamıştır. Davalı, o davayı açarken, bedeldeki danışıklığın kanıtlanmasına ilişkin dilekçesinde belirttiği hiçbir kanıtı mahkemeye sunmamıştır. Hatta, mahkemenin 20.2.1989 günlü oturumda, davalıya bu konuda önelde vermesine, bundan sonra davalının 7.3.1984 günlü bir dilekçe sunmasına rağmen, 8.3.1989 günlü oturuma kadar hiçbir kanıt ibraz etmemiştir. Her ne kadar önalım davasına ilişkin dosya arasında, delille ilgili bir dilekçe bulunmakta ise de, bu dilekçede tarih mevcut olmadığı gibi, bu dilekçenin verildiğine ilişkin havale ve mahkeme tutanaklarında hiçbir beyan ve alındığına dair bir kayıt da bulunmamaktadır. Özellikle davalının delillerini sunması için 20.2.1989 günlü oturumda verilen önele rağmen, bu ara kararının irdelendiği 8.3.1989 günlü oturumda, anılan dilekçenin mevcudiyetinden söz edilmemiştir. Bu durum gözetildiğinde, dilekçenin verildiğinden söz edilemez. Zatın davalı yanda, hiçbir iddia ve savunmasında bu dilekçeden söz etmemiştir. Dilekçenin usulüne uygun biçimde dosyaya girmediği anlaşıldığından delil olarak sunulduğu kabul edilemez. Böylece davalı yanın ön alım davasındaki davranışları ile davanın uzamasına gereksiz olarak neden olduğu sonucuna varılmıştır. Davalı, bu uzatma sonucu, davacının tam olarak hakkına kavuşmasını engellemiştir. Para değerindeki düşüş herkesçe bilinen bir gerçektir. Davalının kendisi dahi, 8.3.1989 günlü oturumunda, bedeli nakit yatırmaları halinde ayda 300 - 400 milyon lira zarara uğrayacaklarını beyan etmiştir. Bu kaybın nedeni de para değerindeki düşüş olduğu açıktır.
İşte davacı, açıklanan bu yönleri gözeterek eldeki davayı açmıştır. Mahkemede öncelikle incelemesinde davalının kusurlu davrandığını, zararın gerçekleştiğini kabul etmiş olacak ki, zararın belirlenmesi için dosyayı bilirkişiye vermiştir. Bu amaçla davacının bir takım giderler yapmasına da neden olmuştur. Bu tür olaylarda kusur ve illiyet saptanmadan zararın kapsamının belirlenmesine gidilmesi, usul hükümleri ve yargılamanın yapısı ile bağdaşmaz.
Hukuk, kişiler arasındaki çıkar uyuşmazlıklarını dengeleyen, şayet bu dengeler hukuka aykırı olarak bozulmuşsa, bunları düzelterek eski durumu sağlayan kuralların bütünüdür. Somut olayda, davalının hiçte nedeni bulunmayan bir iddia ile hakkını kötüye kullandığı, böylece davacıyı zarara uğrattığı sabittir.
