Hukuki.NET


Yargıtay içtihatları bölümü

Yargıtay Kararı

 



       T.C.
     YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu

E: 1993/6-761
K: 1993/192
T: 5.5.1993

	ÖZET: Şuf'a (önalım) hakkının kullanılması nedeniyle hak sahibi
 davacının bedele ilişkin yükümlülüğü hakka konu olan payın, hakkın
 kullanıldığı tarihteki (önceden kullanılmamışsa dava tarihi) değeri
 olmalıdır; davalının, şuf'a hakkına konu edilen "satış tarihindeki gerçek
 değerinin sicilde gösterilen değer olmadığını ve satıştan sonra payın
 değerinin objektif ve enflasyon nedeniyle değiştiğini"  ileri sürme hakkı
 vardır. 
	O halde mahkemenin, görevinin belirlenmesinde temel alınacak dava
 değerini; önalım hakkına neden olan satılan payın dava tarihindeki değerine
 göre tesbit etmesi ve bu nedenle görevsizlik kararı vermesi doğru olmuştur.
	Taraflar arasındaki "şuf'a" davasından dolayı yapılan yargılama
 sonunda; (Kaş Sulh Hukuk Mahkemesi)nce davanın reddine dair verilen 26.2.1992
 gün ve 75-39 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi
 üzerine, Yargıtay İkinci Hukuk Dairesinin 30.4.1992 gün ve 5465-5934 sayılı
 ilamiyle; (...Davacı vekili, şuf'alı taşınmazın müvekkili ile Erdoğan ve Ayşe
 arasında müşterek iken diğer paydaşların paylarını 8.5.1982 ve 13.1.1983
  tarihlerinde davalıya sattıklarını 2.2.1988 tarihinde yurda döndüğünde
 öğrendiğini iddia ederek, 10.2.1988 tarihli dava dilekçesiyle şuf'a hakkının
  tanınmasını Sulh Hukuk Mahkemesinden istemiştir. 
	Davalı vekili, payların davalıya satıldığını davacının çok daha
 önceden bildiğini sukutu hak süresinin bulunduğunu esasen fiili bölünme
 sebebiyle davacının yerinin belirli ve ayrı olduğunu, davacının şuf'a hakkı
 talep etmekte iyi niyetli sayılmayacağını savunarak davanın reddini
 istemiştir. Tüm delillerin toplanmasından sonra davalı vekili, satış tarihi
 ile dava tarihi arasındaki zaman içindeki enflasyon sebebiyle şuf'alı payın
 değerinde büyük yükselme olduğunu belirterek dava tarihindeki değerin nazara
 alınmasını da istemiştir.
	Şuf'alı payların davalıya 90.100.- lira bedelle satıldığı tapu
 cevabından anlaşılmaktadır. Mahkeme, yaptığı keşif sonunda 44 m2 miktarlı
 olan taşınmazın dava tarihindeki değerinin 44 milyon lira olduğunu, buna göre
 dava konusu 2/3 payın değeri karşısında davaya bakma görevinin Asliye Hukuk
 Mahkemesine ait olduğunu kabul ederek görevsizlik kararı vermiştir.
	Şuf'a hakkının, müşterek payın maliki tarafından üçüncü bir şahsa
 satılması halinde diğer müştereklere tek taraflı irade beyaniyle ve satıştaki
 şartlar dairesinde tercihen satın almak yetkisini veren, inşai bir hak olduğu
 bilinmektedir. Şefi tek taraflı olarak iradesini bildirdiği anda şefi ile
 şuf'a mükellefi arasında satış akti meydana gelir. Bu hukuki ilke yönünden
 mukaveleden doğan şuf'a (M.K. 659) arasında hiçbir fark yoktur. Akti şuf'ada
 hak, tapu siciline şerh verildiği hallerde bu şerhte tayin olunan müddet
 zarfında ve sicilde gösterilen şartlar dairesinde kullanılabilir. Eğer
 sicilde ayrı bir şart gösterilmemişse payın davalıya satışındaki şarta itibar
 olunur (MK. 658/2). Kanuni şuf'a için yasa ayrı bir esas getirmemiştir.
