 |
T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
E. 1994/10-800
K. 1995/166
T. 15.3.1995
Yargıtay içtihatları bölümü
Yargıtay Kararı
RÜCUAN TAZMİNAT
KUSURLU SORUMLULUK
KUSURSUZ SORUMLULUK
TAZMİNAT SINIRLANDIRILMASINDA KIYAS
KARAR ÖZETİ Bildirimsiz sigortalı çalıştırılması nedeniyle zararlandırıcı sigorta olayı sonrasında açılan rücuan tazminat davalarında da, işverenin kusurlu sorumluluğundan doğan tazminat davalarındaki tavanın kıyas yoluyla uygulanması hak ve nesafet kurallarına uygun bulunduğundan, mahkemenin yapacağı iş; hak sahiplerinin işverenden isteyebileceği tazminat (tavan) miktarını, önce kusur durumunu hiç gözetmeksizin belirlemek ve belirlenen tazminat miktarını geçmemek üzere tarafların kusurlu veya kusursuz durumlarını gözönüne alarak, tenkis hükümlerini uygulamak olmalıdır:
(506 s. SSK. m. 9,10, 26)
(818 s. BK. m. 43,44)
Taraflar arasındaki "rücuan alacak' davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; (Ankara 4. iş Mahkemesi) 'nce davanın kabulüne dair verilen 16.12i993 gün ve 1993/803-1993/902 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 10. Hukuk Dairesi'nin 2.6.1994 gün ve 691-10927 sayılı ilamı ile; .. Davacı, iş kazasında ölen sigortalı işçinin hak sahiplerine yapılan harcamalar üzerine uğranılan Kurum zararının rücuan ödetilmesini istemiştir.
Mahkeme, isteği hüküm altına almıştır.
1- Dosyadaki yazılara, toplanan delillere ve hükmün dayandığı gerektirici nedenlere göre sair temyiz itirazlarının reddi. gerekir.
2- Dava, zararlandırıcı sigorta olayına maruz kalan sigortalıya veya haksahiplerine Kurumca yapılan sosyal sigorta harcamalarının rücuan ödettirilmesi istemine ilişkindir. Dava konusu olayda, 9 ve 10. maddelerin Öngördüğü koşulların oluştuğu uyuşmazlık konusu değildir. Uyuşmazlık, 10. maddeye dayanan rücu davalarında 26. maddesinin Öngördüğü "tavanın" uygulanıp uygulanmayacağı noktasında toplanmaktadır.
Davanın yasal dayanağı, 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun 9 ve10. maddeleridir. Anılan 10. maddenin üçüncü fıkrasındaki, "ancak yukarıdaki fıkralarda belirtilen sigorta olayları. için Kurumca yapılan ve ileride yapılması gerekli bulunan her türlü masrafların tutarı ile, gelir bağlanırsa bu gelirlerin 22. maddede sözü, geçen tarifeye göre hesap edilecek sermaye değerleri tutarı 26. maddede yazılı sorumluluk halleri aranmaksızın işverene ayrıca ödettirilir" hükmü yer almıştır. Anılan hükümde yazılı "sorumluluk halleri" ibaresi sözlük anlamıyla sorumluluğa neden olan maddi olguları, başka bir anlatımla kusur durumunu hedeflemektedir. Yoksa sorumluluğun kapsam ve tutarını içermez. Gerçekten, 10. maddenin yollamada bulunduğu 26. maddenin ilk metninde soru tazminat tutarı bakımından sınırlayan bir hüküm yer almamış ve böyle bir sınırlama 3395 sayılı Kanunla maddeye dahil edilmiştir. O halde, kanun yazım tekniği açısından 10. maddenin 26. maddeye sonradan getirilen tazminat tutarı sınırlamasını dışladığı düşünülemez. Öte yandan, işverenin kusurlu ve suç sayılır eyleminden dolayı sorumluluğunu düzenleyen 26. maddede 3395 sayılı Yasa ile yapılan değişiklikle, işverenin ödemesi gerektiği rücu tazminatının miktarına sınır getirilmiştir. Başka bir anlatımla kusurlu veya suç sayılır eylemi ile sigortalıya veya haksahiplerine sosyal sigorta harcamalarının yapılmasına neden olan işverenin ödeyeceği rücu tazminatı miktarı sigortalı veya haksahiplerinin işverenden. isteyebileceği tazminat miktarı ile sınırlandırılmıştır.
