Hukuki.NET


Yargıtay içtihatları bölümü

Yargıtay Kararı

 



       T.C.
     YARGITAY
 HUKUK GENEL KURULU

 E. 1995/10-856
 K. 1995/1073
 T. 6.12.1995

	ÖZET : Bildirilmeyen sigortalılar için, zararlandırıcı sigorta olayı
 sonrasında sağlanan yardımların kusursuzluk ilkesine dayanılarak geri
 istendiği rücuan tazminat davalarında da; her sorumluluğun bir yerde bitmesi
 gerektiğinden, kişiler sonsuza dek dava tehdidi altında
 tutulamayacaklarından, hak ve nesafet kurallarına göre 506 sayılı Kanunun 26.
 maddesindeki "tavan"ın kıyasen uygulanması gerekmektedir.

	Taraflar arasındaki "rücuan tazminat" davasından dolayı yapılan
 yargılama sonunda; Altınözü Asliye Hukuk (İş) Mahkemesince davanın kabulüne
 dair verilen 2.6.1994 gün ve 1994/78-103 sayılı kararın incelenmesi davalı
 vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin
 H.U.M.K.nun 381 ve 388nci maddelerine uygun biçimde bir tefhim yapılmadığı
 cihetle kararın tebliği tarihinden itibaren temyizin süresinde bulunduğu
 kabul suretiyle işin esası ile ilgili olarak yapılan inceleme sonunda verilen
 8.11.1994 gün ve 1994/12991- 18498 sayılı ilamı ile; (.. 1- Dosyadaki
 yazılara, toplanan  delillere ve hükmün dayandığı gerektirici nedenlere göre,
 sair temyiz itirazlarının reddi gerekir.
	2- Dava, zararlandırıcı sigorta olayına maruz kalan sigortalıya veya
 haksahiplerine Kurumca yapılan sosyal sigorta harcamalarının rücuan
 ödettirilmesi istemine ilişkindir. Dava konusu olayda, 9 ve 10. maddelerin
 öngördüğü koşulların oluştuğu uyuşmazlık konusu değildir. Uyuşmazlık, 10.
 maddeye dayanan rücu davalarında 26. maddesinin öngördüğü "tavanın" uygulanıp
 uygulanmayacağı noktasında toplanmaktadır.
	Davanın yasal dayanağı 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun 9 ve 10.
 maddeleridir. Anılan 10. maddenin üçüncü fıkrasındaki, "ancak yukarıdaki
 fıkralarda belirtilen sigorta olayları için Kurumca  yapılan ve ileride
 yapılması gerekli bulunan her türlü masrafların tutarı ile, gelir sağlanırsa
 bu gelirlerin 22. maddede sözü geçen tarifeye göre hesap edilecek sermaye
 değerleri tutarı 26. maddede yazılı sorumluluk halleri aranmaksızın işverene
 ayrıca ödettirilir" hükmü yer almıştır. Anılan hükümde yazılı "sorumluluk
 halleri" ibaresi sözlük anlamıyla sorumluluğa neden olan maddi olguları başka
 bir anlatımla kusur durumunu hedeflemektedir. Yoksa sorumluluğun kapsam ve
 tutarını içermez. Gerçekten, 10. maddenin yollamada bulunduğu 26. maddenin
 ilk metninde sorumluluğu tazminat tutarı bakımından sınırlayan bir hüküm yer
 almamış ve böyle bir sınırlama 3395 sayılı Kanunla maddeye dahil edilmiştir.
 O halde, Kanun yazım tekniği açısından 10. maddenin 26. maddeye sonradan
 getirilen tazminat tutarı sınırlamasını dışladığı düşünülemez. Öte yandan,
 işverenin kusurlu ve suç sayılır eyleminden dolayı sorumluluğunu düzenleyen
 26. maddede 3395 sayılı Yasayla yapılan değişiklikle, işverenin ödemesi
 gerektiği rücu tazminatının miktarına sınır getirilmiştir. Başka bir
 anlatımla, kusurlu veya suç sayılır eylemi ile sigortalıya veya
 haksahiplerine sosyal sigorta harcamalarının yapılmasına neden olan işverenin
 ödeyeceği rücu tazminatı miktarı sigortalı veya haksahiplerinin işverenden
 isteyebileceği tazminat miktarı ile sınırlandırılmıştır.
	Hal böyle olunca ve özellikle kusursuz sorumluluğu öngören 10. maddeye
 dayanılarak açılan rücu davalarında da 26. maddenin öngördüğü tavanın kıyas
 yoluyla uygulanmasının hak ve nesafet kurallarına uygun olacağı, esasen
 davanın yasal dayanağını oluşturan 10. maddenin uygulamaya cevaz verdiği,
 engelleyici hüküm içermediği açıktır.
	Mahkemece yapılacak iş, sigortalının veya haksahiplerinin işverenden
 isteyebileceği tazminat (tavan) miktarını önce kusur durumunu hiç
 gözetmeksizin belirlemek ve belirlenen tazminat miktarını geçmemek üzere
 tarafların kusurlu veya kusursuz durumları nazara alınarak Borçlar Kanununun
 43, 44. maddeleri gözönünde tutularak rücu alacağına hükmetmekten ibarettir.
	Mahkemece, bu maddi ve hukuki olgular gözönünde tutulmaksızın eksik
 inceleme ve araştırma sonucu yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya
 aykırıdır...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden
 yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

