 |
T.C.
YARGITAY
İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu
E. 1992/3
K. 1994/3
T. 1.7.1994 Yargıtay içtihatları bölümü
Yargıtay Kararı
İŞ KAZASI VE MESLEK HASTALIKLARI
GELİR ARTIŞLARININ RUCUAN TAHSİLİ
DAVASI
ON YILLIK ZAMANAŞIMI
ÖZET: İş kazası ve meslek hastalığına maruz kalan sigortalılara ya da bunların hak sahiplerine, iş kazası ve meslek hastalıkları sigortası kolundan, Sosyal Sigortalar Kurumu'nca bağlanan gelirlerde; kanun, kararname ve katsayı değişikliği nedeniyle yapılacak artışların, 506 sayılı Kanunun 26 /1. maddesi çevresinde, sorumlulardan geri istenebileceği, bu bağlamda açılacak rücu davalarının kanundan doğan ve temelinde geri alma hakkı bulunan ve kendine özgü nitelikte haleflik hukuki temeline dayandığı ve on yıllık akdi zamanaşımına tabi olduğu ve zamanaşımının, her bir gelir artışın, Kurum 'un yetkili organının onayladığı tarihten başlar.
(506 s. SSK. m. 26, 133)
(818 s.BK. m. 74, 125, 128,332/1)
(1479 s. Bağ-Kur K. m. 63)
(2709 s. Anayasa m. 26,65,5,49,50,60)
Sosyal Sigortalar Kurumu vekili, Yargıtay 1. Başkanlığı'na verdiği dilekçede, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 27.3.1991 tarih ve 603/156 sayılı kararı ile, Yargıtay 10. Hukuk Dairesi'nin birçok kararında; "506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun 26/1. maddesinde, sigortalı ve haksahiplerine bağlanan gelirlerde meydana gelen her artışın ayrı bir olgu sayıldığı ve onay tarihi itibariyle on yıllık zamanaşımına tabi bulunduğu" kabul edildiği halde; Hukuk Genel Kurulu'nun 29.1.1992 tarih ve 1991/549 esas ve 1992/20 karar sayılı ilamında; "gelirlerde meydana gelen artışlardan dolayı Kurumca açılacak alacak davalarında, zamanaşımı süresinin işçi veya hak-sahiplerini işveren aleyhine açacakları davanın zamanaşımı süresi kadar alacağı ve olay tarihinden b aşlayacağının kabul edildiğini ileri sürerek, benzer konularda birbirine aykırı hükümle tesis edildiğinden, Yargıtay Kanununun 45/2. maddesi gereğince, içtihatların birleştirilmesini istemiştir.
Yargıtay 1. Başkanlık Kurulu; ".... Rücuen tazminat davası diye adlandırılan davaların hukuki dayanağının ne olduğu, zamanaşımının olay tarihinden mi, onay tarihinden mi başlayacağı..." konularında içtihat uyuşmazlığı bulunduğuna; farklılığın, İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu'nda giderilmesine ve raport ör üye görevlendirilmesine" karar vermiş, 3.12.1993 günü toplanan Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu'nda, raportör üyenin açıklamaları dinlendikten sonra, aykırılığın; ... iş kazası ve meslek hastalığına maruz kalan sigortalılara, ya da hak sahiplerine, iş kazası ve meslek hastalıkları sigortasından Sosyal Sigortalar Kurumu'nca bağlanan gelirlerde, kanun, kararname ve katsayı değişikliği nedeniyle yapılacak artışların, Sosyal Sigortalar Kurumu'nca 506 sayılı Kanunun 26/1. maddesi çevresinde, asıl sorumlulardan geri istenip istenemeyeceği, madde bağlamında açılan rücu davalarının hukuki dayanağının ne olduğu, diğer bir değimle klasik halefiyete mi,yoksa kanundan doğan temelinde rücu hakkı bulunan (Suigeneris = Kendine özgü = nevi şahsına münhasır) halefiyete mi dayandığı, bu davaların tabi olduğu zamanaşımının türü ve hangi tarihte başlayacağı ve özellikle zamanaşımının başlangıç tarihinin, sigorta olayının meydana geldiği tarih mi, yoksa sigortalı ve hak sahibine gelir bağlanmasını Kurum'un ye tkili organının onayladığı tarih mi olması gerektiği..." konularında olduğu ve bu çevrede inceleme yapılmak üzere, raportörün görevini sürdürmesi oybirliğiyle kararlaştırılmış ve 1.7.1994 günü toplanan Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu'nda, raportör üyenin yeni açıklamaları dinlendikten sonra, işin esasının görüşülmesine geçilmiştir.
Görüşmelerde, kimi üyeler, akte aykırı davranışın geniş manada haksız fili olduğunu. Zaman aşımının da, fiilin vukuu, yani olay tarihinden başlaması gerektiğini, katsayı artışlarının iş gücü kaybı artışı sözkonusu oldukça yeni bir olgu sayılamayacağını, sözkonusu 26. maddenin salt halefiyet ilkesine dayandığını, 17.1.1972 tarih ve 2/1 sayılı ve 31.3.1954 tarih ve 18/11 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararla rında da; "... sigortacının, sigortalıya ödediği tazminat nisbetinde sigortalının yerine geçip halef olacağı, sigortalının kendisine halef olan sigortacıya sahip bulunduğu hak ve selahiyetlerden daha fazlasını devredemeyeceği gibi, halefiyet kaidesinin sig ortalının zarardan sorumlu olan kimselerin hukuki durumunu ağırlaştırmayacağı..."nın kabul edildiğini, sigortacının sigorta ettirenin tediye tarihinde mevcut mutalebe hakkını devir alacağını... aynı olay sebebiyle zarar gören ile onun halefleri bakımından iki türlü zamanaşımı kabul edilemeyceğini, on yıllık zamanaşımının sigortalı işçi veya hak sahibi için hangi tarihte işlemeye başlamış ise, sigortacı için de o tarihte işlemeye başlayacağını, onay tarihinin zamanaşımına başlangıç olamayacağını, gelir artışları halinde, her bir artış için ayrı zamanaşımı ve başlangıcı sözkonusu olamayacağını, ancak ilk gelir için zamanaşımı ne zaman işlemeye başlamışsa, sonrakiler için de o tarihte işleyeceğini" zarar görenin zarar verici durumunu öğrendiğinde zamanaşımının işlemeye başlayacağını, Kurum'un rücu hakkının halefiyete dayandırılamayacağını, zira sigortalı veya hak sahiplerinin işveren aleyhine açtıkları giderim davası risk nazariyesine dayanırken, Kurum'un rücu davasının kusur nazariyesine dayandığı, sigortalı ve hak sahipleri kusursuz işverene karşı dava açabilirken, Kurumun kusursuz işverene dava açamadığı ve bunun gibi kusurlu sigortalıya rücu edemediği, eğer ilişki halefliğe dayansaydı bunların mümkün olması gerektiği, Kurum'un rücu hakkının halefiyete dayandığı konusunda, yasada hiçbir hüküm bulunmadığını, temelinde ücu hakkı bulunan bir hatefiyetten de yasalarda söz edilmediğini, 26. maddenin salt kanundan doğan bağımsız bir rücu hakkına dayandığını, bir olay nedeniyle önce kısmi ve sonra ek davalar açılmasın ın adaleti geciktirdiği, işleri çoğalttığı, adil yargılanma hakkına ters düştüğü, bu nedenle, rücu işinin dava tarihine kadarki kesim, bilinen dönem ve ondan ötesi varsayıma' dayanılarak rücu tazminatının hesaplanabileceği ve böylece adil yargılanma hakkın ın potansiyel bir tehlikeden kurtarılacağını, iş kazası ve meslek hastalığına dayalı tazminat davalarının akte aykırı hareketten doğması bakımından Borçlar Kanununun 125. maddesindeki on yıllık zamanaşımına tabi iseler de, işçi veya haksahiplerinin alacağının iş kazası veya meslek hastalığının meydana geldiği tarihte muaccel olacağı ve bu nedenle zamanaşımının olay tarihinden başlayacağını, Kurum'un gelir bağlamakta gecikmesinin sonucu etkilemeyeceği ve zamanaşımını uzatamayacağını, her gelir artışının ayrı bir olgu sayılamayacağını, haleflik kuralının da zamanaşımının olay tarihinden başlamasını gerektirdiğini, aksi halde on yıllık sürenin çok uzayacağı ve kişilerin uzun süre dava tehdidi altında kalacakları, Anayasa Mahkemesi'nin de 26. maddenin kanun, kar arnamelerle yapılan artışları kapsamadığı kanaatinde olduğu ve bu yoruma öncelik tanınması gerektiğini, Sosyal Sigortalar Kurumu'ndan daha güçsüz olan Bağ-Kur'da gelir artışlarının rücuen tahsilinin kaldırıldığını ve bu durumun gelir artışlarının 26. madde çevresinde istenemeyeceğinin kanıtını teşkil ettiğini ileri sürmüşlerdir.
