 |
T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
Esas no : 1995/393
Karar no : 1995/495
Tarih : 03.05.1995
Yargıtay içtihatları bölümü
Yargıtay Kararı
DAVA:Taraflar arasındaki "alacak" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda;
Balıkesir İş Mahkemesi'nce davanın kabulüne dair verilen 2.11.1994 gün ve 1102-341 sayılı kararın incelenmesi davalı Avukatı tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 9.Hukuk Dairesi'nin 06.02.1995 gün ve 17677-2537 sayılı ilamı:(..Davacı, işyerinde uygulanmakta olan 01.03.1993-28.02.1995 yürürlük süreli Toplu İş Sözleşmesi'nin 143/2 b maddesinde öngörülen işyerinde çalışan işçilerin 31.08.1994 tarihindeki çıplak ücretlerine 01.09.1994 tarihinden geçerli olmak üzere D.İ.E. 1987 100 Temel Yılı Kentsel Yerler Tüketici Fiyatları Türkiye Geneli İndeksi'nin, Şubat 1994'deki sayısının Ağustos 1993 İndeks Sayısı'na bölünmesi suretiyle bulunacak değişim oranı kadar zam yapılması şeklindeki hükmün davalı işverence uygulanmadığını bildirerek fark ücret ve ikramiye alacaklarının işletme kredisi faiziyle birlikte tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Davalı idare cevap dilekçesinde özetle, toplu iş sözleşmesinin yürürlüğe gitmesinden sonra uygulanmasına belli bir süre devam edildiğini, daha sonra Türkiye ygenelinde büyük ekonomik gelişmeler oluştuğunu, bu nedenle hükümetçe ekonomik tedbirler alınması gereğinin ortaya çıktığını ve 5 Nisan 1994'te alınnan ekonomik tedbirler paketinin uygulamaya konulduğunu, bu tedbirler paketine tüm kamu kurum ve kuruluşlarının uymak zorunda kaldığını, müvekkili idarenin de bunlar arasında bulunduğunu savunarak davanın reddini istemiştir.
Mahkeme'ce istek doğrultusunda hüküm fesh edilmiştir.
Taraflar arasında, dava konusu edilen isteklerin toplu iş sözleşmesinde öngörüldüğü, 1994 Ağustos ayı itibariyle altı aylık zam oranının % 51.1 olarak kabul edilmesi gerektiği, davalı idarenin bu ücret zamlarını uygulamadığı,hususlarında bir uyuşmazlık yoktur.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, tarafların serbest iradeleriyle usulüne uygun biçimde, işyerinde uygulanmak üzere düzenlenmiş bulunan TİS. bağlayıcı niteliktedir. Bu itibarla, normal koşullarda, böyle bir TİS'ne hakimin müdahalesinden söz edilemez.
Toplu İş Sözleşmesinin yürürlük, başlangıç ve imza tarihlerinden sonra, Türkiye'nin ekonomik bir krize girdiği, normalde beklenilmeyen ve tahmin edilmeyen durumların oluştuğu, bu ağır yekonomek bunalımdan çıkmak için hükümetin bir dizi tedbirler almak zorunda kaldığı ve bu cümleden olarak da kamu kurum ve kuruluşlarında tasarruf tedbirlerine başvurduğu, memur ve işçi alımlarını dondurduğu, yeni vergiler ihdas ettiği, ek vergiler getirdiği, yatırımları durdurduğu, birçok kamu işyerlerini kapattığı, özelleştirmeye yöneldiği bir gerçektir. Bu tedbirler sonucu, tüm kamu kurum ve kuruluşlarında ve bu arada davalı idareye ait işyerinde uygulanmakta olan toplu sözleşme zamlarının ödenmesi durdurulmuş ve bir plan dahilinde tediyesi için tüm kuruluşlara genelge yayınlanmıştır.
Bu olgular karşısında, davalı idarenin toplu iş sözleşmesi zamlarından kurtulmak istemesinden ve dolayısıyla kötü niyetinden söz etmek mümkün değildir. Gerçekten yukarıda vurgulandığı gibi davalı işveren, hiçbir zaman borcunu inkar etmemiş, ancak hükümet genelgesi doğrultusunda ve kendi imkanlarıyla da ödeme imkansızlığını da dikkate alarak, ücret zamlarının taksitle ödenmesini önermiştir. Bu öneri, davacı işçinin üyesi bulunduğu sendikanın bağlı olduğu işçi konfederasyonu tarafından, hükümet yetkilileriyle vardıkları mutabakatta da aynen benimsenmiştir. Gerçi bu mutabakatın davacı işçiyi bağlamasından söz edilemezse de, yukarıdan beri anlatılmay çalışılan memleket gerçeğinin işçi konfederasyonu tarafından da benimsendiğini gösterir.
Yukarıda da değinildiği üzere serbest iradeleriyle imzaladıkları sözleşmelerin tarafları bağlaması asıl ise de, taraflar arasında mevcut olan denge şartların olğanüstü bir şekilde değişmesi sebebi ile taraflardan biri için katlanılamayacak derecede bozulabilir. İşte bu gibi hallerde sözleşmeye sıkı sıkıya bağlılık adalet, hakkaniyet ve objektif iyi niyet kurallarıyla bağdaşmaz. Hukukta bu durum "sözleşmenin değişen şartlara uyarlanması" ilkesi ile çözimlenmektedir.
Şartları olağanüstü şekilde değiştiren hallerin ortaya çıkması durumunda edimler arasındaki dengenin bozulması taraflar arasındaki sözleşme ile tesis edilen işlemin temelinin çökmesini göndeme getirir ki işte bu durumda hakim müdahale ederek sözleşmeyi değişen şartlara uyarlar.
Olayımızda işverenin TİS'deki ücret zammını bir ödeme planı dailinde ileriki bir tarihte ödeme teklifi böyle bir uyarlama önerisidir.
Değişen şartlara göre sözleşmenin tamamının geçersizliği istenebileceği gibi bir kısım hükümlerin şartlara uygulanması da istenebilir.
