 |
Yargıtay içtihatları bölümü
Yargıtay Kararı
T.C.
Y A R G I T A Y
İçtihadı Birleştirme Hukuk
Bölümü Genel Kurulu
E. 1994/2
K. 1995/2
T. 24.11.1995
* KİRA TESBİT KARARININ KESİNLEŞMESİ
* KİRA FARKI
* FAİZ
ÖZET : Kira parasının tesbitine ilişkin mahkeme kararı ile belirgin hale gelen
kira farkı alacağına, ayrıca ihtara gerek kalmaksızın, kira tesbit kararının
kesinleştiği tarihten faiz yürütülmesi gerekir.
(818 s. BK. m. 101/f.1, 103) (743 s. MK. m. 2, 4)
Avukat Halil Özcan imzalı 5.10.1993 günlü dilekçe ile (kira paralarının
mahkemece tesbit olunması halinde kira farkı alacağına hangi tarihten
itibaren faiz yürütülmesi gerekeceği konusunda) Yargıtay Dördüncü, Onikinci
ve Onüçüncü Hukuk Daireleri kararları arasında aykırılık bulunduğu ileri
sürülerek, aykırılığın içtihadı birleştirme yolu ile giderilmesinin
istenilmesi üzerine, Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu'nca konu incelenmiş ve
(kira tesbitine ilişkin ilam ile belirlenen kira parasına hangi tarihten
itibaren faiz yürütüleceği; temerrüt ihtarına gerek bulunup bulunmadığı
konusunda.... meydana gelen içtihat aykırılığının, İçtihadı Birleştirme Hukuk
Genel Kurulu'nda giderilmesi gerektiğine) 21.4.1994 gün, 30 sayı ile karar
verilmiştir.
Konu, böylece Yargıtay Kanununun 45. maddesi uyarınca İçtihadı Birleştirme
Hukuk Genel Kurulu'nda incelenmiş ve kararlar arasında içtihad aykırılığının
varlığı ilk oturumda ve oybirliğiyle kabul edilerek işin esasının
görüşülmesine geçilmiştir.
I- Dördüncü Hukuk Dairesi'nin, 20.12.1974 gün ve 7861/17141 sayılı kararında;
"-Kira tesbit kararı kesinleşinceye kadar geçen döneme ilişkin kira
farklarının adi alacağa dönüşüp buna direnme faizi yütürülemeyeceği görüşü
yasaya aykırıdır. Esasen sözleşmede kira alacaklarında olduğu gibi yanlar
kesin önel belirtmemiş olsalar bile bir alacağın ödenmesi zorunluluğu bir
ilamın buyruğuna dayanan durumlarda alacağa faiz yürütülmesi gerekir. O halde
mahkemece ihtara hacet kalmadan hükmün kesinleştiğini kabul ettiği tarihten
başlayarak faiz yürütülmelidir-" denilmektedir.
Onikinci Hukuk Dairesi'nin, 27.9.1993 gün ve 7706/14048 sayılı kararında;
"-Kesinleşen kira tesbit kararına dayanılarak talep edilen kira farkları için
kararın kesinleşme tarihinden itibaren faiz istenebileceği, kesinleşme
tarihinden önceki dönem hakkında faiz istenemeyeceği-" sonucuna varılmıştır.
Onüçüncü Hukuk Dairesi'nin, 4.6.1992 gün ve 4455/5203 sayılı kararında;
"-12.11.1979 gün ve 1/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca kira
tesbit ilamlarının kesinleşmesinden sonra kira bedelinin muaccel hale
geleceği, temerrüdün oluşması için ayrıca ihtar gerekeceği, davacının ihtarı
üzerine kira farkı ödendiğinden temerrüt oluşmaması sebebi ile tesbit
tarihinden itibaren faiz istenemeyeceği-" esası benimsenmiştir. Üçüncü Hukuk
Dairesi'nin 2.2.1993 gün ve 16372/1211 sayılı kararı da aynı mahiyettedir.
II- Borçlar Kanununun 103. maddesine göre, para borçlarından temerrüt halinde
borçlu (temerrüt faizi) ödemek mükellefiyeti altındadır.
Kanun, borçlunun temerrüde düşmüş sayılması için, borcun muaccel olmasını
yeterli bulmamakta ve prensip itibariyle alacaklının, borcu muaccel borçluya
borcu ödemesini ihtarda bulunmasını aramaktadır (Borçlar Kanunu m. 101/f.1).
Bu prensibin dışında kalan ve ihtara lüzum bulunmayan haller ise 101.
maddenin 2. fıkrasında belirtilmiştir. Bunlar, tarafların borcun ifa
edileceği günü açıkca tayin etmeleri, ifa gününün tayininin taraflardan
birine bırakılması veya sözleşmede temerrüt için ihtara lüzum bulunmadığının
kararlaştırılması halleridir.
Ancak, Borçlar Kanununun 101. maddesinin 2. fıkrasında yer almamış olmamakla
beraber, doktrin ve uygulamada; ihtar yapılmasının dürüstlük kuralına göre
beklenemeyeceği veya alacağın bir mahkeme kararına dayandığı hallerde de
borçlunun ihtara lüzum kalmadan temerrüde düşeceği kabul edilmektedir (Prof.
Dr. M. Kemal Oğuzman-Doç. Dr. M. Turgut Öz, Borçlar Hukuku Genel Hükümler,
Filiz Kitabevi İstanbul, Sh. 286 ccc... ve dipnot 52'de sayılan eserler;
Tekinay/Akman/Burcuoğlu/Altop, Tekinay Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Filiz
Kitabevi 1993, Sh. 918 ve 919; Dördüncü Hukuk Dairesi'nin yukarıda özetlenen
20.12.1974 tarihli kararı).
