 |
Yargıtay içtihatları bölümü
Yargıtay Kararı
T.C.
Y A R G I T A Y
Hukuk Genel Kurulu
E. 1994/10-774
K. 1995/45
T. 08.02.1995
ÖZET : Dava, iş kazasında ölen sigortalı işçinin hak sahiplerine
yapılan harcamalar üzerine uğranılan SSK. zararının rücuan ödetilmesi
istemine ilişkindir. "Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini
kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu
edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak ancak
idare aleyhine açılabilir.
Somut olayda uyuşmazlık, giderim davasının doğrudan ekip şefi Salih'e
yöneltilip yönetilemeyeceği noktasında toplanmaktadır. Öyleyse davalının
statüsü tam olarak araştırılmalı, memursa; dava husumet yönünden
reddedilmeli, işçi ise; işin esasına girilerek hüküm kurulmalıdır.
Taraflar arasındaki "rücuan alacak" davasından dolayı yapılan
yargılama sonunda; (Sivaslı Asliye Hukuk (iş) Mahkemesi)nce davanın TEK için
kabulüne dair verilen l.ll.l99l gün ve l990/42-1991/205 sayılı kararın
incelenmesi taraf vekillerince istenilmesi üzerine, Yargıtay Onuncu Hukuk
Dairesinin 18.5.1993 gün ve l991/15970 , 1993/5459 sayılı ilamıyle;
(...Davalılardan TEK görevlisi Salih, sigortalının ölümüyle sonuçlanan
zararlandırıcı sigorta olayının oluşmasında kusurlu görülerek ceza
mahkemesince cezalandırılmış ve karar kesinleşmiş bulunmaktadır. Adı geçen
davalı hakkında 506 sayılı Kanunun 26. maddesine dayanılarak Kurum'ca açılan
tazminat davası ise Anayasanın 129/5. maddesi hükmünden sözedilerek
reddedilmiştir. Anılan Anayasa maddesi, gerçekten kamu görevlilerinin yetki
ve görevlerini yerine getirirken işledikleri kusurlardan doğan tazminat
davalarının, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ancak idare aleyhine
açılabileceğini öngörmektedir. Giderek 657 sayılı Kanunun 13. maddesine 2670
sayılı Kanunla şu hüküm getirilmiştir: "Kişiler, Kamu Hukukuna tabi
görevlerle ilgili olarak uğradıkları zararlardan ötürü bu görevleri yerine
getiren personel aleyhine değil, ilgili kurum aleyhine dava açarlar, hemen
belirtmek gerekir ki, davacı Sosyal Sigortalar Kurumu anılan hükümde geçen
kişi kavramı kapsamına girmez. Zira, Kurum temel haklardan olan sosyal
güvenlik hakkını sağlayan Devlet Kurumudur (4972 sayılı Kanun m. 1). Bu
nedenle, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 13. maddesinin davada
uygulanması sözkonusu olamaz. Anayasanın yukarıda yazılı ve geniş içerikli
hükmünün doğrudan uygulanması da mümkün değildir. Çünkü, Anayasanın 177/e
maddesinde, ancak, mevcut veya kurulacak kurum, kuruluş ve kurullar için
yeniden Kanun yapılması veya mevcut Kanunlarda değişiklik yapılması
gerekiyorsa doğrudan Anayasa hükümlerinin uygulanması kabul edilmiştir. "Sözü
geçen 129. maddede yeni bir kurum, kuruluş ya da kurul getirilmemiştir. Başka
bir anlatımla 129. madde, doğrudan uygulanacak anayasa hükümlerinden
değildir. Mahkeme, anayasa hükmüne oranla, Kanun hükmünü daha dar bulsa dahi,
yine Kanun hükmünü uygulamak, şayet bu hükmü Anayasa'ya aykırı görüyorsa,
iptali için Anayasa Mahkemesine başvurmak durumundadır. Bundan başka, 506
sayılı Kanunun 26. maddesi rücu hakkını kısıtlayıcı özel bir hüküm
taşımaktadır. Gerçekten anılan maddeye 24.10.1993 günlü, 2934 sayılı Kanunla
eklenen son fıkra hükmüne göre, iş kazası veya meslek hastalığının meydana
gelmesinde kasdı ve kusuru bulunup da, aynı iş kazası veya meslek hastalığı
sonucu ölen sigortalının haksahiplerine Kurum'ca rücu edilemez. Anılan özel
hüküm dışında Kurum'un rücu hakkına başkaca engel bulunmadığını kabul etmek
gerekir. Açıklanan maddi ve hukuksal olgular gözetilmeksizin davalı Salih
hakkında davanın yazılı gerekçelerle reddi usul ve kanuna aykırıdır...)
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan
yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Temyiz eden : 1- Davalı TEK vekili
2- Davacı SSK vekili
Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek ve dosyadaki kağıtlar okunduktan
sonra gereği görüşüldü:
1- Davalılardan TEK vekilince, direnme kararının 23.3.1994 tarihinde
yüzüne karşı verilmesine karşın, 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanununun 8.
maddesinde öngörülen 8 günlük yasal süre geçirildikten sonra 10.8.1994
gününde temyiz başvurusunda bulunulmuştur.
O itibarla, davalı TEK vekilinin temyiz istemi bu nedenle
reddedilmelidir.