Görüşmelerden, öncelikli konunun, iş kazası veya meslek hastalığına uğrayan sigortalılara, yada hak sahiplerine, iş kazası, meslek hastalıkları sigortası kolundan, Sosyal Sigortalar Kurumu'nca bağlanan gelirlerde, kanun, kararname ve katsayı değişikliği nedeniyle yapılan artışların 506 sayılı Kanunun 26/1. maddesi çevresinde Kurumca asıl sorumlulardan geri istenip istenmeyeceği sorunu olduğu ortaya çıkmıştır.
Bu nedenle, ilk önce bu konunun çözümlenmesi gerekmektedir.
Anayasanın 5, 49, 50, 60. maddelerinin buyurucu kuralları istikametinde, sosyal devlet, hizmet aktiyle çalışanlar yönünden iş hayatının risklerini karşılamak amacıyla, 506 sayılı Kanun ile iş kazalarıyla meslek hastalıkları sigortası ihdas etmiştir. Sigortalı, bir iş kazası veya meslek hastalığına maruz kalırsa, ilk önce, bu mecburi sigortanın kuralları devreye girmekte ve sigorta yardımları sağlanmaktadır. Bu yardımların en önemlisi, sigortalıya veya o sigorta olayınd a hayatını kaybetmişse, hak sahipleri kişilere, bu sigorta kolundan gelir bağlanmasıdır.
Bu gelirlerde, zaman içerisinde değişiklikler olmakta, artışlar gerçekleşmektedir. Zira, zamanla hak sahipleri değişmekte, kimileri ölmekte, kimileri evlenmekte, bunların gelir payları artmakta, değişmekte, sigortalının malüllük oranı yükselebilmekte, başkasının bakımına muhtaç olunabilmekte, ya da kendisi sonradan ölmekte, hak sahiplerine gelir bağlanmakta kanun ve kararnamelerle, aylık katsayısı ya da gösterge rakamı, ya da gelir oranı değiştirilmekte, sosyal yardım zammı ödemelerinde, sosyal içerikli, iyileştirmeler yapılmakta sonuçta, sigortalı veya hak sahibine bağlanan gelirlerde artışlar olmaktadır. Öte yandan, sigortalı, ya da hak sahiplerinin, sözkonusu iş kaza sı ve meslek hastalığı nedeniyle uğradığı iş göremezlik ve destekten yoksunluk zararlarının giderimi için asıl sorumlular aleyhine açtıkları maddi tazminat davalarında, Sosyal Sigortalar Kurumu'nun bu kişilere bağladığı yukarıda açıklanan gelirlerin ve gel ir artışlarının peşin sermaye değerleri toplamı dikkate. alınarak düşülmekte ve o davalarda, sigorta tahsislen ile karşılanmayan zararların giderimi sağlanmaktadır. Diğer bir deyimle, o davalarda, asıl sorumlular, Sosyal Sigortalar Kurumu'nun ödemeleri nis petinde borçtan kurtulmaktadırlar. Böylece çalışma hayatının düzenli işlemesi, ekonomik yönden güçsüz olan sigortalıların iş hayatının risklerine karşı sosyal güvencesi sağlanmış olmaktadır. Aslında i kazası ve meslek hastalığı geliri ve onun artırılmış hali, iş kazası ve meslek hastalığından sorumlu olanların ödeyeceği ve gidereceği zarar bölümünden ibarettir.
Yasa koyucu 506 sayılı Kanun madde 26/1 'de, peşinen alınan ödemeleri yapılan Sosyal Sigortalar Kurumu'nun kusurlu işverene rücuu konusunu, özel bir şekilde düzenlemiştir. Borçlar Kanunu ve Türk Ticaret Kanunundaki rücuya ilişkin hükümlerin varlığına rağmen bu özel düzenlemeyi yapmıştır. Üstelik, 506 sayılı Kanun madde 133'de; "... özel sigortalara ilişkin kanunlardaki hükümler Sosyal Sigortalar hakk ında uygulanmaz" diyerek, bu düzenlemenin özel niteliğini vurgulamıştır. Bunun gibi, 29.3.1985 tarih ve 3/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında, Türk Ticaret Kanunu ve Borçlar Kanununda yer alan can sigortası kurallarının, Bağ-Kur'da uygulanmayacağının k ararlaştırılmış olması da, konuya ışık tutmaktadır. Bu nedenle, bu konuda, 506 sayılı Kanun madde 26/1 'deki özel rücu hükmünün uygulanması zorunludur.
Bilindiği gibi, Medeni Yasanın 1. maddesine göre; kanun lafzıyla veya ruhuyla temas ettiği bütün meselelerde mer'idir. Bu nedenle, öncelikle kanunun lafzına önem vermek lazımdır. 506 sayılı Yasanın 26/1. maddesinde, bu konuda açıkça; Kurumca sigortalıya veya hak sahibi kimselerine yapılan veya ileride yapılması gerekli bulunan her türlü giderlerin tutarları ile gelir bağlanırsa bu gelirlerin sermaye değerleri toplamı işverene ödettirilir..." denilmiştir. Bu sözcükler, gayet kapsamlı ve çoğul sözcüklerdir. Çeşitli zamanlarda, değişik nedenlerle bağlanan tüm gider ve gelir artışlarını kapsamaktadır. Madd ede, gelir artışlarının nedenleri yönünden hiç bir ayrım yapılmamış, ödetme konusunda, kanun,kararname ve katsayı artışlarıyla gerçekleşen gelir artışı ödetilmez, öteki nedenlerle gerçekleşenler ödetilir şeklinde bir ayrım yapılmamış; istisnai bir kurala y er verilmemiştir. Mantık ve dil-bilgisi kuralları, maddenin kapsamını bu şekilde belirlemeye zorunlu kılmaktadır. Zira, sigortalıya veya hak sahibine başlangıçta ilk kez bağlanan gelir, yukarıda değinilen her türlü sebeplerle değiştirilebilir. Yeni duruma göre, yeniden gelir bağlanır. Konunun doğasında bu değişkenlik var olduğu için, ödetme konusundaki kural da, bu şekilde, ayırımsız ve istisnasız bin biçimde konulmuştur. "Gelirler", Sermaye değerleri", "Toplamı", gibi çoğul ve kapsamlı sözcüklerin kullanıl masına özen gösterilmiştir. Bu nedenle, yasa metni açıktır. Kanun, kararname, katsayı artışı nedeniyle gerçekleşen artışları içermektedir.