Olayımızda sözleşmenin sadece ücret zammının vadeye yayılması istenmiş, zam oranında müdahale dahi talep edilmemiştir.
Beklenmeyen şartların getirdiği yükler karşısında ülke insanının belli oranlarda da olsa fedakarlığı paylaşması gerekir. Aynı dönem için devletin diğer kamu çalışanlrına uygulandığı ücret artışı ve onları fedakarlığa ortak edişi kamu yararı ilkesiyle izah edilebilir. Aynı ilkenin TİS uygulamaları için de geçerli olacağının gözardı edilmemesi gerekir.
Tüm bu maddi ve hukuki olgular karşısında, idarenin teklif ettiği ödeme planının uyarlama önerisi olarak kabulü ve bu önerinin değişen şartlar sebebiyle yerinde görülerek davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm tesisi hatalı olup bazmayı gerektirmiştir...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; Mahkeme'ce önceki kararda direnilmiştir.
KARAR: Hukuk Genel Kurulu'nca incelenen direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, eksik ödenen ikramiye ve ücret alacağının işletme kredisi faizi ile birlikte davalıdan tahsiline ilişkindir.
Davalıya ait işyerinde, Türk Harb-İş Sendikası ile davalı işveren arasında akdedilen 01.03.1993-28.02.1995 süreli 14. dönem toplu iş sözleşmesinin 143/2b maddesi "TC Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü'nün 1987=100 temel yılı kentsel yerler tüketici fiyatları Türkiye geneli endeksinin Ağustos 1994 ayının Şubat 1994 ayına göre değişim orana, işçilerin 31.08.1994 tarihindeki ücret cetvellerine 01.09.1994 tarihinden geçerli olmak üzere ücret zammı uygulanacaktır" hükmünü içermektedir. Devlet İstatistik Enstitüsü'nce bu dönem değişim oranı % 51.1 olarak ilan edildiğinden işçi ücretlerine uygulanması gereken zam miktarı da bu suretle belirlenmiş bulunmaktadır.
Davalı işveren; toplu iş sözleşmesinin yürürlük, başlangıç ve imza tarihmerinden sonra Türkiye'de ekonomik ve bunalım meydana geldiğini, buna karşı Hükümetçe olağanüstü tedbirlere başvurulduğunu, bu koşullarda, bir kamu kuruluşu olarak alınan tedbirlere uymak zorunda kaldıklarını, Başbakanlık genelgesinde tespit edildiği üzere uyuşmazlık konusu zamlarının 1 ila 6 aylık bir gecikme ile 20.02.1995 tarihinde işçilere ödeneceğini savunarak, davanın reddine karar verilmesini istemiştir. Hemen belirtmek gerekir ki; benzer konulardan Yargıtay'a intikal eden dava dosyalarından, bu döneme ilişkin ücret zamlarının kamu kurum ve kuruluşlarınca Başbakanlık genelgesinde belirtilen tarihlerde işçilere ödenmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Olayda, taraflar arasındaki uyuşmazlık; toplu iş sözleşmesinin imzalanmasından bir süre sonra ülkede baş gösteren ciddi ekonomik kriz nedeniyle, Hükümetçe alınan olağanüstü önlemler gereği, davalı kamu kurumun ücret zamlarını 1 ila 6 aylık gecikmeyle ödeme önerisinin kabule değer olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Konunun aydınlığa kavuşturulabilmesi için, öncelikle özel borç ilişkilerinde temel bir kural niteliğinde olan ahde vefa, yani sözleşmey bağlılık ilkesi üzerinde, kısa da olsa, durulmasında yarar görülmüştür. Bu ilke sayesindedir ki, tarafların serbest iradeleri ile düzenledikleri sözleşmenin, yürürlük sürelerince güven içinde uygulanmaları sağlanmış olur. Aynı ilkenin, işyerleri ve işçi sayısı itibariyle kapsamlarının boyutu dikkate alındığı takdirde, toplu iş sözleşmelerinde, evleviyetle geçerli olduğunun kabulü gerekir. Bu itibarla, prosedürüne uygun biçimde düzenlenip yürürlüğe konulan bir toplu iş sözleşmesinde öngörülen haklardan o sözleşmenin kapsamına giren işçilerin yararlanmaları kadar doğal bir şey olamaz. Buna göre de; sözleşme zamlarının öngörülen tarihlerde ödenmesinin istenmesi, kural olarak her zaman mümkündür. 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu'nun 7.maddesinde, toplu iş sözleşmelerinin, en az bir,en fazla üç yıl süreli olabilecekleri kuralına yer verilmiştir. Somut olayda da, 01.13.1993 başlangıç tarihli toplu iş sözleşmesi, 01.03.1995-28.02.1995 tarihmeri arasındaki iki yıllık bir süreyi kapsamaktadır. İşte bu sözleşmenin uygulanması sırasında Türkiye'de ciddi ve tüm ülkeyi etkileyen ekonomik bir krizin yaşandığı bilinmektedir. Gerçekten 1994 yılına ait veri ve istatistikler; enflasyonun tahminlerin çok üzerinde üç haneli rakamlara ulaştığını, Türk parsının büyük değer kaybettiğini, faiz oranlarının olağanüstü biçimde yükseldiğini, ülke ekonomisine uzun yıllar önemli katkılarda bulunmuş olan bir kısım kamu işyerlerinin kapandığı, işsizliğin arttığını, ihracatın, ithalatı karşılama oranının düştüğünü açık ve seçik olarak göstermektedir. Yerli ve yabancı kaynak ve yapıtlarda da bu hususları doğrulanmaktadır. Bu olumsuz tablonun meydana gelmesine, yıllardan beri devam eden, terör ve bölücülük olaylarının ve komşu ülkelerdeki gelişmelerin önemli bir rol oynadığı, bugün artık bilinen bir gerçektir. Bu olağanüstü durum ve koşulların ortadan kaldırılabilmesi amacıyla 5 Nisan 1994 tarihinde Hükümetçe bir dizi ekonomik istikrar tedbirleri alınmak lüzumu hissedilmiş ve bu cümleden