Hal böyle olunca ve özellikle kusursuz sorumluluğu öngören 10. madde. ye dayanılarak açılan rücu davalarında da 26. maddenin öngördüğü tavanın kıyas yoluyla uygulanmasının, hak ve nesafet kurallarına uygun olacağı, esasen davanın yasal dayanağını oluşturan 10. maddenin uygulamaya cevaz verdiği, engelleyici hüküm içermediği açıktır.
Mahkemece yapılacak iş, sigortalının veya haksahiplerinin işverenden isteyebileceği tazminat (tavan) miktarını önce kusur durumu hiç gözetmeksizin belirlemek ve belirlenen tazminat miktarını geçmemek üzere tarafların kusurlu veya kusursuz durumları nazara alınarak Borçlar Kanununun 43, 44. maddeleri gözönünde tutularak rücu alacağına hükmetmekten ibarettir.
Mahkemece, bu maddi ve hukuki olgular gözönünde tutulmaksızın eksik inceleme ve araştırma sonucu yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırıdır...) gerekçesiyle bozularak dosya yeme geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece, önceki kararda direnilmiştir.
Temyiz eden: Davalı vekili.
Hukuk Genel Kurulu'nca incelerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü.
Davada, işkazası sonucu vefat eden sigortalının haksahiplerine bağlanan gelirin peşin değerinin tahsili için 506 sayılı Yasanın 9 ve 10. maddesine dayanılarak daha önce açılan rücu davasının kabulle sonuçlanıp kesinleştiği, bilah4ıe kat sayının artması nedeniyle gelirlerde artış meydana geldiği öne sürülmüş, bu artışın peşin değerinin 9 ve 10. maddeye göre davalıdan tahsiline karar verilmesi istenmiştir.
Dava konusu olayda, 9. ve 10. maddelerin öngördüğü koşulların oluştuğu hususu tartışmasızdır. Uyuşmazlık, 506 sayılı Yasanın 26. maddesinin getirdiği tavan sınırlandırılmasının 9. ve 10. maddeye göre açılan rücu davalarında da uygulanıp uygulanmayacağı noktasında toplanmaktadır.
Davanın yasal dayanağı 506 sayılı Yasanın 9 ve 10. maddeleridir. 9. madde aynen; "işveren çalıştırdığı sigortalıları örneği Kurumca hazırlanacak bildirgelerle engeç bir ay içinde Kuruma bildirmeğe mecburdur hükmünü getirmiştir. İşverence bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde izlenecek yol ve işverenin sorumluluğunun kapsamı 10. maddede düzenlenmiştir. Anılan maddede de bildirimsiz sigortalı çalıştırılmış ve, bir işkazası meydana gelmiş ise, Kurum ilgililere gerekli sigorta yardımlarını yapar ve bu yardımlar için 10. maddenin son fıkrası gereğince işverene rücu eder. Zira bu fıkrada 'Ancak, yukarıdaki fıkralarda belirtilen sigorta olayları için Kurum'ca yapılan ve ileride yapılması gerekli bulunan her türlü masrafların tutarı ile gelir bağlanırsa, bu gelirin 22. maddede sözü geçen tarifeye göre hesabedilecek sermaye değerleri tutan 26. maddede yazılı sorumluluk halleri aranmaksızın işverene ayrıca ödettirilir hükmü yer almıştır. Buradaki "sorumluluk halleri" ibaresi sorumluluğa neden olan maddi olguları ve kusur durumunun tesbitini hedeflemektedir. Yoksa sorumlu tutulacak tazminat miktarını belirlemeyi amaçlamamaktadır. Çünkü işverenin 26. maddeye göre sorumluluğu kusur esasına, 10. maddeye göre sorumluluğu ise kusursuzluk ilkesine dayanır. İşkazasının oluşumunda işverenin hiçbir kusuru yoksa bile sigortalıyı Kurum'a bildirmemiş ise yapılan sigorta yardımlarından ötürü 10. maddeye göre sorumlu tutulur.
İşte, "26. maddede yazılı sorumluluk halleri aranmaksızın" ibaresi, kusursuz sorumluluğu ifade etmek için metinde yeralmıştır.
