 |
T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
E: 1990/648
K: 1991/65
T: 13.02.1991
Yargıtay içtihatları bölümü
Yargıtay Kararı
DAVA : Taraflar arasındaki "vasiyetnamenin kısmen tenfizi" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; (Adalar Sulh Hukuk Mahkemesi)nce davanın kabulüne dair verilen 6.7.1988 gün ve 1988/66-94 sayılı kararın incelenmesi müdahil Hazine vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 2. Hukuk Dairesi'nin 24.12.1988 gün ve 9696-10866 sayılı ilamıyla; (... Aynı vasiyetle ilgili olarak evvelce açılmış, tarafları aynı olan tenfiz davası reddedilmiş, karar kesinleşmiştir. Hal böyle olunca, temyize konu tenfiz isteğinin kesin hüküm sebebiyle reddedilmesi gerekir. Bu yön gözetilmeden olaya uymayan sebep ve düşüncelerle vasiyetin tenfizine karar verilmesi usul ve kanuna aykırıdır...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Temyiz eden: Müdahil Hazine vekili.
Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, vasiyetnamenin tenfizi isteğine ilişkindir. Yerel mahkeme ile Özel daire arasındaki uyuşmazlık, olayda kesin hüküm olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Hukuk Genel Kurulu'ndaki görüşmelerde vasiyetnamenin tenfizi davalarının görülmesinin sulh hukuk mahkemesinin yasa ile belirlenen görevleri arasında bulunmadığı kimi üyelerce gündeme getirilmiş olmakla bu konu üzerinde öncelikle görüşme açılması gerekmiştir. Yapılan müzakereler sonunda uygulamada (Vasiyetnamenin tenfizi) diye adlandırılan davaların gerçekten bir aynı hakkın tesisi için öngörülmüdeği, sadece sulh hukuk mahkemesince açılan vasiyetnamenin MK.nun 535 ve özleyen maddelerinde düzenlenen tebliğ işlemlerinin ikmalinden ve gerekli yasal sürelerin geçmesinden sonra herhangi bir itiraza uğramadığı ve iptalinin de istenmediği ve bu nedenle kesinleşmiş olduğunun tesbitinden ibaret bulunduğu, böylece sulh hukuk mahkemesine verilmiş olan vasiyetnamelerin açılması ve tebliği görevinin doğal bir sonucu ve uzantısı bulunduğu cihetle uygulamada bu tür davalar ve isteklere de sulh hukuk mahkemesince bakılması gerektiği sonucuna varılmış ve Adalar sulh Hukuk Mahkemesi'nin davaya bakmaya görevli olduğuna 6.2.1991 tarihinde, 2/3'ü aşan çoğunlukla karar verildikten sonra görüşmenin ikinci aşamasını oluşturan olayda kesin hüküm bulunup bulunmadığının incelenmesine geçilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu'nda bu konuda yapılan görüşmelerde düşünceler başlıca iki noktada belirmiştir. Bu görüşlerden birisine göre; Hukuk Genel Kurulu'nun bundan önce vermiş olduğu 9.3.1988 gün ve 1987/2-860 esas, 1988/232 karar sayılı kararında da açıklandığı üzere Bakanlar Kurulunun 2.11.1964 tarih ve 6/3801 sayılı Kararnamesi ile Yunan Uyruklu kişilerin Türkiye'de bulunan taşınmazları hakkında temliki tasarrufta bulunmaları yasaklanmış ve böylece tasarruf yetkileri ortadan kaldırılmıştır. Bu kararnamenin yürürlüğü sırasında yapılmış bulunan her türlü temliki tasarruf geçersiz olduğundan mahkemece de bu kararnameye dayanılarak vasiyetnamenin tenfizi istemi reddedilmiş ve kararın Yargıtay'ca da onanarak kesinleşmesiyle gerek şekli, gerek maddi anlamda bir kesin hüküm meydana gelmiştir. Daha sonra, 3.2.1988 tarih ve 88/12592 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla 1964 tarihli Kararname yürürlükten kaldırılmışsa da, son kararname ancak yürürlüğe giriş tarihinden itibaren hukuksal sonuçlarını doğuracağından, tamamlanmış hukuksal durumlar üzerinde bir etkisi olamaz. Bu hukuki esasın doğal sonucu olarak da eski hal geri gelmeyeceği gibi kazanılmış hakkın ve kesin hükmün de etkilenmesi düşünülemez. Bu nedenle, Bakanlar Kurulu'nca 23.3.1988 tarihinde, 1988/12757 sayı ile çıkarılan ek Kararname ile 1964 tarihli Kararnamenin geriye yürür bir şekilde ortadan kaldırılması ve o dönemde ölüme bağlı tasarruf yoluyla lehlerine hak tesisi amaçlanan kişiler veya veraset yoluyla yasal mirasçılar adına tescil edilmemiş olan gayrimenkullerin anılan kişiler adına tesciline imkan sağlanmasının da herhangi bir hukuki sonuç doğuramayacağı, öyleyse kesin hüküm nedeniyle davanın reddine karar verilmesi gerekeceği öne sürülmüştür.