Kaldıki, aşağıdaki nedenlerden ötürü de, yukarıdaki yargıya ulaşmak zorunludur.
Bir defa işverenin kusurlu eylemiyle oluşan iş kazası ve meslek hastalığı ile, gelir artışı arasında, uygun neden ve sonuç bağı vardır. Çünkü, işverenin eylemi olmasaydı sigorta olayı olmayacak, sigortalı ya da hak sahiplerine gelir bağlanması veya bu gelirlerin değiştirilmesi ve artırılması gerekmeyecektir. Herkes, kusurlu eyleminin sonuçlarına katlanmaya mecburdur. Maddeye göre; işveren kusursuzsa, olay üçüncü kişinin, ya da sigortalının karşılıklı kusurundan veya kaçınılmaz nedenlerden meydana gelmişse, esasen işverene rücu edilemeyecektir . Buna karşılık işverenin kastı varsa, suç sayılır eylemi mevcut ise, ya da işçilerin sağlığını koruma ve işgüvenliği ile ilgili mevzuata aykırı davranmış ise, ancak bu gibi hallerde işverene. rücu edilebilecektir. Kanun, böyle hallerde sigorta primi ödeme nin işvereni sorumluluktan kurtaramayacağını belirlemiştir. Gerçekten, kast mertebesinde ağır kusurlu olan, ya da suç işleyen, ya da işgüvenliği ve sağlığı kurallarını çiğneyen ve böylece, işçinin ölümüne ya da meslekte kazanma gücünü yitirmesine yol açan bir işvereni, sırf prim ödedi diye, böyle eylemlerinden sorumsuz tutmak, ödeme yükümünden kurtarmak, hem böyle davranışlar göstermeyen işverenlerle eşitsizliğe, hem de işkazaları ve meslek hastalıklarını teşvik etme sonucunu doğuracağı belirgindir. Bu sonu cu önlemek amacıyla, yukarıdaki eylemleri gerçekleşen işverene, gelirlerin ve artışlarının ödetilmesi yasa! ilkesi, kabul edilmiştir.
Öte yandan, işverenin açıklanan nitelikteki eylemleri sonucu sakatlanan ve ya ölen sigortalı ve haksahiplerine yardım etmek ve gelir bağlamak görevi Sosyal Sigortalar Kurumu'na kanunla yükletilmiştir. Anayasanın 65. maddesine göre Devlet, Sosyal Güvenlik Yardımlarını, mali durumunun elverdiği ölçüde yapar. Başlangıçta, bu nedenle düşük ve yetersiz olan veya sosyo-ekonomik ko şullara göre yetersiz kalan yardımlar, zaman içinde iyileştirilebilir. Bu, Anayasanın ve yasaların buyruğudur ve bu istikamette Kuruma verilen görevin sonucudur. Bütün bu biribirine bağlı işlemler, işverenin kusurlu eylemleri nedeniyle gerçekleştiği için, rücuan ödetilmesine imkan sağlanmıştır.
Kaldı ki, yukarıda değinildiği üzere, tüm gelir artışları, işçinin veya hak-sahiplerinin işverene yönelttiği maddi tazminat davalarında düşülmekte ve orada, sigorta tahsisiyle karşılanmayan zararlar için, işveren tazminata mahkum edilmektedir. Sigorta tahsisleri kusurlu işverenden alınmaz ise, işveren aslında sorumlu olduğu miktardan tahsisler nisbetinde kurtulmuş olacağı gibi, sigortalı ve haksahipleri de, icabında her işverenden tazminatın tümünü almak, hem de Kuru mdan gelir almak yoluyla haksız iktisapta bulunan kişiler durumuna düşürülebilirler. Bu sebeple, mükerrer ödemeleri önlemek bakımından artışlar rücuan istenilebilmelidir.
Öte yandan, 3395 sayılı Kanunun 2. maddesiyle, 26. maddeye getirilen tavanla sınırlı ödetme yöntemi dahi, artışların istenebileceğinin diğer bir kanıtıdır. Zira, yasakoyucu, tavan sınırına kadar her türlü gelir artışının rücuan tahsilini mümkün kılmıştır. Hiçbir ayırım yapmadan sigortalı ve haksahipl erinin işverenden isteyebilecekleri miktarla sınırlı olmak üzere Kurum'ca işverene ödettirilir" demiştir. Yasakoyucunun böyle bir düzenleme yapması zorunluydu. Çünkü, Kurum'un gelir bağladığı oranda tazmin sorumlusu işveren ödeme yükümünden kurtuluyor ve K urum'un Ödediklerinin kusurlu işverenden geri alınması gerekiyordu. Ayrıca, sözkonusu tavanın, ilk bağlanan gelire matuf olduğu da söylenemez. Öyle olsa, ilk gelir için diye, madde metnine açıkça yazılırdı. İlk gelir ve artış nedeniyle bağlanan gelir, şekl inde bir ayrımın, yapılmadığı, madde metninde açık-seçik bellidir. öte yandan kanun, kararname, katsayı artışı nedeniyle arttırılan gelir, ya da sair nedenlerle artırılan gelir şeklinde bir ayırımın yapılmadığı da ortadadır. Aslında, bu tavan sınırlamasının, özellikle kanun, kararname ve katsayı yükseltilmesi şeklindeki artışlara yönelik olduğu, ayrıca anlaşılabilmektedir. Sair sebeplerle artışlarda, örneğin meslekte kazama gücü kayıp oranının artmasında, tavan,yani sigortalının işverenden isteyebileceği mi ktar, esasen yükselen sakatlık derecesi oranında kabaracak, dolayısıyla sınırlama, kısıtlama sözkonusu olamayacaktır. Oysa, kanun, kararname, katsayı değişikliği nedeniyle gelir artmalarında, tavan değişmeyecek tavan ile sigorta tahsisleri toplamı arasında ki fark azalacak, dolayısıyla rücu tazminatının sınırlanması sözkonusu olabilecektir.
Yasakoyucu, 3396 sayılı Kanunla, Bağ-Kur Kanununun 63. maddesine dayanan rücu davalarında, gelir artışlarının rücuan tahsilini engellemiştir. Bunun hemen öncesinde kabul edilen 3395 sayılı Kanunda ise, Sosyal Sigortalar alanında böyle bir engellemeye gitmemiş, rücu davalarına tavan sınırı getirmekle yetinmiştir. Bu durumun, kimilerince, finansal açıdan zayıf Bağ-Kur'da artış istenemezken, daha güçlü Sosyal Sigortalar Kuru mu'nda artışın istenebilmesinin çelişki yarattığı, ya da Sosyal Sigortalar Kurumu'nda da istenemeyeceği şeklinde yorumlanıp değerlendirilmesi de tamamen yanlıştır. Bağ-Kur'da işçi-işveren ilişkisi yoktur. Hizmet akdi sözkonusu değildir. Bağ-Kur sigortalısını zarara uğratanlar işverenler değil üçüncü kişilerdir. Bunların takibi ve bunlardan rücu tazminatının tahsili konularında, Bağ-Kur başarılı olamamıştır. Ayrıca orada, işverenlerin işçi sağlığı ve güvenliğine ilişkin önlem almaya teşviki amacı da yoktur. Onun için yasakoyucu, Bağ-Kur konusunda siyasi takdirini anıları gerekçelerle böyle kulanmıştır. Fakat, biraz önce kabul ettiği 3395 sayılı Yasada, bu yola gitmemiştir. Sosyal Sigortalar alanında da artışların istenemeyeceğini düşünseydi, Bağ-Kurda olduğu gibi "ilk peşin değer için" rücuya imkan verir, anılan nedenlerle gelir artışlarının rücuan geri alınmasını yasaklardı. Böyle yapmayarak, Yargıtay içtihatlarıyla yaratılan tavan sınırını 26. madde metnine sokarak, bu konulardaki Yargıtay uygulamasını ve gö rüşünü benimsemiş, Anayasa Mahkemesi'nin son üç kararındaki görüş ve gerekçelere iltifat etmemiştir. Bu durum dahi, kanun, kararname ve katsayı değişikliği nedeniyle gerçekleşen artışların, 506 sayılı Kanun madde 26/1 çevresinde istenilebileceğinin başka b ir kanıtıdır.