 Burada, bir ön sözleşme ve sicil şerh verilme söz konusu olmamakla beraber,
 payın davalıya satışındaki şartlar tapudaki akit tablosunda açıkça bellidir,
 bu şartlara itibar olunması, kanunun amir hükmü nedeniyle zorunludur. Bu
 nedenle de, şuf'a hakkı kullanılmakla davacı ile davalı arasında doğan satış
 aktinin bedelinin, davalı ile satıcı arasındaki satışın şartlarından olarak,
 tapuda belli olan miktar olduğunu kabul etmek kaçınılmazdır.
	Açıklanan bu esaslar sebebiyle yıllardır istikrarla uygulana gelen
 Yargıtay kararlarında ve özellikle 20.6.1951 günlü 13/5 sayılı İçtihadı
 Birleştirme kararında, şefiin ödenmesi gereken şuf'a bedelinin, satış bedeli
 ve şefie ait olması gereken satış masrafları tutarından ibaret olduğu açıkça
 belirtilmiştir. Kanuni şuf'ada da uygulanan sukutu hak süresi içinde açılan
 dava, ister satış tarihinden itibaren bir ay içerisinde, ister öğrenmeden
 itibaren bir ay içerisinde açılmış olsun şefiin ödenmesi gereken şuf'a bedeli
 değişmez. Aksinin kabulü satış aktinin ve şuf'a hakkının hukuki niteliklerini
 zedeleyeceği gibi, gerek maddi hukuk gerekse usul hukuku açısından çok
 değişken ve sakıncalı haller oluşmasına neden olur. Bu şekildeki olgular da
 yargıya ve kararlarına olan güveni sarsar.
	Olayımızda; şuf'alı paylar 90.100.- Tl.ye satıldığına bu miktar
 üzerinden dava açıldığına göre, yukarıda açıklanan esaslardan zuhul olunarak
 şuf'alı payın keşfen saptanan dava tarihindeki kıymeti nazara alınarak
 görevsizlik kararı verilmesi doğru değildir...) gerekçesiyle bozularak dosya
 yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki
 kararda direnilmiştir.

	Temyiz Eden: Davacı vekili

	Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz
 edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği
 görüşüldü:

	Dava, şuf'a (önalım) hakkının tanınması istemine ilişkindir. Özel
 Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık görevli mahkemenin
 (sulh-asliye) belirlenmesinde toplanmaktadır. Öncelikle ifade etmek gerekirki
 bir taşınmazın ortak maliklerinden birinin payını üçüncü kişiye satması
 durumunda diğer ortakların alıcıdan bu payı bedelini ödeyerek öncelikle alma
 hakkının yani şuf'a hakkının kullanılmasının söz konusu olduğu davada, görev,
 dava değerine göre (HUMK. m. 1-2) belirlenir. Dava olunan şeyin değerinin ise
 alıcı olan davalıya ödenmesi gereken bedel (şuf'a bedeli) olduğu
 tartışmasızdır. Somut olayda şuf'a (önalım) bedelinin ne olacağı başka bir
 anlatımla şuf'a bedelinin belirlenmesi tartışma konusu olmuştur. Davalıya
 ödenmesi gereken şuf'a bedelinin (kapsamı) ortaya konmadan dava değerinin
 saptanması olanağı bulunmadığına göre, usul sorununun söz konusu olduğu
 durumda işin esasını ilgilendiren konunun tartışılması gerekmiştir. Altıncı
 Hukuk Dairesi'nin bozma kararında da açıklandığı gibi; Yargıtay
 uygulamasında, (YHGK'nun 7.10.1931 günlü kararından beri, bkz. Tepeci Notlu
 İzahlı Türk Kanunu Medenisi II 1946, sh. 49) şuf'a bedeli olarak ödenmesi
 gereken miktar "Davalıya tapuda yapılan satışta düzenlenen sözleşme
 tablosunda (sicilde) gösterilenle" sınırlı olduğu kabul edilmekte idi. Ancak,
 şuf'a (önalım) bedeli olarak tapu sicilinde gösterilenin esas alınması,
 hakkaniyet ile bağdaşmayan ve çıkarlar dengesini bozan durumlar meydana
 getirmektedir.
