 |
T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
E: 1989/387
K: 1989/561
T: 01.11.1989
Yargıtay içtihatları bölümü
Yargıtay Kararı
DAVA : Taraflar arasındaki "Satış vaadi sözleşmesinin iptali" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; (MERSİN 1. Sulh Hukuk Mahkemesi)nce davanın reddine dair verilen 26.5.1988 gün ve 442-666 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 3. Hukuk Dairesi'nin 19.1.1989 gün ve 10149-510 sayılı ilamı: (... İptali istenilen sözleşme taşınmaz malı haricen satışına ilişkin bulunmaktadır. Bu sözleşmenin iptali davası taşınmaz malın mülkiyetini etkiliyecektir. Bu itibarla görev yönünü tesbit bakımından taşınmaz malın dava tarihindeki değeri keşif yapılmak suretiyle belli edilmeli, saptanacak değerine göre mahkemenin görevli olup olmadığı üzerinde durulup, mahkemenin görevine girmediği anlaşılırsa dava dilekçesi görev noktasından reddedilmelidir. Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, noterlikte düzenlenen taşınmaz mal pay satışı vaadi sözleşmesinin iptali isteğine ilişkindir. Bu sözleşmeye dayalı olarak satış vaadi alacaklısı tarafından borçlusu aleyhine açılan cebri tescil davası görülmekte iken ikame edilmişti. Davada anılan sözleşmenin yasal koşulları içermediği ileri sürülerek geçersizliğinin tesbiti amaçlanmıştır. Edaya ilişkin bir talep mevcut değildir.
Çekişme konusu senetde gösterilen ve tarafların serbest iradeleri ile belirledikleri dava dilekçesinde de aynen ifade edilen değere karşı davalıca da bir itirazda bulunulmamıştır. Uyuşmazlığın açıklanan tesbit isteğine yönelik bu niteliğine göre yerel mahkemece HUMK.nun 2. maddesi hükmü de gözetilerek senette gösterilen ve itiraza uğramayan değer esas alınarak görevli bulunduğu gerekçesiyle verilen direnme kararı yerindedir.
Ne var ki işin esası Özel Dairesince incelenmediği cihetle dosya temyiz tetkikatı için Özel Dairesine gönderilmelidir.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan sebeplerden dolayı, temyiz incelemesinin yapılması için dosyanın Özel 3. Hukuk Dairesine gönderilmesine, ilk görüşmede çoğunluk sağlanamadığı için, ikinci görüşmede 1.11.1989 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY YAZISI
Davada 1970 yılında taraflar arasında düzenlenmiş taşınmaz satış vaadine ilişkin sözleşmenin iptali istenmiş olup, dairenin, sözleşmenin iptali davasının taşınmazın mülkiyetini etkileyeceği cihetle, dava tarihindeki değerinin saptanarak sonuca göre görev yönünün düşünülmesi gereğine değinilerek verilen bozma kararına karşı vaki direnme, hukuk genel kurulunca onanmıştır.
Genel Kurulda cereyan eden müzakerelerden anlaşıldığına göre çoğunluk bu davanın ayna ilişkin olmadığını belli bir parayı içeren bir senet iptali olduğunu bu nedenle taşınmazın mülkiyetini etkilemeyeceğini de kabul ederek görevin, sözleşmenin içerdiği para miktarına göre belirleneceği sonucuna varmış, 6.000 liranın da davanın açıldığı tarih itibariyle Sulh Hukuk Mahkemesinin görevi içinde bulunduğuna hükmetmiştir.
Bir kısım Sayın üyelerde HUMK 2. maddesinin 2. fıkrası karşısında davalı tarafından itiraza uğramayan müddeabih değerinin görevin tayininde esas alınacağınodan, mahkemece bu yönde resen araştırmayı gerektiren bir durum olmadığını açıklamışlardır.
Mahkemelerin görevlerinin ne suretle belirleneceğine dair HUMK'nun 3156 sayılı Kanunla değişik 1. maddesine göre görev, dava olunan şeyin değerine göre belirtilmiş ise, görevli mahkemenin tesbitinde davanın açıldığı gündeki değer esas alınır.
Bu hükmün devamı olan 2. maddenin 1. fıkrasında ise, müddeabih para ise mahkemenin görevini tayinde miktar esas alınır denilmektedir. Çoğunluk Kararının dayanaklarından biri olan bu hüküm davamıza konu edilen müddeabih ile karşılaştırıldığında ortaya çıkan durum şudur: Davamızda bir satış vaadi sözleşmesinin iptali istenmiştir. Dava dilekçesinden, bu husus açıkça anlaşılır. O halde müddeabihin para olmadığı açıktır. Çünkü istem, belli bir paranın borçlusu olmadığının iptali istenmiştir. Dava dilekçesinden, bu husus açıkça anlaşılır. O halde müdnın vaadedilmediğinin (dilekçedeki nedenlerle) tesbit edilerek sözleşmenin iptalidir.