Kaldı ki, gelir artışlarından önceki ödemeler için, daha önce dava açılmış ve kesinleşmiş olmasının müddeabih farkı nedeniyle, sonraki gelir artışlarına ilişkin davalar için kesin hüküm engeli yaratmayacağı da ortadadır.
Açıklanan gerekçelerle, iş kazası ve meslek hastalığı gelirlerinde, kanun, kararname ve katsayı değişikliği nedeniyle gerçekleşen gelir artışlarının, tavanla sınırlı olarak istenebileceği sonucuna varılmış, aksini Öngören görüşler kabul edilmemiştir.
Bu sonuca ulaşıldıktan sonra, açıklığa kavuşturulması gereken ikinci tartışmalı konu, açıklanan nedenlerle gerçekleşen gelir artışlarının rücuan tahsiline ilişkin davaların, hukuki temelinin, dayanağının ne olduğu hususudur. Burada, temelinde rücu hakkı bulunan kanunun çizdiği s ınırlarla kayıtlı ve kanundan doğan, kendine özgü bir halefiyet hali mevcuttur. Burada, Sosyal Sigortalar Kurumu, sigortalıya veya haksahiplerine bağladığı veya artırdığı gelirler ölçüsünde, sigortalının haklarına halef olmaktadır. Bu ölçüde, işvereni tazm in sorumluluğundan kurtarmaktadır. Ve ödediklerini kanunun verdiği cevaz hükmüne dayanarak, işverenden isteyebilmektedir. Doğal olarak bu haleflik, sigortalı veya haksahiplerine gelir tahsis edildiğinde, bunların kazanç kayıpları giderildiği tarihte gerçek leşmektedir. Bir ödeme ve giderim yapılmadan, salt sigorta olayı tarihinde, haleflik gerçekleşmez. Bu yön, gerek sistemin mahiyetinden, gerekse 506 sayılı Kanunun 26/1. maddesinin açık hükmünden anlaşılmaktadır. Sosyal Sigortalar Kurumu büyük bir kuruluştu r. işlerini, ajanları-memurları marifetiyle görmektedir. Herhangi bir sigorta olayı meydana gelince, araştırılacak, evrak düzenlenecek, yasal dayanak ve bağlanacak gelir belirlenecek, yetkili organca onaylanacak, bundan sonra gelir bağlanacak, ödenecek vey a masraf yapılacaktır. İşte bu tarihte haleflik gerçekleşecektir. Yoksa, olay tarihi, Kurum'u halef yapmaz. Sigortalı, olay tarihinden sonra, işverenden hemen tazminat isteyebilir. Fakat Kurum, bu masrafları yapmadan, gelirleri bağlamadan halef olamaz. Ve henüz yapmadığı masraflar, bağlamadığı gelirler için, işverene rücu edemez. Bu nedenle, sigortalı işçinin hakkından bağımsız olarak, Kurum, ancak görevini yaptığında, işverene rücu edebilir. 0 zaman, Kurum'un bağımsız rücu hakkı doğar. Bu nedenledir ki, Ku rum'un rücu hakkı, yasal koşullar gerçekleştiğinde doğan, kanunun saptadığı halefiyete dayanan, işçinin hakkında bağımsız nitelikte, kendine özgü bir haleflik hakkıdır. Bu hakkın niteliği, Sosyal Güvenlik Sisteminin özelliklerine bağlı olarak düşünülmek ve saptanmak gerekir. Borçlar Kanunu ve Türk Ticaret Kanununun klasik kurallarıyla bunu açıklamak ve kavramak mümkün değildir. Bu yöntem, esasen, 506 sayılı Kanun madde 133 ile engellenmiş bulunmaktadır.
Bu konudaki mevzuatın seyri itibariyle gözden kaçırılmaması gerekli, önemli bir konu da şudur:
Gelirlerin peşin sermaye değerinin işverenden rücuen tahsili ilkesi, 18.2.1957 tarih ve 6917 sayılı Kanun ile 4772 sayılı Kanunun 37. maddesine eklenmiştir. Oradan, 17.7.1965 tarihinde 506 sayılı Kanun madde 26'ya aktarılmış, tavan sınırı ise Yargıtay içtihatlarının benimsenmesiyle 1 987'de 3395 sayılı Kanun ile getirilmiş ve sistem bugünkü haline, işbu 3395 sayılı Kanunla ulaşmış bulunmaktadır. Bu itibarla, 18.2.1957 tarih ve 6917 sayılı Kanundan sonraki dönemde, gelirlerin ve gelir artışlarının rücuen tahsili davaları, yasal koşullar gerçekleştiğinde doğan, özel yasa maddesinin kapsadığı halefliğe dayanan, işçinin hakkından bağımsız nitelikte, suigeneris bir rücu hakkıdır. 6917 sayılı Kanundan beri temelinde rücu hakkı bulunan kanuni ve kendine özgü bir halefiyete dayanmaktadır. 31.3.1954 tarih ve 18/11 sayılı içtihadı Birleştirme Kararı, sonradan çıkan bu kanuni düzenlemeler karşısında dayanak yapılarak ve o karara dayanılarak klasik haleflik tezi savunulamaz.
Bu nedenlerle, aksini savunan görüşler benimsenmeyerek anılan nedenlerle gerçekleşen gelir artışlarının, rücuen tahsili davalarının, kanunun özel hükmünden doğan ve temelinde geri alma hakkı bulunan, kendine Özgü nitelikte haleflik hukuki temeline dayandığı kabul edilmiştir.
Sözkonusu gelir artışına ilişkin rücu davalarının tabi bulunduğu zamanaşımının türü ve süresinin belirlenmesine gelince;
506 sayılı Kanunda, bu davaların hangi tür zamanaşımına tabi olduğu ve süresi hakkında bir hüküm yoktur. Böyle bir özel hüküm bulunmamasından ötürü, bu konunun, genel hükümler ve özellikle Borçlar Kanununa göre çözümlenmesi zorunludur.
Sosyal Sigortalar Kurumu'nun halefi olduğu, sigortalı işçi ile tazmin sorumlusu işvereni arasında hizmet akti ilişkisi vardır. Sigorta olayının meydana gelmesinde işverenin, 506 sayılı Kanun madde 26/l'de sayılan kastı, suç sayılır eylemi, işçi sağlığı ve güvenliğine ilişkin mevzuata aykırı hareketi neden olmuştur. Bu davranışlar Borçlar Kanununun 332/1 inci maddesinde belirtilen akte aykırı durumları oluşturur. Borçlar Kanununun 332 nci maddesine 1.1.1957 tarih ve 6763 sayılı Kanunun 41/F maddesiyle eklenen ikinci fıkra gereğince, işverenin bu davranışı nedeniyle açılacak tazminat davaları dahi, akte aykırı hareketten doğan tazmin at davaları hakkında hükümlere tabidir. Borçlar Kanunu madde 1 25'e göre ise, akdi mürürüzaman on senedir.
O halde, 1.1.1957 tarih ve 6763 sayılı Yasadan bu yana, sözkonusu gelir ve gelir artışlarına ilişkin rücu davaları, Borçlar Kanununun 125. maddesindeki on yıllık akdi zamanaşımına tabidir.