2- Diğer Davalı SSK Genel Müdürlüğü vekilince temyiz itirazlarına
gelince;
Dava, iş kazasında ölen sigortalı işçinin haksahiplerine yapılan
harcamalar üzerine uğranılan SSK zararının, rücuan ödetilmesi istemine
ilişkindir. 5.7.1988 olay günü, Yayalar Köyünün trafo direği üzerinde bulunan
seksiyonerin ark yapmasını gidermek için davalı (ekip şefi Salih), üçüncü
kişi Selçuk ve (haksahipleri için harcama yapılan) Nazmi, Pınarbaşı Köyünde
bulunan hatbaşı seksiyonerini açtıktan sonra direk Selçuk'u nöbetçi bırakıp
ark yapan Yayalar Köyü'ndeki trafonun bulunduğu yere gitmişler ve Nazmi
direğe çıkmıştır. Akımın kesilmiş ve direk altına Selçuk'un bırakılmış
olmasına rağmen bu direkteki (R) fazına ait çember telinin kopup seksiyoner
bıçağına düşmesi sonucu Nazmi, gerilim altında kalarak ölmüştür. Bu kaza
nedeni ile açılan kamu davasında davalı ekip şefi Salih belli ölçüde kusurlu
bulunarak tecziyesine karar verilmiştir.
Somut olayda da Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık,
giderim davasının doğrudan davalı Salih'e yöneltilip yöneltilmeyeceği
noktasında toplanmaktadır. Anayasa'nın 129/5. maddesi "memurlar ve diğer kamu
görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat
davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekilde ve
şartlara uygun olarak ancak İdare aleyhine açılabilir" hükmünü taşımaktadır.
"Yetkilerini kullanırken" deyimi, uygulamada "görevlerini yaparken" biçiminde
de yorumlanmaktadır. O nedenle kişi, görevi gereği kendisine tanınan
yetkileri, hırs, kin ve garezine araç yaparsa başka bir söyleyişle kötülük
kasdıyla davranışta bulunursa, hakkındaki davanın husumet yönünden reddini
isteyemez. Maddenin getiriliş amacı, kötüniyeti kollamak olmadığından
mahkemece de görevinden dolayı (Re'sen) husumet yönünden dava reddilemez.
Somut olay, özetlendiği biçimde gerçekleştiğine göre anılan kuralın uygulama
yeri yoktur. (eğer davalı memursa gene dava husumet gözetilerek) redle
sonuçlanacaktır.
Sorun, davalının "işçi" niteliği taşıması halidir, çünkü maddede
"diğer kamu görevlileri'nden söz edilmektedir. "Diğer kamu görevlileri"
deyimi, Anayasada bir terim olarak yer almıştır. 68. maddede açıkca
(yaptıkları hizmet bakımından işçi niteliği taşımayan "diğer kamu
görevlileri") biçimindeki sözcük dizisiyle terim tanımlanmış ve buna özdeş
olarak 76. maddede tanım yenilenmiştir. Bir bütünlük gösteren 129. maddenin
son parağrafı, "Memurlar ve (diğer kamu görevlileri) hakkında işledikleri
iddia edilen suçlardan ötürü ceza kovuşturması açılması, kanunla belirlenen
istisnalar dışında, kanunun gösterdiği idare merciinin iznine bağlıdır"
biçimindedir. Öyleyse "diğer kamu görevlileri" kovuşturma bakımından idari
izine bağlıdır. Öte yandan, 129. maddeyle bağlantılı 128. maddede "memurların
ve (diğer kamu görevlilerinin) nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri,
hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla
düzenlenir" denilmektedir. İşçilerin "atanmaları değil bireysel ya da toplu
iş sözleşmeleri ile işe alınmaları söz konusudur. "Diğer kamu
görevlilerinden" amacın, seçimle göreve gelenler ve bu arada TRT Yüksek
Kurulu Başkanı, Üniversite Rektörü, Senato üyesi gibi kişiler olduğu yargısal
kararlarla belirlenmiştir. Bakan da bunlardandır. "İstisna" anılanlar için
söz konusudur. Memurlar ve diğer kamu görevlileri arasında, en azından
"yetki" ve "aylık" konusunda benzerlik vardır; dolayısıyla, işçiler diğer
kamu görevlileri kümesinin dışında yer alırlar.
Konuya ilişkin bu genel açıklamalar ışığında yeniden önümüzdeki olaya
baktığımızda, davalı ekip şefinin seçimle göreve gelenler gibi diğer kamu
görevlisi olmadığı belirgindir. İşçiler de bu kapsama girmediğine göre, onun
memur veya işçi olup olmadığı açık değildir. Bu durumda, sağlıklı ve hukuksal
bir çözüme ulaşılabilmesi için öncelikle davalının statüsü tam olarak
araştırılmalıdır. Memursa, hakkında dava husumet yönünden reddedilmeli;
işçiyse, işin esasına girilerek hüküm kurulmalıdır.
Bu husus düşünülmeksizin önceki kararda direnilmesi doğru değildir. O
halde usul ve yasaya uygun bulunmayan direnme kararı bozulmalıdır.
Sonuç : l- Birinci bentte gösterilen nedenle TEK temyiz isteminin süre
aşımı nedeniyle (Reddine), istek halinde temyiz peşin harcının geri
verilmesine, .2.1995 gününde oybirliğiyle,
2- İkinci bentte gösterilen sebeplerden dolayı davacı SSK'nun temyiz
itirazlarının kabulü ile direnme kararının HUMK.nun 429. maddesi gereğince
açıklanan nedenden ötürü (Bozulmasına), ilk toplantıda yeterli çoğunluk
sağlanamadığından, 8.2.1995 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile
karar verildi.