Bu durumda müddeabih, maddenin 2. fıkrasınad sözü edilen "başka bir şey" olup, yukarıda sözü edilen 1. madde hükmü uyarınca davanın açıldığı gündeki değerine göre belirlenecektir.
Çoğunluk oyunu oluşturan bir görüşe göre 2. maddenin 2. fıkrası, Hakimin müdahalesini ancak tarafların müddeabihin değerinde uyuşmazlığa düştükleri takdirde mümkün görmektedir. Oysa, bu fıkranın bu şekilde yorumlanması, mahkeme görevinin kamu düzeniyle ilgili olduğuna dair yargı sistemimizde ve doktrinde yerleşmiş uygulamaya ters bir sonucu doğurur. Gerçekten, HUMK'nun 7. maddesinin 1. fıkrasının son bölümünde, mahkemenin davanın her safhasında kendiliğinden görevli olmadığına karar verileceği; maddenin 2. fıkrasında ise göreve itirazın, davanın her safhasında ileri sürülebileceği hükme bağlanmıştır.
Bu hükmelr, görev konusunda tarafların sözleşme yapamayacakları, mahkemenin tarafların istem ve kabulleri ile bağlı olmadığı, hülasa, bunun kamu düzenine ilişkin olmaktan öte, bizatihi kamu düzeninin bir öğesi olduğu gerçeğini ifade eder.
Bir kısım müelliflerin kitaplarında açıklanmış olduğu üzere, mehaz kanunun olan nöşatel kanununda "müddeabih paradan başka bir şey veya hak ise, davanın açıldığı mahkeme duruşmada tarafları dinledikten sonra müddeabihin değerini takdir eder" olarak ve vaz edilmiş iken bir tercüme hatası olarak Kanunumuza bu şekli ile girmiş bulunmaktadır. Bunun böyle olduğu, yani görevi belirleyecek müddeabihin, tarafların iradesi ile tayin edilemeyeceği, az önce sözü edildiği üzere kamu düzeni kavramından kaynaklanan 7. madde hükmü ve yerleşmiş uygulamadan anlaşılır. O halde davamızda, davalı değere itiraze tmediği için mahkemenin kendi görevini belirlemek için bir inceleme ve değerlendirme yapamayacağına dair çoğunluk görüşü de usul hukukumuzda kabul edilen ve uygulanan sisteme aykırıdır.
Hukuk Genel Kurulu'nun bu güne kadar ki yerleşmiş içtihatları bu tür satış vaadi sözleşmelerinin iptali davalarında, görevin taşınmazın değerine göre belirleneceği merkezindedir. Nitekim Hukuk Genel Kurulunun 22.6.1988 gün ve 1988/3-568 E. 1988/503 K. sayılı kararında aynen, "davanın konusu, taşınmaz mal satışı vaadini içeren sözleşmenin iptali isteğinden ibarettir. Senedin iptaline karar verilmesi, taalluk ettiği taşınmaz mal üzerinde ayni hakları etkileyecektir, bu itibarla mahkemece resen dikkate alınması icap eden görevin tayininde, senette yazılı değeri değil, taşınmaz malın dava tarihindeki değeri gözönünde tutulmalıdır..." denilmektedir. Bu durumda çoğunluğun benimsediği görüş hukuk genel kurulunun yerleşmiş uygulamalarına ve kararlarına aykırıdır. Yukarıdaki kararda taşınmaz satış vaadi sözleşmesinin taşınmazın aynına ait öğeyi içerdiği ve görevin mahkemece resen dikkate alınması gerektiği hususları açık ve seçik olarak vurgulanmış bulunmaktadır.
Bir an için, çoğunluk görüşüne uygun bir uygulamanın başladığını ve devam ettiğini kabul edelim. Bu takdirde satış vaadi sözleşmesi taşınmazın aynına ilişkin olmadığı için bu konuda verilen kararlar HUMK'nun 427. maddesinin 2. fıkrası kapsamında mütalaa edilerek satış vaadi senedindeki bedel belli miktardan fazla değil ise kararın temyiz kabiliyeti de olmayacaktır. Yıllar önce yapılmış bir satış vaadi sözleşmesine konu edilen taşınmaz, dava tarihinde milyonlarca değerde olsa bile satış tarihindeki değeri temyiz kabiliyeti açısından esas alınacağından, (göreve esas dğğer ile tutarlı olmak için) buna ilişkin satış vaadi sözleşmesinin iptaline dair karar, temyiz kabiliyetinden yoksun olacaktır. Bunun, uygulamada doğurabileceği sakıncalar ortadadır.
Yerel Mahkemece verilen ısrar kararının bu nedenlerle bozulması gerektiği görüşünde olduğumdan hukuk genel kurulunun çoğunluk kararına karşıyım.