Zamanaşımının hangi tarihten başlayacağının belirlenmesine gelince;
Bu tür rücu davalarının akti zamanaşımına tabi olduğu yukarıdaki şekilde belirlendikten sonra, bu zamanaşımının hangi tarihte başlayacağı konusunda dahi, özel kanun olan 506 sayılı Kanunda, bir hüküm mevcut olmadığından, başlangıç tarihinin de Borçlar Kanununa göre belirlenmesi gerekeceği ortadadır. Bu konuda Borçlar Kanununun 128. maddesi hükmü açıktır. Mürürüzamanın, alacağın muaccel olduğu zaman dan başlayacağı belirtilmiştir. Burada sözkonusu olan, Kurum'un alacağıdır. Sigorta Kurumu'nun alacağı ise, gelir bağlandığı ve bu işlem yetkili makamca onaylandığı tarihte ödenebilir hale gelebileceği için, getir bağlanmasının onaylandığı tarihte muaccel olur. Kurum'un halefliği de o tarihte gerçekleşir.
Olay tarihinde haleflik gerçekleşmez, ödeme yapılmadan rücu hakkı da doğmaz. Sigortalıya tahsis ve masraf yapılarak onun kazanç kayıpları Kurum'ca giderilmedikçe, Kurumun isteyebileceği bir alacak gerçekleşmez. Sigorta sistemi böyle kurulmuştur. Borçlar Kanununun 74. maddesinde işaret edildiği gibi, burada ecel, "işin mahiyetinden" anlaşılmaktadır. Başka bir değimle, gelir bağlanmasının onaylanması, masrafların yapılması tarihi, eceldir. Yoksa, hemen ifa, derhal icra, sözkonusu değildir. Sigorta sisteminde böyle bir anlayışa yer yoktur. Sigorta olayının meydana gelmesiyle, sigorta Kurumu'nun rücu alacağı muaccel olmaz. Getir artırımları yönünden de, her gelir artışı olgusunda, artışın onayı tarihinde, o kıs ım için rücu alacağı doğar, muaccel olur ve o tarihten zamanaşımı işler.
Bu nedenlerle, her bir gelir artışının rücuen tahsiline ilişkin davanın zamanaşımının, artışı, Kurum'un yetkili organının onayladığı tarihten başlayacağı kabul edilmiş, tersini öneren görüşlere katılınmamıştır.
Oylamaya 142 üye katılmış; 119 üye, Hukuk Genel Kurulu'nun 27.3.1991 tarih ve 603/1 56 sayılı kararı ile 10. Hukuk Dairesi'nin benzer nitelikteki müstekar içtihatları doğrultusunda oy kullanmış ve içtihat bu yönde birleştirilmiştir.
SONUÇ: iş kazası ve meslek hastalığına maruz kalan sigortalılara ya da bunların hak sahiplerine, iş kazası ve meslek hastalıkları sigortası kolundan, Sosyal Sigortalar Kurumu'nca bağlanan gelirlerde; kanun, kararname ve katsayı değişikliği nedeniyle yapılacak artışların, 506 sayılı Kanunun 26/1. maddesi çevresinde sorumlulardan geri istenebileceği, bu bağlamda açılacak rücu davalarının, 506 sayılı Kanunun 26/1. maddesinden doğan ve içeriğinde geri alma hakkı bulunan kendine özgü nitelikteki haleflik hukuki temeline dayandığı ve on yıllık akdi zamanaşımına tabi olduğu ve zamanaşımının her bir gelir artışının Kurum'un yetkili organının onayladığı tarihten başlayacağına, içtihatların bu yolda birleştirilmesine, 1.7.1994 gününde yapılan ilk topla ntıda üçte ikiyi geçen çoğunlukla karar verildi.
KARŞI OY
Gerek özel sigortalarda, gerekse sosyal sigortalarda, sigortalının zararını karşılayan sigortacı,sigortalının kanunen halefi olur (1 7.1.1972 gün, 2/1 sayılı; 31.3.1954 gün ve 18/11 sayılı; 31.3.1954 gün ve 17/10 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararları....). Türk-İsviçre Hukuk Sisteminde halefiyetin kaynağı daima kanundur.
Sosyal Sigortalar yönünden halefıyet 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun 26. maddesinde düzenlenmiştir. Bu madde hükmü uyarınca; iş kazası veya meslek hastalığına, işverenin (26. madde fıkra 1) veyahutta üçüncü bir kişinin (26. madde fıkra 2) kusuru yol açmışsa, Sosyal Sigortalar Kurumu, sigortalıya veya haksahiplerine yasada öngörülen sigorta yardımlarını yapar ve sigortalının veya haksahiplerinin. zararına neden olanlara karşı sahip olduğu haklara (kanun hükmü gereği) halef olur.
506 sayılı Kanunun 26. maddesinin 1. fıkrasında; (Borçlar Kanununa atıf yapılmaksızın) . Kurum'ca işverene ödettirilir-" denilmektedir. Hal böyle olunca, buradaki halefiyeti "salt halefıydt" olarak kabul etmek gereklidir. 20.6.1987 gün ve 3395 sayılı Kanun ile fıkra metnine (sigortalı veya hak sahibi kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarla sinirli olmak üzere) hükmünün ilave edilmiş olması da bu sonucu doğrulamaktadır; esasen kanuni halefiyeti kabul eden Yargıtay'ın bu yoldaki uygulaması.3395 saydı Kanun ile birinci fıkra hükmüne ithal edilmiştir.
Kurum 'un üçüncü kişilere karşı dava hakkını düzenleyen aynı maddenin 2. fıkrasında ise; "-... Borçlar Kanunu hükümlerine göre rücu edilir-" hükmüne yer verilmiştir. Bu hal, temelde rücu hakkına dayanan halefiyet halini ifade etmektedir. Bunun yasal dayanağı Borçlar Kanununun 51, 147/1. maddeleridir (Dr. Ahmet M. Kılıçoğlu, Türk Borçlar Hukukunda Kanuni Halefiyet, Ankara 1979, sh. 88).
Salt halefiyet halleriyle temelde bir rücu hakkının varlığını gerektiren halefiyet arasındaki en önemli fark, birincisinde alacağa ait bir hakkın intikal etmesi, ikinci halde ise rücu hakkı sahibinin şahsında yeni bir hakkın doğmasıdır. Her iki halefıyet hali arasındaki bu farktan şu sonuç doğmaktadır: Halefiyetin temelde bir rücu hakkına dayanmadığı hallerde "salt halefiyet" alacak hakkı daha önce işlemeye başlamış olan zaman aşımı ile birlikte intikal eder. 2. halde ise, rücu hakkı sahibi lehine, alacaklının hakkından bağımsız ,yeni bir hak meydana geldiğinden, bu andan itibaren yeni bir zamanaşımı süresi işlemeye başlayacaktır .(Kılıçoğlu, aynı eser, sh. 15 vd.).