Birinci Başkanvekili 10.H.D.Bşk. 3.H.D.Bşk. l7.H.D.Bşk.
İ.Teoman PAMİR İ.T.Ozanoğlu E.Doğrusöz H.H.Karadoğan
Onama
6.H.D.Bşk. 21.H.D.Bşk 18.h.D.Bşk. 7.H.D.Bşk.
Ö.N .Doğan O.Yalçınkaya S.Rezaki H.Örmeci
Daire Bozması
20.H.D.Bşk. 2.h.D.Bşk. l.H.D.Bşk. R.Aslanköylü
F.Atbaşoğlu T.Alp E.Özkaya Onama
Daire Bozması
T.Y.Darendelioğlu 5.H.D.Bşk.V. 19.H.D.Bşk.V. M.Erman
Daire Bozması Y.S.Kitiş Y.M.Günel
4.H.D.Bşk.V. E.A.Özkul A.Hamzaoğulları E.Aktekin
E.Taylan Daire Bozması Daire
Bozması
N.Durak H.Özdemir Ö.Bilen Ş.K.Erol
Daire Bozması Daire Bozması
S.uysal Ş.E.Serim A.M.Yüksel İ.Demirkıran
M.H.Surlu O.İzgiey U.Araslı Ş.Abik
Daire Bozması Daire Bozması Onama
C.Dikmen K.acar A.Ertürk S.Öztuna
Onama
A.İ.Özuğur S.Özyörük E.K.Kurşun M.tutar
İ.Yanıklar B.Sınmaz B.Özkaya İ.Karataş
Daire Bozması Daire Bozması
H.Erdoğan O.Oğuz Y.Yasun F.Ulusoy
Daire Bozması
A.Özçelik Y.E.Selimoğlu O.Can Y.Büken
Daire Bozması
- KARŞI OY YAZISI -
Dava Türkiye Elektrik Kurumu'nun işyerinde iş kazası geçirip ölen
sigortalının haksahiplerine bağlanan gelirin peşin değeri Sosyal Sigortalar
Kurumu'nca davalı Türkiye Elektrik Kurumu ile bu Kurum'un ekip şefi Salih'ten
rücuan istenmektedir. Gerek "TEK"'in gerekse Salih'in iş kazasının
oluşmasında kusurlu davranışları uyuşmazlık konusu değildir. Uyuşmazlık,
Anayasa'nın 129. maddesinin 5. fıkrası karşısında Kurum, uğradığı zararı
doğrudan Salih'ten isteyebilecek mi? Yoksa bağlı bulunduğu "TEK İdaresi'nden
isteyecek, bilahare "TEK ödediği tazminatı ekip Şefi Salih'e rücu mu
edecektir? Bundan başka 506 sayılı Yasanın 26. maddesi ortada iken olaya
Anayasa'nın 129/5. maddesi öncelikle uygulanabilecek midir? Bilindiği gibi
26. madde hiç bir ayırım yapılmaksızın zararlandırıcı Sosyal Sigorta olayında
kasdi suç sayılır eylemi, işçilerin sağlığı ve işgüvenliği mevzuatına aykırı
eylemi bulunan kim olursa olsun Kurum'un rücu alacağı isteminden sorumlu
tutulacağını hükme bağlamıştır. Gerek bu maddede gerekse 506 sayılı Yasanın
diğer maddelerinde memurlara ve diğer Kamu görevlilerine rücu davası
açılmayacağı, davanın ancak İdare aleyhine açılabileceğine ilişkin her hangi
bir hüküm mevcut değildir.
Normlar hiyerarşisinde önce Anayasa, sonra sıra ile Kanun, Tüzük ve
Yönetmelik hükümlerinin uygulanacağı hukukun evrensel kurallarındandır. O
itibarla çoğunluğun 26. maddede Anayasa'nın 129/5. maddesine koşut bir hükmün
bulunması bile uyuşmazlık konusu bu olayda öncelikle Anayasa hükmünün
uygulanması gerektiği yolunda beliren görüşüne katılıyorum. Ne ki 129/5.
maddede yer alan "diğer kamu görevlileri" sözcüklerinin işçileri içermediği
şeklinde beliren görüşüne katılmıyorum.
Anılan maddenin 5. fıkrasında aynen; "memurlar ve diğer kamu
görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat
davaları kendilerine rücu edilmek kaydıyla kanunun gösterdiği şekil ve
şartlara uygun olarak ancak İdare aleyhine açılabilir" hükmünün yer aldığı
görülmektedir. Maddeye göre, kişi memur ise zarar gören kişi tarafından İdare
varken memur aleyhine dava açılamayacağı açıktır. Hukuk Genel Kurulu
görüşlerinde Anayasa'nın ilgili maddesinde yer alan "diğer kamu görevlileri"
sözcüklerinin kimleri kapsadığı, özellikle işçileri amaçlayıp amaçlamadığı
tartışılmış, işçileri amaçlamadığı sonucuna varılmıştır. Olayda "TEK"'in
personeli olan davalı Salih'in işçi mi, yoksa memur mu olduğu belli
olmadığından mahkemece gereken araştırma ve inceleme yapıldıktan sonra memur
olduğu anlaşıldığında, davanın şimdiki gibi reddine, işçi olduğu ortaya
çıktığında ise hakkındaki davanın kabulüne karar verilmesi gerektiği görüşü
benimsenmiştir. Oysa Salih, kamu işi gördüğünden işçi statüsüne sahip olsa
bile hiç bir araştırmaya gerek kalmaksızın hakkında ilgili anayasa hükmü
uygulanmalı ve aleyhindeki dava reddedilmelidir. Nitekim mahkeme de aynı
görüşten hareketle isteğin reddi yolunda karar vermiştir.