Bu açıklamaların ışığında öncelikle belirlenmesi gereken husus, 9 ve 10. maddeye göre açılan rücu davalarında, işverenin sorumluluğu sınırının tazminat miktarı bakımından nereye kadar gideceği, başka bir anlatımla ileriki yıllarda her katsayı artışında gelirlerde artış sözkonusu olacağından işverenin hudutsuz bir biçimde bu artışlardan sorumlu tutulup tutulamayacağıdır. Özel Dairenin bozma kararında 26. maddede olduğu gibi 9 ve 10. maddeye dayanılarak açılacak rücu davalarında da işverinin sorumluluğuna sınırlama (tavan) getirilmesi gerektiği görüşünün benimsendiği görülmektedir.
Gerçekten 26. maddenin 1. fıkrasında, "her türlü giderlerin tutarları ile gelir bağlanmışsa bu gelirlerin 22. maddede belirtilen tarifeye göre hesaplanacak sermaye değerleri toplamı sigortalı veya haksahibi kimselerin işverenden istevebilecekleri miktarla sınırlı olmak üzere Kurumca işverene ödettirilir" hükmü getirilmiştir. Böyle bir sınırlama 26. maddeye ilk defa 3395 sayılı Yasa ıle v. bu konudaki boşluğu dolduran Yargıtay içtihatlarından esinlenerek dahil edilmiştir. Yasa koyucunun aynı değişikliği 10. maddede yapmamış olması, bu maddeye göre açılan davalara sınır tanımadığı anlamına gelmez. 0 yandan, 10. maddenin amaca yönelik yorumlanmasından bu maddeye göre açılan davaların sınırsız şekilde süreceği sonucu çıkmamaktadır. O itibarla, kusursuz sorumluluğu öngören 9 ve 10. maddeye dayanılarak açılan rücu davalarında da 26. maddenin öngördüğü sınırlamanın (tavanın) kıyas yoluyla uygulanmasının hak ve nesafet kurallarına uygun düşeceği açıktır.
Esasen her sorumluluğun bir yerde bitmesi gerekir. Kişilerin ölünceye kadar kendilerinin, ölümleri halinde onların halefi durumunda bulunan mirasçılarının aynı olay nedeniyle sonsuza dek dava tehdidi altında tutulmalarına cevaz vermek, gerek Usul Hukukunun gerekse Maddi Hukukun evrensel kurallarına uygun düşmez.
10. madde ile 26. madde arasında benzerlik bulunmadığı, dolayısıyla kıyas hükümlerinin Uygulanamayacağı görüşü ile sınırlamanın, zamanaşımı veya Borçlar Kanununun 43, 44. maddelerinin uygulanması suretiyle gerçekleşebileceği görüşlerine de itibar etmek mümkün değildir. Zira, 26. madde ile 10. madde Kurumun rücu hakkını düzenlemiş olup ayrıldığı tek nokta sırasıyla kusurlu ve kusursuz sorumluluğa ilişkin olmalarıdır. Tek bir noktada ayrılığın yarlığı kıyas hükümlerinin uygulanmasını engellemez. Özellikle rücu alacaklarının miktarının hesaplama şekli, izlenecek yol bakımından aralarında ayniyet vardır. 1992/3 esas sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu Kararı ile her artış ayrı bir olgu kabul edilerek zamanaşımının olay tarihinden değil, allışın onayı tarihinden itibaren hesap edileceği kabul edildiğinden davanın zamanaşımı hükümleriyle sınırlandırılması yoluna da gidilememektedir. Borçlar Kanununun 43 ve44. maddelerinin uygulanması da uyuşmazlığı bir yerde bitirmemektedir. Bu uygulama sadece hükmedilen tazminat miktarından bir kesiminin indirilmesi sonucunu doğurabilir.
Hal böyle olunca mahkemece yapılacak iş, haksahiplerinin işverenden isteyebileceği tazminat (tavan) miktarını önce kusur durumunu hiç gözetmeksizin belirlemek ve belirlenen tazminat miktarını geçmemek üzere davalının olaydaki kusursuzluğu dikkate alınarak Borçlar Kanununun 43 ve 44. maddeleri uygulanarak varılacak sonuç uyarınca rücu alacağına hükmetmekten ibarettir.
Bu itibarla, Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnifmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu hedenle direnme kararı bozulmalıdır.