olarak da, kamu kurum ve kuruluşları tasarrufa yönelmiş, işçi ve memur alımları dondurulmuş, memurlara çok düşük oranlarda zamlar yapılmakla yetinilmiş, yeni vergiler ihdas edilmiş ve bu arada kamuya ait işyerlerinde uygulanmakta olan toplu iş sözleşmelerinde öngörülen ücret zamları ödemelerinin kısa sürelerle ertelenmesi yoluna gidilmiştir. Başbakanlık Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğü'nce davalı işverene gönderilen genelge de, davaya konu ücret zamlarınn 20.02.1995 tarihinde ödenmesi öngörülmüştür. Yine belirtmek gerekir ki, ekonomik kamu düzeni, ülkenin mevcut bunalımdan en az zararla ve en kısa sürede kurtulabilmesi için tüm kamu kurum ve kuruluşlarının, mevcut durum ve koşullarının gerektirdiği önlemleri almalarını zorunlu kılar. Milletçe dayanışma içinde bulunulduğu, güçlüklere birlikte göğüs gerildiği ve fadakarlığa katlanıldığı ölçüde, ülkenin krizden daha çabuk ve daha az zararla kurtulabileceği kuşkusuzdur. Hükümet yetkilileriyle davacı işçinin bağlı olduğu sendikanın da üyesi bulunduğu işçi konfederasyonunun, ülkedeki olağanüstü koşulları gözönünde tutarak ücret zamlarının ertelenmesi konusunda mutabakata varmaları da, böyle bir davranışa örnek olarak gösterilebilir. Her ne kadar bu mutabakatın davacı işçiyi bağlamasından söz edilemezse de, böyle bir girişim mevcut ekonomik krizin ve onun sonucu ülkede kendisini gösteren olağanüstü durumun işçi konfederasyonu tarafından da kabul edildiğini gösterir Başbakanlıkça davalı kamu kurumuna gönderilen ve bu mutabakattan da söz eden genelgedeki ücret zamları ödemelerinin 1 ila 6 ay süre ile ertelenmesi önlemi, bu açıdan değerlendirildiği takdirde; işçi ücretlerine ve yapılan zam miktarlarına dokunulmaksızın, sadece son döneme ait zamların kısa sürelerle ertelenmesi yetkililerce uygun bulunmuştur. Yurt çapında alınan ekonomik tedbirler kapsamındaki böyle bir düzenleme ile; ülkenin içinde bulunduğu olağanüstü duruma karşın, en iyimser yaklaşımla işçi kesiminin ekonomik bunalımdan olabildiğince az etkilenmesi için gereken duyarlılığın gösterildiği kuşkusuzdur.
Şu hususun da önemle açıklanması gerekir ki, kamu iktisadi teşebbüsleri, mevzuatlarına göre Özel Hukuk Hükümlerine bağlı bağımsız tüzelkişilikler ise de, bu kuruluşlar devletin desteği ve korunması ile ayakta kalabilmektedirler. Ekonomik kriz sonucu, Devletin bu kuruluşları gereği gibi destekleme imkanı kalmamış, bu nedenle de özelleştirilmeleri için büyük çabalar sarf etmeye başlanmıştır. Bu koşullarda davalı işverenin gerçekten müzayaka halinde bulunduğu dikkate alınmaksızın, ülkede olağanüstü bir durum yokmuş gibi, ücret zamlarının zamanında ödenmesi gerektiği görüşü benimsendiği takdirde, işyerlerinin birbiri peşisıra kapanmalrına yol açılacağı ve bundan da işsizlik sorunu ile karşı karşıya kalacak işçilerin ve giderek tüm ülkenin daha büyük zararlara uğramaları kaçınılmaz olacaktır. Bu nedenle Borçlar Kanunu'nun 44.maddesinin ikinci fıkrasında yer alan "eğer zarar kasten veya ağır bir ihmal veya tedbirsizlikle yapılmamış olduğu ve tazmini de borçluyu müzayakaya maruz bıraktığı takdirde, hakim, hakkaniyete tevfikan zarar ve ziyanı tenkis edebilir" biçimindeki kuralın olayda uygulanması olanağı mevcuttur. Dava, kimi ücret zamlarının ödenmemesi nedeniyle bunların faiziyle birlikte tahsili isteğine ilişkin bulunduğuna ve ücret zamlarının da davadan sonra ve genelgede öngörülen tarihte ödendiğinin anlaşıldığına göre; Borçlar Kanunu'nun 44.maddedsinin ikinci fıkrası uyarınca müzayaka halinin kabulü ile olayrın gelişme ve seyri de dikkate alınarak dvanın reddine karar verilmesi, hakkaniyet ve adalet ilkelerine uygun düşer ve ekonomik kamu düzeni gereği de dikkate alınmış olur. Bu konuda belirtilmesi gereken bir husus da, ülkede ekonomik bunalımın varlığının kabulü için, Anayasa'nın 119-120.maddelerine göre olağanüstü halin ilanının şart olmadığıdır.
Öte yandan sorunun, doğruluk ve dürüstlük kuralları açısından değerlendirilmesinde de yarar vardır. Uyuşmazlığın kaynaklandığı 143/2b maddenin, taraf ysendikalarca toplu iş sözleşmesinin imza tarihindeki mali, ekonomik ve sosyal durumlar gözönünde tutularak ve ileriye yönelik tahminlerde bulunularak düzenlenmiş olduğu kuşkusuzdur. Muhtemel enflasyondan işçilerin olabildiğince olumsuz etkilenmemelerni düşüncesiyle enflasyona endeksli zamların kabulü de, sosyal devlet ilkesine uygun iyiniyetli bir yaklaşımdır. Ancak,toplu iş sözleşmesinin imzalanmasından sonra meydana gelen tüm ülke çapındaki olumsuz gelişmeler, sözleşme adaletini ve taraflarca yüklenilen edimler arasındaki dengeyi ortadan kaldırmıştır. Ekonomik bunalım ve buna karşı alınan olağanüstü önlemler ortada ve herkes tarafından bilinmekte ve milli dayanışma içinde göğüs gerilmekte iken; işverenin alınan ekonomik önlemlmer paketinin bir gereği olarak uyuşmazlık konusu ücret zammını birkaç aylık bir gecikme ile ödeme önerisin, davacı işçi tarafından kabul edilmemesi, Medeni Kanun'un 2.maddesinde öngörülen doğruluk ve dürüstlük kurallarıyla bağdaşmaz.