Anayasanın 128. maddesi, "Kamu hizmeti görevlileriyle ilgili hükümler"
başlığını taşımakla beraber, maddede: "Devletin Kamu İktisadi Teşebbüsleri ve
diğer Kamu Tüzel Kişilerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü
oldukları Kamu hizmetlerinin gerektiği asli ve sürekli görevler, memurlar ve
diğer Kamu görevlileri eliyle yürütülür" hükmüne yer verilmiştir.
Görülüyor ki, Kamu iktisadi Teşebbüslerinin ve diğer Kamu Tüzel
Kişilerinin Kamu hizmetinin Genel İdare Hukuku esaslarına göre yürütmekle
yükümlü oldukları Anayasa'nın amir hükümlerindendir. "233 sayılı Kanun
Hükmünde Kararnamede" Türkiye Elektrik Kurumu, Kamu İktisadi Teşebbüsleri
arasında sayılmıştır. Bu teşebbüsün ise Kamu hizmeti gördüğü 128. maddenin
açık hükmü gereğidir. Kuşkusuz Kamu hizmeti, İdarenin ajanları tarafından
yerine getirilir. Bu ajanların 129/5. maddede yer alan "diğer Kamu görevlisi"
sayılması gerektiği söz götürmez. Davalı Salih, bir "KİT" görevlisi olduğuna
göre diğer Kamu görevlisi sayılması gerektiği yadsınamaz.
Esasında diğer Kamu görevlisinin kim olduğunun belirlenmesinin kıstası
kişinin niteliği değil yapılan görevin niteliği önem taşır. Şayet yapılan iş
Kamusal nitelikte ise o işi yapan kişi de Kamu görevlisi olur.
Anayasa'nın 129/5. maddesinin memurların ve Kamu görevlilerinin
yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlarından doğan tazminat davalarının
kendilerine karşı değil, İdare aleyhine açılması gerektiği ilkesinin
getirilmesindeki asıl amaç Kamu görevlisini dava tahdidi altında tutmamak,
görevlerini korkusuzca yapmalarını sağlamak içindir. Aksi taktirde görevli
kişi Kamu hizmetini yürütmekte iken çekingen davranacak kendini güven içinde
hissetmeyecektir. Burada zarar görenin durumu da zafiyete uğramamakta, ödeme
gücü Yüksek İdareden alacağını tahsil edebilmektedir. Hal böyle olunca yani
Kamu görevini yürüten iki kişiden birisini memur statüsünde çalıştığı için
dava tahdidinden korumak işçi statüsüne sahipdir diye böyle bir teminattan
yoksun kılmak ne 129/5. maddenin sözüne, ne özüne, ne de İdare Hukukuyla Kamu
Hukukunun temel ilkelerine uyar.
Kamu görevinin işçiler eliyle yürütülmesi durumunda işçiler 128.
maddenin birinci cümlesinin açık ifadesi nedeniyle diğer kamu görevlisi
sayılmalıdır (bknz: Prof. Dr. Sait Güran, Anayasa Yargısı, l984, Sahife:
197-200).
Keza (Danıştay 5. Daire, Esas No: 986/992, Karar No: 987/1787). 657
sayılı Devlet Memurları Kanununun l3. maddesinde, l29/5. maddeye koşul şöyle
bir hüküm getirilmiştir. "Kişisel Kamu Hukukuna tabi görevlerle ilgili olarak
uğradıkları zararlardan ötürü bu görevleri yerine getiren personel aleyhine
değil, ilgili kurum aleyhine dava açarlar." Görüldüğü gibi maddede bilinçli
olarak memur sözcüğü değil personel sözcüğü kullanılmıştır. Personel
kavramının ise hem memurları, hem sözleşmelileri hem de işçileri kapsadığı
konusunda kuşku duyulmamamılıdır. Böylece "diğer kamu görevlisi"nin maddede
kim olduğu tanımlanırken çoğunluğun kabul ettiği gibi daraltıcı bir yoruma
değil genişletici yoruma değer verilmelidir.
Öyleki umulmayan hal ve mücbir sebep nedeniyle İdare personel atamaya
vakit bulamadan herhangi bir kişi tarafından kendiliğinden İdarenin amacına
uygun olarak Kamu görevi yerine getirilirken üçüncü kişilere zarar verilmiş
ise İdare bu zararı tazminle sorumludur.
Sonuç : Açıklanan bu nedenlerle davalı Salih'in yapılacak araştırma ve
inceleme sonucunda memur statüsünde çalıştığı saptandığı takdirde, hakkındaki
davanın reddedilmesi; işçi statüsünde çalıştığı belirlendiği takdirde, kabul
edilmesi gerektiği biçiminde ortaya çıkan çoğunluk görüşüne katılamıyorum.