So n u ç Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğinöe (BOZULMASINA), istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 15.3.1995 gününde, bozmada oybirliği, sebebinde oy-çokluğuyla karar verildi.
KARŞI OY YAZISI
1- Özel Daire çoğunluğu, 30 yılı aşkın bir tatbikatı ve yerleşmiş içtihadı, Yargıtay Kanununun 15 / b maddesindeki prosedürü işletmeden ve kendisini yasa koyucu yerine koyarak ve anılan maddeye aykırı bir şekilde değiştirmiş ve Hukuk Genel Kurulu'nun sayın çoğunluğu da bu aykırılığı gözardı ederek içtihadı birleştirme mekanizmasını işletmeden konuyu kendisi çözümlemiştir. Bu yönteme karşıyım.
2- 506 saydı Kanun m. 10, işyerinde sigortalı çalı ştırıldtğının işveren tarafından süresinde Kurum'a bildirilmemesi halinin, işverene yönelik müeyyidesini düzenlemektedir. İşveren çalıştırdığı sigortalıları, örneği Kurumca hazırlanacak bildirgelerle (işe giriş bildirgesi ile) en geçbir ay içinde, m. 9 uyarınca, Kurum 'a bildirecektir. Şayet bildirmez ise, sigortalıyı kaçak çalıştırmış olacaktır. İşte kaçak çalıştırılan bu kişiler, bildirim sürçsi geçtikten sonra, bir işkazası, meslek hastalığı, hastalık ve analık risklerinden herhangi birine maruz kalırlarsa, kaçak çalıştırılmalarına, Kurum 'a tescilli olmamalarına rağmen, Kurum kendilerine gerekli sigorta yardımlarını yapacaktır. Ancak, m. 10/3 uyarınca yapılan ve ileride yapılması gerekli bulunan her türlü masrafların tutan ile, gelir bağlanırsa, bu gelirlerin 22. maddede sözü geçen tarifeye göre hesap edilecek sermaye değerleri tutarını, 26. maddede yazılı sorumluluk halleri aranmaksızın, işverene ayrıca ödettirilecektir". Oysa, işkazası, meslek hastalığı halinde, Kurum 'un harcamaları m. 26 ve hastalık halinde ise m. 39, 41 uyarınca, işverene ve üçüncü kişilere, rücuan ödettirilebilmektedir. Madde 10/3'de ise, Kurum'un karşıladığı risk, işkazası, meslek hastalığı ve hastalık riski olmasına karşın, o maddelerden ayrı, halefiyete dayanmayan, sırf işverene ve onun bildirge vermeme eylemine yönelik, bağımsız bir rücu davası öngörülmüştür. Halefiyete dayanmamaktadır. Çünkü, işveren sigorta olayının meydana gelmesinde, kusursuzluğu nedeniyle, sigortalısına karşı 8orurhlu olmasa bile, bildirge vermemesi yüzünden, Kurum 'a karşı sorumlu olabilmektedir. İşveren, sigorta olayının meydana gelmesinde, ister kusurlu, ister kusursuz olsun, bildirge vermemesi nedeniyle, Kurum 'a karşı sorumlu olacaktır. Yani, burada, işverenin bildirge vermeme -kaçak işçi çalıştırma eylemi, bir çeşit medeni ceza ile, kusursuz rücu tazminatı sorumluluğu ile, cezalandırılmaktadır. İşverenin bu eylemi, ayrıca 506 sayılı Kanun m. 140/b uyarınca, idari para cezası ile dahi müeyyidelendirilmiştir. İşverenin, m. 10/3'e dayanan sorumluluğunun haleflik ilkesi ile ilgisi olmadığı 10. Hukuk Dairesi 'nin 7.2.1984 tarih ve 14444/1527 s.; 8.3.1987 tarih ve 921/1096 s.; 14.9.1987 t. ve 4220/4215 s.; 24.3.1992 t. ve 2264/3672 s.; 27.3.1990 t. ve 8961/2902 s.; 30.5.1989 t. ve 2781/4811 s.; 6.3.1989 t. ve 187/2054 sayılı kararlarında ve öteki birçok kararında vurgulanmıştır.