506 sayılı Kanunun 26. maddesinin 1. fıkrasında olduğu gibi, Türk Ticaret Kanununun 1301 ve 1361. maddelerinde de salt halefiyet hali düzenlenmiştir. Özel sigorta şirketlerinin halefiyete dayanarak zarar verene karşı açacakları davalarda uygulanacak zamanaşımı başlangıcı tarihini belirleyen 17.1.1972 gün ve 2/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında da; (... Halefiyet ile ilgili olarak 31.3.1954 tarih ve 18111 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararındaki "sigortacı, sigortalıya ödediği tazminat nisbetinde sigortalının yerine geçer ve onun halefi olur. Sigortalı kendisine halef olan sigortacıya sahip bulunduğu hak ve selahiyetlerden daha fazlasını devredemiyeceği gibi, iş, bu hale/iyet kaidesi sigortalının zararından sorumlu olan kimselerin hukuken durumlarını ağırlaştıramaz-" kuralı, bugün için doğru olarak belirtilmiştir tediye halefiyetin bir şartıdır; bu suretle sigortacı tediye tarihinde sigorta ettiren şahsın mevcut mütalebe hakkını devir almaktadır. Bu itibarla mevcut. bir hakkın, başka bir deyişle esasen muaccel olan bir alacağın, tekrar muaccel hale gelmesi olanağı yoktur. Sigortacı, başlamış olan zamanaşımı ile birlikte sigorta ettirenden dava hakkını devir almakta ve kalan zamanaşımı süresi içinde halef sıfatıyla dava açmak durumunda bulunmaktadır. Zarara sebebiyet veren aleyhine aynı olay sebebiyle, zarar gören ile onun halefleri yönünden başlangıç ve sona erme tarihleri farklı iki türlü zamanaşımı kabul edilemez..., sigorta ettiren ile zara ra sebebiyet veren arasındaki hukuki ilişkinin niteliğine göre, ...zamanaşımı süresi işlemeye başlar ve sigortacı halef olduktan sonra da işlemeye devam eder. Eğer halefiyetten önce zamanaşımı gerçekleşmiş ise,' sigortacıya karşı bu yön ileri sürülürse, r ücu davası zamanaşımı bakımından reddedilir. Çünkü halef, halefiyet yolu ile nasıl bir hak iktisap etmiş ise, o hakka sahip olur; halefiyet, hakkın genişletilmesine ve sorumlu şahsın durumunun ağırlaştırılmasına sebep olamaz...) gerekçesiyle "-sigorta tazm inatını ödeyen sigortacının zarara sebebiyet veren aleyhine sigorta ettirenin halefi sıfatıyla açacağı davanın zamanaşımının, sigorta ettirenin aynı şahıs aleyhine açabileceği davanın zamanaşımına tabi ve aynı tarihte başlayacağı-" sonucuna varılmıştır.
31.3.1954 gün ve 18/11 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında da belirtildiği üzere, Sosyal Sigortalar Kurumu'nun 506 sayılı Kanunun 26. maddesi uyarınca açacağı tazminat davaları, sigortalının ve hak sahiplerinin madde metninde yazılı kimselere kar şı açabilecekleri davaların zamanaşımı müddetine tabidir. Sigortalı ile işveren arasındaki ilişki hizmet sözleşmesine dayanmakla, halef olunanlar gibi halef olan Sosyal Sigortalar Kurumu'nun 506 sayılı Kanunun 26. maddesinin birinci fıkrası uyarınca işvere ne karşı açacağı bu davalar (Borçlar Kanununun 332/2, 125. maddeleri uyarınca) on yıllık zamanaşımına tabidir. 125. maddedeki on yıllık zamanaşımı alacağın muaccel olduğu zamandan başlar (BK. in. 128). 26. maddenin birinci fıkrasındaki halefıyetin niteliği (salt halefiyet hali) itibariyle, Kurum'un bu fıkra hükmüne dayanarak işverene karşı açtığı davada on yıllık zamanaşımı süresi, sigortalı işçi veya hak sahipleri için hangi tarihte başlamışsa o tarihte işlemeye başlar ve bu sonucu benimsemek yukarıda açık lanan 1 7.1.1972 günlü İçtihadı Birleştirme Kararının icabıdır. Yoksa sigortalı veya hak sahiplerine gelir bağlanmasını Kurum'un yetkili organının onayladığı tarih zamanaşımına başlangıç olarak kabul edilemez. Bu hal ancak, 26. maddenin 2. fıkrası uyarınca üçüncü kişilere yöneltilecek davalar için söz konusu olabilir. Çünkü, yukarıda açıklandığı gibi, maddenin ikinci fıkrasına dayanan Kurum 'un davası, salt halefiyet haline değil, temelinde rücu hakkına dayanan halefiyet haline dayanır ve 2. fıkradaki halef iyet rücu hakkının bir fer'idir.
Öte yandan, (kanun ve kararname ve katsayı değişikliği nedeniyle) sigortalısına veya hak sahiplerine bağladığı gelirlerde artış yapan Sosyal Sigortalar Kurumu'nun bu artış yüzünden açtığı davalar için zamanaşımı yeniden cereyan etmeye başlamaz (Dr.Reşat Atabek, İş Kazası ve Sigortası, İstanbul 1978, Sh. 407; Yargıtay 10. HD. 'nin 28.5.1974 tarih ve 2453/3806 sayılı ve 11.3.1976 tarih, 8523 /1756 sayılı kararları...). Sosyal Sigortalar Kurumu, bağladığı gelirde sonradan yürürlüğe giren kanunlar gereğince yaptığı artışları dahi, ancak ilk bağladığı gelir için işlemeye başlayan (on yıllık) zamanaşımı süresi içinde talep edebilir. Aksinin kabulü halinde davalı geçen on yıllık zamanaşımı süresinden sonrası için de dava teh didi altında kalır ki, bu hal zamanaşımı müessesesi ve amacıyla bağdaşmaz. 26. madde hükmünde bu davalar için (tavan sınırının) getirilmiş olması da bunu haklı kılamaz. Esasen bu artışlar konu-muz yönünden hukuki bakımdan bir olgu olarak da kabul edilemez; hukuki olgu ancak iş kazası veya meslek hastalığı sonucu malül kalan sigortalının malüliyetinde (aynı iş kazası veya meslek hastalığına bağlı olarak) artma olması halinde söz konusu olur ve böyle hallerde Kurum önceden bağladığı geliri artırır ve bu artma nedeniyle ve farkı için yeniden mütalebe hakkına kavuşur. Yalnızca yasa ve kararname ile yapılan gelirlerdeki artışlar ise Kurum 'un evvelki zararının devamıydı. Prof Dr. İsmet Sungurbey'in de ifade ettiği gibi; zarar verenin başkaca bir katkısı olmaksızın, haksız bir fiille yaratılmış olan zarar verici durum yalnızca devam ediyorsa, haksız filin devamı ya da teki-arı söz konusu olmadığından, zarar görenin zarar verici durumu öğrendiği anda zamanaşımı işlemeye başlar. Zararın birliği prensibi gereğince, zarar gören, zarar verici durumun öngörülebilen "mümkün diye bilinebilen" sonuçlarını da öğrenmiş sayılır; böylece, bu tür zararlı sonuçlar için de gene aynı zamanaşımı süresi işlemeye başlar; yoksa, bu türlü zararlı sonuçlar için ayrı bir zamanaşımı süresi işlemez-" (Medeni Hukuk Sorunları, 1. Cilt, İstanbul-1973, Sh. 119, No: 6).
Yukarıda açıklanan nedenlerle Sosyal Sigortalar Kurumu'nun 506 sayılı Kanunun 26. maddesinin birinci fıkrası uyarınca işverene karşı açacağı davalarda zamanaşımının (gelir bağlamanın Kurum'un yetkili organının onayladığı) tarihten itibaren işlemeye başlayacağına; gelir artışlarına ilişkin davalarda da onay tarihinden itibaren yeni bir zamanaşımı süresinin işleyeceğine ilişkin karar bölümüne katılamıyorum.
M. Cahit KESKİN
4.- Hukuk Dairesi Başkanı
KARŞI OY YAZISI
506 sayılı Yasanın 26. maddesinden kaynaklanan Kurum'un rücu hakkının niteliğinin belirlenmesine dair öğretide ve uygulamada üç esaslı görüş vardır:
1- Halefiyete dayanan görüş,
2- Kanundan kaynaklanan rücu hakkına dayanan görüş,
3- Hem halefiyete hem de rücu hakkına dayanan karma görüş. Hemen /söylemek gerekirse öğretide birinci ve ikinci görüş tartışılmakta, üçüncü görüşe itibar edilmemektedir. 3. görüş, Yargıtay'ın ve uygulamanın görüşüdür.