Bu itibarla Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi doğru değildir.
O halde usul ve yasaya aykır bulunan direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ:Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, oyçokluğuyla ile karar verildi.
KARŞI OY YAZISI
Dava, toplu iş sözleşmesinden doğan ve ödenmeyen ücret zammı alacağının, 2822 sayılı Yasa'nın 61.maddesi uyarınca faiziyle birlikte davalıdan tahsili istemine ilişkindir.
Dosya içeriğine göre; yürürlükteki toplu iş sözleşmesinde, ücretlere belli bir oranda zam yapılmasının kararlaştırıldığı, davalı işverenin, borcun varlığını kabul etkemle beraber ekonomik ve mali sıkıntıdan söz ederek, toplu sözleşme hükmünü uygulamadığı, ödemeyi geciktirdiği ve bu davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir.
Hemen belirtelim ki, toplu iş sözleşmelerinde krrlaştırılan belli bir orana veya enflasyon ölçütüne bağlı ücret zamlarının amacı, işçinin ücretini para değerindeki sürekli düşmelere karşı korumak, ona kendisini ve ailesini geçindirecek düzeyde adil bir ücret sağlamak ve böylece enflasyonun olumsuz etkisiyle geçim sıkıntısı içine düşmesini önlemektir.
Başka bir deyişle, işçinin reel ücretini ve satınalma gücünü enflasyonla ortaya çıkan erozyondan korumaktadır. Kuşkusuz, enflasyon olgusu işletmeleri de olumsuz yönde etkilemektedir. Ancak, üretilen mal ve hizmetlere sürekli olarak yapılan zamlarla bu yükün hafifletilmesine ve bir denge sağlanmasına çalışıldığı da unutulmamalıdır. Böyle olunca, kararlaştırılan ücret zammının, işçi-işveren ilişkilerinde edimler arasındaki dengeleri şırı ölçüde bozduğunu savunmak güçtür.
Ülkemizin, öteden beri ekonomik ve mali sıkıntılar içinde bulunduğu, enflasyonun frenlenemediği ve sürekli olarak tahminlerin çok üstünde gerçekleştiği, para değerinin hazla düştüğü yıllar yaşanan ve bilinen olgulardır. Bu nedenle, yüksek enflasyon, ekonomik ve mali sıkıntı, beklenmeyen ve öngörülmesi mümkün olmayan bir olay olarak da kabul edilemez.
Bu durum karşısında, davacı işçinin, toplu sözleşmeden doğan hakkını istemesinin, dürüstlük kurallarına aykırı düştüğünü savunmak mümkün değildir.
Kaldı ki, uzun süreli sözleşmelerde, önceden görülmesi mümkün olmayan olaylardan dolayı, taraflardan birinin ediminin diğerininkine nazaran fevkalade ağırlaşmış olması ve böyle bir ifayı talebin doğruluk kurallarına aykırı bulunması (MK.2) halinde kabul edilebilen ve uygulamada "uyarlama davası" adı verilen istisnai dava türü, toplu iş sözleşmelerinde söz konusu olamaz. Zira, toplu iş sözleşmeleri, kollektif iş ilişkilerini düzenleyen ve özel bir Yasa olan 2822 sayılı TSGLK'da öngörülen koşullarda, belli bir süreç izlenerek, tüm barışçı yollar denendikten sonra, gerektiğinde şartlarına uygun olarak grev ve lokavt hakları kullanılmak suretiyle oluşan, kendine özgü işlevi ve nitelikleri bulunan sözleşmelerdir. Aksi görüş, çalışma barışının ve giderek sosyal barışın zedelenmesine, özgür özerk toplu sözleşme düzeninin bir kaosa sürüklenmesine yol açar. Esasen, ortada böyle bir dava da yoktur. Gerçekten, asıl borcun varlığı değil, ifa zamnının tek yanlı olarak ertelenip ertelenemeyeceği tartışma konusudur.
Diğer taraftan, ülkemizde yaşanan ekonomik ve mali sıkıntıların giderek ağırlaştığı, bunun birlikte göğüslenmesi gerektiği, 1994 yılının Nisan ayında bir dizi istikrar önlemlerine başvurulduğu ve çıkarılan Yasa'larla ek vergi ve yükümlülükler getirildiği, birçoğu zarar eden ve Devletin desteği ile faaliyetlerini sürdüren KİT'lerin ve bağlı kuruluşların özelleştirme işlemlerine hız verildiği bilinen gerçeklerdir.
Ancak, bütün bunlar, enflasyondan en çok etkilenen sadece bir kısım çalışanın, Anayasa'da ve katıldığımız ILO sözleşmelerinde güvence altına alınan toplu iş sözleşmesi hakkı ve özerkliği çerçevesinde serbest toplu pazarlık sonucu bağıtlanan toplu sözleşmede kararlaştırılıp, ödeme zamanı gelmiş olan ücret zamlarının, Hükümetin emir ve genelgesi doğrultusunda, tek taraflı olarak askıya alınmasının hukuka uygun ve haklı gerekçesi olamaz. Böyle bir genelge ile davacının 2822 sayılı Yasa'nın 61.maddesi hükmünden kaynaklanan dava hakkının ortadan kaldırılması hukuken mümkün değildir. Olayda, Anayasa'nın 15,119 ve 121.maddeleri uyarınca temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasını gerektirecek ölçüde olağanüstü bir durumun ve ağır ekonomik bunalım halinin ortaya çıkarıldığı bir uygulama da söz konusu değildir.
Ayrıca belirtmek gerekir ki, davalı KİT ve müesseselerinin sermayelerinin tamamı Devlete ait olmakla beraber, bunlar tüzel kişiliğe sahip, özel hukuk hükümlerine tabi ve ticari esaslara göre faaliyet göstermek üzere kurulmuş, sorumlulukları sermayeleri ile sınırlı kuruluşlardır.(233 s. KHK. hükümleri).