	Temyiz Eden: Davalı vekili

	Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz
 edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği
 görüşüldü:
	Davada, işkazası sonucu yaralanan sigortalının haksahiplerine bağlanan
 gelirin peşin değerinin tahsili için 506 sayılı Yasanın 9 ve 10. maddesine
 dayanılarak daha önce açılan rücu davasının kabulle sonuçlanıp kesinleştiği,
 bilahare katsayının artması nedeniyle gelirlerde artış meydana geldiği öne
 sürülmüş bu artışın peşin değerinin 9 ve 10. maddeye göre davalıdan tahsiline
 karar verilmesi istenmiştir.
	Dava konusu olayda 9 ve 10. maddelerin öngördüğü koşulların oluştuğu
 hususu tartışmasızdır. Uyuşmazlık, 506 sayılı Yasanın 26. maddesinin
 getirdiği tavan sınırlandırılmasının 9 ve 10. maddeye göre açılan rücu
 davalarında da uygulanıp uygulanmayacağı noktasında toplanmaktadır.
	Davanın yasal dayanağı 506 sayılı Yasanın 9 ve 10. maddeleridir. 9.
 madde aynen "işveren çalıştırdığı sigortalıları örneği Kurumca hazırlanacak
 bildirgelerle engeç bir ay içinde Kuruma bildirmeğe mecburdur." hükmünü
 getirmiştir. İşverence bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde izlenecek
 yol ve işverenin sorumluluğunun kapsamı 10. maddede düzenlenmiştir. Anılan
 maddede de bildirimsiz sigortalı çalıştırılmış ve bir işkazası meydana gelmiş
 ise, Kurum ilgililere gerekli sigorta yardımlarını yapar ve bu yardımlar için
 10ncu maddenin son fıkrası gereğince işverene rücu eder. Zira bu fıkrada
 "ancak yukarıdaki fıkralarda belirtilen sigorta olayları için Kurumca yapılan
 ve ileride yapılması gerekli bulunan her türlü masrafların tutarı ile gelir
 bağlanırsa, bu gelirin 22nci maddede sözü geçen tarifeye göre hesabedilecek
 sermaye değerleri tutarı 26ncı maddede yazılı sorumluluk halleri aranmaksızın
 işverene ayrıca ödettirilir." hükmü yer almıştır. Buradaki "sorumluluk
 halleri" ibaresi sorumluluğa neden olan maddi olguları ve kusur durumunun
 tesbitini hedeflemektedir. Yoksa sorumlu tutulacak tazminat miktarını
 belirlemeyi amaçlamamaktadır. Çünkü işverenin 26. maddeye göre sorumluluğu
 kusur esasına 10. maddeye göre sorumluluğu ise kusursuzluk ilkesine dayanır.
 İşkazasının oluşumunda işverenin hiçbir kusuru yoksa bile sigortalıyı Kuruma
 bildirmemiş ise yapılan sigorta yardımlarından ötürü 10. maddeye göre sorumlu
 tutulur.
	İşte, "26ncı maddede yazılı sorumluluk halleri aranmaksızın" ibaresi
 kusursuz sorumluluğu ifade etmek için metinde yer almıştır.
	Bu açıklamaların ışığında öncelikle belirlenmesi gereken husus, 9 ve
 10. maddeye göre açılan rücu davalarında, işverenin sorumluluğu sınırının
 tazminat miktarı bakımından nereye kadar gideceği başka bir anlatımla ileriki
 yıllarda her katsayı artışında gelirlerde artış sözkonusu olacağından
 işverenin hudutsuz bir biçimde bu artışlardan sorumlu tutulup
 tutulamayacağıdır. Özel dairenin bozma kararında 26. maddede olduğu gibi 9 ve
 10. maddeye dayanılarak açılacak rücu davalarında da işverenin sorumluluğuna
 sınırlama (tavan) getirilmesi gerektiği görüşünün benimsendiği görülmektedir.
	Gerçekten 26. maddenin birinci fıkrasında, "her türlü giderlerin
 tutarları ile gelir bağlanmışsa bu gelirlerin 22. maddede belirtilen tarifeye
 göre hesaplanacak sermaye değerleri toplamı sigortalıya veya haksahibi
 kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarla sınırlı olmak üzere Kurumca
 işverene ödettirilir" hükmü getirilmiştir. Böyle bir sınırlama 26. maddeye
 ilk defa 3395 sayılı Yasa ile ve bu konudaki boşluğu dolduran Yargıtay
 İçtihatlarından esinlenerek dahil edilmiştir. Yasa koyucunun aynı değişikliği
 10. maddede yapmamış olması, bu maddeye göre açılan davalara sınır tanımadığı
 anlamına gelmez. Öte yandan 10. maddenin amaca yönelik yorumlanmasından bu
 maddeye göre açılan davaların sınırsız şekilde süreceği sonucu çıkmamaktadır.
 O itibarla kusursuz sorumluluğu öngören 9 ve 10. maddeye dayanılarak açılan
 rücu davalarında da 26ncı maddenin öngördüğü sınırlamanın (tavanın) kıyas
 yoluyla uygulanmasının hak ve nesafet kurallarına uygun düşeceği açıktır.
	Esasen her sorumluluğun bir yerde bitmesi gerekir. Kişilerin ölünceye
 kadar kendilerinin, ölümleri halinde onların halefi durumunda bulunan
 mirasçılarının aynı olay nedeniyle sonsuza dek dava tehdidi altında
 tutulmalarına cevaz vermek gerek Usul Hukukunun gerekse Maddi Hukukun
 evrensel kurallarına uygun düşmez.
	10. madde ile 26. madde arasında benzerlik bulunmadığı, dolayısıyla
 kıyas hükümlerinin uygulanmayacağı görüşü ile, sınırlamanın, zamanaşımı veya
 Borçlar Kanununun 43, 44. maddelerinin uygulanması suretiyle
 gerçekleşebileceği görüşlerine de itibar etmek mümkün değildir. Zira, 26.
 madde ile 10. madde Kurumun rücu hakkını düzenlemiş olup ayrıldığı tek nokta
 sırasıyla kusurlu ve kusursuz sorumluluğa ilişkin olmalarıdır. Tek bir
 noktada ayrılığın varlığı kıyas hükümlerinin uygulanmasını engellemez.
 Özellikle rücu alacaklarının miktarının hesaplama şekli, izlenecek yol
 bakımından aralarında ayniyet vardır. 1992/3 esas sayılı, Yargıtay İçtihadı
 Birleştirme Büyük Genel Kurulu kararı ile her artış ayrı bir olgu kabul
 edilerek zamanaşımının olay tarihinden değil artışın onayı tarihinden
 itibaren hesap edileceği kabul edildiğinden davanın zamanaşımı hükümleriyle
 sınırlandırılması yoluna da gidilememektedir. Borçlar Kanununun 43 ve 44.
 maddelerinin uygulanması da uyuşmazlığı bir yerde bitirmemektedir. Bu
 uygulama sadece hükmedilen tazminat miktarından bir kesiminin indirilmesi
 sonucunu doğurabilir.
	Hal böyle olunca mahkemece, yapılacak iş, haksahiplerinin işverenin
 isteyebileceği tazminat (tavan) miktarını önce kusur durumunu hiç
 gözetmeksizin belirlemek ve belirlenen tazminat miktarını geçmemek üzere
 davalının olaydaki  kusursuzluğu dikkate alınarak Borçlar Kanununun 43 ve 44.
 maddeleri uygulanarak varılacak sonuç uyarınca rücu alacağına hükmetmekten
 ibarettir.
	Bu itibarla, Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenen Özel Daire bozma
 kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya
 aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
	SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme
 kararının yukarıda açıklanan ve Özel daire bozma kararında gösterilen
 nedenlerden dolayı H.U.M.K.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek
 halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 6.12.1995 gününde
 oyçokluğuyla karar verildi.

Birinci Başkanvekili  10.H.D.Bşk.    13.H.D.Bşk.    15.H.D.Bşk.
İ.Teoman Pamir        İ.T.Ozanoğlu   A.İ.Arslan     M.S.Aykonu
                      Onama

18.H.D.Bşk.           19.H.D.Bşk.    11.H.D.Bşk.    14.H.D.Bşk.
S.Rezaki              Y.M.Günel      G.Eriş         E.Özdenerol

16.H.D.Bşk.           12.H.D.Bşk.    S.Tamur        M.Elçin
O.Arslan              C.Sanin

İ.Haznedaroğlu        A.C.Göğüş      K.Öztekin      T.Türkçapar

Ö.Bilen               B.Kartal       Y.Koru         H.Dinç

8.H.D.Bşk.V.          Ş.Yüksel       M.H.Surlu      M.Ulusoy
S.Sapanoğlu                                         Onama

M.Aygün               M.Kaşıkçı      F.Kıbrıscıklı  O.C.Yüksel

A.Ertürk              9.H.D.Bşk.V.   H.A.Bengü      E.Doğu
                      O.G.Çankaya    Onama

İ.Erdemir             A.Güneren      17.H.D.Bşk.V.  A.Alyaz
                                     B.Sınmaz