Çoğunlukça, yukarıda açıklanan görüş şu gerekçelerden benimsenmiştir:
Gerek 1062 sayılı Mukabele-i Bilmisil Yasası, gerekse bu yasaya göre çıkarılan 2.11.1964 gün ve 6/3801 sayılı Bakanlar Kurulu Kararnamesi Devletin uluslararası ilişkilerde mütekabiliyet esasına göre yabancı uyruklu kişilerin Türkiye'deki malları üzerinde temliki tasarruflarının durdurulmasın amaçlamakta olup azınlık görüşünde belirtildiği gibi yabancı uyrukluların mülkiyet hakkını ortadan kaldıran veya mülkiyet hakkının kullanılması ile ilgili olarak yapabilecekleri bir takım borçlandırıcı işlemleri tamamen geçersiz ve hükümsüz kılan bir düzenleme değildir. Gerek Yasada, gerekse 1964 tarihli Kararnamede sadece Yunan Uyruklu kişilerin Türkiye'de bulunan malları üzerindeki mülkiyet ve mülkiyetin gayrı aynı haklara ilişkin olarak (Temliki tasarruflar durdurulmuştur) denilmiştir. Bu sözlerden sadece mülkiyeti geçiren işlemlerin geçici bir süre durdurulduğu anlaşılmaktadır. Çünkü (Temliki tasarruf) sözü hukukta kazandırıcı işlem, başka bir ifadeyle, mülkiyet geçiren işlem, yani taşınmazlarda tescil ve taşınırlarda teslim işlemini ifade eder. (Durdurma) sözü de Türkçe'de şimdilik ve geçici bir süre için önlem alma manasında kullanılır. demek ki yasanın ve kararnamenin amacı temliki tasarruflar dışındaki hukuksal işlemleri temelinden geçersiz kılmak değildir. Öyleyse gerek satış vaadi gibi hayatta iken hüküm ifade eden borçlandırıcı işlemler gerekse mirasçı nasbı ve muayyen mal vasiyeti gibi tasarruflar birer borç doğurucu işlem olarak geçerlidirler. ve hukuki sonuçlarını meydana getirirler. Ancak 1964 tarihli Bakanlar Kurulu Kararnamesi gereğince borç doğuran bu hukuksal işlemlerin ifası ve yerine getirilmesi, yani taşınmazların satışı vaadedilen yahut mirasçı nasb edilen, vasiyet edilen adına tapuya tescili talep edilemez ve kararname yürürlükte bulunduğu süre içinde adli ve idare makamlar bu işlemleri yapamazlar. İşte olayda Adalar Sulh Hukuk Mahkemesi'nin 24.2.1983 tarihinde, 1981/55 E., 1983/31 K. sayı ile vermiş olduğu vasiyetnamenin tenfizi isteminin reddine, ilişkin kararı bu hukuksal gerekçelere dayanmaktadır. Yoksa, bu karardan, amaç dışına çıkılarak bir hakkın tümüyle ortadan kaldırıldığı, taşınmazın mülkiyetinin taraflardan birisine ait olduğunun tesbiti yahut bu hakkın bir tarafa geçirildiği gibi bir anlam çıkarılamaz. Yukarıda açıklandığı üzere Kararnamenin getirdiği önlemler geçici olduğu gibi bu kararnameye dayanılarak verilen mahkeme kararı dahi geçici niteliktedir. Bu hakkın varlığını veya yokluğunu tesbit eden veya bir hakkı ihdas eden yahut ortadan kaldıran kesin hüküm niteliğinde değildir. 1964 tarihli Bakanlar Kurulu Kararnamesi, 3.2.1988 tarih, 88/12592 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlükten kaldırılmıştır. Böylece, siyasi organ artık bundan sonra 1964 tarihli Kararnamede öngörülen önlemlerin devamını gerekli görmemiştir. Bunun doğal sonucu olarak ve yukarıdaki açıklamaların ışığı altında o tarihe kadar durdurulmuş olan temliki tasarrufların icrasına, yani geçerli bir satış vaadi veya vasiyetnamenin ifasına herhangi bir hukuksal engel bulunmamaktadır. Borçlandırıcı işlemlerin geçerliliğini koruduğu yukarıda ayrıntılı bir biçimde açıklanmıştır. Tescil engeli de kararname ile ortadan kalktığı için, talep üzerine yargı organlarınca, başkaca hukuksal bir engel mevcuz olmadığı takdirde, tescile veya olayda olduğu gibi vasiyetnamenin tenfizine karar verilmesi zorunludur.