III- Kararlar arasındaki uyuşmazlık kira tesbitine ilişkin ilam ile saptanan
kira parasına değil, kira farkı parasına hangi tarihten itibaren faiz
yürütülebileceğine ilişkin bulunmakla; içtihadı birleştirmenin kapsamı kira
farkı alacağı ile sınırlandırılmıştır.
12.11.1979 gün ve 1/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu Kararının
gerekçesindeki açıklamalardan anlaşılacağı üzere, kira farkı alacağının
kiranın tesbiti kararının verildiği günde mi, yoksa kararın kesinleştiği
günde mi ödenmesinin istenebileceği konusunda çıkan içtihad uyuşmazlığı söz
konusu idi. İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu'nca; kira farkının
mahkemede dava edilebilir veya icrada takip edilebilir hale gelmesi için
miktarının belli olması gerektiği,... bu belirginliğin ise ancak kira
tesbitine ilişkin kararın kesinleşmesiyle oluşabileceği ve kiracının edayı
yerine getirme borcunun da o zaman gelmiş sayılabileceği benimsenmiş ve
sonuçta "-ki-ranın tesbitine ilişkin mahkeme kararı ile tesbit edilen kira
farkı alacağının ifa zamanının gelmiş sayılması için sadece alacaklının
borçludan edada bulunmasını isteyebileceği zamanı gelmiş bulunması yeter
olmayıp aynı zamanda o kararın kesinleşmesi gerektiğine-" karar verilmiştir.
Görüldüğü üzere, 12.11.1979 günlü İçtihadı Birleştirme Kararı ile, kira
tesbitine ilişkin mahkeme kararının kesinleştiği tarihte kira farkı
alacağının belirgin ve muaccel hale geleceği kabul edilmiştir. Bu içtihadı
birleştirme kararı ve BK.nun 101/1. maddesi hükmü karşısında, kira farkı
alacağına tesbite ilişkin mahkeme kararının kesinleştiği tarihten önceki bir
zaman diliminden itibaren faiz yürütülemeyeceği gerçeği ortadadır. Ancak,
içtihadı birleştirme kararında, muaccel hale gelen kira farkı alacağına faiz
yürütülebilmesi için ihtar şartını zorunlu kılan bir ilke öngörülmüş
değildir.
Kira tesbiti kararının kesinleşmesine kadar geçen döneme ait kira farkları adi
alacağa dönüşmez. Tesbit kararı kesinleşmiş olmakla da kira farkı alacağı
belirgin ve muaccel hale gelmiştir ve kiracı bu olguları bilmek durumundadır.
Kira farkı alacağının kesinleşen mahkeme kararına dayanması ve niteliği
itibariyle, ayrıca ihtara gerek kalmaksızın, mahkeme kararının kesinleştiği
tarihten itibaren (talep halinde) kira farkı alacağına faiz yürütülmelidir.
Benimsenen bu istisnai hal aynı zamanda Medeni Kanunun 2. maddesinde
öngörülen ve re'sen gözetilmesi gereken dürüstlük kuralının da bir sonucudur.
II nolu bendde de açıklandığı gibi ihtar yapılmasının dürüstlük kuralına göre
beklenemeyeceği hallerde de borçlunun ihtara gerek kalmadan temerrüde
düşeceği, borcun ifa edileceği tarihi alacaklı değil, borçlu bilebilecek
durumda ise, dürüstlük kuralının temerrüt için ihtarı gereksiz kılacağı
doktrinin de baskın görüşüdür. Aksinin kabulü ise kötü niyetli kiracıya
fırsat yaratırken, iyi niyetli kiralayanı kiracının insaf ve keyfine terk
sonucunu h‰sıl edebilir. Esasen Medeni Kanunun 4. maddesi uyarınca h‰kim,
adalete uygun karar vermeye çağırılmaktadır. O, menfaatlerin doğru ve adil
bir muvazenesini yapmak ve gerçekleri gözetmekle yükümlüdür.
S o n u ç : Kira tesbitine ilişkin mahkeme kararı ile belirgin hale gelen kira
farkı alacağına, ayrıca ihtara gerek kalmaksızın, kira tesbiti kararının
kesinleştiği tarihten itibaren faiz yürütülmesi gerektiğine, 24.11.1995
gününde ve üçücü toplantıda oyçokluğuyla karar verildi.
KARŞI OY YAZISI
* Sağlıklı sonuca kavuşabilmek için öncelikle para borçları bakımından borçlu
temerrüdünün oluşum koşulları üzerinde durulmalıdır.
Bütün borçlar açısından olduğu gibi; para borçlarında da temerrüdün temel
koşulu geçerli bir borcun "muaccel" hale gelmiş bulunmasıdır. Muacceliyet;
alacaklının edimi isteyebileceği ve borçlunun da edimi yerine getirmekle
yükümlü olduğu andan itibaren gerçekleşir. Diğer bir anlatımla; alacaklının
ödemeyi isteyebileceği, borçlunun ise ödemede bulunmaktan kaçınamayacağı
zamanın gelmiş olmasıdır. Muacceliyet kavramının hududu çizilirken önemli
olan husus konuya sırf "ZAMAN" unsuru yönünden yaklaşıldığıdır. Muacceliyetin
oluşması ile alacaklı ödemeyi talep hakkını kullanabilmek için artık bir süre
daha beklemek zorunda kalmayacak, borçlu da ödemeyi bir süre daha
geciktiremeyecektir.