İşçi olması sonucu değiştirmez. Hiç bir araştırmaya gerek kalmaksızın davanın
pasif husumet ehliyetsizliği nedeniyle reddine ilişkin kararın onanması
oyundayım.
Resule ASLANKÖYLÜ
10.Hukuk Dairesi üyesi
- KARŞI OY YAZISI -
Bir Kamu İktisadi Teşebbüsü olan TEK İdaresi'nin işyerinde meydana
gelen iş kazası sonucu ölen sigortalı yönünden yapılan giderlerin; Kurum'ca
rücuan kusurlu ekipbaşından 506 sayılı Yasa'nın 26/2. maddesi gereğince
tahsiline ilişkin davada, Anayasa'nın 129/5. maddesinden esinlenerek, davalı
ekipbaşı hakkında, memur olduğu takdirde, doğrudan dava açılamayacağı ve
öncelikle bu davanın TEK idaresi aleyhine açılması gerekeceği yönündeki sayın
çoğunluk görüşüne aşağıda açıklanan nedenlerle katılmak mümkün olmamıştır.
1- BİR İŞ KAZASINA İLİŞKİN UYUŞMAZLIKTA İŞ VE SOSYAL GÜVENLİK HUKUKU
KURALLARININ UYGULANMA ZORUNLULUĞU VARDIR.
Gerçekten, dava konusu olay; tamamen 506 sayılı Yasa'nın 11/A-(a)
bendine uygun bir iş kazasına ilişkindir. Davacı, Sosyal Sigortalar
sigortalısı bu iş kazası sonucu ölmüş ve geride kalanlar yönünden Kurum'ca
yapılan harcamalar bu dava ile istenmektedir. İş kazalarında işveren ve
çalıştırdıklarının sorumluluğu gereği İş Kanunu ve gerekse Sosyal Siortalar
Kanununda ayrı ayrı ve açıkca belirlenmiş; İş Kanunu'nun 73 ve 506 sayılı
Sosyal Sigortalar Kanunu'nun 26. maddesinin l ve 2. fıkralarında bu tür
sorumluluğun kapsam, nitelik ve sınırları yönünden düzenleme yapılmıştır. Bu
nedenle, olayda kendine özgü bu kurallar uygulanmalıdır.
Sayın çoğunluğun kabul ettiği biçimde bu alanda, İdare Hukuku
İlkelerine gidilemez ve işverenin memuru olup olmadığına bakılarak İş Hukuku
ve Sosyal Güvenlik Hukuku uyuşmazlıkları çözümlenemez.
Bilindiği gibi sanayi devrimi ve bunu takiben oluşan yeni koşullar,
işçi işveren ilişkisini ön plana çıkarmış, sonuçta kendine özgü kural ve
sistemleri içeren İş Hukuku ve bunu tamamlayan Sosyal Güvenlik Hukuku
oluşmuştur. İş hayatının son derece riskli ve doğrudan insan sağlık ve
yaşamına ilişkin sonuçlar doğurması nedeniyle işverene ve emri altında
ilkelere anılan hukuk sistemlerinde doğrudan önemli yüküm ve sorumluluklar
yüklenmiş, çalışmalarıyla değer yaratan işçi ve sigortalıların beden
bütünlüklerinin ve yaşamlarının korunması amaçlanmıştır. Çünkü, Anayasal
sistemde, en kutsal ve korunması gereken varlık insan canı ve sağlığıdır.
İster işveren, ister işveren vekili veya onun emrindekiler bu alanda doğrudan
işçi veya onun halefi Sosyal Sigortalar Kurumu'nca karşı sorumlu
tutulmuşlardır.
İşte bu sorumluluk çercevesinde, gerçek veya tüzel kişiler özel veya
kamu kuruluşları arasında bir fark veya ayrım yapılmamış, hepsi aynı oranda
ve aynı kurallara tabi kılınmışlardır. Ne Anayasa kurallarında, ne 1475
sayılı İş Yasası'nda, ne de 506 sayılı Sosyal Sigotalar Yasası'nda, işveren
olarak işçi çalıştıran Devlet Kuruluşları yönünden imtiyazlı veya farklı
uygulama kabul edilmemiş, özel veya Kamu işyerlerinde çalışan işçiler ile
özel veya Kamu işverenleri veya vekilleri ve diğer ilgilileri aynı katagori
veya sistem içerisinde düşünülmüştür. Çünkü, iş hayatı ve onu düzenleyen
kurallar, tamamen kendine özgü ve değişik hukukun dalına ilişkindirler. Bu
hukuk sisteminde, hukuksal ilişki, iş akdi veya hizmet akdi olarak
adlandırılan bir akitle ortaya çıkar ve buna bağlı olarak her iki tarafın
yüküm ve sorumlulukları Kanun ve düzenleyici işlemlerle belirlenir. Bunun
sonucu; iş uyuşmazlıklarında kendine özgü yargılama sistemi kabul edilmiş ve
buna bağlıda özel mahkemeler kurulmuştur. Bir işkazasında, işçi veya yasal
halefi olarak Sosyal Sigortalar Kurumu'na karşı kimlerin hangi koşullarda
sorumlu olduğu yasada ayrıntılı olarak düzenlenmiş ve uygulanacak kurallar
506 sayılı Yasa'nın 26/l ve 2. maddesinde gösterilmiştir.