O.H.Mustafaoğlu       İ.Özmen        İ.N.Erdal      F.Ulusoy

S.Tekin               Y.E.Selimoğlu  M.S.Özgenç

                  KARŞI OY YAZISI

	Sigortalı Abdurrahman, işveren davalı Mehmet'in otobüsünde şoför
 olarak  çalışırken, 10.3.1985 günü kullandığı otobüsün dağılan mafsal
 bilyasını çekiç keski ile vurarak onarmak isterken kopan bir parçanın gözüne
 isabeti sonucu 32 oranında meslekte kazanma gücünü kaybetmiş, Sosyal
 Sigortalar Kurumu tarafından kendisine gelir bağlanmış ve masraf yapılmış,
 olayda 50 sigortalı ve 50 oranında da kaçınılmazlık öngörülmüş ve böylece
 işveren davalı Mehmet'in kusuru bulunmamış ise de, sigortalı 1.9.1984'de işe
 girmiş ve bu tarihten başlayarak bir aylık yasal süre içerisinde işe giriş
 bildirgesi verilmemiş ve olay bu süre geçtikten 4 aydan sonra yani sigortalı
 kaçak olarak çalıştırılırken meydana gelmiş olduğundan, 506 sayılı Kanun m.
 9-10'a dayanılarak, 988/171 esasta açılan rücu davasında, işverenin
 kusursuzluğu 50 oranında hakkaniyet indirimi sebebi olarak kabul edilip,
 isteğin 50sine karar verilmiş ve bu karar Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin
 19.10.1993 tarih ve 5415/11032 sayılı ilamı ile onanarak kesinleşmiştir.
	Arada geçen sürede işkazası gelirinde Kanun ve Kararnamelerle artışlar
 olmuş, bağlanan gelir peşin değeri 229.993.105. TL.ye ulaşmış, ilk dava ile
  bunun ancak 5.491.838. liralık kısmı tahsil edildiğinden, bakiye
 224.501.267. TL.den işverenin kusursuzluğunu ve önceki davadaki 50
 hakkaniyet indirimi oranını gözönünde tutan davacı Kurum, sadece 109.527.195.
 TL.yi yani B.K. m. 43-44'e göre yapılacak hakkaniyet indirimini, önceki
 davada uygulanan hakkaniyet indirimi oranını kendisi benimseyerek, indirimli
 miktar olarak istemiş ve yerel mahkeme örnek bir şekilde bu isteği aynen
 kabul etmiştir.
	Davalı avukatının temyizi üzerine Yargıtay 10. Hukuk Dairesi 8.11.1994
 tarih ve 12291/18484 sayılı ilamıyla o güne kadarki uygulaması ve içtihadını
 değiştirerek, yazılı şekilde yerel mahkeme kararını bozmuş, yerel mahkeme
 direnmiş, davalının temyizi üzerine yüksek Hukuk Genel Kurulu dahi, Özel
 Daire görüşünü benimseyerek, yazılı gerekçelerle direnme kararını bozmuştur.
	Bu karara aşağıdaki gerekçelerle karşıyım, şöyleki; 
	A) Usul yönünden :
	Özel Daire çoğunluğu, 30 yılı aşkın bir tatbikatı ve yerleşmiş
 içtihadı Yargıtay Kanununun 15/b maddesindeki prosedürü işletmeden ve
 kendisini yasa koyucu yerine koyarak ve anılan maddeye aykırı bir şekilde
 değiştirmiş ve Hukuk Genel Kurulu'nun sayın çoğunluğu da, bu gerçeği gözardı
 ederek, İçtihadı Birleştirme mekanizmasını işletmeden, konuyu kendisi
 çözümleyerek, anılan maddeyle kurulan sistemin işlemesini engellemiştir.
	Bu yönteme karşıyım.
	B) Esas yönünden :
	Davanın yasal dayanağı 506 sayılı Kanunun 9-10 maddeleri olup, bu
 maddelerdeki koşulların oluştuğu, hatta bu konularda kesin hüküm bulunduğu ve
 bu davanın, Kanun ve Kararnamelerle yapılan gelir artışlarına ilişkin olduğu
 konularında, uyuşmazlık yoktur.
	Uyuşmazlık, kaçak işçi = kayıt dışı işçi çalıştıran ve primlerini
 ödemeyen, yasal yükümlülüklerini yerine getirmeyen işverenlere ilişkin 9-10.
 maddelere dayanan davalarda, yasal prosedüre uygun olarak kayıtlı işçi
 çalıştıran, bildirgelerini veren ve primlerini ödeyen fakat sigorta olayının
  meydana gelmesinde özel maddede = (26. madde) yazılı türden kusuru bulunan
 işverenlere rücu edilmesi konusunu düzenleyen 26. maddedeki tavan sınırının,
 kıyasen uygulanıp uygulanamayacağı, keza kıyasen uygulamanın zorunlu olduğu
 görüşünün geçerliliği için gösterilen gerekçelerin varit olup olmadığı
 konusundadır.
	Hemen belirtilmesi gerekir ki, sayın çoğunluğun kararında, her
  nedense, 9-10. maddelerin kaçak işçi çalıştıran, Kuruma prim ödemeyen ve
 kayıt dışı işgören yasal yükümlülüklerini yerine getirmeyen işverenlere rücu
 edilmesi konusunu düzenlediği, kuvvetle vurgulanacağı yerde, olayın
 bildirimsiz sigortalı çalıştırma gibi, sanki masumane bir olgudan- işe giriş
 bildirgesi verilmemesinden kaynaklandığı şeklinde, bir takdim tarzına yer
 verilmiştir. Bu eksiklik, sayın çoğunluğu, sonuçta, kıyasın caiz olduğu
 görüşüne getirmiştir. Oysa, ülke gerçekleri gözönünde tutularak, kaçak işçi
 çalıştırmanın yaygın bir uygulaması bulunduğu, sosyal güvenlik sistemini ve
 ülke ekonomisini temelden sarstığı vurgulanmalıydı. Kaçak işçi çalıştırma
 vakıası ile, 9-10. maddelerin, bunu önlemenin medeni cezası olduğu gerçeğinin
 telaffuzundan özenle kaçınılmıştır.
	Burada öncelikle, 9 ve 26. maddelerin hukuksal niteliklerini açıklamak
 gerekir. Şöyle ki, 506 sayılı Kanun m. 10, işyerinde sigortalı
 çalıştırıldığının işveren tarafından süresinde Kuruma bildirilmemesi halinin,
 işverene yönelik müeyyidesini düzenlemektedir. İşveren çalıştırdığı
 sigortalıları, örneği Kurumca hazırlanacak bildirgelerle (işe giriş
 bildirgesi) en geç bir ay içinde, m. 9 uyarınca, Kuruma bildirecektir. Şayet
 bildirmez ise, sigortalıyı kaçak çalıştırmış olacaktır. Prim ödemeksizin,
 yasal yükümlülüklerini yerine getirmeden çalıştırmış olacaktır. İşte kaçak
 çalıştırılan bu kişiler, bildirim süresi geçtikten sonra, iş kazası, meslek
 hastalığı, hastalık ve analık risklerinden her hangibirine maruz kalırlarsa,
 kaçak çalıştırılmalarına, Kuruma tescilli olmamalarına rağmen Kurum,
 kendilerine gerekli sigorta yardımlarını yapacaktır. Ancak m. 10/3 uyarınca
 "yapılan ve ileride yapılması gerekli bulunan her türlü masrafların tutarı
 ile, gelir bağlanırsa, bu gelirin 22. maddede sözü geçen tarifeye göre hesap
 edilecek sermaye değerleri tutarı, 26. maddede yazılı sorumluluk halleri
 aranmaksızın, işverene ayrıca ödettirilecektir". Oysa, işkazası, meslek
 hastalığı halinde, Kurumun harcamaları m. 26 ve hastalık halinde ise  m. 39,
 41 uyarınca, işverene ve üçüncü kişilere, rücuan ödettirilebilmektedir. M.
 10/3'de ise kurumun karşıladığı risk, işkazası, meslek hastalığı ve hastalık
 ve analık riski olmasına karşın, o maddelerden ayrı, halefiyete dayanmayan,
 sırf işverene ve onun bildirge vermeme eylemine yönelik, bağımsız bir rücu
 davası öngörülmüştür. Halefiyete dayanmamaktadır. Çünkü, işveren sigorta
 olayının meydana gelmesinde, kusursuzluğu nedeniyle, sigortalısına karşı
 sorumlu olmasa bile, bildirge vermemesi yüzünden, Kuruma karşı sorumlu
 olabilmektedir. İşveren sigorta olayının meydana gelmesinde, ister kusurlu,
 ister kusursuz olsun, bildirge vermemesi nedeniyle, Kuruma karşı sorumlu
 olacaktır. Yani, burada, işverenin bildirge vermeme- kaçak işçi çalıştırma
 eylemi, bir çeşit medeni ceza ile, kusursuz rücu tazminatı sorumluluğu ile,
 cezalandırılmaktadır. İşverenin bu eylemi, ayrıca 506 sayılı K. m. 140/b
 uyarınca, idari para cezası ile dahi müeyyidelendirilmiştir. İşverenin, m.
 10/3'e dayanan sorumluluğunun haleflik ilkesi ile ilgisi olmadığı 10. H.D.nin
 7.2.1984 T. ve 14444/1527, 8.3.1987 T. ve 921/1096 s. 14.9.1987 T. ve
 4220/4215 s, 24.3.1992 T. ve 2264/3672 s, 27.3.1990 T. ve 8961/2902 s,
 30.5.1989 T. ve 2781/4811 s, 6.3.1989 T. ve 187/2054 sayılı kararlarında ve
 öteki bir çok kararlarında vurgulanmıştır.
	Gerçekten, burada, işyerinde kaçak çalıştırılan işçiye yardım yapma
 yükümü, Kuruma, özel bir kanun maddesiyle yükletilmiştir. İşçi, sigortalı
 olarak tescilli olmadığı halde, sosyal bir düşünceyle S.S. Kurumu devreye
