 |
T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
E. 1994/1-146
K. 1994/171
T. 6.6.1994
Yargıtay içtihatları bölümü
Yargıtay Kararı
DAVA : Yağma suçunu işlemek için adam öldürmek suçundan sanık Tamer özalp'in eyleminin kasten adam öldürmek suçunu oluşturduğu kabul edilerek, TCK.nın 448, 51/1, 59. maddesi uyarınca 15 yıl ağır hapis cezası ile cezalandırılmasına ilişkin Nazilli Ağır Ceza Mahkemesince 29.1.1993 gün ve 138/4 sayı ile verilen kararın, C.Savcısı tarafından temyizi ve kendiliğinden de temyize tabi bulunması nedeniyle, dosyayı inceleyen Yargıtay 1. Ceza Dairesince 11.10.1993 gün ve 1488/1923 sayı ile;
( Seyfi Çalışkan'a ait Petrol ofis istasyonunda bekçi olan maktulü kasada saklanan paraları almak amacıyla öldürdüğü anlaşılan sanığın T.C.Y.nın 450,67, 59. maddesi uyarınca cezalandırılması gerekirken, suç niteliğinde yanılgıya düşülerek tahrik altında kasten adam öldürmek suçundan hüküm kurulması ) isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.
Yerel Mahkeme ise 31.12.1993 gün ve 192-187 sayı ile;
Sanığın 3842 sayılı Yasa ile C.Y.U.Y. değiştirilmeden önceki dönemde, kollukta alınan ifadelerine itibar edilemeyeceği, C.Savcısı, Sulh Hakimi ve duruşmadaki savunmasına göre de eylemin adi tahrik altında kasten öldürme suçunu oluşturduğu, açıklamasıyla direnme kararı vermiştir.
Bu kararda kendiliğinden temyize tabi olduğundan, dosya Yargıtay C.Başsavcılığının bozma istekli 5.5.1994 günve 12098 sayılı tebliğnamesiyle, Yargıtay 1. Başkanlığına gönderilmekle, Ceza Genel Kurulunca okundu, gereği konuşulup düşünüldü:
KARAR : Sanık hakkında mal aleyhine işlenen cürüm nedeniyle açılmış bir dava bulunmadığından ve bu hususta zamanaşımı haddine kadar dava açılabileceğinden, adam öldürme suçuna ilişkin yapılan incelemede, dosyaya göre;
Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık, sanığın üzerine yüklenen adam öldürme suçunun niteliğine ilişkindir.
Sanık, baskıya dayalı olduğu iddiasında dahi bulunmadığı, 17.9.1991 tarihli poliste ve 28.9.1991 tarihli jandarmadaki ifadelerinde; "Daha önceden işçi olarak çalıştığı Seyfi çalışkan'a ait akaryakıt istasyonundan, bu işyerinin ortağı ve milletvekili olan amcasının ölümünden sonra, Seyfi Çalışkan'ın tutumu yüzünden ayrılmak zorunda kaldığını, bu nedenle Seyfi'ye husumet duymaya başladığını, ona maddi ve manevi zarar vermek istediğini, olay günü bu amaçla akaryakıt istasyonuna gitmek için arkadaşının bisikletini ve babasına ait ruhsatlı tabancasını aldığını, yolda tabanca ile ateş ederek çalışıp, çalışmadığını kontrol ettiğini, Seyfi'ye zarar vermek için kasada bulunan paraları almaya karar verdiğini, istasyonda görevli bulunan ölenin belinde tabancayı görünce, onu öldürmeden paraları almasının olanaksız olması nedeniyle, tabanca ile iki el ateş edip, İhsan Çiftçi'yi öldürdükten sonra, halının altındaki anahtarı alarak kasayı açıp içinden 20.813.000 lirayı alarak kaçtığını..." söylerken sonraki aşamalarda, "... önceden paraları almaya karar vermediğini, akaryakıt istasyonunda ölenle konuşurken, Seyfi'ye küfür ettiğini, bunun üzerine ölenin kendisine küfür ve hakaret ile karşılık vermesi üzerine, tabancasıyla ateş ederek onu öldürdüğünü, daha sonra verdiği kararla kasadaki paraları alıp, kaçtığını..." savunmuştur.