	Ülkemizde, genel olarak, taşınmaz satımlarında -tapuda- satış bedeli
 olarak gerçek değer yerine "emlak vergisine esas alınan daha düşük değer"
 gösterilmektedir.
	Diğer taraftan şuf'a (önalım) hakkının kullanılması, satış işleminin
 ortaklara resmen duyurulmaması nedeniyle, olayımızda olduğu gibi satıştan
 senelerce sonra gerçekleşebilmektedir.
	İşte, gerek gerçeği yansıtmayan sicildeki düşük bedelin kabul edilmesi
 ve gerekse satış günü ile şuf'a hakkının kullanıldığı (genellikle tescil
 davası ile birlikte kullanılmakta) gün arasında geçen sürede taşınmazın
 değerinde enflasyon ve diğer objektif nedenlerle meydana gelen artışların
 gözetilmemesi, hukukun amacı olan adaletin somutlaşmasını (hakkaniyet)
 önlediği ve çıkarlar dengesini bozduğu tartışılmayacak biçimde ortaya
 çıkmaktadır. Bu durumda şuf'a (önalım) hakkı sahibi nedensiz zenginleşirken
 alıcı olan davalı, fakirleşmektedir. Nitekim, olayımızda, davalıya (tapu
 sicilindeki bilgiye göre) 1982 yılında 90.100.- liraya satılan payın davanın
 açıldığı (şuf'a hakkının kullanıldığı) 10.2.1988 günündeki değerinin yaklaşık
 30.000.000.- lira olduğu  belirlenmiştir. Şuf'a bedeli olarak 30.000.000.-
 liraya karşılık 90.100.- liranın  ödenmesini kabul etmenin hakkaniyete uygun
 düşeceğini savunma olanağı yoktur; konunun tartışılması sırasında bu durum
 oybirliği ile benimsenmiştir.
	Sorun, çözüm yolu ve yönteminde toplanmıştır.
	Altıncı Hukuk Dairesi'nin bozma kararındaki görüşleri benimseyen
 üyeler, sözleşmeye dayanan şuf'a (önalım) hakkını düzenleyen MK.nun 658.
 maddedeki kuralların Kanuni şuf'a hakkı (MK. 659) içinde uygulanacağını, bu
 nedenle "hakkın tapu sicilinde gösterilen şartlar dairesinde
 kullanabileceğini ve burada gösterilen bedelin şuf'a bedeli olduğunu" ve
 ortaya çıkan adaletsiz ve hakkaniyete aykırı durumun ancak yasa
 değişikliğiyle giderilebileceğini savunmuşlardır.
	Kanuni şuf'a hakkının düzenlendiği MK.nun 659. maddesinde yalnız şuf'a
 hakkının varlığından söz edilmiş, hakkın kullanılmasının koşulları özellikle
 şuf'a bedelinin ne olacağı açıklanmamıştır. Bu nedenle MK. 658. maddesinde
 sözleşmeden kaynaklanan şuf'a hakkı için getirilen koşulların -kural olarak-
 kanuni şuf'a (önalım) içinde uygulanacağı görüşü doğrudur; bu husus,
 26.12.1951 gün ve 1/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da
 benimsenmiştir.