Mahkemece yapılacak iş, zarar kapsamını belirlemekten ibaret olmalıdır. Bu yönleri gözetmeden yazılı gerekçe ile davanın tümden reddi usule, yasaya ve dosyadaki maddi olgularla bağdaşmadığından kararın bozulması gerekmiştir...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir
Temyiz Eden: Davacı vekili
Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, hukuksal nitelikçe BK.nunun 41. maddesine dayalı uğranılan zararın giderilmesine ilişkindir. Öncelikle belirtelim ki, Özel Dairece benimsendiği üzere kural olarak bir paydaşın Şuf'a davası açması ve Şuf'a bedelinin muvazaalı olduğunu öne sürmesi "Hak arama Hürriyeti" içinde Anayasal Temel Haklardandır (T.C. Anayasası Md. 36). Uyuşmazlığın çözümü, bu hakkın meşru vasıta ve yollarla ve hukuka uygun tutum ve davranışlarla kullanılmış olup olmadığının belirlenmesinde toplanmaktadır. Hemen vurgulayalım ki yargı mercileri önünde say, savunma hakkı meşru vasıta ve yollardan sapılarak hakkın arkasına kötü niyetle sığınılıp, ahlaka aykırı davranışlarla ve karşı tarafı zararlandırmak amacıyla kullanılmış ise doğan zararın giderilmesi gerektiğinde kuşku ve duraksamaya yer. olmamalıdır. Açıklanan yasal kuralların ışığında; Davanın dayanağı ve maddi olgusunu oluşturan, taraflar arasındaki Şuf'a davasında görünen, yargılamanın kendine özgü seyri ve Kanun yollarındaki aşamaları ile toplanan deliller, say savunma ile birlikte karşılaştırılıp değerlendirildiğinde; BK. 41/1. maddesinde anlamını bulan davalının hukuka aykırı bir davranışı nın belirlenmediği anlaşılmıştır. Davanın maddi olgu ve delilleri, daha çok hukuki tartışmalara açık ve elverişli, makul Say ve Savunmayı ortaya koymaktadır. Farklı bir anlatımla, doğru ve adaletli düşünen insanların ahlaki duygularına uygun davranışların sınırı içerisinde kaldığını göstermektedir. Varsayalım ki, BK. 41/1 'deki yasal koşullar vücut bulsa dahi bu sonuç davalının giderimle sorumlu tutulmasına yeterli kabul edilemez gerçekte de; Davanın hukuki yapısı ve somut olayın özelliği BK. 41/1'de anlamını bulan, Sosyal (genel) ahlaka aykırılık teşkil eden bir eylemle, başkasını zararlandırmak amacıyla kasten hareket edilmiş olma koşulunun aranmasını ve bunun kanıtlanmasını zorunlu kılmaktadır. Oysa, davada, az yukarıda açıklanan BK. 41/ll'deki giderime yol açacak, genel ahlaka ters düşen, sırf davacıyı kasten zararlandırma amacına yönelik, hukuka aykırı bir davranış kanıtlanamamıştır. Açıklanan nedenlerle yerel mahkemenin direnme kararı yasaya uygundur ve onanmalıdır.
S o n u ç: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle (ONANMASINA), temyiz ilam harcı peşin alınmış olduğundan başkaca harç alınmasına mahal olmadığına, 1.10.1997 gününde ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY YAZISI
Davacı kooperatif vekili, davalı kooperatif tarafından çok önce açılan şuf'a (önalım) davasını ilk oturumda kabul etmesine karşın, bu davalının açmış olduğu anılan davada, hiçbir delili olmadan kötü niyetli olarak muvazaa iddia etmiş olduğunu ve kasıtlı biçimde de, şuf'a bedelinin ödenmesini geciktirdiğini ileri sürerek, müvekkilinin zarara uğradığını belirtmiş ve bu zararın tazminine karar verilmesini istemiş bulunmaktadır.
Davalı kooperatifin, işbu davadan önce şuf'a davasını açması, Anayasal bir haktır. Ancak, her hak gibi, bu dava açma hakkının da iyi niyetli kullanılması gerekir. MK.nun 2. maddesinde, bir hakkın başkasını zarara uğratmak için kullanılamayacağı öngörülmüştür. Bir hak,sırf yasalarda kabul edilmiştir görüşüyle, hiç bir delil olmadan dava açılarak kullanılmamalıdır. Aksi halde, diğer tarafa zarar verilmiş olur ve bunun olağan sonucu da, bu zararın tazminini gerektirir.