O nedenle, borcun muaccel olması ile alacağın cebren tahsile elverişli hale
gelmesi birbirinden tamamen farklı hususlardır. Bu iki durumun her zaman bir
arada bulunması zorunlu değildir. Borcun muacceliyeti zaman unsuru ile ilgili
olup taşıdığı anlam ve yerine getirdiği fonksiyon itibariyle "İFA ZAMANI"
kavramını ilgilendirir; muacceliyetin gerçekleşmesiyle birlikte alacaklı
ödeme talebinde bulunma yetkisini kazanır (Bkz., Dr. Nami Barlas, Para
Borçlarının İfasında Borçlunun Temerrüdü ve Bu Temerrüt Açısından Düzenlenen
Genel Sonuçlar, İst. 1992, Sh. 22).
Borçlunun temerrüdünün doğması için borcun muaccel olması ana şartı yanında,
ayrıca alacaklının ihtarı gerekir (BK. md. 101/1).
Alacaklı ödeme talebinden ibaret iradesini, borçluya yönelteceği bir ihtar ile
biçimlendirerek ciddi ve kararlı bir şekilde borçludan ediminin ifasını
isteyecektir.
BK. 101/1'de getirilen ihtar sistemi ile borçluyu koruyanı bir fonksiyon
amaçlanmış onun pek sert ve zararlı muamele ve neticeye uğramaktan korunması
istenmiştir.
Gerçekte de; borç muaccel olur olmaz alacaklının aniden hazırlıksız bir
şekilde borçluya müracaatı adalet, amme vicdanı ve ahl‰k kurallarına ters
sonuçlar yaratabileceği gibi, borçlu temerrüdün ağır sonuçlarıyla da karşı
karşıya bırakılmış olur.
Büyük Hukukçu von Tuhr, "Kural olarak temerrüt ve bunun borçlu için olan
zararlı sonuçları, alacağın muacceliyetinden itibaren değil, ancak
alacaklının ihtarda bulunmak suretiyle edayı kabule hazır olduğunu borçluya
bildirmesinden itibaren husule gelir. Borçlu edayı yerine getirmeye ihtarla
zorunlu tutulmalıdır" demek suretiyle, ihtarın önem ve gerekliliğine açıkca
işaret etmiştir (Bkz., von Tuhr, Borçlar Hukuku, Cevat Edege Tercümesi, Sh.
650).
O nedenle; sosyal, ekonomik, kültürel ve tarihsel bir gelişim içinde yılların
hayat deneyimlerince olumlu olumsuz yönleri düşünülerek düzenlenen BK.nun
101/1. maddesindeki temerrüt için alacaklının ihtarının şart kılınması öyle
rahatlıkla dışlanacak bir kural değildir. Bunlardan sonra tesbitine ilişkin
ilamın hukuki niteliği özellikle bununla ihdas edilen borcun muacceliyet ve
temerrüt açısından hüküm ve sonuçlarının nelerden ibaret olduğunun
değerlendirilmesine sıra gelmiştir. Esasen bu yönde 18.11.1964 T., 2/4;
7.7.1965 T., 5/5; 21.11.1966 T., 9/10 sayılı Yargıtay Tevhidi İçtihatları ile
bu tevhidi içtihatları bünyesinde toplayan ve onlara açık atıflar da yaparak
sonuca kavuşan 12.11.1979 T. ve 1979/1-E., 1979/3-K. sayılı Yargıtay İçtihadı
Birleştirme Büyük Genel Kurulu Kararları meseleyi tamamen çözümlemişlerdir.
Hemen belirtelim ki, bir tevhidi içtihadın gerekçesi ile sonuç bölümü arasında
sıkı organik bağlar bulunması halinde, gerekçelerinde sonuç gibi kesin
bağlayıcı sonuçlar yaratacağı Yargıtay'ın sapma göstermeyen
içtihatlarındandır. 1979 tarihli Tevhidi İçtihatta da, bu bağlantı izlenmekte
olup, gerekçe ile sonuç arasında ayrılmaz şekilde tamamlayıcı birlik
kurulduğu, gerekçenin doğrudan sonucu meydana getirdiği çok açık bir şekilde
görülmektedir. O nedenle, sözü edilen tevhidi içtihat hem gerekçe hem de
sonuç yönünden olayımızı bağlayıcıdır. Etkisi yönünden yasa kuvvetine sahip
tevhidi içtihatlarda benimsenen hukuki kavram ve sonuçların diğer bir tevhidi
içtihatla kaldırılması ve tam tersi görüşlerle çözüme gidilmesi tehlikeli ve
sakıncalıdır. Hukukta istikrar ve güveni dolayısıyle, kamu düzenini bozacağı
için çok önemi haizdir. Oysa, aşağıda açıklanacağı üzere 1979 tarihli Tevhidi
İçtihadın aksine düşünceler benimsenerek bu tehlikeli yol yeğlenmiştir. Bu
durumun daha somut bir şekilde açıklanması için 1979 tarihli Tevhidi
İçtihatta, Onikinci Hukuk Dairesi'nin azınlıkta kalan görüşü ile çoğunluğun
benimsediği hukuki tanım ve kurallar ile sonucun belirtilmesinde yarar
vardır. Yargıtay Onikinci Hukuk Dairesi'nin görüşü; "Kiranın tesbiti isteği
ile bir dava olup bu dava sonunda taraflara verilen örneklerin hüküm
fıkrasında eda hükmünü taşıyıp taşımadığına bakılmaksızın ilam sayılması
gerektiği; bu nedenle böyle bir ilama dayanan infaz isteğinin onun
kesinleşmesine bağlı olup olmadığının Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 443.