Gerçekten, burada, işyerinde kaçak çalıştırılan işçiye yardım yapma yükümü, Kurum 'a, özel bir kanun maddesiyle yükletilmiştir. İşçi, sigortalı olarak tescilli olmadığı halde, sosyal bir düşünceyle S.S. Kurumu devreye sokulmuş, belli risklerle karşılaşması halinde, ona, yardım etmekle mükellef' kılınmıştır. İşçi de, icabında işveren ve işyeri de, tescilli olmadığı ve Kurum 'ca bilinmediği, ve de işverenden hiç bir prim ve yarar sağlanmadığı halde, sırf ekonomik açıdan güçsüz olan işçi, ortada kalmasın diye, Kurum, yükümlülük altına sokulmuştur. İşveren, sigorta olayının meydana gelmesinde kusursuz da "olsa, diğer bir deyimle, m. 26 uyarınca işverene rücu caiz olmasabile, m. 10'a göre rücu mümkün olacaktır; Madde 26'ya giren hallerde., işveren prim ödediği ve işkazası ve meslek hastalığına karşı işçinin resmi sigortalanması işlemini sağladığı için kusura olmayan olaylarda, sorumluluktan kurtulmakta, m. 10'da ise, kaçak çalıştırma sigortalattırmama eylemi nedeniyle sigorta olayının oluşmasında,kusuru olmasa da, Kurum'u yasal yardım yükümlülüğü ile karşı karşıya bıraktığı için, işveren, Kurum'un giderlerini karşılamakla yükümlü tutulmaktadır. Böyle bir. sonuç ve ilişkide, ne klasik, nede temelinde rücu hakkı bulunan türden yasal bir halefiyet sözkonusu değildir. Madde 26 da ise, kanundan doğan ve temelinde rücu hakkını içeren bir halefiyet ilişkisi vardır ve bu nedenle, oradaki işverenin rücu sorumluluğuna, önceleri Yargıtay içtihatlarıyla ve sonra 3395 sayılı Kanunun bu içtihatları benimsemesi ile yasal olarak, "sigortalı veya haksahibi kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarla sınırlı olmak üzer,e" şeklinde bir tavan sınırı uygulanmıştır. Şu halde, 26. maddede tavan sının uygulanması, halefik ilkesinin gereği ve sonucudur. Madde 1O'a dayanan davalar ise, haleflik ilkesine dayanmayıp, kaçak işçi çalıştırmanın medeni cezasını oluşturmakla, böyle bir sınırlamaya tabi tutulmamıştır. O kadarki, 3395 sayılı Kanun ile 26/1. madde değiştirilerek tavan sınırı konurken, 10/3. Maddeye hiç dokunulmamıştır. Yasakoyucunun bu davranışı tamamen bilinçlidir..
İmdi, m. 10/3'e dayanan tazminat davalarında sorumluluğun sınırı ve kapsamı nedir? Bunu, m. '10/3; "Kurum'ca yapılan ve ilerde yapılması gerekli bulunan her türlü masrafların tutarı ile, gelir bağlanırsa bu gelirlerin 22. maddede sözü geçen tarifeye göre hesap edilecek sermaye değerleri tutan, 26. maddede yazılı sorumluluk halleri aranmaksızın işverene ayrıca ödettirilir" şeklinde belirlemektedir. Demekki, her ne masraf yapılmışsa veya gelirlerin peşin sermaye değeri ne ise, o, işverenden alınacaktır. 26. maddede ise, aynı şeylerin, yani gider ve gelirlerin peşin değerlerinin, hemen aynı sözcüklerle işverene ödettirileceği yazılı olmakla beraber, "sigortalı veya haksahibi kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarla sınırlı olarak" şeklinde bir tavan sınırı getirilmektedir. Bu sınır, 10/3. maddede yoktur. Daha önce halefiyetçen hareketle, içtihaden kabul edilen bu tavan sınırını 3395 sayılı Kanunla 26/1. maddeye eklenen yasakoyucu, yukarda belirtildiği gibi 10/3. maddeye hiç dokunmayarak, 10. madde için böyle bir sınırın sözkonusu olamayacağını, özellikle ifade etmiş olmaktadır.
Nitekim, geçmişte 1803 sayılı Af Kanununun 9 lA maddesinin son cümlesinde; "...506 sayılı Kanunun 10. maddesinin son fıkrasındaki ödeme, 26. maddedeki sorumluluk hallerinin tahakkuk etmesine bağlıdır..." denilerek, 10. maddedeki sorumluluk, 26. madde koşullarına tabi tutulmuştur.