Öte yandan, uygulamada bu yönde görülen duraksamaları ortadan kaldırmak amacıyla Bakanlar Kurulunca yukarda anılan 1988 Kararnamesine ek olarak çıkartılan 23.3.1988 tarih ve 88/12757 sayılı Kararnamede aynen; (yürürlükten kaldırılmış bulunan 2.11.1964 tarihli ve 6/3801 sayılı Bakanlar Kurulu kararnamesi zamanında ölüme bağlı tasarruflar yönünden lehlerine hak tesisi amaçlanan kişiler veya veraset yoluyla yasal mirasçılar adına tescil edilmemiş olan gayrimenkullerin anılan kişiler adına tesciline imkan sağlanması; Dışişleri Bakanlığı'nın 23.3.1988 tarihli ve 716/791 sayılı yazısı üzerine Bakanlar Kurulunca 23..3.1988 tarihinde kararlaştırılmıştır) değilmiştir. Bakanlar Kurulunun böyle bir kararname çıkarmaya yetkisi bulunduğunda duraksamaya yer yoktur. Esasen 3.2.1988 tarihli kararname dahi aynı hukuki sonuçları doğurur. Gerekli önlemleri almaya yetkili olan Bakanlar Kurulu, almış olduğu bu önlemleri geriye etkili bir biçimde ortadan kaldırabilir. Burada sadece hukukça önemli olan evvelce kazanılmış olan hakların bakanlar Kurulu Kararnameleri ile ortadan kaldırılamayacağıdır. Yukarıda açıklanan nedenlerle ortada bir kesin hüküm ve dolayısıyla kazanılmış bir hak bulunmadığından ek kararname bu yönden hukuka aykırı değildir. Açıklanan nedenlerle bu yöne değinen yerel mahkemece verilen direnme kararı yerindedir. Ne var ki işin esasına yönelik temyiz itirazları incelenmediğinden dosya bu konuda gerekli tetkikatın yapılması için Özel Dairesine gönderilmelidir.
SONUÇ : Olayda kesin hüküm bulunmadığına ilişkin direnme yerinde ise de işin esasına yönelik temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 2. Hukuk Dairesi'ne gönderilmesine, 6.2.1991 gününde ilk görüşmede yeterli çoğunluk sağlanamadığından, 13.2.1991 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY YAZISI
Anayasa'nın 142. maddesi, mahkemenin görev ve yetkilerinin kanunla düzenleneceğini hüküm altına almıştır. Mahkemelerin görevleri ya HUMK. ile ya da maddi hukuktaki özel hükümlerle belirlenmiştir. 1086 sayılı HUMK.nun 8. maddesi, sulh mahkemesinin göreceği davaları saymıştır. Bunların arasında vasiyetin tenfizine ilişkin davalara bakmak, karar vermek gibi açık hatta kapalı bir hüküm getirilmemiştir.