Hukukumuzda, borçlu ödeme (ifa) zamanı gelen para borcunu, tek yanlı irade açıklaması ile bir başka tarihe ertelemek hak ve yetkisine sahip bulunmamaktadır. Sözleşmelerde, özellikle toplu sözleşme düzenine, kural olarak, sözleşme özgürlüğü ve sözleşmeye bağlılık, titizlilikle uyulması gereken temel ilkelerdir.
Bundan başka, borçlunun para sıkıntısı ve ödeme güçlüğü içinde bulunması, BK'nun m.96 anlamında bir imkansızlık yaratmaz. Borçlunun kusuru olmaksızın mali sıkıntı içine düşmesi ve para borcunu ödeyememesi halinde de (BK.117) durum aynıdır. Çünkü, para borçlarında ifa imkansızlığı söz konusu olamaz. Borçlu, başkalarından kredi(borç) almak suretiyle para borcunu ödeme olanağına sahiptir. Yasa koyucu, borcun ifası konusunda kamu kurum ve kuruluşları ile özel kesim arasında bir ayırım da yapmamıştır. (BK.74 vd.)
İşçi sendikası ile işveren sendikası veya sendika üyesi olmayan işveren, toplu iş sözleşmesine, Anayasa'nın tanıdığı hak ve özerklik çerçevesinde, Devletten bağımsız olarak, ücret ve sosyal haklara ilişkin konularda Yasa hükümleri gibi bağlayıcı kurullar koyma yetkisine sahiptirler. Bu kurallar objektif hukuk kuralları niteliğinde oluph, sözleşmenin taraflarını ve üçüncü kişileri bağlar. Toplu sözleşme sisteminin sosyal yönü ve özellikle çalışma barışını sağlayıcı işlevi ve özgün nitelikleri dolayısıyla da, toplu sözleşme hakkı ve özerkliğinin çeşitli dış müdahalelerden uzak kalması gerekir. Bu itibarla, yürürlükteki bir toplu iş sözleşmesinde yeralan hükümler, ancak sözleşmeye taraf olmayan Hükümet ile TÜRK-İŞ temsilcileri arasında sağlandığı öne sürülen mutabakat ile sözleşmede öngörülen ücret zamlarının ödenmesinin ilerideki bir tarihe ertelenmesi de hukuken geçerli sayılamaz. Esasen, Konfederasyonlar toplu iş sözleşmesine taraf olamazlar.
Yukarıda açıklanan nedenlerle, davanın kabulüne ilişkin yerel mahkeme kararı usul ve Yasa'ya uygun bulunduğundan, Onanması gerektiği görüşüyle çoğunluğun bozma kararına katılmıyorum.
KARŞI OY YAZISI
Davacı, davalı işyerinde uygulanan toplu iş sözleşmesinin ilgili hükümlerine göre, fark ücret ve ikramiye alacağının faiziyle birlikte ödetilmesini istemiştir. Davacı, işbi davada, TİS'ne dayanmıştır. Anayasa'nın 53.maddesinde, işçi ve işverenlere toplu iş sözleşmesi yapma hakkı tanınmıştır.
Anayasa'nın öngördüğü bu ysözleşmeye, özel hukuk kuralları çerçevesinde tarafların aynen uyması gerekir. Aksi halde, bu sözleşmenin sosyal barışı koruma amacı ortadan kalkar ve sözleşme bir biçimden ibaret kalır.
Davalı savunmasında, 5 Nisan 1994'te Bakanlar Kurulu'nca alınan ekonomik kararlara dayanarak, borcun belirlenen tarihte ödenemeyeceğini ileri sürmüştür. 5 Nisan 1994 kararları ekonomi dünyasında tartışılmış ve tartışmaya da devam edilmektedir. Eğer bir ekonomik kriz söz konusu ise, bu husus karşılıklı olarak işçi ve işveren örgütlerinin katılımı ie çözümlenmelidir. Beklenmeyen koşulların çözümü karşılıklı fedakarlığın paylaşımı ile karara bağlanmalıdır. Tek yanlı olarak açıklanan ve siyasal ağırlık taşıyan ekonomik önlemler ile borçların ertelenmesi söz konusu değildir. Bu konuda Anayasa'nın öngördüğü çerçevede ve eşitlik ilkesi gözönüne alınarak ve Yasa çıkarılmak suretiyle tüm borçların ertelenme olanağı var iken, idari kararlarla sadece TİS'den doğan borçların ödenmesinin durdurulması ve böylece davalıya ayrıcalık tanınması, Hukuk Devleti'nde söz konusu olamaz.
Açıklanan bu durum karşısında, "Toplu İş Sözleşmesi Özerkliği", "Sözleşme Özgürlüğü ve Sözleşmeye Bağlılık" ile "Hukuk Devleti" ilkelerine tümüyle uygun yerel mahkeme kararının onanması gerektiğinden, sayın çoğunluğun aksi yönde oluşan gerekçe ve kararına katılmıyorum.
KARŞI OY YAZISI
Davacı, Toplu İş Sözleşmesi ile üzerinde anlaşılan ücret zammının işveren tarafından ödenmemesi nedeniyle, alacağın hüküm altına alınmasını istemiştir.
Davalı, istemin reddini savunmuştur. Mahkeme'ce talep edilmiş kararın temyizi üzerine özel dairece yerel mahkeme kararı bozulmuştur. Yerel mahkemenin direnmesi üzerine dosya Hukuk Genel Kurulu'nca incelenmiş ve özel dairenin çoğunluğu doğrultusunda yerel mahkeme kararının bozulması sonucuna varılmıştır. Dosyadaki iddia, savunma ile delil ve belgelere göre taraflar arasında bir (TİS)'nin yapıldığı, anılan sözleşmenin tarafları bağladığı tartışmasızdır. Tartışmalı yön, uyuşmazlık konusu olan ve 01.07.1994 tarihinde yürürlüğe girecek bulunan sözleşmenin, 5 Nisan 1994 tarihli harcamalarının sınırlandırılmasına ilişkin karar uyarınca ödemeden kaçınıp kaçınamayacağı noktasında toplanmaktadır.