 sokulmuş, belli risklerle karşılaşması halinde, ona, yardım etmekle mükellef
 kılınmıştır. İşçi de icabında işveren ve işyeri de, tescilli olmadığı ve
 Kurumca bilinmediği  ve de işverenden hiç bir prim ve yarar sağlamadığı
 halde, sırf ekonomik açıdan güçsüz olan işçi, ortada kalmasın diye, Kurum,
 yükümlülük altına sokulmuştur.  İşveren, sigorta olayının meydana gelmesinde
 kusursuz da olsa, diğer bir deyimle, m. 26 uyarınca işverene rücu caiz olmasa
 bile m. 10'a göre rücu mümkün olacaktır. M. 26'ya giren hallerde, işveren
 prim ödediği ve işkazası ve meslek hastalığına karşı işçinin resmi
 sigortalanması işlemini sağladığı için, kusuru olmayan olaylarda
 sorumluluktan kurtulmakta, m. 10'da ise, kaçak çalıştırma, sigortalattırmama
 eylemi nedeniyle sigorta olayının oluşmasında kusuru olmasa da, Kurumu yasal
 yardım yükümlülüğü ile karşı karşıya bıraktığı için, işveren, Kurumun
 giderlerini karşılamakla yükümlü tutulmaktadır. Böyle bir sonuç ve ilişkide,
 ne klasik, ne de temelinde rücu hakkı bulunan türden, yasal bir halefiyet söz
 konusu değildir. M. 26'da ise, Kanundan doğan ve temelinde rücu hakkını
 içeren bir halefiyet ilişkisi vardır ve bu nedenle, oradaki işverenin rücu
 sorumluluğuna, önceleri Yargıtay İçtihatlarıyla ve sonra 3395 sayılı Kanunun
 bu içtihatları benimsemesi ile, yasal olarak, "... sigortalı veya hak
 sahipleri kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarla sınırlı olmak
 üzere"  şeklinde bir tavan sınırı uygulanmıştır. Şu halde, 26. maddede tavan
 sınırı uygulanması, haleflik ilkesinin gereği ve sonucudur. M. 10'a dayanan
 davalar ise, haleflik ilkesine dayanmayıp, kaçak işçi çalıştırmanın medeni
 cezasını oluşturmakla, böyle bir sınırlamaya tabi tutulmamıştır. O kadar ki,
 3395 sayılı K. ile 26/1 madde değiştirilerek tavan sınırı konurken, 10/3
 maddeye hiç dokunulmamıştır. Yasa koyucunun bu davranışı tamamen,
 bilinçlidir.
	Şimdi, m. 10/3'e dayanan tazminat davalarında sorumluluğun sınırı ve
 kapsamı nedir? Bunu m. 10/3 "Kurumca yapılan ve ileride yapılması gerekli
 bulunan her türlü masrafların tutarı ile, gelir bağlanırsa bu gelirin 22.
 maddede sözü geçen tarifeye göre hesap edilecek sermaye değerleri tutarı, 26.
 maddede yazılı sorumluluk halleri aranmaksızın işverene ayrıca ödettirilir"
 şeklinde belirlenmektedir. Demek ki, her ne  masraf yapılmışsa veya
 gelirlerin peşin sermaye değeri ne ise, o işverenden alınacaktır. 26. maddede
 ise, aynı şeylerin, yani  gider ve gelirlerin peşin değerlerinin, hemen aynı
 sözcüklerle işverene ödettirileceği yazılı olmakla beraber, "sigortalı veya
 haksahibi kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarla sınırlı olarak"
 şeklinde bir tavan sınırı getirilmektedir. Bu sınır, 10/3 maddede yoktur.
 Daha önce halefiyetten hareketle, içtihaden kabul edilen bu tavan sınırını,
 3395 sayılı Kanunla 26/1 maddeye ekleyen yasa koyucu, yukarıda belirtildiği
 gibi 10/3 maddeye hiç dokunmayarak 10. madde için böyle bir sınır söz konusu
 olamayacağını, özellikle ifade etmiş olmaktadır. İsteseydi, m. 10'a da, aynı
 sınırı koyardı.
	Bugüne kadarki Yargıtay uygulaması da, istisnasız bu görüşler
 çevresinde şekillenmiş iken, bu davada, yasal düzenlemelerin espirisine,
 hukuki dayanaklarına ve açık yasa metinlerine aykırı bir tarzda, Hukuk Genel
 Kurulu çoğunluğu tarafından, 506 sayılı K. m. 10/3'e dayanan davalarda da m.
 26'daki tavan sınırının kıyas yoluyla uygulanması gerekeceği
 kararlaştırılmıştır.
	Oysa, 26. maddedeki tavan sınırı, 10. maddeye dayanan rücu davalarında
 kıyasen uygulanamaz. Neden uygulanamayacağının gerekçelerini sıralamadan
 önce, sayın çoğunluğu bu kanıya vardıran kimi hatalı görüşleri belirlemek
 gerekir.
	Genel Kurul kararında, 26. madde ile 10. maddenin ayrıldığı tek
 noktanın, birinin kusurlu ötekinin kusursuz sorumluluğa ilişkin olduğu, tek
 bir noktada ayrılığın kıyası engellemeyeceği ifade edilmiştir. Oysa, ayrılık,
 tek noktada değil, birçok noktadadır. Tek noktada ayrılıyorlar, kıyas bu
 sebeple caizdir demek, büyük bir hukuksal yanılgıdır. Zira, 10. madde
 kusursuz bir mesuliyet halini düzenliyor denebilirse de, aslında, burada
 işverenin bildirge vermeme- (yapması gereken bir işi yapmama eylemi) vardır.
 Ve bu eylemi, m. 10/3'deki müeyyide  ile, medeni ceza ile cezalandırmıştır.
 Demek ki, burada işverenin, yapmama şeklinde, menfi, kusurlu bir eylemi
 vardır. Ve bu eylemin cezası konmuştur. Kusursuz mesuliyet kavramı ile,
 sigorta olayının meydana gelmesinde, kusursuz da olsa, bu müeyyidenin tatbik
 edileceği vurgulanmaktadır. Oysa, 26. maddede, işçisini Kuruma bildiren,
 primini ödeyen, yasal yükümünü yerine getiren, kısaca yasal çalışan işveren,
 o maddede yazılı özel kusurları işlerse, diğer bir deyimle, sigorta olayının
 meydana gelmesinde açıklanan türde kusuru sebkederse, bu kusurlu eylemi ile
 zarara uğrattığı işçisine, Kurumun yasal yükümlülüğü gereği yaptığı
 harcamaları, Kurum işçinin halefi olarak işverenden isteyebilmektedir. İkinci
 fıkrası ile de, olaya karışan 3. kişi ve kusurları varsa onları
 çalıştıranlara da rücu edebilmektedir.
	Bu önemli farktan başka 2nci fark, 10. maddedeki dava açıklandığı
 gibi, medeni ceza olup, haleflik ilkesine dayanmazken, 26. madde suigeneris
 Kanuni haleflik ilkesine dayanmaktadır. Ve 26. madde tavan sınırı, haleflik
 ilkesi nedeniyle konulmuştur. Bu yön, 1.7.1994 T. ve 3/3 sayılı içtihadı
 birleştirme kararında da vurgulanmıştır. Zira haleflik söz konusu olmadıkca,
 tavan sınırı konamaz. 10. maddeye tavan sınırı konmamış olmasının, en önemli
 sebebi de budur.
	Üçüncü fark, 10. maddenin hem işkazası ve meslek hastalığı, hem
 hastalık, hem analık sigortalarını kapsamasına karşın, 26. maddenin sadece
 işkazası ve meslek hastalığı sigortası koluna münhasır bulunmasıdır.
	Dördüncü fark, amaç bakımındandır. 10. madde, sigortalının tescilini
 sağlamayı, kayıt dışı, kaçak işçi çalıştırılmasını engellemeyi
 amaçlamaktadır. Bu amaç, primli sistemle çalışan bir sosyal güvenlik
 sisteminde, yaşamsal bir önem taşımaktadır. Yaptırımlarında bu amaca paralel
 olması doğaldır.
	26. maddede ise, böyle bir amaç yoktur. Orada işveren sigortalılarının
 bildirgelerini Kuruma vermiş, yasal yükümlülüklerini yerine getirmiş,
 primlerini  ödemiştir. Orada, sadece işverenin işçi sağlığı ve işgüvenliği
 önlemlerine uyması, uymaz ise kusuru oranında rücu tazminatı ödeyeceği
 öngörülmüştür. Fakat orada Kurum, sigortalının halefi olarak bu rücu davasını
 açtığından, sigortalının -işçinin işverenden isteyebileceği tazminat miktarı-
 kadar, sınırlı bir tazminat yükümlülüğü bulunduğu ifade	edilmiştir.
	Görülüyor ki, bu 2 madde arasında 1 noktada değil 4 ayrı noktada
 farklılık  mevcut olup, bunlar niteliktece de ayrı müesseseleri
 oluşturmaktadırlar. Sayın çoğunluğun, 20. maddedeki "sorumluluk halleri
 aranmaksızın" ibaresinin, 10. maddedeki sorumluluğun, kusursuz sorumluluk
 olduğu anlamına geldiği,  tazminatın miktar ve tavanı ile ilgili olmadığı
 biçimindeki yorumu dahi, hatalıdır ve yanlıştır.
	Bu sözcüklerin, 26. maddedeki kusur halleri aranmaksızın, onlar olmasa
 da 10. maddeye göre sorumluluk gerçekleşir anlamına geldiği kuşkusuzdur.
 Fakat, sadece bu anlamla sınırlı değildir. Kimileri, tavan sınırı 3395 sayılı
 Kanunla  26. maddeye konulduğu ve 10. madde 506 sayılı Kanunun kabul tarihi
 olan 17.7.1964'den beri aynen mevcut olduğu için, "sorumluluk halleri"