	Ancak; MK.nun 658. maddesindeki "şuf'a hakkının tapu sicilinde
 gösterilen şartlar dairesinde herhangi bir malike karşı dermeyan olunabilir"
 kuralı bir sözleşmenin getirdiği yükümlülüğün sonucu olarak (ahde vefa) kabul
 edilmelidir. Bir sözleşmede yer alan ve tapu siciline şerh edilen şuf'a hakkı
 bedelinin, hakkın sahibini bağlayacağı tartışılmaz. Bu nedenle yasa gereği
 doğan sözleşme dışı şuf'a hakkında "tapudaki satış bedelinin mutlak
 bağlayıcılığı söz konusu olmamalı"dır. Nitekim 658. maddenin ikinci bendinde
 sicilde şart gösterilmemiş ise gayrimenkulün (taşınmazın) davalıya
 satışındaki şarta itibar olunur hükmü de getirilmiştir. Bu da yalnız
 sözleşmede kararlaştırılan şartın yani önalım (şuf'a) bedelinin
 bağlayıcılığını ortaya koyar; burada sicilden değil sözleşmedeki
 kararlaştırılan şarttan söz edildiği gözardı edilmemelidir. Yasa gereği
 satımla birlikte doğan önalım (şuf'a) hakkında alıcı olan davalı, şuf'a
 bedeli için bir yükümlülük altına girmemiştir. Kanuni şuf'a  hakkı nedeniyle
 davalının, satış bedeline ilişkin önceden kabul ettiği şart söz konusu
 değildir.
	O halde sözleşmeden doğan şuf'a hakkı için geçerli olan "sicilde
 gösterilen şartlar" kuralının yasal önalım (şuf'a) hakkında söz konusu
 bedelin belirlenmesinde de uygulanacağını kabul etmek hem 658. maddenin
 amacına  ve hem de adalet ve hakkaniyet inançlarına uygun düşmez. Ancak
 davalının şuf'a hakkı sahibine karşı satış bedelinin tapuda yazılı olan
 miktardan  fazla olduğunu ileriye sürüp süremeyeceği üzerinde durulmalıdır. 
	Yargıtay'ın yukarıda açıklandığı gibi eskiden beri yerleşmiş görüşü ve
 doktrinde bir kısım öğretim üyeleri (M.Feyzioğlu, Şuf'a Hakkı Sh. 428-430;
 T.Esener, Muvazaalı Muameleler, Sh. 62-68; Gürsoy/Eren/Cansel, Türk Eşya
 Hukuku, 2. Baskı, 1984, Sh. 487; Oğuzman/Seliçi, Eşya Hukuku, 1988 Sh. 809)
 davalının tapuda gösterilen satış bedelinin gerçekte daha fazla olduğunu
 ileri süremeyeceğini kabul etmektedir. Bu yolda yapılan yorumların iki ana
 gerekçesi bulunmaktadır.
	Birincisi, "davalının, şuf'a hakkı sahibine karşı satış bedelinin
 muvazaalı yapıldığını ileri sürmesinin hüsnüniyet ve ahlak kurallarına (MK.
 m. 2) aykırı görülmesi"dir. Ancak önalım hakkı sahibinin, satılan payı gerçek
 değerinin çok altında alma girişiminin doğruluk ve güven (hüsnüniyet)
 kuralları (MK. m. 2) ile bağdaştığını söylemek olanağı olmadığı da
 gözetilmelidir. Hak sahibinin satılan payı gerçek değerinin altında almak
 istemesi yarar ve çıkarlar arasındaki dengeyi bozar; bu durumdaki kişinin
 MK.nun 2. maddesinden yararlanması olanağı olmamalıdır.
	İkincisi ise, 5887 sayılı Harçlar Kanununun 72. maddesinde "tapu
 idaresine bildirilecek satış bedeli işlem tarihindeki sürüm bedelinden aşağı
 olamaz" kuralıdır; taşınmaz satışlarında bedelde muvazaanın önüne geçmek için
 konulduğu kabul edilerek, "bu kural ile artık alıcının tapu sicilinde tescil
 edilmiş bedele davanın önalım (şuf'a) hakkı sahibine karşı bir iddiası
 olamayacağı" savunulmuştur (Esener  age, sh. 68).
	Ancak; Devlet'in, vergi alacağını böyle bir kurala bağlamış olmasının
 nedeni kamu hizmeti ve yararıdır; bu düzenlemeyle özel hukuk sonucunun
 çozümlenmesi yasa koyma tekniğiyle bağdaşmaz. Kaldı ki amaç açıktır. Bu gün
 yürürlükte bulunan 492 sayılı Harçlar Kanunu'nun 4 sayılı Tarifesinin 20.
 maddesinde getirilen kural, uygulamada idare tarafından yorumlanarak "tapuda
 yapılan işlemlerde devir ve alım bedeli değil emlak vergisi için gösterilen
 (daha düşük bedel)" değer esas alınmaktadır. 