Davalı savunmasında;
- Sermayesinin tamamı Devlete ait İktisadi Devlet Teşekkülü olması nedeniyle hükümetin emirlerine uymak zorunda olduğunu, bu nedenle ödeme yapmadığını,
- Kaldı ki ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durum itibariyle, sözleşme konusu edimin ifasının imkansız hale geldiğini,
- Açıları davanın niteliği itibariyle alacak için bankalarca uygulanan en yüksek işletme kredisi faizinin de istenemeyeceğini belirtmiştir.
Daire'nin ve Hukuk Genel Kurulu'nun da katıldığı bozma kararında ise özetle;
- Tarafların serbest iradeleri ile yaptıkları sözleşme kurallarına bağlı kalmaları yasal bir zorunluluk ise de, Türkiye'nin içinde bulunduğu ekonomik kriz nedeniyle davacının ücret zamlarını süresinde ödememesinin hukuka aykırı bir yönünün bulunmadığını ve dolayısıyla davalı kurumun da kötü niyetli olduğunun döşünülemeyeceğinin, asıl kötü niyetli olanın davacı olduğunu,
- Bilinen ekonomik olaylar nedeniyle sözleşmenin temelinden çöktüğünü, bundan dolayı da mahkemelerin (TİS)'ne müdahale edip, sözleşmeyi değişen koşullara uyarlayabileceğini, bozma ile bunu amaçladıklarını,
-Koşulların değişmesi nedeniyle, borçlunun sözleşmenin geçersizliğini isteyebileceği gibi mevcut koşullara da uyarlanmasının istenebileceğini, davalı yanın isteminin sadece ödemenin belli bir süre ertelenmesine ilişkin bulunduğunu, bunda da haklı olduğunu belirtmiştir.
Açıklanan bu bozma ilanındaki gerekçelere katılamamaktayım.
Şöyle ki;
1-Yukarıda da açıklandığı üzere uyuşmazlık, davalı işveren ile davacı işçinin üyesi olduğu sendika arasında yapılan TİS sözleşmesinin uygulanabilip uygulanamayacağından kaynaklanmaktadır. Bilindiği üzere, bir sözleşmenin tarafları, sözleşmede öngörülen edimleri ifa etmekle yükümlüdürler. Bu sözleşmeye bağlılık (Pacta Sund Servanda) ilkesinin doğal bir sonucudur. Sözleşme kurallarına aynen bağlı kalmanın hukuka aykırı sayılmaması için sözleşmenin yapılmasından sonra yeni koşulların ortaya çıkması ve özellikle borçlunun sözleşme kuralları ile aynen bağlı olmaması gerektiğini ve değiştirilmesini önermesidir. Buna da Clasula Rebun Sic Stantibus ilkesi adı verilmektedir. İşte davaya ykonu olan olayda davalı yan, bu son ilkeye dayanarak, ödemenin ertelenmesinde haklı olduğunu savunmaktadır.
Bir sözleşmenin yeni duruma uyarlanabilmesi için şu koşulların bulunması gerekmektedir.
a)Beklenilmeyen ve öngörülmeyen bir durumun bulunması;
Bir durumun veya sonucun olacağı önceden mümkün görülmesine ve tahmin edilmesine rağmen yine de sözleşme yapılmamışsa, artık beklenilmeyen ve öngörülmeyen bir durumun ortaya çıktığı iddia edilemez. Sözleşme konusu edimin ifa edilmesi son derece güçlük yaratmış olsa bile sonuç aynıdır.
Uygulanması ertelenen sözleşmenin kabul edildiği tarih itibariyle enflasyon oranlarının var olduğu, yıllardır ekonomik ve mali tahminlerin üstünde çıktığı bilinen bir gerçektir. Kaldı ki bu olayda işveren olarak davalı her türlü tahmin ve değerlendirmeleri yapabilecek bir kadro ve bilgiye de sahip bulunmaktadır.
b)Borcun ifası katlanma sınırlarını ve krşılıklı adımlar arasındaki dengeyi önemli ölçüde bozmalıdır.
Tarafların sözleşme ile yükümlendileri edimleri ifa etmeleri, bir taraf için aşırı derecede ugüçlük arzetmeli ve edimleri arasında da önemli ölçüde bir oransızlık doğurmalıdır. Buna rağmen alacağın ödenmesinin istenmesi, MK.nun 2.maddesinde öngörülen ilke ile bağdaşmamalıdır.
Davaya konu olan sözleşme, bir TİS'dir. Bu sözleşme ile emeğin karşılığı olan ücretin miktarı belirlenmiştir. Bu ücret miktarı saptanırken, enflasyona endeksli bir ücret zammı öngörülmüştür. Diğer bir anlatımla işçinin ücretini para değerindeki düşmelere karşı korumak, reel ücretini ve satın alma gücünün düşmesini önlemektir. Olayda işveren üretilen mallara yapılan zamlarla, bu düşüşü karşılayabilme yetki ve hakkına sahip iken, işçinin tek dayanağı TİS'dir. Bu dayanakte, ortadan kaldırıldığı takdirde, orada artık işçi haklarından, sözleşmeden ve emeğin değerinden söz edilemez. Anılan sözleşmenin yapıldığı tarihte ücretlinin bir alım gücü esas alınmıştır. İlerideki yıllarda bu gücün enflasyon nedeniyle azalacağı yapılan hesap ve değerlendirmeler sonucu korunması öngörülmüştür. Gerçekleşen düşüşe karşın, ücreti ödenemezse, o dönem işçinin yoksulluğa düşmesi demektir. Çünkü işçinin salt gelir kaynağı aldığı ücrettir. Bundan dolayıdır ki, gerek somut olayan özelliği ve gerekse TİS'nin niteliği itibariyle Clausula teorisinin uygulanması yoluna gidilemez. Nitekim 1977 yılında çıkarılan ve kamu kesiminde çalışan işçilerin ücretine sınır koyan Bütçe Kanunu'nın 12.maddesi Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilmiştir. Tüm bu ilkeler gözönünde tutulduğunda, ücretinin kararlaştırılan tarihte ödenmesini isteyen işçinin kötü niyetli olduğu ileri sürülemez ve bu sav kabul edilemez.