maddesi hükmüne göre çözümlenmesinin zorunlu olduğu, sözü edilen maddede
taşınmaz mala ve buna ilişkin haklara, nafaka hükümleri hariç aile ve şahsın
hukukuna dair hükümlerin kesinleşmedikçe ve bunun sonucu olarak o ilama
dayanılarak alacağın ancak kesinleşme ile muaccel hale geleceğinden söz
edilerek, infazın kesinleşme şartına bağlı saymanın yasal dayanağı
bulunmadığı ve ilamda kiranın artırma günü gösterilmiş ve bu güne göre belli
bir süre geçmişse alacağın ayrıca bir ihtara hacet kalmaksızın muaccel hale
geleceği bu nedenle, ilamda yazılı artırma gününden itibaren geçmiş aylara
ait kira farkının alınmasında ve ihtar süresi içinde ödenmediği takdirde
tahliyenin sağlanması amacıyla borçlu aleyhine takip açılmasında ve borçluya
İİK.nun 269. maddesi uyarınca ihtarlı ödeme emri gönderilmesinde yasalara
aykırı bir yön bulunmadığı" şeklindedir. Buna karşın çoğunluk; "Tesbit davası
eda davasının öncesi durumundadır. Henüz şartları tamamlanmadığı için
açılamayan eda davası için ilerdeki hukuki ilişkinin belli edilmesi
bakımından kesin delil olarak kullanılmak üzere tesbit davası açılabilir.
Tesbit davası, ilerde açılacak ve fakat henüz şartları bulunmadığından
açılamayan kira alacağını hazırlamak amacını güder. Tesbit davası sonunda
yalnız tesbit hükmü verilir. Eğer tesbit hükmüne rağmen davacının hakkını
davalı vermezse, o zaman davacı eda davası açmaya mecbur kalacaktır. Böylece
eda davası da tesbit davasında taraf olan kişi aleyhine açılmışsa tesbite
ilişkin keşinleşmiş karar kesin bir delil teşkil edecektir. Kiranın tesbitine
ilişkin mahkeme kararları icrai kuvvete sahip değillerdir. Kararda yeni
kiranın hangi günden itibaren geçerli olduğu belirtilmiş olsa bile ilamların
icrası yoluyla takip yapılamaz. İlamsız icra takibi yapılabilir ve borçlu
itiraz ederse Tetkik Merciinden itirazın kaldırılması istenebilir. Bu
durumda, kiranın tesbitine ilişkin mahkeme kararı ile tesbit edilen kira
farkı alacağının ifa zamanının gelmiş sayılması için sadece alacaklının
borçludan edada bulunmasını isteyebileceği zamanın gelmesi, yeterli olmayıp
aynı zamanda o kararın kesinleşmiş olması gerekir" demek suretiyle sonuca
kavuşmuştur (Ayrıca Bkz. Baki Kuru, Tesbit Davaları, Sh. 104-105; İİK. md.
24, İİK. md. 68).
Tevhidi içtihadın bu gerekçe ve sonucundan da anlaşıldığı şekilde kira
tesbitine ilişkin mahkeme kararının kesinleşmesiyle tesbit edilen kira farkı
alacağının sadece ifa zamanının geldiği yani "muaccel" olduğu, eş söyleyişle
alacaklının (kiralayanın) artırılıp tesbit edilen kira parasına yönelik edayı
talep hakkının doğmuş olduğu ve dava edilebilir hale geldiği tesbit
edilmiştir. Temerrüt ise hiç düşünülmemiş, böylece borcun muaccel olması ile
alacağın bir mahkeme kararıyla da elverişli hale gelmesinin birbirinden
farklılığı isabetle gözönünde tutulmuştur.
Görüldüğü gibi; 1979 tarihli Tevhidi İçtihatla azınlıkta kalan Onikinci Hukuk
Dairesi'nin bu görüşü, bu defa çoğunluk görüşü olarak kabule şayan
görülmüştür. Dahası, 1979 tarihli Tevhidi İçtihatta, kira farkının ancak
kararının kesinleşmesiyle sadece muaccel hale gelebileceği kabul edilmesine
rağmen, bu kez bu sınırlama aşılmış kesinleşmeyle temerrüdün de oluşacağı
sonucuna maalesef varılmıştır. Bu durum hukuki emniyet ve kararlılığı,
tevhidi içtihatların bağlayıcılık unsurunu zedelemiştir. Tehlikeli ve yanlış
bir kapının aralanmasına sebebiyet verilmiştir.
Müzakerelerde çoğunluğun görüşüne egemen olan düşünce; "H‰kim kararı ile
kiracı borcunu öğrenmiş ve bilmektedir, o nedenle temerrüt için alacaklının
ihtar keşide etmesini beklemek MK.nun 2. maddesindeki objektif iyiniyet
kurallarıyla bağdaşmaz" şeklinde belirtilmiştir. Görüldüğü üzere borcun
bilinmesi ile temerrüt hukuki kavramı eş anlamda mütal‰a edilerek yanlış
noktadan hareket edilmiştir. Borcun bilinmesi, onun ne muaccel olmasına yol
açar ne de temerrüdü oluşturur. Önemli olan borcun ne zaman ödeneceğinin
tahakkuku ile ihtardan sonra borçlunun direngen olmasıdır.
