 |
T.C.
YARGITAY
13. Hukuk Dairesi
E: 2002/1310
K: 2002/6636
T: 2.6.2002
Yargıtay içtihatları bölümü
Yargıtay Kararı
1086/m.76,237,238
818/m.43,103,105,113
Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davacı avukatı tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşuldu düşünüldü:
KARAR : Davacı, davalıya ihtiyacı için 19.9.1988 tarihli çekle 8.000.000 TL, 2.12.1998 tarihli çekle 21.000.000 TL. olmak üzere toplam 29.000.000 TL. borç verdiğini, davalının çek bedellerini tahsil ettiği halde borcunu ödemediğini 6.1.1993 yılında alacağının tahsili için açtığı davanın lehine sonuçlanıp 12.11.1999 tarihinde kesinleştiğini, alacağını icra takibi ile 26.2.1999 tarihinde faiziyle beraber 99.000.000 TL. olarak tahsil ettiğini, alacağını 1992 yılında ödenmesi halinde karşılığının 5.550.dolar olduğu halde ancak 99.000.000 TL. olarak tahsil ettiğini geç ödemeden dolayı zararı olduğunu ileri sürerek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak üzere 2.500.000.000 TL. munzam zararın faiziyle beraber tahsilini talep etmiştir.
Davalı cevap dilekçesinde davacının alacağı mahkeme ilamı ile tahsil ettiğini, kesinleşen ve infaz edilen mahkeme ilamının kesin hüküm oluşturduğundan ayrıca davacının faiz talebinde bulunmadığı, fazlaya ilişkin haklarını saklı tutmadığından yeniden dava açılamayacağını savunarak davanın reddini dilemiştir.
Mahkemece davacının alacağını icraen faiziyle birlikte aldığını, daha önce açtığı davada asıl alacağına faiz istenmediğinden alacağın geç ödenmesinden dolayı munzam zarar isteyemeyeceği gerekçesi ile reddine karar verilmiş;hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.
1-Davacı davalıya 1988 tarihinde borç para verdiğini ödenmemesi üzerine dava açtığını ve lehine sonuçlanan davada 29.000.000 TL.nin takip tarihinden itibaren faiziyle birlikte 99.000.000 TL. olarak 26.2.1999'da ödendiğini bildirerek Borçlar Kanunu 105.madde gereğince munzam zararın tahsilini istemiştir. Davalı olayda kesin hüküm bulunduğu ilk davada faiz hakkını saklı tutmadığını, icra dosyasında yatan parayı ihtirazi kayıt koymadan aldığını savunarak davanın reddini dilemiştir. HUMK.237.maddesine göre maddi anlamda kesin hüküm, tarafları, müddeabihi ve hukuki sebebinin aynı olmasının varlığı halinde bir davanın esasının incelenmesine engel teşkil eden hukuki bir olgudur. Davacı tarafından açılan ilk dava borç olarak verilen paranın istirdadına ilişkin olup eldeki dava bu paranın geç ödenmesi nedeni ile uğradığı munzam zarardan kaynaklanmaktadır. Bu itibarla her iki davanın konusu ve hukuki sebebi aynı olmadığından kesin hükmün varlığından söz edilemez. Munzam zarar ana paradan ayrı müstakil hak doğuran taleptir. Davanın kesin hüküm varlığına ilişkin gerekçesi az yukarıda açıklanan HUMK.237.maddesi hükümlerine aykırı olduğundan bozma nedenidir.
2-Kural olarak bir davada faizin ancak dava ile istenebileceğine ilişkin usul kanunumuzda hüküm yoktur. Faiz talebinin ilk davada istenmemesi bunun sonradan açılacak dava ile istenmesine engel teşkil etmez. Ne var ki davacı Borçlar Kanunu 113.madde gereğince ana para için açtığı davayı kazanıp ve ana paraya ilişkin alacağını tahsil ettikten sonra artık faiz talep edemez. Mahkemenin buna ilişkin görüşünde bir isabetsizlik bulunmamaktadır. Ne var ki yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı munzam zarar asıl alacaktan ayrı müstakil bir hak olduğuna göre buna ilişkin davanın dairemizin sapma göstermeyen aşağıda açıklanan ilkelerine göre saptanması gerekir.Ne var ki artık talep edilemeyecek faiz tutarının sanki alınmış gibi hesaplanarak munzam zararın bu faizin aşan kısmı olarak belirlenmesi gerekir. Mahkemece yapılacak iş davacının asıl alacağını talep ettiği 6.1.1993 tarihi ile icradan alacağını tahsil ettiği 26.2.1999 günü arasındaki munzam zararın bu tarihler arasında işleyecek olan ve isteyemeyeceği faizin, alınmış gibi munzam zararından mahsub edilmesi gerekir.Alacağın icradan tahsili sırasında alınan faiz miktarının da munzam zarardan düşüldükten sonra bakiyesine hükmetmekten ibarettir. Bu araştırmayı yaparken de aşağıda izah edilen ilkelerinde göz ardı edilmemesi gerekir.
Bir davada öne sürülen maddi olgulara uygulanacak yasa maddelerini bulmak ve uygulamak ve davanın hukuki nitelendirilmesini belirlemek hakimin doğduran görevidir ( HUMK md 76 ).
Dava hukuksal nitelikçe BK.nun 105. maddesinden kaynaklanan munzam zarar istemine ilişkindir.
Anılan yasa maddesine göre "alacaklının düçar olduğu zarar, geçmiş günler faizinden fazla olduğu surette borçlu kendisine hiçbir kusur isnat edilemiyeceğini isbat etmedikçe bu zararı dahi tazmin ile mükelleftir".
Munzam zarar sorumluluğu kusura dayanan temerrüdün hukuki bir sonucudur ve borçlunun zararının faizi aşan bölümüdür.