Sayın çoğunluğun görüşü ile, İş Hukuku ve buna bağlı Sosyal Sigortalar
Hukukunun temel sistemi tersine çevrilmiş, işveren vekili veya personeli
durumundaki kişinin sorumluluğu yönünden İdare Hukuku kuralları ön plana
çıkarılmış, kısaca iş Hukuku kuralları yerine ikame edilmiştir. Memur
kavramı, İş Hukukuna tamamen yabancı bir kavramdır. İşçi veya onun halefi
olan Kurum karşısında, İdare Hukukunun memur veya Kamu görevlisi değil,
işveren veya onun vekili veya personeli vardır. Taraflar eşit düzeydedir.
İlişki karşılıklı serbest idare ile kurulmuştur. Akit ile bağlantı
oluşmuştur. İşçi-işveren ilişkisinde, İdare Hukukunun kendine özgü kuralları
değil, İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukukunun ilke ve esasları uygulanır. Bu
nedenle sayın çoğunluğun görüşü, İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Kurallarıyla
bağdaşmamaktadır.
II: ANAYASANIN 129/5. MADDESİNİN İŞ HUKUKUNDA VE İŞ KAZASINA İLİŞKİN
OLAYDA UYGULANMA OLANAĞI YOKTUR.
Sayın çoğunluk, açıkça Anayasanın, 129/5. maddesinden esinlenerek 506
sayılı Yasa'nın 26/2. maddesinde yeni bir uygulama yaratmak istemiş ve
işkazasında kusurlu üçüncü kişinin İş Hukuku çevresindeki niteliğini bir
kenara bırakarak, Kamu tüzel kişisi ile olan ilişkisini ön plana çıkarmıştır.
Bu tür bir kabul ise, iki önemli sorunu birlikte getirmiştir.
a) İdare Hukuku çerçevesinde öngörülen bir kural ilgili olmadığı halde
İş Hukuku alanına ithal edilmiştir.
b) Anayasanın bir kuralı, doğrudan uygulanarak, Hukuk sisteminde
mevcut bir kural yok kabul edilmiştir.
Bu iki sonuç, Anayasal Sistem içerisinde kabul edilir nitelikte
değildir. Gerçekten, anayasal Sistemimize göre, Devlet veya daha teknik
anlamda, İdare; Merkezi idare olarak nitelendirdiğimiz; Bakanlıklar ve
bunların uzantısı taşra örgütü, yerel yönetimler olarak; Belediyeler, il Özel
İdareleri ve Köy İdareleri ile ekonomik, ticari ve bilimsel Kamu Kurum ve
Kuruluşlarından oluşmaktadır. Belirtilen bu kamu tüzel kişilerin faaliyetleri
ise, kimi durumlarda tamamen, kimi durumlarda kısmen; genel idare esaslarına
göre yürütülen süreklilik ve devamlılık arz eden Kamu Hizmetleri, kimi
durumlarda, üretim veya pazarlamaya yönelik hizmetler, kimi durumlarda ise,
tamamen Özel Hukuk alanındaki kira, borç alıp verme işine yönelik olarak
ortaya çıkar.
Bu faaliyet veya işlemlerin tabi olacağı hukuk rejimi ise ilgili
oldukları hukuk dalına göre belirlenir.
İdarenin, tek yanlı Kamusal veya üstün güç ve yetkisine dayalı ve
Genel İdare esaslarına göre ortaya koyduğu işlem ve faaliyetler, İdare Hukuku
alanına girer ve bu çerçevede ortaya çıkar. İdari işlem olarak tanımladığımız
bu tasarruf veya faaliyetleri; idari kararlar, imtiyaz mukaveleleri, idarenin
düzenleyici tasarrufları ve planlama işlemleri olarak belirleyebiliriz. Bu
işlemler, tamamen Genel İdare esasları dediğimiz ilkeler çerçevesinde oluşur
ve uygulamaya konulur. Bu işlemlerdeki ortak özellikleri, İdarenin tek yanlı
karar alabilmesi, kamu güç ve otoritesini kullanması, kararlarını doğrudan
yerine getirebilmesi, önceden izin almaması, hiyerarşik kuralların
uygulanması gibi niteliklerle tanımlayabiliriz. Bu işlemlerin hukuksal
denetimi de gene kendine özgün kurallara göre, özel oluşturulan yargı
makamlarınca yerine getirilir. Vergi işlemleri vergi tarh ve tahakkuku, kamu
alacaklarının takibi, kolluk faaliyetleri, imar mevzuatının uygulanması,
ruhsat verme, iptal etme, atama işlemleri, düzenleyici işlemler, (genelge,
yönetmelik, tüzük gibi) eğitimle ilgili işlemler; İdarenin bu alanda yaptığı
kimi tasarruflar olarak ortaya çıkar.
İşte Anayasanın 129/5. maddesinde öngörülen kural, idarenin Genel
İdare esaslarına göre görevlerini yerine getiren, memur ve diğer kamu
görevlileri yönünden kabul edilmiştir.