Yerel Mahkeme 3842 sayılı Yasa ile değişiklik yapılmadan önceki dönemde, sanığın müdafiinin bulunmadığı bir ortamda kolluk tarafından alınan ifadelerine değil, hakim önündeki savunmalarına itibar ettiğini belirtmekte ise de, sanık, kolluk tarafından ifadesi alınırken kendisine baskı yapıldığını ileri sürmediği gibi, yargılama yasalarının derhal uygulama ilkesi gözönüne alındığında, 3842 sayılı Yasa ile değişiklik yapılmadan önceki dönemde, müdafii olmadığı bir ortamda kolluk tarafından alınan sanık ifadeleri geçerliliğini korumaktadır ve bunların belge kanıtı değeri bulunmaktadır. Olay saati, sanığın olay öncesi davranış ve hazırlıkları ile oluş sanığın akaryakıt istasyonundaki kasada bulunan paraları almak için maktülü öldürdüğünü göstermektedir. Ayrıntıları C.G.K.nun 11.4.1994 gün ve 68/94 sayılı kararında açıklandığı üzere, sanığın eylemi T.C.Y.nın 450/7. maddesine uyan nitelikli adam öldürmek suçunu oluşturur.
Bu nedenle, direnme kararının bozulmasına, ancak, aleyhe temyiz olmadığından kendiliğinden yapılan inceleme sonunda, cezanın tür ve miktarı yönünden kazanılmış hak saklı tutulmak üzere kararın bozulmasına karar verilmelidir".
Kurul üyelerinden 4. Ceza Dairesi Başkanı Sami Selçuk; "Yüce kurulun verdiği karar bir çok yönlerden hukuka aykırıdır. Bunları belirleyebilmek için, ilkin Yargıtay temyiz yolu ve denetimi üzerinde durmak ikinci olarakda bunların ışığında yapılan yanılgıları irdelemek gerekir".
"A ) Türk Yargıtayı; Alman, Fransız, İtalyan vb. ülkelerdeki bozma mahkemelerinin ( cours de cassation ) aynısıdır. Bozma Mahkemeleri doğrudan öğrenme yargılaması ( cognizione ), yani duruşma yapmamaktadırlar. Bu kurumlaşmanın doğasından kaynaklanan belirleyici, zorlayıcı sonuçlar ise şunlardır: Duruşma, Yargılamanın en önemli aşamasıdır ve var olma ( icat ) nedeni de hırsızlık, yaralama, şiddetli geçimsizlik, bir tanığın içtenliği, doğru söyleyip söylemediğigibi olayların gerçekleşip gerçekleşmediğini saptamaktadır. Bu saptama işinin ise, tutanaklara göre değil; duruşmadan edinilen izlenimlere göre yapılması zorunludur ( CYY.Md.254 ). Yukarıda da belirttiğim gibi, duruşmanın varlık nedeni budur. O yüzden, kanıtları yeterli/yetersiz, yanlı/yansız vb. gibi değerlendirme yetkisi yalnız ve yalnız duruşma yapan, duruşmaya katılan, bu nedenle de taraflarla, kanıtlarla doğrudan ve yüzyüze ilişki kuran, onlar üzerinde yapılan yüksek sesli tartışmaları dinleyen, bir sözcükle kanıtlarla doğrudan diyalektik ilişkide bulunan duruşma yargıçlarına aittir. Böyle bir değerlendirmeyi yapabilmek için hukuk öğrenimi görmeye gerek olmadığından, jürilerde görüldüğü üzere, çeşitli mesleklerden gelen kişiler de olay sorunlarını çözebilmektedirler. Yeter ki, duruşmada hazır bulunsunlar. O nedenle, isterse deneyimli hukukçu olsun, duruşmaya katılmamış bir yargıcın, olaya ilişkin sorunları çözmesi, eşyanın