Borçlu para borcunu vadesinde ödemediğinde ( tememrüdü oluştuğunda ) sözleşme veya yasada belirlenen "gecikme faizi" ödeme yükümü altına girer. Bu durumda BK.nun 103. maddesi uyarınca alacaklının mutlak ve tartışmasız bir zarara uğradığı kabul edilmektedir. O nedenle alacaklıya, uğradığı zararı isbat yükümü verilmeksizin, en önemlisi borçlunun kusuru olup olmadığı araştırılmaksızın yasa gereği kabul edilen zararı giderme hakkı tanınmıştır.
Bunun dışında, alacaklının uğradığı zarar, temerrüt faizinin üstünde gerçekleşmiş olması durumlarında ise davada uygulanması gereken B.K.nun 105. maddesi gündeme gelir.
Öncelikle "munzam zarar"ın hukuki tanımı ve kapsamı üzerinde durulmasında yarar vardır.
Munzam zarar, borçlu temerrüde düşmeden borcunu ödemiş olsaydı, alacaklının malvarlığının kazanacağı durum ile temerrüt sonucunda ortaya çıkan ve oluşan durum arasındaki farktır. Başka bir anlatımla, temerrüt faizini aşan ve kusur sorumluluğu kurallarına bağlı bir zarar şeklinde tanımlanabilir.
B.K.nun 105. maddesi, kaynağı ne olursa olsun, temerrüt faizi yürütülebilir nitelikte olmak koşuluyla bütün para borçlarında uygulanma olanağına sahiptir. Borcun kaynağı haksız fiil, sözleşme, nedensiz zenginleşme, vekaletsiz işgörme veya kanun olabilir. Munzam zarar borcunun hukuki sebebi, asıl alacağın temerrüde uğraması ile oluşan hukuka aykırılıktır.
O nedenle, borçlunun munzam zararı tazmin yükümlülüğü, asıl borç ve temerrüt faizi yükümlülüğünden tamamen farklı, temerrüt ile oluşmaya başlayan asıl borcun ifasına kadar zaman içinde artarak devam eden, asıl borçtan tamamen bağımsız yeni bir borçtur. Munzam zarar bu hukuki niteliği ve karakteri itibariyle asıl alacak ve faizleri yönünden icra takibinde bulunulması veya dava açılmasıyla sona ermeyeceği gibi, icra takibinde bulunulması veya dava açılması sırasında asıl alacak ve temerrüt faizi yanında talep edilmemiş olması halinde dahi ( B.K. 105/2 md. ) takip veya davanın konusuna dahil bir borç olarak da kabul edilemez. Hal böyle olunca, asıl alacağın faizi ile birlikte tahsiline yönelik icra takibinde veya davada munzam zarar hakkının saklı tutulduğunu gösteren bir ihtirazi kayıt dermeyanına da gerek yoktur. Ayrı bir dava ile on yıllık zaman aşımı süresi içinde her zaman istenmesi mümkündür.
Munzam zarar sorumluluğu, kusur sorumluluğuna dayanır. B.K.nun 105. maddesi kusur karinesini benimsemiştir.
Kural olarak munzam zarar alacaklısı, öncelikle temerrüde uğrayan asıl alacığının varlığını, bu alacağın geç veya hiç ifa edilmemesinden dolayı temerrüt faizi ile karşılanamayan zararını, zarar ile borçlu temerrüdü arasındaki uygun illiyet bağını isbat etmekle yükümlüdür. Alacaklı borçlunun temerrüde düşmekte kusurlu olduğunu isbatla yükümlü değildir. Borçlu ancak temerrüdündeki kusursuzluğunu kanıtlama koşuluyla sorumluluktan kurtulabilir.
Hemen belirtelim ki, munzam zarar davalarında alacaklı, davacının isbat yükümlülüğü çok sıkı kurallara bağlanmamalı, genel isbat yöntemlerinde olduğu gibi her olayın kendi yapısı ve özelliği içinde değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Örneğin, yaşanan hayatın gerçekleri ve deneyimlerinin zorunlu kıldığı herkesçe bilinen normal durumları ile fiili karineler, başka bir anlatımla M.K.nun 6. maddesinde ifadesini bulan genel kuralın istisnaları şeklinde isbat yükümünü ortadan kaldıran olgular, isbat hukuku açısından alacaklı yararına değerlendirilmeli; bunların aksini iddia eden borçluya isbat yükünün düştüğü kabul edilmeli, en önemlisi hükmedilecek zarar miktarı ve kapsamının tesbitinde B.K 43/2. madde ve fıkrası hükmünden yararlanılmalıdır.
Ülkemizde yıllardır yüksek oranda seyreden enflasyon nedeniyle paramızın değerinin çok düştüğü bir gerçektir. Böyle bir ortamda alacağını zamanında elde eden alacaklının bunu bir an önce banka mevduat faizine veya devlet tahviline yatırması veya dövize dönüştürmesi, yaşanan hayat gerçeklerine uygun bir davranış olur. Buna karşılık alacağını geç alan alacaklının da zarar göreceği enflasyonun altında kalan faizinde bu zararı karşılamayacağı açıktır. Bu hal, zararın varlığı için fili bir karine oluşturur.
Hal böyle olunca, enflasyonist ekonominin olumsuz etki ve sonuçlar kamuca az veya çok herkesin bildiği, vakıalar olarak kabulü gerekir. Yasal deyimi ile bunlar "maruf ve meşhur" vakıalardır ve bunların isbatına gerek yoktur ( HUMK 238/2 md ).
SONUÇ : Yukarıda açıklanan gerekçelerle kararın davacı yararına BOZULMASINA, peşin harcın istek halinde iadesine, 2.6.2002 gününde oybirliğiyle karar verildi.