	Türk-İsviçre Borçlar Hukukunda, kural olarak, muvazaalı işlemlerin
 geçersizliğinin üçüncü kişilere karşı ileri sürülmesini önleyici bir kural
 bulunmamaktadır (Esener, sh. 112). Genel kabul görmüş görüşe göre "muvazaanın
 üçüncü kişiye karşı ileri sürülememesinin ancak böyle bir iddianın ortaya
 atılmasının" ya hakkın kötüye kullanılması niteliğinde olması, ya da "BK.nun
 18/11'deki gibi yasada açıkça öngörülmüş olan durumlarda" söz konusu
 olabilir; şuf'a hakkı sahibine karşı muvazaanın ileri sürülmesinde hakkın
 kötüye kullanılması niteliği yoktur (Tandoğan, Borçlar Hukuku, Özel Borç
 ilişkileri C.1/1, 5.Baskı 1988, Sh. 238). Çünkü alıcı olan davalının, şuf'a
 hakkı sahibi davacının davaya konu payı gerçek değerinin, altında düşük
 bedelle almak istemesine karşılık muvazaa iddiasını ileri sürmesi çıkarlar
 dengesini korumayı amaçlamaktadır.
	Davacı ve davalı bu hukuki işlemin tarafları olmadığına göre "bedelde
 muvazaanın davalı tarafından tanıkla kanıtlanabileceği" kabul edilmelidir.
 Nitekim, 21.5.1958 gün ve 7/3 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme
 Kararı'nda ortak taşınmazın paydaşı payını karı kocaya, çocuklarına veyahut
 akrabaya temlik etmesi durumunda görünüşte satış sözleşmesi olsa bile
 gerçekte miras hukuku ile ilgili amaçlar ya da bağışlama gibi düşüncelerin
 egemen olduğu durumlarda, önalımı (şuf'a) hakkının kullanılamayacağı" kabul
 edilirken hem muvazaa iddiasının üçüncü kişilere karşı ileri sürülebileceği
 hem de bu iddianın tanıkla kanıtlanabileceği sonucuna varılmıştır (YHGK.
 14.4.1993 gün 8/159 sayılı kararı)
	20.6.1951 gün ve 13/5 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararında
 ise önalım (şuf'a) hakkı, taşınmazda pay sahibi bulunan kişiye diğer bir
 paydaşa ait hissenin üçüncü kişiye satılması durumunda o hisse müşteriye neye
 mal olmuş ise o miktar ile ve belli bir süre içinde satın almak yetkisi veren
 aynı bir hak olarak tanımlanmıştır. Bu nedenle inançları birleştirme
 kararının sonuç bölümünde "satış bedelinden söz edilmesini" müşteriye mal
 olan satış bedeli olarak anlamak gerekir. Bu nedenle anılan İnançları
 Birleştirme Kararının şuf'a bedelini payın satışı nedeniyle oluşturulan
 sicilde yazılı bedelle sınırladığı yolundaki görüşler üyelerin çoğunluğu
 tarafından paylaşılmamıştır.