 sözcüklerinin sonradan yürürlüğe giren bir kanunla getirilen tavan sınırını
 icermeyeceğini savunmaktadırlar. Çoğunluk kararında da ifade edildiği ve 26.
 madde değişiklik gerekçesinde yazıldığı gibi, 3395 sayılı Kanun, 26.
 maddedeki işverenlerin rücu  tazminatı sorumluluğuna, tavan sınırını
 getirirken, Yargıtay'ın 3395 sayılı Kanundan önce mevcut olan müstekar
 içtihadını, Kanun metnine ithal etmiştir. Diyelim ki, bu içtihad "rücu
 tazminatını sigortalı veya hak sahibi kimselerin işverenden isteyebileceği
 miktarla sınırlı" tutuyordu ve 506 sayılı Kanunun kabulünden çok önceki
 tarihlere kadar uzanan bir geçmişi vardı. O halde, yasa koyucu, bu tavan
 sınırının 26. madde bakımından, uygulamada mevcut olduğunu, aksine 10. madde
 bakımından da böyle bir sınırlamanın mevcut olmadığını biliyordu. Ve
 düzenlemesini buna göre yapmıştır. Bu bakımdan 10/3 maddede "... 26. maddede
 yazılı sorumluluk halleri aranmaksızın işverene ayrıca ödettirilir..." demiş
 idi. 
	"Sorumluluk halleri" tabiri kapsamlı bir sözcüktür. Sadece kusur
 aranıp  aranmayacağına matuf değildir. Bir sorumluluğun, özel bir maddede
 sınırlı bir sorumluluk olarak düzenlenmesi halinde, bu sorumluluk sınırı
 dahi, sorumluluk halleri kapsamı içinde düşünülür. Sorumlu kişi, nasıl
 sorumlu olacak? Ne kadar sorumlu olacak? Esasen sorumlulukta önemli olan,
 sorumluluğun kapsamıdır. 26. madde sorumluluğun kapsamını, kusurlu ve sınırlı
 bir sorumluluk olarak belirlemiş iken ve 10. maddede ise, bu maddeye göre
 sorumlulukta "26. maddedeki sorumluluk halleri aranmaz" denilmiş iken, bu son
 değimin kusuru kapsayıp, sorumluluk sınırını kapsamadığını savunmak tam bir
 çelişki ve yanılgı oluşturur.
	Sayın çoğunluğun bu kararındaki diğer bir yanılgı ve çelişki, rücu
 alacağının miktar ve hesap şeklinin, gerek 10 ve gerek 26. maddeye dayanan
 rücu davalarında aynı olduğunun, ileri sürülmesidir. Rücu davalarında
 tazminatın belirlenmesinde kullanılan 2 çeşit tavan mevcuttur. Bunlardan
 birisi, iç tavan, yani Kurumun sigortalıya ya da haksahiplerine yaptığı
 masraflar ve gelir bağlanmış ise peşin sermaye değerleri toplamıdır. Bu
 konuda her iki maddede bir fark olmadığı doğrudur. Esasen olamaz da. Çünkü
 Kurum ne harcamışsa onu isteyebilecektir. Bu, her iki rücu davasında aynıdır.
 Fakat, dış tavan, yani "sigortalı veya haksahibi kimselerin işverenden
 isteyebilecekleri miktarı" belirleyen tavan, 26. maddede mevcuttur. 10.
 maddede mevcut değildir. Bunun gerekçeleri yukarıda açıklanmıştır. Bu dış
 tavanın hesaplanma biçimi ise, iç tavanınkinden tamamen farklıdır. Hal böyle
 iken, her iki davada tazminatın hesap şekli aynıdır, demek büyük bir
 yanılgıdır. Kaldı ki 26. maddede dış tavan, saptanan kusur oranına göre
 belirlenecektir. Bunun 10. maddeye aynen uygulanamayacağını farkeden Özel
 Daire ve Genel Kurul çoğunluğu, kararlarında, tavan hesabının kusur nazara
 alınmaksızın ve bu yönden kusur indirimi yapılmaksızın gerçekleştirilmesini
 öngörmek zorunda kalmışlardır. Buna rağmen, gerek 20 ve gerek 26. maddede
 rücu alacağının hesap şeklinin aynı olduğunu yazmaları, tam bir çelişkidir.
	Sayın çoğunluğun kararındaki diğer bir yanılgı, "1992/3 Esas sayılı
 Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu Kararıyla, her artışın ayrı
 bir olgu sayılıp zamanaşımı olay tarihinden değil, artışın onay tarihinden
 itibaren hesap edileceğinden, davanın zamanaşımı, hükümleri ile
 sınırlandırılması yoluna gidilemeyeceği" şeklindeki sözlerdir. Bu talihsiz
 sözler tam bir yanılgıyı içermektedir. Gerek Resmi Gazete, gerek Yargıtay
 Kararlar Dergisinde yayımlanan bu İçtihadı Birleştirme Kararının, 10.
 maddedeki rücu davasıyla hiçbir ilişkisi bulunmadığı gibi, bu kararda 506
 S.K. 10. maddesine ilişkin hiç bir sözcük ve mütalaaya yer verilmemiştir.
 Bunun aksini söylemek mümkün olmadığı halde, 26/1. maddeye ilişkin bulunan bu
 İçtihadı Birleştirme kararından bahsedilerek, 10. maddeye dayanan rücu
 davalarının zamanaşımıyla sınırlandırılamayacağı sonucunun nasıl
 çıkarıldığını anlamak mümkün değildir. Olsa olsa, 10 ve 26. maddedeki rücu
 davalarının birbirine benzediği yollu saplantının etkisiyle, bu sözcükler
 kullanılmış olabilir ki, gerçeğe ve sosyal güvenlik hukukunun verilerine
 tümüyle aykırıdır.
	Bir defa, 26/1. maddeye dayanan rücu davalarının tabi olduğu
 zamanaşımı süresi, başlangıcı ve revalovize edilen gelirlerin peşin değerinin
 dava konusu yapılabileceği, o tevhidi içtihad kararında çözümlenmiştir. 505
 S.K. 10. maddesi haleflik ilkesine dayanmadığı için, burada akti zamanaşımı
 uygulanmayıp, bildirge vermeme, kaçak işçi çalıştırma haksız eylemi
 nedeniyle, zarar meydana geldiğinden dolayı, B.K. m. 60'daki haksız eylem
 zamanaşımı tatbik edilir. Ve bilindiği gibi bu zamanaşımı zarar görenin, yani
 burada Kurumun, zarara ve faile ıttılaı tarihinden itibaren bir sene ve her
 halde olayın vukuundan itibaren 10 seneden ibarettir. Hal böyle iken 1994 T.
 ve 3 sayılı İçtihadı Birleştirme kararında sözü edilen kuralların ve akti
 zamanaşımı hükümlerinin burada da uygulanacağından söz edilmesi ve zamanaşımı
 kurallarının dahi 10. maddeye dayanan rücu tazminatını kanıtlayamayacağı
 sonucuna varılması, fiili ve bilimsel gerçeklere uymayan bir yanılgıdır. Bu
 davaların zamanaşımı süreleri de, tabi oldukları zamanaşımının cinsi de ve
 başlangıç tarihi de farklı olup, bu yön, 506 sayılı Kanunun 10 ve 26.
 maddelerine dayanan rücu davalarının diğer bir ayrılığını kanıtlamaktadır.
	Genel Kurul kararındaki diğer bir yanılgı, B.K. m. 43-44ün madde 10'a
 dayanan rücu tazminatlarında yetersiz kaldığının belirtilmiş olmasıdır. Sayın
 çoğunluğun kararının sonunda dahi B.K. m. 43-44'ün uygulanması ve sonuca
 böyle varılması istenilmekte olduğu halde, bir yandan da bu maddelerin
 yetersizliğini savunmak çelişkidir.
	Aslında, burada sorun şudur:
	M. 10'a dayanan rücu davalarında koşullar oluşmakla beraber, sigorta
 olayının meydana gelmesinde, işverenin hiç kusuru yoksa veya belli bir oranda
 ise, buna karşın sigortalı, 3. kişiler kusurlu iseler veya kaçınılmaz
 etkenlerin olayda, payı varsa, bunlar, tazminatın şumulünün tayininde hiç
 etkili olmayacak mıdır? Dairemizin, giderek Yargıtay'ın uygulamasında, bu
 haller, genel hüküm niteliğinde olup, bu davalarda da uygulanması gereken,
 Borçlar Kanununun madde 43 ve 44 çevresinde, tazminatta bir indirim nedeni
 olarak kabul edilmektedir. Bu konuda bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.
	Ne var ki, ekonomide enflasyonist baskıların etkili olduğu dönemlerde,
 10. madde çevresinde, Kurumca karşılanan riskler nedeniyle, özellikle
 sigortalılara gelir bağlanan hallerde, bu gelirlerde, zaman zaman, Kanun ve
 Kararnamelerle ayarlamalar ve artışlar yapılmaktadır. Bu işlemler, büyük
 oranda enflasyonun gelirde meydana getirdiği erimeyi gidermek, kısmen de
 gelir seviyesini iyileştirmek amacıyla yapılmaktadır. İşte bu gelir
 artışları, m. 10/3 çevresinde, işverenden ayrıca istenmektedir. 10. H.
 Dairesi giderek Yargıtay uygulamasında, bu artışların zamanaşımı sınırları
 içerisinde istenebileceği kabul edilmektedir. Bu işler, artış gerçekleştikçe
 devam ettiğinden, sınır arama eğilimi, bu olgulardan doğmuştur. Gerçekten
 sonradan yapılan artışlar için zamanaşımı sınırları içinde, dava açılabilir.
 Fakat, bu davalar, büyük çapta, devletin ekonomide istikrarı sağlayamaması ve