Ancak, BK.nun 100/II. maddesine göre; bazı istisnai hallerde borçlu ihtara
lüzum kalmadan mütemerrit olur ki bu hallerden biri de dürüstlük kuralına
göre ihtarın fuzuli telakki edilebilmesidir. Ne varki, BK.nun 101/2. maddesi
ifa gününün akitte taraflarca kararlaştırılmış olmasına matufdur. Fakat vade
akitte değil de kanunda veya mahkeme kararında saptanmış bulunuyorsa
temerrüdün meydana gelmesi için yine ihtara gerek vardır ve BK. 101/1. madde
uygulanması zorunludur (Tekinay/Akman/Burun-oğlu/Altop, Sh. 1228; Fevzioğlu,
Sh. 236; YHGK., 8.4.1964 T., E: 3-34, K: 12; 4.11.1981 T., E: 9-427, K: 819).
Öte yandan, Medeni Kanunun 2. maddesindeki dürüstlük (objektif, hüsnüniyet)
kuralı ancak kanuda ya da ilmi ve kazai içtihatlarda özel bir kural
bulunmadığı alanlarda uygulanabilir. Buna dürüstlük kuralının "ikinciliği"
(taliliği prensibi) adı verilir (Prof. Dr. Merz, "Bern Şehri" 1962, Cilt: I,
Sh. 239, N. 49; Prof. Dr. İsmet Sungurbey, Medeni Hukuk Sorunları, Cilt: 4,
1984, İstanbul, Sh. 435).
Özel kanun hükümleri objektif, gerçek anlam ve değerlerini korurken, tamamen
ihmal edilerek doğrudan doğruya dürüstlük kuralına dayanılması genel hükmün
özel hükme üstün tutulması gibi sakıncalar yaratır.
J.W. Hedemann; "Umumi Kaidelere Kaçış Hukuk ve Devlet İçin Tehlike" adlı
yazısında, yargı kararlarının hukuki uyuşmazlık ve sorunları, sadece umumi
kaidelere (objektif hüsnüniyet, hakkın suiistimali, ahl‰k, amme intizamı vs.)
yollama yapmak suretiyle, çözümlenmeye çalışılmasından doğan tehlikelere
dikkat çekerek, bu şekilde çözümleme kolaylığına uyulursa, hukuk ilmi ve
hukuki emniyetin ortadan kalkacağını önemle ifade etmektedir (Ord. Prof.
Andreas B. Schwarz, Borçlar Hukuku Dersleri, Cilt: I, İstanbul 1948; Çeviren
Doç. Dr. Bülent Davran, Sh. 324, Not; 27; Sungurbey, age., Sh. 436).
Yine Schwarz, (Medeni Hukuka Giriş, Çeviren Dr. H. Veldet, İstanbul-1946, Sh.
203/204) eserinde, MK.nun 2. maddesinin uygulanmasında çok ihtiyatlı ve
basiretli olmak icap eder. Bu genel hükümleri sık sık uygulamak, yani hukuki
meselelerin hallini bunlara dayandırmak, tehlikeli bir temayüldür. Bu yanlış
bir hukuki metotdur; zira her hukuki meseleyi, şu keyfiyet hüsnüniyet kaidesi
gereğindedir, bu keyfiyet hüsnüniyete karşıdır, şunu talep etmek bir hakkın
suiistimalidir, diyerek, basit, kolay ve müphem bir takım hakkaniyet
duygularıyla çözümlemek tabiatıyla çok mümkündür. Çünkü, nihayet hukuken
doğru her çözüm şekli hüsnüniyete uygun olmak zorundadır ve her haksızlık da
bir hakkın kötüye kullanılması olarak nitelendirilebilir. Fakat her zaman bu
bakımdan hareket edilecek olursa, bundan hukuki kat'iyyetsizlik ve
emniyetsizlik doğar, zira hüsnüniyet ve hakkın kötüye kullanılması, kat'i
surette tarifi mümkün olan menfhumlar olmayıp müphem ve geniş bir mahiyet
arzeden mefhumlardır. Roma Hukuku'nun doğumundan beri geçen ikibin seneden
fazla bir zamandaki gelişmenin neticesi olarak bugünkü kanunlarda ifadesini
bulan bütün rasyonel özel hukukun manası, hukuki meseleleri sarih olmayan
hakkaniyet duygularıyla değil, kesin ve açık kurallarla çözümlemektir. Sadece
hüsnüniyet ve hakkın suistimaline dayanan bir hukuk tatbikatı, bu hedefi
tehlikeye koyar, işbu iki esasın önemi çok büyüktür, fakat hukuki meselelerin
halline bunlarla başlamayıp, her meseleye ona taalluk eden özel hükmü
uygulamak ve bu umumi kaideleri de fevkalade zaruri olan hallerde sırf itmam
ve tashih edici bir şekilde uygulamak lazımdır". Dr. Karl Lorenz'de (Borçlar
Hukuku Ders Kitabı) adlı eserinde, yukarıda adı geçen yazarları şu sözlerle
doğrulamaktadır.
"Hukuka yeni başlayanlar Alman Medeni Kanunu" 242'ye (Türk Medeni Kanunu 2.
maddesi) dayanarak kanunun özenle gözönünde tutulması ve derinlemesine
düşünme çabasından kaçınmak ve çabucak hakkaniyet hükümleri verme tehlikesine
karşı ne kadar uyarılsa azdır (Sungurbey, Medeni Hukuk Sorunları, Cilt: II,
İstanbul-1974, Sh. 123, Cilt: V, Sh. 438).
Yine, İsviçre-Türk Hukukunda tam bir görüş birliğiyle belirtildiği üzere
MK.nun 2/2. fıkrasındaki hakkın kötüye kullanılması yasağının ikinci derecede
ve düzeltici bir görevi vardır. Kanunun doğrudan ya da kıyasen uygulanması
mümkün ve gerekli olan kural ve ilkeleri; hakkın kötüye kullanılması
yasağından söz edilerek ortadan kaldırılamaz (Prof. Dr. Seyfullah Edis,
Medeni Hukuka Giriş ve Başlangıç Hükümleri, Ankara-1979, Sh. 322; Dr. Zahit
İmre, Medeni Hukuka Giriş, 3. Bası, İstanbul-1980, Sh. 307).