Bu uygulama zaman içinde hükmünü icra ederek ortadan kalkmış ve uygulamada bu hükmün 10. maddeyi değiştirmediği ve 1803 sayılı Kanun kapsamı dışında kalan olaylarda maddenin uygulanacağı kabul edilmiştir. Şii halde 3395 sayılı Kanunun 4772 sayılı Kanundanberi içtihaden uygulanan sermaye değerleri toplamı, sigortalı veya hak sahibi kimselerin, işverenden isteyebilecekleri miktarla sınırlı olmak üzere..." şeklindeki tavan sınırını 506 saydı Kanunun 26. maddesine ekler iken, eğer isteseydi 'aynı sınırı 10. maddesine de eklerdi denilebilmektedir. Eklememesi işin tarihi seyri de gözönünde tutulunca yasakoyucunun tamamen bilinçli bir davranışı olarak yorumlanabilmektedir. Yasakoyucunun bu bilinçli davranışı karşısında artık 26. maddeye konan bu tavan sınırı, kıyasen 10. maddeye dayanan davalarda uygulanamaz.
Bu güne kadarki Yargıtay uygulaması da, istisnasız bu görüşler 'çevresinde şekillenmiş iken, bu davada yasal düzenlemelerin esprisine, hukuki dayanaklarına ve açık yasa metinlerine aykırı bir tarzda, sayın çoğunluk tarafından, 506 sayılı Kanun m. 1013'e dayanan davalarıda da m. 26'daki tavan sınırının kıyas yoluyla uygulanması gerekeceği kararlaştırılmıştır.
Bu görüş, yukarda açıklanan nedenlerle, açıkça kanuna aykırıdır. Öte yandan, burada kıyas da caiz değildir. Çünkü, her iki maddede yer alan Kurumlar, ilkeler ve çözümler, farklıdır. Madde 1013'de, kaçak işçi çalıştırmanın etkin müeyyidesi düzenlenmişken, buna işverenin ve .işçinin prim ödeyerek sigorta ettirdiği risklere ilişkin rücu davasının kural ve sınırlarını, yaptırımın, güç ve' etkinliğini ortadan kaldıracak şekilde, kıyasen uygulamak hukuken mümkün değildir. Ayrıca, kıyasen varılan sonuç, kaçak.işçi çalıştıran-işvereni, nizami ve yasal işçi çalıştıran işverenle aynı sınıra tabi tutulmakla açık eşitsizliğe de yol açmaktadır. Örneğin, sigorta olayının meydana gelmesinde % 100 kusurlu olan ve kaçak işçi çalıştıran işverenle, % 100 kusurlu fakat resmi işçi çalıştıran ve primlerini ödeyen işvereni eşit şekilde sorumlu tutmaktadır. Oysa, kaçak işçi çalıştıran işverenin sorumluluğunun, resmi işçi çalıştıran işverenin sorumluluğundan daha ağır olması lazımdır.
O halde, 506 sayılı Kanun 1013. madde uygulamasında, 26. maddeye özgü tavan sınırlaması, kıyasen uygulanamaz.
Bundan başka, çoğunluk kararı, m. 1013'deki rücu davalarının kusursuz sorumluluğu öngördüğünü açıkça kabul etmektedir. Bu doğrudur. Fakat kusursuz sorumluluğa dayanan bu davalarda, kusurlu sorumluluk esasına dayanan ve kusur oranı da gözetilerek belirlenen m. 26'daki tavanın, kıyas yoluyla uygulanmasını önermektedir ki bu, açık bir çelişkidir. Tavan, kusur durumu nazara alınmaksızın belirlenecek ise, o zaman da ortada çıkacak tavan hesap, kıyasen uygulanması kabul edilen 26. maddedeki tavan olmayacaktır ki, bu da ayrı bir çelişkidir. Öte yandan, çoğunluğun kararında "kusurlu veya kusursuz durumları gözönünde tutarak rücu alacağına hükmedilmesi önerilmektedir ki, bu da ayrı bir çelişkidir. Zira, burada bir çeşit rücu tazminatı hesabında, kusur durumunun dikkate alınması tavsiye ediliyor. Bu görüş, emyukarıdaki çoğunluk tavsiyeleriyle, hem de maddenin yapısındaki kusursuz sorumluluk ilkesiyle; çelişmektedir. Diğer bir deyimle, tam bir kavram kargaşası sözkonusudur.. 26. maddedeki tavan sınırının kusurda hesabı katılarak yapılacak bir hesaplamayı içerdiği gözden kaçırılmıştır.