 enflasyonu ortadan kaldıramaması, ya da hiç değilse, gelir ve ücretleri
 eritmeyecek bir orana indirememesi yüzünden açıldığı için, bu risklerin
 yükünü, tümüyle bildirge vermeyen, kaçak işçi çalıştıran işverene çektirmek,
 adalet ve nesafete ters düşmektedir. İşveren bildirge vermemek, kaçak işçi
 çalıştırmakla, işbu medeni cezayı hak etmekle beraber, enflasyonun oluşması
 ve sürmesinde bir kusuru olmadığından, artışlara ilişkin rücu davalarında,
 tazminatın Borçlar Kanununun m. 43, 44 çevresinde, ayrı bir indirime tabi
 tutulması gerekir. Nasıl ki sigorta olayının meydana gelmesinde işverenin
 kusuru olmadığı, buna karşın, sigortalı ve 3. kişinin kusurlu bulunduğu veya
 olay kaçınılmaz olduğu zaman, Borçlar Kanununun m. 43 ve 44'e göre, 50den az
 olmamak üzere, tazminatta bir hakkaniyet indirimi yapılıyorsa, işverenin
 kusuru olmayan, buna karşın devletin kusurundan oluşan enflasyon olgusu
 nedeniyle yapılan gelir artışlarının rücuan tahsiline ilişkin davalarda da,
 yeniden bir hakkaniyet indiriminin, aynı maddeler uyarınca ayrıca
 uygulanması, adalet ve nesafete uygun olur. Diyelim ki, önceki davada,
 sigortalının karşılıklı kusuru ve işverenin kusursuzluğu nedeniyle, işveren,
 gelirlerin 40ı oranında rücu tazminatıyla sorumlu tutulsa, artış davasında
 yukarıda açıklanan nedenlerle, 20 oranında bir hakkaniyet indirimi de
 gözönünde tutularak gelir artışlarının 80i indirilip, 20si ile sorumlu
 tutulabilir. Sonradan açılacak davalarda, bu indirim adalet ve nesafetin
 gerektirdiği bir miktar olarak belirlenebilir ve icabında tazminattan
 sarfınazar da edilebilir. Diğer bir deyimle, artışlardaki enflasyon payının,
 önceki davada uygulanan hakkaniyet indirimi oranını artırıcı bir etken olarak
 kabulü, icabeder.
	Bu işlem, 506 sayılı K. m. 10/3'deki özel hükme, Borçlar Kanununun m.
 43, 44'deki genel kurallarının uygulanması suretiyle gerçekleştirmiş olur ve
 tamamen Yasaya uygun bir nitelik taşır.
	Bu imkan ve yol ve yasal cevaz varken, nitelikçe, kıyası caiz olmayan,
 başka yasal rücu sistemlerine, Kurumlarına ait, yöntem ve müesseseleri, tüm
 Yargıtay uygulamasına ters düşecek biçimde, m. 10/3'e dayanan artış
 davalarında, kıyasen uygulamaya kalkışmak, Kanuna aykırı ve hukuk düzenini
 altüst eden, dava ekonomisi ilkesine de uymayan bir davranıştır.
	Çoğunluğun kabulünün aksine, BK. m. 43-44 hakime, hükmü adalet ve
 nesafete uygun hale getirmek için, hukuksal müesseseleri zorlamadan,
 sarsmadan, altüst etmeden, geniş bir insiyatif tanımaktadır. Bu mukayeseli
 hukukta da böyle kabul edildiği halde, anılan genel nitelikli hükümlerin,
 yetersizliğini savunmak, bilimsel verilere aykırıdır ve müessseseleri
 zorlayarak, sarsarak, altüst ederek  kıyasa gitmeyi asla gerektirmez. Hakim,
 Borçlar Kanununun m. 43-44 gereğince işin özelliğini -kaçak işçi
 çalıştırmanın vahametini- yasa koyucunun amacını ve o maddelerde yazılı öteki
 unsurları denkleştirerek, sorumluluğu, adalet ve nesafete uygun bir yerde
 noktalayabilir. Rücu tazminatından sarfınazar bile edebilir. Onun için bu
 maddeler, hiç bir zaman yetersiz sayılamaz. Bunlar yetersiz, kıyasa gidelim
 denilemez. Hak ve nesafet kıyası gerektiriyor, usul hukukunun ve maddi
 hukukun evrensel kuralları, bunu gerektiriyor denilemez. Böyle bir evrensel
 kural yoktur. Esasen burada kıyas mümkün değildir. Kıyas müessesesine ilişkin
 hukukun genel ilkeleri, böyle bir kıyası yasaklamaktadır. Şöyle ki; burada
 öncelikle kıyasın ilkelerinden söz etmek zorunludur.
	Hukukta kıyasın hangi koşullarda yapılabileceği ve kıyasın ilkeleri,
 şöyle özetlenebilir. (Bakınız, Meier- Hayez, Berner Kommentar, Bern 1966,
 Art, 26 B, NR. 346-348- Prof.Dr. Zahit İmre, Medeni Hukuka giriş, Sh.199-211,
 İst.1986- Karl Larenz; Algemeiner Teil Des Deutschen Burgerlichen Rechts 6
 Auflage, München, 1983 s.77.- Reinhold Zippelius, jurische Methodenlehre, 4
 Auflage, München 1985, sh. 60 dvm.- Jurgen Baumann, Einführung Die
 Rechtsnissen Schaft, 7 Auflage, München 1984, sh.110-112, Prof. E.Hırsch,
 Wolf Cernis çevirisi, Ankara 1978 sh.106-107- Prof. Dr. H. V. Velidedeoğlu,
 T.M.H. Umumi Esasları, İst.1951, sh.31- Prof.Dr. Y.Karayalçın, Hukukta Metod,
 1994 sh.103 ve dvm.- Dr.Egger, İsviçre Medeni Kanunu genel giriş, Woff Çernis
 çevirisi sh.73 ve dvm)
	1- Belli münasebeti düzenleyen kanun hükmünün, başka konularda dahi
 uygulanacağını, Kanun metni açıkca düzenler. Böyle hallerde o hüküm,
 tartışmasız biçimde öteki münasebete uygulanır.
	Bizim olayımızda 26ncı maddenin 10ncu maddeye dayanan davalarda
 uygulanacağı konusunda açık bir cevaz bulunmadığı tartışılamayacağından,
 böyle bir açık kıyasın, söz konusu olmadığı meydandadır. Aksine "... 26ncı
 maddedeki sorumluluk halleri aranmaksızın..." şeklinde ifade edilmiş bir
 kıyas yasağı  vardır.
	2- Açık bir kıyasın uygulama buyruğu- cevazını öngören bir hüküm yok
 ise, kıyas ancak aşağıdaki koşullar oluştuğunda uygulanabilir:
	a) Kanunda boşluk bulunmalıdır. Davanın yasal dayanağını oluşturan
 yasa, ilgili tarafların hak ve borçlarını düzenlerken, bir eksiklik, boşluk
 bırakmalıdır. Diğer bir deyimle hukuki bir sorunu düzenleme dışı
 bırakmalıdır. Mevcut kuralların yorumuyla, düzenleme boşluğu bulunup
 bulunmadığı öncelikle saptanmalıdır. Düzenleme boşluğu yoksa, kıyas
 yapılamaz. Düzenleme boşluğu bulunup  bulunmadığı, yorum yoluyla belirlenmeye
 çalışılırken, Kanundaki temel düşünceler, amaçlar gözönünde tutulur.
	Davanın yasal dayanağını oluşturan 10ncu maddede "..Kurumca yapılan ve
 ileride yapılması gerekli bulunan  her türlü masrafların tutarı ile gelir
 bağlanırsa bu gelirlerin, 22nci maddede sözü geçen tarifeye göre
 hesabedilecek sermaye değerleri tutarı, 26ncı maddede yazılı sorumluluk
 halleri aranmaksızın işverene ayrıca ödettirilir..." denilmiştir. 26ncı
 maddedeki gibi "... sigortalı veya haksahibi kimselerin işverenden
 isteyebilecekleri miktarla sınırlı olmak üzere ..." denilmemiştir. O halde,
 kıyasen uygulaması istenilen maddede sınırlı 10ncu maddede ise böyle bir
 sınır olmaksızın sorumluluk öngörülmüştür. 10ncu maddede sorumluluğun miktarı
 açıkca belirtilmiştir. Hiç bir Kanun boşluğu yoktur. Kanunun metni ve amacı
 açıktır. Sorumluluk miktarı açısından bir düzenleme boşluğu bulunduğundan söz
 edilemez. O halde, kıyasen vazgeçilmez unsuru olan "Kanun boşluğu bulunması"
 unsuru, davanın yasal dayanağını oluşturan 10ncu maddede mevcut değildir.
	b) Vakıalar ve bunlara uygulanacak hukuksal müesseseler arasında
 "benzerlik" bulunmalıdır. Benzerlik olmayan hallerde kıyas uygulanamaz.
	Olayımızda, yani 506 sayılı Kanun m. 10'a dayanan olayda, sorumluluk
 nedeni, kaçak- kayıt dışı işçi çalıştırılması, işyerinde çalıştırılmaya
 başlayan işçinin 1 aylık yasal süre içerisinde S.S. Kurumuna bildirilmemesi
 ve işçinin tescil dışı kalmasına yol açılmasıdır. İşçinin işkazası ve meslek
 hastalığına maruz kalması ikinci bir nedendir.
	Oysa, 506 sayılı Kanun m. 26'ya dayanan davalarda, işçi süresinde
 Kuruma bildirilmiş, tescili sağlanmış primleri ödenmiştir. İşveren bu
 konulardaki yasal yükümlülüklerini yerine getirmiştir. Ancak işverenin, başka
 konularda, yani işgüvenliği ve işçi sağlığına ilişkin konularda kusuru
 vardır. Bu nedenle sorumlu tutulmaktadır.
	Bu iki rücu müessesesinin benzer olmadıkları ve ayrıldıkları noktalar,
 yukarıda çoğunluğun kararının benzerlik konusundaki gerekçeleri