O nedenle, BK.nun 101/1. maddesindeki ihtar gerekliliğine ilişkin çok açık
hükme rağmen içtihat aykırılığının MK.nun 2. maddesine dayanılarak
çözümlenmesi fevkalade isabetsiz olmuştur. Kaldı ki; BK.nun 101/1. maddesinde
getirilen ihtar keşide etme yükümlülüğü alacaklıya bir zorunluk tahmil
ederken borçluya da ihtarı bekleme hakkı tanımıştır. Diğer bir anlatımla,
yasa koyucu alacaklıya ihtar gönderme zorunluğunda bırakırken borçluyu
korumak istemiş, bu amaçla düzenlenmiştir. Borcun ödenmesi yönünden bir vade
içermeyen, sırf borcun muaccel olduğunu hükme bağlayan, kira parasının
tesbitine ilişkin karar karşısında sadece BK. 101/1'deki ihtarın gelmesini
beklemeye dair yasal hakkın güvenliği içinde bulunan kiracının objektif
hüsnüniyet kaidesine aykırı davranış içinde olacağının kabulü mümkün
değildir.
Yine borçlunun ödememe kararlılığında olduğu; alacaklının ihtarda bulunmasının
veya ihtarın ulaşmasının borçlunun iyiniyete aykırı tutumlarıyla engellendiği
şeklinde gerçekten MK. md. 2'nin uygulanması gündeme getirilebilecek somut
olgular da çoğunluk düşüncesinin oluşmasında dayanak alınmamış, her nasılsa
münhasıran kararın kesinleşme tarihine tutunularak bir iyiniyet hukukçuluğu
zihniyeti ile yanlış bir sonuca kavuşulmuştur. Kesinleşen ilama karşı
borçlunun durumu, olsa olsa bir ifa zamanına (borcun muacceliyetine)
riayetsizlik olarak belki telakki edilebilir. Bu bağlamda da yasa koyucu
borçlunun temerrüde düşmesi için sadece ifa zamamına riayetsizliği kural
olarak yeterli bulmamış, ayrıca alacaklı tarafından ihtarı şart saymıştır
(BK. md. 101/1).
Kira parasının tesbitine ilişkin ilamın kesinleşmesi yani Yargıtay'ın yerel
mahkeme kararını onadığı tarihin faiz başlangıcı olarak alınması uygulamada
bir takım adaletsizliklere ve ihtilaflara neden olacaktır. Yargıtay'da bir
davanın sonuçlanması tarihinden sonra işlerin yoğunluğu nedeni ile kararın
yazımı, imzalanması, postaya verilmesi, postada geçen süreler gözönünde
tutulduğunda, en iyimsel bir düşünceyle dava dosyasının asgari bir aydan
evvel mahkemesine dönmesi maddeten mümkün değildir ve her dosya için de bu
süre değişebilir. Bu durumda, tevhidi içtihadın temelini oluşturan (mahkeme
ilamını bilme, öğrenme) olgusuyla borçlunun bilgisi dışında oluşan, örneğin
bir aylık süredeki olumsuzluk nasıl bağdaştırılacaktır? Bozulacağı düşünce ve
inancıyla kararı temyiz eden kiracıya, aksi olabilir, "Yargıtay'a hergün
müracaat et, kararın çıkıp çıkmadığını öğren ve takip et, böylece ancak
faizin önünü kesebilirsin" şeklinde Yargıtay'dan işlemlerin akışını izleme
zorunluluğuna itmek hukuka aykırıdır.
Özellikle kiralayanın kurum olduğu davalarda kira parasının tesbiti ilamında
kira farkı alacağı milyarlara baliğ olmaktadır. Bunun tabii sonucu;
örneklediğimiz bir aylık süredeki faiz miktarının ağırlığı da gözden
kaçırılmamalıdır. Tamamen bilgi ve tumumu dışında oluşan bu faizden kiracının
sorumlu tutulması hakkaniyet ve nasafet kurallarıyla bağdaşmayacağı açıktır.
Esasen bu aradaki faiz miktarı hukuki bir sebebe dayanmadığı için kiralayanın
haksız iktisabını oluşturduğunda kuşku ve duraksamaya yer olmamalıdır. Bu
dönemdeki faiz miktarı çok cüz'i kaldığı düşünülse dahi yine hukuken müsamaha
ile karşılanamaz. Hukuk toplumun her bireyine en küçük değerlerde de olsa
nüfuz edebildiği takdirde kurumlaşır ve yücelir. O nedenle hakkın küçüklük ve
büyüklüğü, azlığı veya çokluğu şeklinde nisbi, izafi kavramlar adaletin
dağıtılmasında, gerçekleşmesinde etkili bir unsur olarak ele alınamaz. Kira
parasının tesbitine ilişkin binlerce dava sahiplerinin faizden en ucuz
şekilde kurtulmak amacıyla taşradan gelerek, Yargıtay'a başvurmalarının sonuç
alamayınca tekrar gidip gelmelerinin veya beklemelerinin yaratacağı sıkıntı
ve güçlükler ile ekonomik olumsuzluklar ve zaman israfı da sorunların diğer
bir yönünü ortaya koymaktadır. Görülüyor ki, BK. md. 101/1'in özü, metni, ve
çeşitli yollardan yapılan anlatımlar çoğunluk görüşüne katılmaya mümkün
kılmamaktadır. Açıklanan nedenlerle çoğunluk görüşüne karşıyım.