Nitekim, anayasamız 128. maddesinde açıkca, Devletin Kamu İktisadi
teşebbüsleri ve diğer Kamu kişilerinin Genel İdare esaslarına göre yürütmekle
yükümlü oldukları Kamu görevlileri eliyle görüleceğini belirttikten sonra
129/5. maddesinde memurlar ve diğer Kamu görevlilerinin yetkilerini
kullanırken işledikleri kusurlarından doğan tazminatlarla ilgili bir
düzenlemeye yer vermiş ve bu tazminatların, kendilerine rücu edilmek
koşuluyla; Kanunda gösterilen şekil ve şartlara uygun olarak ancak idare
aleyhine açılacağını hüküm altına almıştır. Anayasa'nın bu kuralı, zorunlu
olarak, ilgili 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'na intikal ettirilmiş ve
adı geçen Kanunun l3. maddesi buna ilişkin esasları belirlemiştir.
Şu duruma göre, Anayasa'nın 129/5. maddesiyle getirilen düzenleme,
tamamen İdare Hukuku ilkeleri çerçevesinde düşünülmüş; tek yanlı, Kamu güç ve
yetkilerini kullanan İdare, ajan'ın yaptığı tasarruflara yönelik olarak kabul
edilmiştir. Örneğin; İmar yasasıyla ilgili bir işlem yapan Kamu ajanına veya
kolluk yetkisini kullanan bir amire, atama işlemini yerine getirmeyen Kamu
görevlisine, yürütmeyi durdurma kararını uygulamayan bir genel müdür ve
ilgili memura karşı, yetkilerini kullanmaları nedeniyle, açılacak tazminat
davaları anılan madde kapsamındadır. Aynı şekilde, bir kamu tüzel kişisi olan
KİT'in memur veya Kamu görevlilerinin idare ile olan ilişkileri bu çerçevede
düşünülür ve bu kişilerin, atanmaları, görevden alınmaları, disiplin suçları
ve buna benzer işlemlerde İdare Hukuku ilkeleri uygulanır ve bunun sonucu
yetkililer hakkında kusurlarına ilişkin davalar önce idareye açılır. Ayrıca
bir KİT yetkilisinin İdare Hukuku çerçevesinde Kamu güç ve yetkisini
kullandığı örneğin kamulaştırmaya ilişkin bir işlemde üçüncü kişilerle
ilişkisi bu çerçeve içindedir ve bunları uygulayan memur ve Kamu
görevlililerine karşı açılacak kusurlarına ilişkin davalar öncelikle idareye
yöneltilir.
Buna karşın yukarıda denildiği gibi bir mal veya hizmet üretmek gibi
fonksiyonları üstlenen kamu tüzel kişileri, ekonomik veya ticari hüviyete
büründükleri veya işveren sıfatını aldıkları ve bu yöne ilişkin faaliyette
bulunduklarında, İdare Hukukunun katı ve kendine özgü sisteminden uzaklaşır
ve ilgili oldukları faaliyetlerin tabi olduğu hukuksal rejim devreye girer.
Bir tüccar gibi, mal satan Kamu kuruluş ve yetkilerinin idari güç ve otorite
ile hareket etmeleri veya zor kullanmaları nasıl mümkün değilse, iş akdi
çerçevesinde; işveren, işçi ilişkisi içerisinde işçisine İdari Hukuk
ilkelerini uygulayamaz. İdare, burada artık işverendedir. Memur veya Kamu
görevlileri ise; işveren vekili ve sorumlularıdır. Her türlü sorun ve
uyuşmazlıklarda, İş Hukukunun kuralları artık egemendir. Toplu iş sözleşmesi,
Sendikalar Yasası, işçi sağlığı ve iş güvenliği kuralları Kamu hukuku
kuralları olarak öncelikle uygulanmak zorundadır. Hiyerarşik sistem değil, iş
yasalarının amir hükümleri ve işverene veya yetkilerine yüklenen görevler
sözkonusudur. Kamu güç ve yetkisi, sağlamaya yönelik görev ve yükümlülüklere
bırakmıştır. Bu sistemde, İdare Hukukunun ne yeri, ne de uygulanması
mümkündür. Aksinin kabülünde, ne İş Hukuku ve onun kendine özgü kuralları ne
de işçi güvenliğinden söz edilebilir.
Yer altında 300 metre derinlikte bir kömür ocağında kazmacı olarak
çalışan bir işçiye, hangi Kamu görevlisi veya memuru hangi kamu gücünü
kullanacaktır? veya bir yüksek fırındaki ateşçi ile ilgili İdarenin hangi
üstün gücü sözkonusu olacaktır? Çoğaltacağımız bu örnekler gibi tüm
işyerlerinde, işçilere karşı işverenlerin kamusal otorite veya üstünlükleri
olamaz. Sadece ve sadece; İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukukunun, işveren
veya vekillerine doğrudan yüklediği görev ve sorumlulukları, buna karşı
işçilerin de; iş akdi çerçevesinde çalışma yükümlülükleri vardır. Bu nedenle;
bir iş kazası ve sorumluları, İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukuku hükümlerine
göre çözümlenir ve sonuca ulaştırılır.
İşte, sayın çoğunluğun kabul ettiği ve İdare Hukukuna özgü bir kuralın
İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukukuna uygulanması ile, ayrı hukuki rejimler
yönünden telafisi mümkün olmayan değişik bir durum ortaya çıkmıştır.
III- BİR MAHKEME SONRADAN YÜRÜRLÜĞE GİREN BİR ANAYASA KURALINI,
YÜRÜRLÜKTEKİ YASA KURALI YERİNE DOĞRUDAN UYGULAYAMAZ.