Medeni Kanunun ölüme bağlı tasarrufları ve vasiyeti düzenleyen maddeleri içinde de sulh mahkemesine vasiyetin tenfizine ilişkin görev verilmemiştir. Kanunun sistematiği ve vasiyetle ilgili diğer hükümlere göre de sulh mahkemesinin görevli olduğu sonucuna varılamamaktadır. Medeni Kanunun 16. (mirasın hükümleri) babında miras açılınca alınacak tedbirleri, 531 ve devamı maddelerde sayarak göstermiştir. Bunlar Kanunda muayyen hallerde terekeyi mühürlemek (MK. m. 532), doğrudan doğruya idare (MK. m. 533) ve vasiyetleri açmak gibi şeylerdir. Vasiyetnamenin kendisine tevdiini müteakip alınacak tedbirler (MK. m. 535/son), vasiyetnamenin açılma süresi ve mirasçıları davet (MK. m. 536) ve vasiyetnamenin açılmasından sonra yapılacak işler (MK. m. 537) teferruatlı olarak gösterilmiştir. Mirasın tasfiyesi halinde vasiyetler için ne yapılacağı açıklanmış, vasiyetin tenfizi (yerine getirilmesi) diye bir kurala yer verilmemiştir.
Bu arada, şunu belirtmekte de yarar vardır. Vasiyet ile mirasçı nasbedilen kimse, külli halef olup mirasdaki hakkı mülkiyettir. Hiç bir işleme gerek olmaksızın kanuni mirasçılarda olduğu gibi hak kanun gereği intikal etmektedir. Mirasçı nasbedilenlerle MK.nun 538. ve HUMK.nun 8. maddesi uyarınca sulh mahkemesince mirasçılık belgesi verilir. Muayyen mal vasiyet edilenlerin hakları ise şahsi haktır. Lehine muayyen mal vasiyet edilenler sulh hakiminden re'sen haklarını intikal ettirecek bir karar alamazlar. Bunların haklarına itiraz edilmesi halinde ise kimlere karşı ne tür davalar açabilecekleri de (lehine muayyen mal vasiyet edilen kimsenin iktisabı başlıklı) MK.nun 541. maddesinde düzenlenmiştir. Medeni Kanunda bu davalara hangi mahkemede bakılacağı açıklanmamıştır. O zaman HUMK. 8/1. madde gereğince müddeabihin değerine göre görevli mahkeme belirlenecektir.
Zira, kanun vazıınca asıl mahkeme olmayan sulh mahkemesine görev verilmesinde açık hükümler getirilmektedir.
"Vasiyetin aynen tenfizine", "biçiminde hüküm kurulması da doğru değildir. Çünkü mahkemeler infazda duraksamaya yer vermeyecek biçimde şu şeyin şu kimseye teslimine, tesçiline, verilmesine diye açık karar vermelidirler (HUMK. m. 388/son). Hükümde başka bir belgeye atıfta bulunulamaz. Örneğin, vasiyetin içinde yorumu gerektiren maddeler bulunabilir. Birden fazla vasiyet aynı anda açılabilir, değişik arzular olabilir. Hangi vasiyetin tenfiz edileceği konusu çıkabilir. Bunlar çözümlenmeden "vasiyetin aynen tenfizine" şeklindeki bir hüküm icabında ölü doğmuş olabilir. Müzakereler sırasında açıklanan bu uyuşmazlıklara da sulh mahkemesi bakar diye bir görüş ileri sürülmemiştir.
Somut olayda olduğu gibi hasımsız vasiyetin tenfizi davası kanuni mirasçıların, mahsup mirasçıların, vasiyeti ifa ile mükellef olanların haklarının zayi olması sonucunu doğurur. Yukarıda açıklandığı üzere musalehin hakkı şahsi hak olduğu için zamanaşımına tabidir (MK. m. 580). Vasiyetnamenin iptaline ilişkin def'ilerle (MK. m. 501) mirasçının tenkis iddiası her zaman def'i olarak dermeyan edilebilir (MK. m. 513). Hasımsız vasiyet edilen bir şeyin intikalini sağlayacak dava işaret edilen def'i haklarını bertaraf edeceği gibi karar yeni davaların doğmasına ve hakların zayine neden olur.
Sonuç olarak, vasiyetin aynen tenfizine dair davaya, ister tesbit davası olarak nitelensin, ister eda davası olarak nitelensin sulh mahkemesinde bakılacağına dair ne Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununda, ne de Medeni Kanunda özel bir hüküm yoktur. Şu halde bu davadaki müddeabihin (vasiyet edilen muayyen malın) değerine göre görevli mahkeme asliye mahkemesidir. Temyiz olunan mahkeme hükmünün görev yönünden bozulması görüşündeyiz.