1- Kanundan kaynaklanan rücu hakkına dayanan görüş
Alacak ve borç münasebeti borcun ödenmesi ile son bulur. 3. bir kişi tarafından borcun ödenmesi halinde de durum aynıdır. Ancak, kanunda veya sözleşmede öngörülen hallerde borcu eda eden üçüncü kişi, bazen borçludan gayrı bir şahsa, bazen vekaletsiz işgörmede veya sebepsiz zenginleşmede olduğu gibi borçluya müracaat ederek ödediği meblağı talep etmek imkanına sahip bulunmaktadır. Bu tür talep haklarına rücu hakkı denmektedir. Rücu hakkı, eda ile son bulan hukuki ilişkiyi ihya etmez. Onu yenilemez. Eda ile itfa olan borç imtiyazlı bir borç ise, rücu hakkı ile doğan talep hakkı imtiyazlı hale gelmez. Çünkü, itfa olan münasebetten farklı bir bağlantının husule geldiği kabul edilir. BKnun 51, 54, 55, 58 ve MKnun 320. maddeleri, borcu eda eden üçüncü şahsa rücu hakkı tanımaktadır. Rücu hakkı görüşünü savunanlara göre, Kurum 'un her türlü rücu hakkını halefiyete dayandırmak mümkün değildir. Zira, halefiyet ilkesi kabul edildiği taktird e Kurum 'un sigortalının tüm haklarına sahip olması gerekir. Oysa, 506 sayılı Yasanın 26. maddesi uyarınca Kurum ne kadar gelir bağlamış ise tazmin sorumlusundan o kadarının peşin değerini isteyebilmektedir.
Öte yandan, Devletin tapu sicilinin yanlış tutulması nedeniyle ödediği tazminatı tapu sicil muhafızına, BKnun 55. maddesi uyarınca istihdam eden kişi, müstahdeminin üçüncü kişiye kusuru ile verdiği zarardan kaynaklanan tazminatı üçüncü kişiye ödediği hallerde müstahdemine rücu ederken, rücu hakkını halefiyet ilkesine göre kullanmazlar. Keza, sigortalının tazmin sorumluları aleyhine açtığı dava kural olarak risk nazriyesine dayandığı halde, Kurum kusur esası çevresinde dava açmaktadır. Şayet rücu hakkının halefiyete dayandığı kabul edilecek olursa, o tak dirde Kurum 'un dahi risk nazariyesine göre dava açabileceği kabul edilmeliydi. Diğer taraftan, ayni iş kazasında ölen kusurlu sigortalının mirasçılarına karşı Kurum 'un dava açma hakkı mevcut değilken, kazaya uğrayan sigortalının iş kazasında ölen sigorta lının mirasçıları aleyhine dava açma hakkı mevcuttur. Şayet halefiyet ilkesi kabul edilecek olursa, Kurum 'un iş kazasında ölen sigortalının hak sahiplerine karşı dava açabileceği gerekirdi.
Diğer taraftan, sonradan yürürlüğe giren kanun ve kararnamelerle sigortalıya veya ölümü halinde hak sahiplerine bağlanan gelirlerin peşin değerinin tahsili için Kurum'un ek dava açma hakkı mevcut iken, sigortalının veya hak sahiplerinin böyle bir dava açma hakkı mevcut değildir.
Üzerinde önemle durulması gereken en önemli konu şudur: Bir davanın, bir hakkın halefiyet ilkesine dayandığının kabulü için mutlaka yasada açık hüküm bulunmalıdır. Örneğin, BK m. 109, 147, 496, TK. m. 151, 813, 907, 915, 920, 933, 936, 1301, 1361.
Oysa, ne içtihadı birleştirmeye konu edilen 506 sayılı Yasanın 26. maddesinde, ne de sosyal güvenlik mevzuatında rücu hakkının halefiyete dayandığına dair herhangi bir hüküm vardır.
Sonuç itibariyle yukarıda açıklanan görüşü savunanlar 506 sayılı Yasanın 26. maddesinden kaynaklanan rücu hakkının halefiyet ilkelerine dayanmadığını, bağımsız ve yasal bir rücu hakkı olduğunu öne sürmektedirler.
2- Kurumun rücu hakkının hukuksal niteliğini halefiyet ilkesine bağlayan görüş
Halefiyet, başkasına ait bir borç dolayısıyla alacaklıyı tatmin eden üçüncü kişinin onun haklarını kanunda belirtilen hallerde ve tatmin ettiği oranda kendiliğinden elde etmesine denir.
Halefiyet halinde, asıl borçlu durumunda olmayan bir başka kişi tarafından ifa edilmesine rağmen borç sona ermemekte, alacak ise ona bağlı bulunan fer'i haklar ifada bulunan üçüncü kişiye geçmektedir.
Bu görüşü savunanlara göre, 26. maddeden kaynaklanan rücu hakkının halefiyet ilkesine dayandırılması,. daha isabetli olacağı, zira Kurum 'un yaptığı bu yardımları işverenden isteyebileceğinin yasadan kaynaklandığı, Kurum'un başvurma hakkının ancak halefıyet ilkesiyle açıklanabileceği. halefivet ilkesi kabul edildiği taktirde işverenin sigortalı karşısındaki durumunun ağırlaşmayacağı, bu halin çıkarlar dengesine daha uygun düşeceği, 26. maddede rücu hakkının halefiyet ilkesine dayandığına dair herhangi bir hüküm yoksa da özel sigorta ilişkilerini düzenleyen Ticaret Kanununun kıyas yoluyla 26, maddenin uygulamasında kullanılabileceği ileri sürülmektedir.
3- Rücu hakkının hem halefiyet ilkesine, hem de kanundan kaynaklanan rücu hakkına dayandığı görüşü
Bu görüş, Yargıtay 10. Hukuk Dairesi ile, içtihadı birleşmeye sebep olan HGK 'nun 29.1.1992 gün ve 991/10-549 esas ve 992/20 karar sayılı ilamı dışındaki tüm HGK kararlarında savunulmaktadır. Hemen söylemek gerekirse, sözü edilen bu görüş hem haleftyet ilkesini, hem de kanundan doğan rücu hakkı ilkesini içeren karma bir görüştür.
Yargıtay'ımızın tek bir HGK dışında kalan kararlarında 26. maddeden kaynaklanan rücu hakkının temelinde rücu hakkı bulunan ve yasanın çizdiği sınırla kayıtlı ve yasadan 4oğan, suigeneris-kendine özgü bir halefiyet olduğu perçinlenmiştir. Sosyal Sigortalar Kurumu, sigortalıya bağladığı veya artırdığı gelir ölçüsünde sigortalının haklarına halef olmakta ve bunları asıl sorumlu işverenden kanunun verdiği cevazla isteyebilmektedir. Bu halefiyet sigortalının aslında işverenin tazminle sorumlu olduğu kazanç kayıplarını giderdiği tarihlerde gerçekleşmektedir. Sosyal Sigortalar Kurumu, bir kanun hükmi şahsiyetidir. Ajanları marifetiyle iş görür. Gelir bağlamanın evrakı müsbitesi oluşacak, yasal dayanağı belirlenecek ve bağlanacak gelir saptanacak, yetkili organca onaylanacaktır ki, sigortalının zararı o tarihten itibaren Kurum 'ca giderilmeye başlanmış olur ve o tarihten itibaren Kurum, sigortalının haklarına halef olarak işverenden rücuan ödediklerini isteyebilir.