A. İsmet ARSLAN
13. Hukuk Dairesi Başkanı
KARŞI OY YAZISI
* Kira parasının mahkemece tespit edilmesi halinde, birikmiş kira farklarına
hangi tarihten itibaren temerrüt faizi yürütüleceği konusunda Yargıtay
Onikinci Hukuk Dairesi ile Onüçüncü Hukuk Dairesi'nin kararları arasında
çıkan içtihat aykırılığı, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel
Kurulu'nca; kira tespiti kararının kesinleştiği tarihten itibaren faiz
yürütüleceği; ayrıca ihtara gerek olmadığı yolunda birleştirilmiştir. Bu
karara aşağıdaki nedenlerle katılmıyorum:
Yargıtay İçtihadı Birleştirme büyük Genel Kurulu'nun 12.11.1979 günlü ve
1979/1-3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararına göre; mahkemece tespit edilen
kira farkı alacağı, kararın kesinleştiği tarihte muaccel olur. Bu içtihadı
birleştirme kararının gerekçesinde özetle; kira tespiti kararının, eda davası
sonunda verilen mahkumiyet kararı değil, inşai davalar sonunda verilen
kararlara yakın bir nitelik gösterdiği, tespit kararının, icra kuvvetinden
yoksun olduğu, eğer sonradan bir eda ve icra istenecekse eda davası açılması
ve bu dava sonunda alınacak ilamın icraya konulması gerektiği, tespit
kararında yeni kiranın hangi günden itibaren geçerli olduğu belirtilmiş olsa
bile ilamların icrası yolu ile takip yapılamayacağı, kiranın tespiti
kararında hükmolunan bir para veya eşya bulunmadığı, bu ilamın cebri icra
yolu ile infazının sözkonusu olmadığı, eda davası açılırsa tespite ilişkin
kesinleşmiş kararın kesin delil teşkil edeceği, 7.7.1965 günlü ve 5/5 sayılı
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararının gerekçesinde de bu hukuki esasın
benimsendiği, kira farkının mahkemede dava edilebilir veya icrada takip
edilebilir hale gelmesi için miktarının kesin olarak belli olması gerektiği,
bu belirliliğin ise ancak tespite ilişkin kararın kesinleşmesi ile
oluşabileceği açıklanmıştır.
Yukarıda açıklanan İçtihadı Birleştirme Kararının sonuç bölümü ve sonuç bölümü
ile doğrudan bağlantılı olan gerekçesi bağlayıcıdır. Öyle olunca, kira tespit
kararının kesinleşmesi, o zamana kadar birikmiş kira farklarının muaccel
olmasından başka bir hukuki sonuç doğurmaz. Bu sonucun, mahkeme kararı ile
ortaya çıkmış olması, kira paralarını ödeme zamanının geçmiş bulunması,
kiracının durumunu bilmesi gibi olgular, kesinleşme anında muacceliyet ile
birlikte temerrüdün de gerçekleştiğini göstermez. Çünkü, tespit kararı
kesinleşmeden borç muaccel olmadığından, daha önce yapılan ödeme ihtarları ve
ödeme günlerinin geçmiş olması, birikmiş kira farkları yönünden kiracının
temerrüdüne esas alınamaz. Öte yandan, kiracının borcun muaccel olduğunu
bilmesi de temerrüdü için yeterli değildir. Borçlar Kanununun 101. maddesinin
1. fıkrası gereğince muaccel bir borcun borçlusu, alacaklının ihtarı ile
mütemerrit olur. Borcun muaccel olmasından önceki olgular temerrüde esas
olamaz. Temerrüdün gerçekleşmesi için ihtarın, borcun muaccel olmasından
sonra yapılması gerekir. Bu kuralın tek istisnası 101. maddenin 2.
fıkrasındaki, borcun ifa edileceği günün birlikte tayin edilmiş olması veya
muhafaza edilen bir hakka dayanılarak iki taraftan birinin bunu usulen bir
ihbarda bulunmak suretiyle tespit etmiş olması halidir. Bu durumda, sadece bu
günün geçmesi ile borçlu mütemerrit olur. Birikmiş kira farklarının ödenmesi
için taraflarca önceden kararlaştırılmış bir gün yoktur. Bu nedenle, ihtara
gerek vardır.
Açık kanun hükmü ve bağlayıcı olan İçtihadı Birleştirme Kararı gözardı
edilerek, Medeni Kanunun 2. maddesindeki objektif iyiniyet kuralına
dayanılarak, burada ihtara gerek olmadığı ve tespit kararının kesinleştiği
andan itibaren o zamana kadar birikmiş kira farklarına temerrüt faizi
yürütülmesi gerektiği yolundaki sayın çoğunluğun görüşüne katılmıyorum.
Mustafa Sadrettin AYKONU
15. Hukuk Dairesi Başkanı
KARŞI OY YAZISI
* 6570 sayılı Yasanın 2 ve 3. maddelerinin, Anayasa Mahkemesi'nin 26.3.1963
gün, 3/67 sayılı kararı ile iptal edilmesiyle oluşan yasal boşluğun, yasa
koyucu tarafından doldurulmaması üzerine, ilki 8.11.1964 ve ikincisi
21.11.1966 günlü İçtihadı Birleştirme Kararları ile, kira parasını h‰kimin
belirlemesi gerektiği, bu davanın eda davasının öncüsü niteliğinde olduğu
kabul edilmiştir. 12.11.1979 gün, 1/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile
de önceki kira bedeliyle tesbit olunan yeni kira miktarı arasındaki kira
farkının istenebilir olması için tesbit kararının kesinleşmesi gerektiği
kabul edilmiştir. Artık bu üç İçtihadı Birleştirme Kararından sonra tesbit
davasının inşai dava olup olmadığının tartışılmasına gerek kalmamıştır.