Diğer bir yön de, işverenin borcunu ödemekle aşırı ölçüde güçlüğe düşeceği savıdır. Davalının savunmasında böyle bir iddia yoktur. Davalı yan, Bakanlıkça gönderilen bir genelgeye dayanarak, ödememezlik def'inde bulunmuştur. Bu genelgede, Danıştay 10. Dairesi'nin 27.12.1994 gün ve 1994/5552 sayılı kararı ile yürütmenin durdurulması yolu ile uygulanmamıştır. Aslında bu genelge, işveren ile yürütme organı arasındaki iç ilişki olup, davacının hakkını engelleyemez. Buna rağmen anılan genelgenin iptali ile de davalının savunmasına gerekçe yaptığı dayanakta ortadan kalkmıştır.
c)Ortaya Çıkan İfa Güçlüğüne Tarafların Kusurlarının Neden Olmaması:
Ortaya çıkan ifa güçlüğü; taraflardan birinin özensizliği sonucun meydana gelmişse, uyarlama kuralının uygulanması yoluna gidilemez. Çünkü hiç kimseye kusurundan dolayı bir hak verilemez. Somut olayda davalı, Ticaret Kanunu hükümlerine göre yönetilen ve faaliyet gösteren iktisadi bir kamu kurumudur. Bu özelliği itibariyle bir tacir sayılır. Dosyada, gerek göneticilerinin ve gerekse sağlı olduğu ve siyasi nitelik taşıyan bakanlığın kusurlarının olup olmadığı üzerinde durulmamıştır. Bu yön incelenmeden ücret ödemelerinden gecikme yoluyla uyarlama yapılması hukuka uygun düşmemektedir. Kaldı ki işletmenin ödeme güçlüğü içinde bulunduğu iddia ve kanıtlanmışta değildir. Aslında ödeme güçlüğü de söz konusu değildir.
Davaya konu olan ödemelerin ertelenmesine ilişkin olan tasarruf salt siyasi nitelikte bir tasarruftur. Siyasi iktidar yönetimi ve kendi başarısı için böyle bir yol izlemeyi uygun görmüştür. Özel hukuk alanı içinde kalan bir sorunun, siyasi iktidar tarafından ve salt siyasi bir kararla çözümlenmesi yoluna gidilmesi ve özel hukuk alanında da buna geçit verilmesi, hukuktaki uygulama alanlarının birbirine karıştırılması olup böyle bir sonuç siyasi iktidarın yargıyı kendi siyasi tercihine ortak etmesi anlamına gelir. Halbuki olması lazım gelen siyasi iktidarın kendi siyasi tercihleri ile başbaşa bırakılıp, başarısının seçmenlerce siyasi alanda değerlendirilmesidir. Yargının bu tür tercihlere geçit vermesi, iktidarın siyasi tercihini desteklemesi sonucunu doğurur ki, bu yargının tarafsız ve bağımsızlığı ile uyum teşkil etmez.
d)İmkansızlık-Uyarlama Sorunu:
Davaya konu olan olayda davalı yan, uyarlama savunmasında bulunmayıp, borcun ödenmesinin imkansız hale geldiğini savunmuştur. Özel daire ve Genel Kurul uyarlama hukuki nedenine dayanarak yerel mahkeme kararını bozmuştur.
Kısaca ifade edildiği üzere, davalı yanın bir uyarlama talebi yoktur. Diğer bir anlatımla davalı, ödeme güçlüğü içinde olduğu için, ödememezlik veya indirim savunmasında bulunmamıştır. Ödemenin imkansız hale geldiğini böylece sözleşme konusunun ortadan kalktığını ifade ile BK'nun 117.maddesine dayanmıştır.
Bu iki hukuki uygulama birbirinden ayrı şeylerdir. Hukuktaki yargılama kurallarına göre hakim tarafların iddia ve savunmaları ile bağlıdır. Olayımızdaki iddia TİS ile kararlaştırılan ücret kalemlerinin ödenmesine ilişkindir. Davalı yanda, ödemenin imkansız hale geldiğini, böylece borcun ortadan kalktığını savunmuştur. Ancak Özel daire tarafların ileri sürmediği, başka bir hukuki nedene dayanarak sorunu çözme yoluna gitmiştir. Bu sonuç yargılamanın ilkeleri ile bağdaşmamaktadır.
Sonuç:Hukuk, bütün güçleri elinde tutan Devlete uygulandığı kadar, insanlara da uygulanmaktadır. Çünkü huhuk kavram olarak hem devletten önce ortaya çıkmıştır, hem de devletin üstünde bir kavramdır. Hukuka bağlı bir devlet ancak, hukuk kurallarını formüle etmekte, onları yazılı hale getirmekte ve yaptırımlarla donatmakta, fertleri, toplumu bu kurallara uymaya zorunlu kılmakta ve aynı zamanda endisi de uymaktadır. Çünkü devletin kendisi de bir hukuki kavramdır. Hukukin üstünde değil, onun içinde ve ona bağlı olmak zorundadır. Bunları şunun için belirtiyorum. Genel Kurul'daki bazı üyeler, "Devleti korumalıyız" biçimindeki sözleri ve değerlendirmeleri için yazıyorum. Korunacak, yaşatılacak, güzelleştirilecek ve etkinleştirilecek hukuktur. Devlet değildir. Çünkü hukuk var oldukça Devlet güçenecek, etkinleşecek ve saygınlaşacaktır. Devleti yönetenlerin veya devlete ait bir kurumun devlet adına yönetenlerin, kişilerle yaptıklrı bir sözleşmede, asli varlık olan devletin bu sözleşme ile bağlı olması gerektiğini savunmak devletin saygınlığının bir gereğidir. Devletin sözleşme ile bağlı olamayacağını savunmak, herkesin bağlı olamayacağı anlamına gelirki, artı orada haktan söz edilemez. Bundan dolayıdır ki, davaya konu olan bu olayın içine devletin sokulmasını yerinde bir saptama olarak göremiyorum. Bu devletin zaafı sonucunu doğurur ve devlet yararına olduğu düşünülen bu sonuç onu zarara uğratmış olur. Devletle, siyasi iktidar kavramlarının ve kurumlarının birbirine karıştırılmaması gerekir.