Açılmış bulunan bir davada, tarafların bu davayı sona erdirmek üzere iyi niyetli hareket etmeleri gerekir. Yani, uyuşmazlığın tarafları iyi niyetli olarak, bu uyuşmazlığı en kısa sürede sona erdirmek üzere gerekli çabayı göstermelidirler. Somut olay bakımından, iş bu davada davalı olan kooperatif, önceki davada davacı durumundadır. Bu davacı tarafın, önceki davayı açarken iddiasını hangi nedenlere dayandıracağını önceden saptamalı ve delillerini de hazırlamalıydı. Anılan davadaki davacı kooperatif, şuf'a bedeli yönünden muvazaa iddiasında bulunmuş ve iki yılboyunca bu konuda hiç bir delil ibraz edememiş ve sonradan da, bu iddiasından vazgeçmiştir. Şuf'a bedeli yönünden ileri sürülen muvazaa iddiası nedeniyle anılan dava uzamıştır. Ayrıca, şuf'a bedeli için nakit yerine, teminat mektubu tevdii edilmek istenmesi sonucu da gecikmeye neden olmuştur. Bundan başka, davalı, birden çok vekil ile temsil edilmesine karşın, bu vekillerden en az biri ile yargılamayı düzenli olarak yürütmemiştir. Belirtilen bu nedenlerle, şuf'a davasını açan ve iş bu davanın davalısı olan kooperatifin, önceki davayı kasıtlı biçimde uzattığı sonucuna varılması gerekmiştir. Bununda gerçek nedeni, dosyalar içeriğine göre, ilk davada şuf'a bedelinin zamanında yatırılma olanağı bulunmadan şuf'a davasının açılmasıdır. Açıklanan bu nedenlerle, iş bu davada davalı olan ve önceki davanın davacısı kooperatif, anılan davayı kasıtlı olarak uzatmış ve davacının şuf'a bedelini çok geç almasına ve dolayısıyla, mevcut olan enflasyon karşısında, açıkça davacının zararına neden olmuştur. Davalının az önce belirtilen eylemleri sonucu oluştuğu iddia olunan zararın davalıya yüklenmemesi kararı, Borçlar Kanunu ile hak ve adalete aykırıdır. Sayın çoğunluğun, kararına belirtilen bu gerekçelerle katılamıyorum.
GönenERİŞ
11. HD.Başkanı
KARŞI OY YAZISI
Dairemizin bozma kararında da vurgulandığı gibi, kendine özgü haksız fiil sayılabilen dava konusu olayda şartları varsa tazminat gerekir. Dava hakkı kullanılmıştır diye ve sırf bu gerekçe ile, hakkın kullanılış biçimini irdelemeksizin isteğin reddi mümkün değildir.
Davalı şuf'a davasında bedelde muvazaa iddiasında bulunmuş iken yargılamanın geçirdiği aşamalar ve zaman içerisinde bu iddiasından vazgeçmiş, bu vazgeçmede değerlendirilerek şuf'a davası sonuçlandırılmıştır. Bedelde muvazaa iddiasından vazgeçilmesi bu iddianın haksızlığını göstermeyeceği gibi, kooperatifin konumu ve uymak zorunda bulunduğu yasa maddeleri nedeniyle bedelde muvazaa yapmayacağını peşinen kabul de mümkün değildir.
Eldeki tazminat davasında tazminatın gerekip gerekmediği ve tazminat gerekiyorsa miktarının belirlenmesi için bedelde muvazaa iddiasının bi davada irdelenmesi gerekir. Tabiatiyle bu araştırma yapılırken şuf'a davasının yargılanmasındaki tarafların kazanılmış haklarına dikkat edilecektir. Bedelde muvazaa yapılıp yapılmadığını ve o davadaki tarafların durumlarını, özellikle Medeni Kanunun ikinci maddesi gereğince değerlendirmeksizin davanın reddi doğru olmamıştır. Bu nedenle araştırmaya yönelik bozma kararı verilmesini düşündüğümden Yüce Genel Kurulun onama kararına katılamıyorum.
SalimÖZTUNA