Özellikle kira tesbiti kararının bir eda kararı olmadığı, o kararın
kesinleşmesi ile kiralayanın ifa isteyebilme hakkı kazandığı, gerektiğinde
alacak davası açmak ya da icra takibi yapmak zorunda kalabileceği açıktır. Bu
esaslarda bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Temerrüt faizinden söz edebilmek için;
1- Miktarı belli ve muayyen olan bir borcun doğmuş olması,
2- Bu borcun muaccel hale gelmesi,
3- Borçlunun bu borcu ödememekte direnmesi, şeklindeki şartların gerçekleşmiş
olması zorunludur. Bu üç şartın gerçekleşmesinden sonra direnme (temerrüt)
faizi işlemeye başlayacaktır. Bu bakımdan temerrrüdün ne zaman oluşacağı
öncelikle ve açıkca saptanmalıdır.
Borçlar Kanununun 101. maddesinde, muaccel bir borcun borçlusunun ihtarla
mütemerrit kılınabileceğini asıl kural olarak kabul edilmiştir (BK. 101/1).
Ancak, BK. 101/2. maddede belirtilen hallerde ihtara gerek olmadan temerrüt
gerçekleşecektir.
Bu noktada kira tesbiti kararından sonra faiz başlangıç zamanının doğru olarak
tayin edilebilmesi için, kesinleşmiş tesbit kararı ile oluşan iki ayrı durumu
gözönünde bulundurmak lazımdır.
Birinci hal; tesbit kararının kesinleşmesinden sonra ödeme zamanı gelecek kira
borçları, ikinci hal ise; kesinleşmeden önceki devrede birikmiş kira farkları
borcudur.
Kesinleşmeden sonra ödeme zamanı gelecek kira borçlarının ne zaman ifa
edileceği kira sözleşmesiyle tayin edilmiş olduğundan o günün bitmesiyle
tesbit olunan miktardaki kira borcu için kiracı mütemerrit olacak (BK. 101/2)
ve faiz işlemeye başlayacaktır.
Kira tesbit kararı ile saptanmış yeni miktarın geçerli olacağı gün ile kararın
kesinleşme günü arasında birikmiş hale gelen "kira farkları toplamı" için
durum tamamen farklıdır. O dönem için kira paralarının ödeme zamanları çoktan
geçmiştir. Tesbit kararının kesinleşmesi ile kira farkları tutarı yeni bir
borç olarak ortaya çıkmış, belli ve muayyen hale gelmiştir. Yeni doğan bu
borcun ifası hakkında mahkeme kararı bulunmadığı gibi, kiralayan ile
kiracının birlikte kararlaştırdıkları bir tarih mevcut değildir. Böyle bir
kararlaştırma, ancak tesbit kararının kesinleşmesinden sonra tarafların
görüşmeleri ile mümkün olabilir. "Muhafaza edilen bir hakka istinaden iki
taraftan birisi bunu usulen bir ihtarda bulunmak suretiyle tesbit etme" (BK.
101/2) hali de bulunmamaktadır. "Kiracı farkların ödenmesi gerektiğini
bilmiyor mu? Ayrıca ihtar beklemekte iyiniyetli sayılamaz" düşüncesi, BK.
101/2. maddenin uygulanmasını haklı kılmaz. Esasen "ifanın mümkün olduğu
kadar çabuk yapılması, malın tesliminden sonra ödeme yapılmasının
kararlaştırılmış olması gibi hallerde dahi borcun vade günü belli ve
muayyendir denemez" (von Tuhr, Borçlar Hukukunun Umumi Kısmı, Cevat Edege
Çevirisi, Ankara 1983, S. 609). Onun için birikmiş kira farkları borcundan
dolayı borçlunun mütemerrit olması ve faiz borcunun doğması için BK.nun
101/1. maddesi gereğince ihtar yapılması zorunludur. Kesinleşme ile muaccel
hale gelen bu borç borçlusunun aynı günde mütemerrit olduğunun kabul
edilmesi, tesbit kararının niteliğine, yukarıda sözü edilen İçtihadı
Birleştirme Kararlarına ve BK.nun 101. maddesinin l‰fzına ve ruhuna uygun
düşmez.
Çoğunluğun kabul ettiği sonuç, pratikte faiz borcunun başlangıcını, asıl
borcun miktarının ve muaccel hale geldiğinin taraflarca bilinmesinden önceye
taşımaktadır. Zira, kira tesbit kararının onanmasına ilişkin Yargıtay kararı
karar düzeltmeye tabi olmadığı için, onama tarihinde borç muaccel hale
gelmektedir. Ancak, ilgili dosya ve kararın mahkemesine gönderilmesine,
taraflarca öğrenilmesine kadar çoğu kez uzun zaman geçtiğinden, borç miktarı
ve istenebilir olduğu bilinmeden borçlunun mütemerrit hale geldiği, birikmiş
faiz borcu oluştuğu kabul edilemez.
Açıklanan nedenlerle İçtihatların Onüçüncü Hukuk Dairesi'nin görüşüne uygun
olarak birleştirilmesi gerektiği kanaatı ile sayın çoğunluğun kararına
katılamıyorum.
Muammer ELÇİN
6. Hukuk Dairesi Üyesi
|