 değerlendirilirken etraflıca açıklanmıştır.
	O halde, gerek olaylar, gerekse 10 ve 26ncı maddeler arasında
 benzerlik yoktur. Aksine orada açıklanan ayrılıklar vardır. Böylece benzerlik
 koşulu da oluşmadığından kıyas caiz değildir.
	c) Kıyas edilen ve kıyasen uygulanan hükümler arasında bir amaç
 birliği, amaçsal eşdeğerlilik bulunması lazımdır. Böyle bir amaçsal birlik ve
 eşdeğerlilik var ise kıyas yapılabilir. Yok ise kıyas yapılamaz.
	Bizim problemimizde, kıyasen uygulanan 26ncı madde ile, kıyas edilen
 10ncu madde arasında hiç bir amaç birliği ve amaçsal eşdeğerlilik yoktur. 10.
 maddede yoksa koyucu tescilli, primli bir sigorta sistemi sağlamak, bunun
 içinde  kayıt dışı- kaçak işçi çalıştırılmasını önlemek, işverenlerin prim
 ödeme yükümlülüklerinden sıyrılmalarını engellemek istemiştir. Bu konu
 sigorta sisteminin aktüeryal dengesi ve ülke ekonomisi ve sosyal güvenlik
 sisteminin işlerliği açısından fevkalade önemli olduğu için, bu amaçlara
 aykırı girişimlerin 10. maddede, cezai açıdan 140. maddede, özel bir biçimde,
 hukuki ve cezai müeyyideye  bağlamıştır. Bu yaptırımların kuvvetini, yasa
 koyucunun amacına aykırı biçimde kıyas yoluyla zayıflatmaya hakimin yetkisi
 yoktur. Bu yasa koyucunun işidir. Hakimin bu amaçları ortadan kaldıracak
 kıyas uygulaması, bir çeşit fonksiyon gasbıdır. 26ncı maddenin amacı ise,
 tamamen farklıdır. Orada işçi Kuruma bildirilmiştir. Tescili sağlanmıştır.
 Primleri ödenmiştir. Orada işverenin rücu tazminatıyla
 müeyyidelendirilmesinin amacı işverenin işgüvenliği, işçi sağlığı önlemlerini
 almaya özen göstermesini ve suç sayılır eylemlerden kaçınmasını sağlamaktır.
	Görülüyorki, 2 madde arasında, hiç bir amaç birliği ve amaçsal
 eşdeğerlilik yoktur.
	O halde, bu unsur da gerçekleşmediğinden burada kıyas caiz değildir.
	d) Kıyasta eşit değerliye eşit davranılmalıdır.
	Eş değer 2 Kanunun birinde mevcut olan kuralların uygulanması, öteki
 konudaki kural yokluğunun yarattığı eşitsizliği giderebilmelidir. Çoğunluk
 kararında bu ilkeye de uyulmamış, kaçak işçi çalıştıran işveren ile, yasal
 şekilde ve yükümlülüklerini yerine getirerek işçi çalıştıran işveren, aynı
 kefeye konulmuştur. Böylece eşitliğe tamamen aykırı, sosyal güvenlik
 sisteminin özelliklerini, finansman ve aktüeryal dengesini ve ülke
 ekonomisini dikkate almayan bir sonuca ulaşılmıştır. Adeta, kaçak- kayıt dışı
 işçi çalıştırılması, teşvik olunmuştur.
	e) Kıyasta en önemli ilkelerden birisi de, kıyasın hukuki güvensizlik
 yaratmaması, ilgili tarafların çıkarlarının tartılışıp değerlendirilmesi,
 yaşam gerçeklerine, sosyolojik ve ahlaki ölçülere uygun olması zorunluğudur.
 Sayın çoğunluğun kararında bu ilkeler de nazara alınmamıştır.
	Gerçekten, yasal işçi çalıştıranla, kaçak işçi çalıştıran, kıyas
 sonucu aynı kurallara tabi tutulursa -hele hele yukarıdan beri açıklanan
 fiili ve hukuki açıklamalara rağmen- sayın çoğunluğun yaptığı bu kıyasla,
 hukuki güven yarattığını, menfaatler dengesini iyi değerlendirdiğini, yaşam
 gerçekleri ile sosyolojik ve ahlaki ölçüleri gözettiğini söylemek
 olanaksızdır. Zira, bir ülke ekonomisi ve sosyal güvenlik sistemi için, en
 kabul edilemeyecek vakıa olan kaçak işçi çalıştırma olgusuna, müeyyidesini
 her ne sebeple olursa olsun kıyas yoluyla törpüleyerek prim vermek, anılan
 değer yargısını dikkate almama manasına gelir. Karar bu nedenle de hatalıdır.
	f) Kıyasta hakim yetki gasbından sakınmalı özellikle yasa koyucunun
 görev alanına müdahale etmemelidir.
	Gerçekten, Yasama organının amacı, tercihi ve değerlendirmesi kaçak
 işçi çalıştırmayı engellemek ve müessir bir şekilde hukuki ve cezai yaptırıma
 tabi tutmak yönünde olup, bu amaçla 10ncu maddedeki kuralları tercih etmiş ve
 koymuş iken, hakimin, bunları akamete uğratacak biçimde, yasama organının
 açık ve kesin tercihi yerine, 26ncı maddeyi kıyas yoluyla 10ncu maddeden
 kaynaklanan davalarda da uygulamak şeklinde tavır ve tercih koyması, bir
 çeşit fonksiyon gasbıdır. Böyle konularda hakim kanun koyucununkinden farklı
 bir hüküm veremez.
	O halde, 506 sayılı Kanun m. 26'nın aynı Kanunun 10ncu maddesinden
 kaynaklanan rücu davalarında kıyasen uygulanabileceğini öngören sayın
 çoğunluğun kararı, kıyas ilkelerine de tümüyle aykırı bulunmaktadır.
	g) Öte yandan, bir dönemde, yani 1803 sayılı Af Kanununun yürürlüğü
  döneminde, Af Kanununun 9/A maddesinde "... 506 sayılı Kanun, 10ncu
 maddesinin son fıkrasındaki ödeme, 26ncı maddedeki sorumluluk hallerinin
 tahakkuk etmesine bağlıdır..." denilerek 26ncı maddenin, 10ncu maddeye
 dayanan davalarda da uygulanacağı kabul edilmişti. Bu uygulama, zaman
 içerisinde hükmünü icra ederek ortadan kalktı ve uygulamada bu hükmün 10ncu
 maddeyi değiştirmediği ve 1803 sayılı Kanun kapsamı dışında kalan olaylarda,
 10ncu maddenin uygulanacağı içtihaden kabul edilmişti. 1803 sayılı Kanunun
 9/A maddesi açık bir kıyas hükmüydü. Hükmünü icra edip ortadan kalktı.
 Sonradan, 506 S. K. değiştiren bütün yasalarda, bu yolda bir yeni hüküm
 konulmadı ve 10ncu madde değiştirilmedi.
	Sayın çoğunluk, bu tarihi değişimi de dikkate almamıştır. 1803 sayılı
 K. madde 9/Anın ortadan kalkmasıyla açık kıyas olanağının ortadan kalktığını
 ve sonradan da kıyasa olanak veren hiç bir yasa çıkarılmadığını da, gözardı
 etmiştir.
	Çoğunluk kararındaki diğer bir hatada şudur :
	Kurum, bu sigorta olayı nedeniyle 229.933.105.- TL. peşin sermayeli
 gelir bağlamış, ilk davada bunun 5 milyon lirasını alabilmiş, işbu 2nci
 davada ilk davadaki kusur durumları ve hakkaniyet indirimini gözönünde
 tutarak sadece 109.527.195.- TL. istemiştir. Sayın çoğunluk, bozma kararında
 B.K. m. 43-44 ile hakkaniyet indirimi yapılmasını önermiştir.
	Oysa, davacının harcamalarına kusur ve hakkaniyet indirimini bizzat
 uygulayarak bunu dilekçesinde açıklayarak talepte bulunduğu halde mükerrer
 hakkaniyet indirimi yapılamaz. Bu yön gerek Özel Daire, gerekse H.G.K.
 çoğunluğunca gözden kaçırılmıştır. Hakime hakkaniyet indirimi yap demek,
 mükerrer indirim ve noksan tazminat tahsiline neden olur.
	Kaldı ki, çoğunluk kararında, "10ncu maddenin tavan sınırlaması
 uygulanmasına cevaz verdiği ve engelleyici bir hüküm içermediğinin" ileri
 sürülmesi ayrı bir yanılgıdır. Bir kusursuz sorumluluk halinin, tavanla
 sınırlanabilmesi için, yasal cevaz hükmünün bulunması gerekir. İlke olarak,
 kabul edilen bir sorumluluk halinin, sınırlandırılması, açık kanun
 hükümleriyle öngörülmelidir. Böyle bir sınır, diğer bir deyimle, yasal cevaz
 hükmü olmadıkca, genel hüküm yok diye, mahiyeti başka bir sorumluluk düzenine
 özgü sınırlamalar, kusursuz sorumlulukta, kıyasen uygulanamaz.
	Bundan başka, çoğunluk kararında "... tavanın kıyas yoluyla
 uygulanmasının  hak ve nesafet kurallarına uygun düşeceği... sorumluluğunun
 bir yerde bitmesi gerektiği.... sonsuza dek dava tehdidi..." gibi genel
 gerekçelerin, özellikle bu davada hiç yeri bulunmamaktadır.
	Kaçak çalıştırdığı işçisine, 229.993.105.- TL. harcayan Kurum daha
 henüz bu meblağın 5 milyon lirasını alabilmiş ve bakiye 109.527.1995.-
 TL.sini dava etmişken bu gibi icapsız ve genel gerekçelerle, yazılı şekilde
 karar verilmesinde hak ve nesafete uygun bir yön bulunmadığı da ortadadır.
	Açıklanan nedenlerle, yerel mahkemenin tamamen usul ve kanuna uygun
 olan kararının onanması gerekirken yazılı gerekçelerle bozulmuş olmasına
 karşıyım. 
                                