Öte yandan, sayın çoğunluğun kabul ettiği görüşün önemli bir sonucu da
Anayasa Hukuku açısından ortaya çıkmıştır. Sayın çoğunluk 506 sayılı Yasanın
26/2. maddesini ihmal ederek doğrudan, Anayasa'nın 129/5. maddesini
uygulamıştır. Bir üst mahkeme olarak, Yargıtay'ın böyle bir yetkisi var
mıdır?
Gerçekten; anayasa sistemimizde bir mahkemenin, Anayasa'ya aykırı
gördüğü bir yasa kuralı karşısında görev ve yetkileri son derece açık bir
şekilde belirlenmiştir. Anayasa'nın 152 ve 2949 sayılı anayasa Mahkemesi'nin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 28. maddelerine göre; bir
mahkemenin bir yasa kuralını Anayasa'ya aykırı görmesi halinde, sorunu,
"itiraz yoluyla" Anayasa Mahkemesi'ne götürme yetkisi bulunmamaktadır.
Anayasa Mahkemesi'nin konuya ilişkin kararını belli bir süre beklemek ve bu
süre içerisinde Anayasa Mahkemesi, Anayasa'ya aykırılık sorununu
çözümlemezse, yürürlükteki Kanun hükümlerini uygulayarak eldeki davasını
çözmek zorunluluğu vardır. Buna göre mahkemenin; artık mevcut olan veya
Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilmemiş veya Yasama Organınca yürürlükten
kaldırılmamış veya değiştirilmemiş bir yasa kuralını yok kabul etmek veya
ihmal etmek ve sonuçta yasa kuralı yerine bir anayasa kuralı doğrudan ikame
etmek gibi bir yetkisi bulunmamaktadır. Böyle bir yetkinin tanınması, Yargı
sistemimizde kaos yaratması bir yana Anayasanın kabul ettiği Anayasal Yargı
sistemine ters düşer, Zira, bir yasa kuralını iptal etmek ve Anayasa'ya
uygunluk denetim yetkisi sadece Anayasa Mahkemesi'ne tanınmıştır.
Öte yandan; Anayasa Mahkemesi bir anayasa kuralının kendinden önceki
bir yasa kuralının yerine doğrudan uygulanıp uygulanmayacağı sorununa değişik
nedenlerle ve sadece kendi statüsü açısından yaklaşmış ve şu sonuca
varmıştır. "anayasa hükümleri, ister ana çizelgeleriyle ilkeleri kısaca,
ister bütün ayrıntılarıyla bazı konuları tam olarak belirlenmiş olsun etki ve
değer bakımından hep aynı niteliktedir. Yani bunlar, üstün, bağlayıcı temel
hukuk kurallarıdır. Hiç bir Kanunun hiç bir hükmü bu kurallara aykırı olamaz.
Ancak uyuşmazlık ve çelişme durumlarında sonraki Kanunun bazı hallerde önceki
Kanunun aykırı hükümlerini dolayısıyla kendiliğinden yürürlükten kaldırışı
gibi Temel Hukuk Kurallarının uyuşmazlığı ve çelişmeyi meydana getiren Kanun
hükmünü doğrudan doğruya kaldırarak ve onun yerine geçmesi mümkün değildir.
Aykırılığın giderilmesi için mutlaka bir eylem ve işlem gerekir ki, bu da
yasama yoluyla yahut iptal müessesinin işletimiyle olur (E. l963/205, K.
l963/123, 22.5.1963 AMKD., sayı: 2, s. 20; E.1963/106, K.l963/270, K:T.
ll.ll.l963 AMKD., sayı:l, s.468).
Gene, Anayasa Mahkemesi daha sonraki bir kararında, Anayasa
Mahkemesi'nin denetim yetkisi dışında bırakılarak Kanunların ihmal edilerek
doğrudan doğruya anayasa kuralının uygulanmasının mümkün olmadığını
belirtmiştir (E. l984/1, K. 1984/1 K.T. 28.91984). Bu görüş çerçevesinde, bir
mahkemenin bir Anayasa kuralını, yürürlükteki kural yerine doğrudan
uygulaması geçerli sayılabilir mi?
Esasen Anayasal ilke ve kurallar, temelde soyut ve genel niteliktedir.
Kimi konuların ayrıntılarıyla düzenlenmiş olmaları da sonucu değiştirmez ve
bu kuralların mahkemelerce, doğrudan konulara ilişkin kurallar yerine ikame
edilerek uygulamalarını gerektirmez. Ne zaman ki, bu ilke ve kurallar ilgili
konulara göre yasalara intikal eder ve yasa kurallarına dönüşür, bu takdirde
doğrudan uygulama imkanına kavuşurlar. Şu duruma göre, yukarda açıklandığı
üzere İdare Hukuku esaslarına ilişkin bir kuralın Sosyal Güvenlik Hukuku
alanında yer alan ve doğrudan uyuşmazlığa uygulanması zorunlu 506 sayılı
Yasanın 26/2. maddesi yerine ikame edilerek, doğrudan uygulanması Anayasal
açıdan mümkün değildir.
SONUÇ : Belirtilen nedenlerle sayın çoğunluk kararına katılmak mümkün
olmamıştır.
Orhan YALÇINKAYA Erdoğan AKTEKİN Utkan ARASLI
21.Hukuk Dairesi l0.Hukuk Daire 21.Hukuk Dairesi
Başkanı Üyesi Üyesi
|