doğası gereği olanaksızdır. O yüzden, istinaf ve dolayısıyla duruşma yapma yetkisini haiz olmayan ve duruşma yapmayan Yargıtay yargıçları, dünyanın hiç bir ülkesinde, duruşma yapan ilk mahkemenin yerine geçerek, olay sorunlarını çzömemektedirler. Dahası istinaf mahkemeleri de, yeni baştan duruşma yapma yetkisini kullanmamış, yalnızca taraflar dinlenmekle yetinmişlerse, ilk mahkemelerce sabit kabul edilen olaylara ilişmemekte, öbür hukuksal sorunları ele almaktadırlar. Çünkü, yargılamanın temel ilkesi şudur: Yargıladığın oranda hüküm kur ( sonuç çıkar ): tantum judicatum, quantum conclusum". Bu yüzden duruşma yapmayan Yargıtay, olay değerlendirmesi yapamayacak, olay sabittir/değildir"."Tanık yansızdır, doğru söylüyor; yanlıdır, yalan söylüyor" gibi salt olgulara ilişkin hükümler kurarak, duruşma yapan ilk mahkemenin yerine geçemeyecektir. Eğer kurabilseydi, yargılama Yargıtayda biter, yollama yargılamasına gerek duyulmazdı. Yargıtayımız,benzerleri gibi, bozma kararından sonra yeniden duruşma yapılmak üzere dava dosyasını esas mahkemesine göndermektedir. Bu zorunludur. Çünkü, ilke şudur: "Yargıtay yargıcı, davanın ( esasın ) değil, verilen hükmün Yargıcıdır". O nedenle de, Yargıtayın C.Yargılama Yasasının 322. maddesinde sayılı ve sınırlı durumlar dışında ( ilk ) esas mahkemesinin yerine geçerek karar vermesi, kesinkes olanaksızdır".
"Yargıtay yargıcı, hükmün yargıcı olarak, esas mahkemesini sabit kabul ettiği olayları, eylemleri ve olguları iki yolla denetleyecektir. 1.si; olayları/eylemleri/olguları sabittir/değildir biçiminde vicdani kanı yargısını oluşturmak için yapılan duruşmanın yargılama yasalarına uygunluğunu ele alacaktır. Yargılama kusurlu ( vitium in procedendo ) ise, bu nedenle karar bozulupesas mahkemesine yeniden yargılama, duruşma yapması için gönderileektir. Yargılama kusursuz ise, Yargıtay, esas mahkemesi hükmünün yalnızca gerekçesini inceleyecektir. Zira, bir İtalyan Yargıtay kararında belirtildiği gibi, gerekçe, her olay ve hukuk sorununu tek tek çözmesi gereken, mantıki ve hukuki bütünlük sergileyen bir yapıttır ( 20.12.1989 ). İşte Yargıtay; olaylara, kanıt değerlendirmelerine ilişkin sorunların, doğa, mantık, deneyim ve hukuk kurallarına uygun olup olmadıklarını, salt gerekçe denetimi yaparak ele alacak, hukuksal denetim ve gerekçelerde disiplin sağlamak görevini bu yolla yerine getirecektir. Ancak, Yargıtay, bu konularda ilk mahkemenin yerine geçerek kesin çözümler getiremez, getirmemelidir. İncelediğim Avrupa ve Latin Amerika ülkelerindeki yargıtaylar ( bozma mahkemeleri ), denetim yargılamasını böyle yapmaktadırlar ve bu hususta öğreti ile uygulama bire bir çakışmaktadır. Bu konuda İtalyan Yargıtayının birkaç kararını sunmakla yetiniyorum: "Yargıtay, olayla ilgili değerlendirmeleri esas mahkemesinin elinden alamaz" ( sez.1, 7.6.1989; sez.VI, 30.10.1989 ).