"10. maddenin tavan sınırlaması uygulanmasına cevaz verdiği ve engelleyici bir hüküm içermediğinin" ileri sürülmesi, ayrı bir yanılgıdır. Bir kusursuz sorumluluk halinin, tavanla sınırlanabilmesi için, yasal ceyaz hükmünün bulunması gerekir. İlke olarak, kabul edilen bir sorumluluk halinin, sınırlandırılması, açık kanun hükümleriyle öngörülmelidir. Böyle bir sınır, diğer bir deyimle, yasal cevaz hükmü olmadıkça, engel hüküm yok diye, mahiyeti başka bir sorumluluk düzenine özgü sınırlamalar, kusursuz sorumlulukta, kıyasen uygulanamaz.
Sayın çoğunluğun, 506 sayılı Kanun m. 10/son'un sorumluluk hallerinden sadece kusura atıf yaptığı, tavana-tazminat miktarına atıf yapmadığı yolu görüşüne de katılmak olanaksızdır.
Yasakoyucu, bu atfı yaptığı zaman, tavan uygulamasını biliyordu, sadece kusuru amaçlasaydı,' kapsamlı olan "haller" 'sözcüğü yerine "kusur" sözcüğünü kullanıldı. Böyle yapmayarak çoğul olarak "haller" sözcüğünü kullanması, sorumluluk unsurlarından hem kusuru, hem de tazminatın şumul ve sınırını ifade etmek istediğini, açık ve seçik olarak göstermektedir.
Öte yandan, burada sınırsız tahsil ve ilanihaye dava da sözkonusu değildir. İşçi çalıştırdığını bildirmeme bir çeşit haksız eylem olmakla burada Borçlar Kanunu m. 60'daki bir ve on yıllık zamanaşımı uygulanmalıdır. Tazminat alacaklısı Kurum 'la borçlusu işveren arasında hizmet akti ilişkisi 'bulunmadığı ve haleflik de sözkonusu olmadığından bu tür davalar haksız eylem zaman aşımına tabidir. Bunun tersini savunan çoğunluğun, zamanaşımına ve sınır oluşturmayacağına ilişkin görüşlerine katılmak olanaksızdır.
Ayrıca Kanunun, 1992/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararıyla da bir ilgisi yoktur. Sözkonusu karar, 506 saydı Kanun m. 26/1 'e ilişkin 'olup 10. maddeyi kapsamamaktadır. Hukuk Genel Kurulu'nun sayın çoğunluğunun aksini içeren görüşü kabul edilemez.
Bundan başka, Borçlar Kanunu m. 43-44'ün uyuşmazlığı bitirmeyeceği ve 10. madde uygulamasında yarar sağlamayacağı yolundaki görüşler de benimsenemez.