Davaya konu olan olay, devletin değil, siyasi iktidarın ekonomik alandaki bir siyasi kararının ve tercihinin hukuka uygun olmamasından doğmuştur. Siyasi güç, davacı ile sözleşme yaparken, onun ekonomik haklarını koruyacağına dair siyasi bir taahhüttü bulunmuştur. Bu taahhüdü sonucu oy almıştır. Ondan sonra, ya basiretsiz ya özensizliğin veya ileriyi görememenin bir sonucu olarak, taahhüdünde yanıldığını ileri sürerek bunun yok sayılmasını isteyemez. Sürerse ve bu uyuşmazlık olarak yargı önüne gelirse, yargı bu siyasi tercihe haklılık tanımamalıdır. Çünkü herkes taahhüdü ile bağlıdır. Hele bu siyasi içerik taşıyan bir taahhütse bununla evleviyetle bağlı olmalıdır.
Tüm bu açıklamalar nedeniyle, siyasi otoritenin TİS'ne müdahale hakkının bulunmadığını, hatta böyle bir ortamın da mevcut olmadığını, bu tür bir müdahalenin hukuka ve hatta yazılı hukuk kurallarına da uygun bulunmadığını düşünüyorum. Bu nedenle de çoğuluğun bozma gerekçesine katılmadığımdan, yerel mahkeme kararının onanması gerektiği görüşündeyim.
KARŞI OY YAZISI
Davacı işçinin istemi, davalı işveren vekilinin cevabı ve yerel Mahkemece ulaşılan sonuç ile Yüksek Özel Daire'nin bozması yukarıda özetlendiği için burada tekrara gerek görmediğim işbu davada, direnme üzerinde Yüksek Kurulca ulaşılan sonuca aşağıdaki nedenlerle katılmıyorum. Şöyle ki;
Toplu iş sözleşmelerinin tarafları bağlayacağı hususu Türk İş Hukukunda tartışmasız bir gerçektir ve bu gerçek Özel Daire bozma ilamında da aynen "... tarafların serbest iradeleriyle usulüne uygun biçimde, işyerinde uygulanmak üzere düzenlenmiş bulunan TİS bağlayıcı niteliktedir" denilmek suretiyle açıkça vurgulanmıştır.
Sorun, böyle bir toplu sözleşmeyle kararlaştırılan özlük haklarına en kalın çizgiyle "ekonomik kriz" gibi bu nedenle hakimin müdahale edip edemeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Öncelikle şunu hemen belirtmek gerekir ki, Ülkemizin ağır bir ekonomik bunalıma girmesi halinde bunun atlatılması ve çözümü için Anayasamız 15,119 ve 121.maddelerinde özel bir düzenlenme ve rejim öngörmüştür. Bu özel düzenlemenin uygulaması söz konusu olmadığına göre, toplu sözleşmeye müdahaleyi gerektiren bir fevkalade ekonomik halden (hukuken) söz etmek mümkün değildir. O halde davacı ile davalı arasındaki toplu sözleşmeye böyle bir gerekçeyle karışmak ve erteleme istemek düşünülemez, çünkü istemin hukuksal bir temeli yoktur.
Konuya, "sözleşmenin değişen şartlara uyarlaması" ilkesiile çözümlenip çözümlenemiyeceği açısından bakıldığında da önce şu saptamalar gözönünde tutulmalıdır.
Evvelemirde böyle bir istemin davalı işverence açıkça ve teknik anlamda, yani usul kuralları çerçevesinde ortaya konulması gerekir. Eldeki davada işveren davalının böyle bir isteminden söz etmek olurlu değildir.
Öte yandan, yorum yoluyla davalı işverenin ifa zamanının tek yanlı olarak ertelendiğine ilişkin açıklamasının bir uyarlama önerisi olarak kabulüne de usul kuralları engeldir. O halde burada bir uygulama öneriseden de söz edilemez. Bir başka anlatımla, kuralları Anayasamız'ın 199.maddesinde gösterilen ve uygulaması yürütme ve yasamaya bırakılan ağır ekonomik bunalımın varlığını, yasama ve özellikle yurütme, kendi kuralları çerçevesinde bizzat kabul etmemişken, yorum yoluyla yargının bunu öngörmesi, varsayması ve buna göre çözüme gitmesi hukukun temel ilkeleriyle taban tabana zıt bir uygulamadır.
Davalı işverenin; yasal dayanaktan yoksunluğu, Yüksek Özel Dairecede, "...bu mutabakatın davacı işçiyi bağlamasından söz edilemezse de" denilerek açıkça kabul edilen TÜRK-İŞ Konfederasyonuyla vaki mutabakatına dayalı olarak çıkartılan bu hükümet genelgesini dayanak yaparak ödemeyi ertelemesi hukuki temelden yoksun bir davranıştır.
Devlet, hukuk devleti olmak zorundadır. Bir hukuk devletinde de, önce devletin bizzat kendisi hukuk kurallarına uymalıdır. Yetkisi olmayan bir kondfederasyonla mutabakata varması, ardından da hukuksal temelden, dayanaktan yoksun bu mutabakata dayalı olarak işverenlerin ödemelerin ertelenmesini istemesi, hukukla ve hukuk devleti kavramıyla bağdaşır bir tutum olarak değerlendirilemez ve hukuksal haklılığı sonucuna da ulaşılamaz.
Yerel Mahkeme'nin direnme kararını, bu açıkladığım nedenlerle ve benimsediğim gerekçesiyle usul ve kanuna uygun bulduğumdan, sayın çoğunluğun kararına katılamıyorum.