Kanıt kaynağının ve kanıtın değerlendirilmesi, duruşma yapan ilk mahkemeye ait bir olay sorunudur. Yargıtay, bu konuda yalnızca gerekçeyi inceleyerek denetleme yapabilir" ( sez. 1, 22.2.1990; Sez.IV 11.12.1990 ). Burada, önemle vurgulanması gereken nokta şudur: Gerekçe yoluyla denetlemek başka şeydir. İlk mahkemenin yerine geçerek sorunu esastan çözmek büsbütün başka şeydir. Bu başkalıklar gözetilmez de ölü tutanaklara göre kanıt değerlendirmeleri yapılarak olay sorunları esastan çözülürlerse, bir yargılama sendromunun yaşanması ve onun belirtilerine ve tehlikeli sonuçlarına katlanılması kaçınılmaz olacaktır. Bu sonuçlar şunlardır: a ) Doğrudanlık yüzyüzelik açıklık ve sözlülük ilkelerine göre yapılan duruşma hiçlenerek gereksizleşecektir. Gerçekten yalnızca tutanaklara göre karar verilecek idiyse niçin duruşma yapılmış ve karar verilmiştir? İlk yargıç soruşturmayı yapar tuttuğu tutanakları Yargıtay gönderir, karar verilebilir; böylece zamandan ve emekten kazanılmış olurdu. b ) Yargılamanın olmazsa olmaz ve en önemli aşaması olan, bu yüzden de sağ esen olması için Yargılama Yasalarının tüm maddelerinin seferber edildiği duruşma sonucu oluşan olaylara ilişkin vicdani kanı yargısı; ölü tutanaklara göre oluşturlan vicdani kanı yargısına feda edilince, daha iyi araçlara sahip olanın yargısının yerine, daha kötü araçlara sahip olanın yargısı geçecek, hem eşyanın doğasına ve hem de "Yargılandığın oranda, hüküm kur" kurallarına ters düşecektir. Kuşkusuz böyle bir yargılamada adli yanılgı oranı da çok fazla olacaktır. c ) Olaylara ilişkin gerekçenin dışlandığı ve gereksizleştiği bir ülkede ilk mahkeme yargıçları, yükü ve sorumluluğu Yargıtaya atacaklarından, Yargıtay, gerekçelerde disiplin sağlama ve ilk yargıçları yetiştirme ( pedagojik ) görevlerini hiç bir zaman yerine getiremeyecektir. d ) Tutanaklara göre ( duruşmasız ) oluşturulan vicdani kanı yargısı her zaman kuşkuyla karşılanacağından ve tarafların katkısı sıfırlanacağından, kesin hüküm saygınlığı örselenecektir. Zira saydamlığa ve diyalektiğe dayanan adaletin yerini, gizli ve görülüşte adalet almıştır. Bu konudaki tehlike ve sonuçları, yaptığım araştırmaların bir bölümü olarak yayımladığım yazılarda ( Les voies de recours en France, A.Ü.S.B.F. Dergisi, C.XLV, sayı : 1-4, Ocak-1990, Sayfa: 119-184; Yargıtayın ( Bozma Mahkemesinin ) ve temyiz yolunun iyi algılanması ve kurumsallaştırılması sorunları, Yargıtay dergisi, Ocak-Nisan 1992, S.19-449 ) ve Yüce C.Genel Kurulunun birçok kararlarında ( 14.4.1986, 521-219, 11.3.1991, 335-75, 4.5.1992, 100-132, 23.10.1992, 252-308, 8.2.1993, 368-31, 14.6.1993 , 110-168 ve bir İç.Birleştirme Kararlarında 14.12.1992 1/5 R.G. 6.5.1993 ) ayrıntılarıyla sergilemiştim. Üzülerek belirteyim ki, bugün ülkemiz, bu yargılama anlayışının açmazlarını yaşamaktadır ve inceleme konusu kara da bunun çarpıcı bir örneğidir".
"B ) Gerçekten incelenen kararda itiraflardan hangisine dayanılacağı konusu tartışılmış; iki nedenle C.Savcılığında, yargıç önünde ve duruşmada verilen itirafların daha yerinde olduğu sonucuna varılmıştır. Bu iki nedenden 3842 sayılı Yasayla ilgili olan yerinde değilse de öbürü tutarlıdır. Bu yüzden, 1.si gerekçe açısından fazla bir nedendir, gözetilmesine gerek yoktur. Bozma, yukarıda açıkladığım gerekçelerle olaysal sorunun değerlendirilmesine el atma ve Yerel Mahkemenin yerine geçme niteliğindedir; hukuka aykırıdır. Mahkeme kararı onanmalıdır" diyerek karşı oy kullanmıştır.
Karşı temyiz olmadığından hükmün eleştirilerek onanması gerektiğini ileri sürmüşlerdir.
SONUÇ : Açıklanan nedenlerle, kendiliğinden yapılan temyiz incelenmesi sonucunda, adam öldürmek suçundan kurulan direnme kararının ( BOZULMASINA ) sanığa tayin edilen cezanın tür ve miktarı yönünden kazanılmış hakkın saklı tutulmasına suç vasfı yönünden oybirliğiyle, hükmün bozulması yönünden oyçokluğuyla karar verildi.