Aslında burada sorun şudur:
Madde 10'a dayanan rücu davalarında, koşullar oluşmakla beraber, sigorta olayının meydana gelmesinde, işverenin hiç kusuru yoksa veya belli bir oranda ise, buna karşın sigortalı, üçüncü kişiler kusurlu iseler veya kaçınılmaz etkenlerin olayda payı varsa, bunlar, tazminatın şumulünün tayininde hiç etkili olmayacak mıdır? Dairemizin, giderek Yargıtay'ın uygulamasında, bu haller, genel hüküm niteliğinde olup, bu davalarda da uygulanması gereken, Borçlar Kan4nu m. 43 ve 44 çevresinde, tazminatta bir indirim nedeni olarak kabul edilmektedir. Bu konuda bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Ne var ki, ekonomide enflasyonist baskılarının etkili olduğu dönemlerde 10. madde çevresinde, Kurum 'ca karşılanan riskler nedeniyle, özellikle sigortalılara gelir bağlanan hallerde, bu gelirlerde, zaman zaman, Kanun ve Kararnamelerle ayarlamalar ve artışlar yapılmaktadır. Bu işlemler, büyük oranda enflasyonun, gelirlerde meydana getirdiği erimeyi gidermek, kısmen de gelir seviyesini iyileştirmek amacıyla yapılmaktadır. İşte, bu gelir artışları, in. 10/3 çevresinde, işverenden ayrıca istenmektedir. 10. Hukuk Dairesi, giderek Yargıtay uygulamasında, bu artışların zamanaşımı sınırları içerisinde istenebileceği kabul edilmektedir. Bu işler, artış gerçekleştikçe devam ettiğinden, sınır arama eğilimi, bu olgulardan doğmuştur. Gerçekten, sonradan yapılan artışlar için,'zamanaşımı sınırları içerisinde, dava açılabilir. Fakat bu davalar, büyük çapta, Devletin, ekonomide istikrarı sağlayamaması ve enflasyonu ortadan kaldıramaması, yada hiç değilse,gelir ve ücretleri eritmeyecek bir orana indirememesi yüzünden açıldığı için, bu risklerin yükünü, tümüyle bildirge vermeyen, kaçak işçi çalıştıran işverene çektirmek, adalet ve nesafete ters düşmektedir. İşveren, bildirge vermemek, kaçak işçi çalıştırmakla, işbu medeni cezayı haketmekle beraber, enflasyonun oluşması ve sürmesinde bir kusuru olmadığından, artışlara ilişkin rücu davalarında, tazminatın Borçlar Kanunu m. 43, 44 çevresinde, ayrı bir indirime tabi tutulması gerekir. Nasılki sigorta olayının meydana gelmesinde, işverenin kusuru olmadığı, buna karşın, sigortalı ve üçüncü kişinin kusuru bulunduğu veya olay kaçınılmaz olduğu zaman, Borçlar Kanunu m. 43 .ve 44'e göre, % 50den az olmamak üzere, tazminatta bir hakkaniyet indirimi yapılıyorsa, işverenin kusuru olmayan, buna karşın Devletin kusurundan oluşan enflasyon olgusu nedeniyle yapılan gelir artışlarının rücuan tahsiline ilişkin davalarda da, yeniden bir hakkaniyet indiriminin, aynı maddeler uyarınca, ayrıca uygulaması, adalet ve nesafete uygun olur. Diyelimki, önceki davada, sigortalının karşılıklı kusuru ve işyerinin kusursuzluğu nedeniyle, işveren, gelirlerin % 40'ı oranında rücu. tazminatıyla sorumlu tutulsa, artış davasında yukarda açıklanan nedenle, %20 oranında bir hakkaniyet indirimi de gözönünde tutularak gelir artışlarının % 80'i indirilip, %.20'si ile sorumlu tutulabilir. Sonradan açılacak davalarda bu indirim adalet ve nesafetin gerektirdiği bir miktar olarak belirlenebilir ve icabında tazminattan sarfi nazar da edilebilir. Diğer bir deyimle, artışlardaki enflasyon payının, önceki davada uygulanan hakkaniyet indirimi oranın artırıcı bir etken olarak kabulü icabeder.
Bu işlem, 506 sayılı Kanun m10/3'deki özel hükme, Borçlar Kanunu m.43, 44 'deki genel kuralların uygulanması suretiyle gerçekleştirilmiş olur ve tamamen yasaya uygun bir nitelik taşır.
Bu imkan ve yol ve yasal cevaz varken, nitelikçe, kıyası caiz olmayan, başka yasal rııcu sistemlerine, kurumlarına ait, yöntem ve müesseseleri, tüm Yargıtay uygulamasına ters düşecek biçimde m. 10/3'e dayanan artış davalarında, kıyasen uygulamaya kalkışmak, kanuna aykırı ve hukuk düzenini altüst eden, dava ekonomisi ilkesine de uymayan bir davranıştır.
Özetle, m. 10'a dayanan davalarda, haleflik esası, tavan sınırlaması uygulanmaz, tavan hesabı yaptırılması gerekmez. Özellikle, çoğunluk kararında öngörülen biçimde bir hesap hiç yapılamaz. Borçlar Kanunu m. 43, 44 uyarınca, uygun ve gerekli ölçüde hakkaniyet indirimi yoluyla sorun çözülebilir.
Bu nedenlerle sayın çoğunluğun kararına karşıyım.
Teoman OZANOĞLU
10. HD. Başkanı