                            Teoman OZANOĞLU
                         10.Hukuk Dairesi Başkanı
    
İçtihat:
Hukuk Forumlarından Seçmeler
  • [Sorumluluk hukuku] Dijital Sağlık ve Yasal Düzenlemeler: Bitkisel Ürünlerin Online Satışı 
  • 01.05.2025 13:12
  • 2. küçük dairemde kira artış anlaşmazlığı 
  • 29.04.2025 15:42
  • Sözleşmede anarak whatsapp yazışmalarının yasal bildirim kanalı ilan edilmesi. 
  • 29.04.2025 00:17
  • Sözleşmedeki "görüş alınarak" ifadesi, görüşü alınan tarafa eylemi engelleme hakkı verir mi? 
  • 29.04.2025 00:03
  • [Babalık davaları] Evlat edinilen çocukların eski baba adı değişimi hk. 
  • 27.04.2025 11:06


    Yeni Mevzuat

  • KDV Filo Kiralama Şirketleri (Fleetcorp) Borçlarını Devir ALan Varlık Yönetim Şirketleri 

  • Filo Kiralama Şirketlerinin Borçlarının Varlık Yönetim Şirketlerine Devri Halinde KDV 

  • Trafik kazasında kusuru olmayan alkollü sürücüye kasko hasarı ödenir 

  • Keşide tarihinin tahrif edildiği ve ibraz sürelerinin geçtiği çekler Borçlu olunmadığının Tespiti 

  • İkinci Nesil İnternet Sitelerinin Hukuki Statüsü 




  • YARGITAY KARARLARI :
    İçtihat Arama motoru anasayfa   2007   2006   2005   2004   2003    2002    2001    2000   1999    1998    1997    1996   1995   1994   1993    1992    1991    1990    1989    1988    1987    1986    1985    1984    1983    1982    1981    1980    1979    1978    1977    1976    1975    1974    1973    1927-1972

    Diğer Bölümlerimiz +
    Tüm Hukuki NET forumları + Hukuki Portal + Hukuk Haberleri + Sözleşme ve dilekçe örnekleri + Mevzuat ve bilimsel incelemeler + Hukukçu Blogları + Avukat ilanları + Videolar + Linkler + Ansiklopedi ve Sözlük +

    İçtihat Arşivi  Eski içtihat dizini