İçtihadı birleştirme görüşmelerinden sonra çoğunluk, yukarıda değinilen karma görüşe itibar etmiştir. Yani özetle, Kurum'un 26. maddede öngörülen rücu davasının dayanağının hem halefiyet ilkesine, hem de kanundan doğan bağımsız rücu hakkı ilkesine dayandığı kabul edilmiştir. Oysa, ne sosyal güvenlik mevzuatında ne de diğer yasalarda, temelinde rücu hakkı bulunan bir halefiyet türünden sözedilmemiştir. Yasaları uygulamak zorunda bulunan hakimin, kendiliğinden oluşturacağı bir hukuk normunu önüne gelen davada uygulama yetkisi mevcut değildir. Bir hakkın kullanılmasında halefiyet ilkesi benimsenmiş ise salt halefiyet hali uygulanır. Temelinde rücu hakkının bulunduğu suigeneris haleı etten s öz edilemez. Nitekim öğretide bu ürü ün savunulduğuna rastlanmamıştır. Gerçekten bir hakkın halefiyet ilkesine dayandığı sonucuna varılabilmesi için yasalarda özel hüküm bulunmalıdır.
Örneğin; Alman Sosyal Sigorta Yasası RVO'nun 1542. paragrafında, rücu hakkının halefiyet ilkesine dayandığı açıkça kabul edildiği gibi İsviçre Sosyal Sigorta Yasaları UVG md: 41, BTG md: 48, VVG md: 72, IVG md: 52, KUVG md: 100 hükümlerine göre de rücu hakkrnın halefiyet ilkesine dayandığı düzenlenmiştir (Bknz: Sosyal Sigortalar Kurumu'nun İşverene ve 3. Kişiye Rücuu, GU. İİBF Öğretim Üyesi Aydın Başbuğ, Ankara-1992).
SONUÇ: Baştan beri açıklanan nedenlerle Kurum 'un, 506 sayılı Yasanın 26. maddesine dayanan rücu hakkının çoğunluğun kabul ettiği gibi temelinde rücu hakkı bulunan suigeneris halefiyet ilkesine dayanmadığı, salt kanundan doğan bağımsız rücu hakkına dayandığı görüşündeyim.
İçtihadı birleştirme kararında benimsenen diğer görüşlere katılıyorum.
Resul ASLANKOYLU
10. Hukuk Dairesi Üyesi
KARŞI OY
Türk Yargı düzeninde, alacağın kapsamı belirli veya belirlenebilir olduğu halde bir tek dava yerine önce kısmi daha sonra da ek davalarla uyuşmazlığın çözümlenmesi yeğlenmektedir İnançları Birleştirmeye konu olan olayda da Sosyal Sigortalar Kurumu, iş kazası geçiren işçiye bağladığı ilk aylıkla birlikte açtığı kısmi davadan sonra aylıkların her artışıyla birlikte sorumlu kişilere karşı yeni davalar açmaktadır.
İster yasalardan, isterse bilinçsizce gelişmiş ve yerleşmiş bir gelenek-ten kaynaklansın bireylerin bir olay veya ilişkiden birden çok yargılanması yargının iş yükünü artırmakla kalmaz evrensel bir hukuk kuralı olan "adil (doğru ve güvenli) yargılanma hakkını" olumsuz etkiler.
Ülkemizde davaların ve yargının iş yoğunluğunun artmasından sürekli sızlanılmaktadır. Bunda, olayımızda olduğu gibi, bir olay nedeniyle birden çok dava açılması geleneğinin yerleşmiş olmasında azımsanmayacak payı vardır. Kuşkusuz kısmi ve ek dava açılmasının gelenek hal ine gelmesi nedeniyle yasa koyucunun yeni bir düzenlemeyle bu hatalı durumu düzeltmesi düşünülebilir. Nevar ki; yargı reformu adı altında Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan Hukuk Usulü Muhakemeleri Yasa Tasarısı'nda bu sorun üzerinde hiç durulmaması dü şündürücüdür; İnançları birleştirme konusu olayda bu hatalı yöntemi yorum yoluyla değiştirme olanağı vardır.
Diğer taraftan; İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi 'nin 6. maddesi, "medeni hak ve yükümlülükleri veya hakkında herhangi bir suçlama karara bağlanırken herkesin, yasayla kurulmuş bağımsız ve yansız bir mahkeme tarafından makul süre içinde adil ve açık yargılanmaya hakkı olduğu" kabul edilmiştir. Ülkemiz açısından da bir iç hukuk kuralı durumuna gelmiş bu hakkın her yargılamada öncelikle ve özenle gözetilmesi gerekir. Aksi durumda ülkemiz, yurttaşlarına adil yargılanma hakkını sağlamadığı ve güvenceye almadığı gerekçesiyle İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi önünde hesap vermek zorunda kalabilir.
Yargıtay çoğunluğunun benimsediği görüşe göre; SSK, iş kazası nedeniyle işçilere bağladığı aylığın her artışında sorumlu kişiye karşı yeni bir bağımsız dava açabilecektir. Her ne kadar dava açma hakkı, işçinin haksız eylem failinden isteyebileceği ile sınırlı -üst sınır- ise de; bu şekilde açılacak davalarda kişinin aynı olay nedeniyle sekiz, on yıl veya daha fazla süre içinde yargılanması söz konusudur.
Kişinin, senelerce sürekli dava beklentisi ve tehdidi altında olması ve makul süreyi aşar şekilde yargılanması onun manevi değerlerinden olan ruhsal bütünlüğüne saldırıdır; adil yargılama hakkının dışlanarak yapılacak bir yargılamanın savunulacak yanı olmamalıdır.
o halde, İnançları Birleştirme yoluyla uyulması zorunlu duruma gelecek bir kural koyarken aynı olay nedeniyle birbiri ardından açılacak davalarla bireylerin adil yargılanma hakkı üzerinde de durulmalıydı.
Bu konuda ortaya çıkan, açıkladığımız olumsuzlukları iki ayrı yöntem ve yorumla gidermek olanağı vardır.
Zarar gören kişi tarafından açılan tazminat davalarında, karar tarihine kadar bilinen artışlar olduğu gibi dava tarihinden sonraki artışlar da varsayıma dayanarak, olasılıklar gözetilerek, belirli bir oranda zarar ve tazminatın belirlenmesinde esas alınmaktadır. Nitekim Sosyal Sigortaların rücu hakkını sınırlayan üst sınır bu şekilde belirlenmektedir.
İşte bu yöntemden hareketle, Sosyal Sigortalar Kurumu'nun rücu yoluyla istediği alacağını bir dava ve yargılamayla belirlemek ve sonuçlandırmak olanağı vardır. Karar tarihine kadar işlemiş alacak (ödemeler) olduğu gibi değerlendirmeye alınırken karar tarihinden sonraki artışları karşılayacak varsayıma dayanan bir oranda artış kabul edilebilir. Bedensel zararlardan doğan davalarda bu yöntem uygulandığına göre birlikte sağlanmış ve birbiri ardına açılan davaların Türk yargısında yarattığı sorunlar da ortadan kalkmış olur.
Diğer bir yorum tarzı da Anayasa Mahkemesi'nin konuyu anayasa denetimi açısından incelerken temel aldığı gerekçe olabilir. 26. maddedeki "ilerideki yapılması gerekli bulunan giderler" sözcüklerinin ortaya koyduğu kural "iş kazası nedeniyle işçinin uğradığı zararın kapsamının kesin belirlenemediği, gelişen durumlar için" uygulanmalıdır. Bu durumda; dava, aylık bağlanması sırasındaki verilere göre değerlendirileceğinden İnançları Birleştirme konusu olan tartışmalar güncelliğini yitirecektir.
Tüm bu nedenlerle çoğunluk görüşüyle getirilen yoruma "kişilerin adil yargılanma hakkını potansiyel bir tehlike altına alacağı" düşüncesiyle katılmıyorum; İnançların Birleştirme, bir insan hakkı olan adil (doğru ve güvenli) yargılanma hakkı gözetilerek yapılmalıydı.
|