	Şuf'a (önalım) hakkının, ortak payın satışından çok sonra kullanılması
 nedeniyle aradan geçen zaman içinde taşınmazın değerinde meydana gelen
 objektif artışlar ile enflasyon olgusunun önalım bedelinin belirlenmesine
 etkisi de kabul edilmelidir. Yukarıda açıklandığı gibi; önalım bedeli sicilde
 gösterilen satış değeri ile sınırlı olmadığına göre, hakkın şu veya bu
 nedenle geç kullanılmasından dolayı davacıyı amaç dışında zenginleştirecek ve
 alıcı davalıyı da fakirleştirecek yorum ve sonuçlardan kaçınılmalıdır. Çağdaş
 hukuk, haksız yani tam karşılığı verilmeden elde edilen kazançları
 korumamaktadır (MK. m. 21, 61-63). Mülkü ve ortağı ile ilgisini kesen bir
 kimsenin günün birinde ortaya çıkarak alıcı (davalı) zararına azımsanmıyacak
 oransız bir çıkar sağlaması, MK.nun 2. maddesinde düzenlenen objektif
 hüsnüniyet kuralına aykırıdır (Belgesay Mahkeme İçtihatları Analizi VII şuf'a
 Hakkı 1956 sh. 19). Bu nedenle satış tarihinden sonra taşınmazın değerinde
 meydana gelen objektif ve enflasyon artışlarının şuf'a bedeline dahil
 edilmesinin yorumu yasaya ve hukukun genel prensiplerine ters düşmez. Bedelin
 alıcı davalıya ödenmesinde sadece tazmin durumu olduğuna göre, hakkın
 kullanılması hiçbir zaman davalının zararına olmamalıdır.
	Tüm bu nedenlerle şuf'a (önalım) hakkının kullanılması nedeniyle hak
 sahibi davacının bedele ilişkin yükümlülüğü hakka konu olan payın, hakkın
 kullanıldığı tarihteki (önceden kullanılmamışsa dava tarihi) değeri
 olmalıdır. Davalının, şuf'a hakkına konu edilen "satış tarihindeki gerçek
 değerinin sicilde gösterilen değer olmadığını" ve "satıştan sonra payın
 değerinin objektif veya enflasyon nedeniyle değiştiğini" ileri sürme hakkı
 vardır.
	Önalım bedelinin hakkın kullanıldığı tarihteki gerçek sürüm değerine
 göre belirlenmesinden birtakım kuşkulara ve duraksamalara kapılmaya yer
 olmamalıdır. Nasıl sözleşmeden kaynaklanan önalım hakkında, sicilde bedel
 gösterilmeyen veya yasal önalım hakkında, hak sahibi davacının bedelde
 muvazaa iddiası ileri sürdüğü veya satış yerine bağış işlemi yapılan
 durumlarda gerçek satış bedeli araştırılabiliyorsa burda da yapılacak işlem
 aynı niteliktedir.
	O halde şuf'a (önalım) hakkının, kullanılması nedeniyle uygulamada
 ortaya çıkan ve tartışmasız kabul edilen adaletsiz (hakkaniyet) durumun yorum
 yoluyla düzeltilmesi olanağı olduğu kabul edilmelidir. Unutulmamalıdır ki,
 yasaların uygulanması sırasında görülecek haksızlıkların, adaletten
 sapmaların düzeltilmesi ilk önce yargıya düşen bir görevdir. Yasanın açık ve
 buyurucu bir emri olmadıkça yargı bu görevini yerine getirmekle yükümlüdür.
 Olayımızda yasal bir değişikliğe ve düzenlemeye gerek bulunmadığına göre bin
 dokuz yüz otuzlardan günümüze kadar gelen  yerleşmiş inançtan dönülerek,
 önalım (şuf'a) bedelinin payın satışında tapu sicilinde gösterilen değer
 olmayıp hakkın kullanıldığı yani dava tarihindeki değer olduğunun kabulü
 hukukun temel amaçlarından olan adaleti (hakkaniyet) gerçekleştirecektir.
	O halde mahkemenin, görevin belirlenmesinde temel alınarak dava
 değerini, önalım hakkına neden olan satılan payın dava tarihindeki değerine
 göre tesbit etmesi ve bu nedenle görevsizlik kararı vermesi doğru olmuştur.
	Konu üzerinde yapılan görüşme ve tartışmalar sırasında: Bir kısım
 üyeler, "10.5.1944 gün ve 14/18 sayılı İnançları Birleştirme Kararına
 dayanarak ve davanın tapu sicilinde gösterilen değere göre açıldığını, bu
 değere itirazın görev sorununa etkili olamayacağı gerekçesiyle" mahkemenin
 görevsizlik kararı veremeyeceğini fakat sulh mahkemesinin dava tarihindeki
 bedeli önalım (şuf'a) bedeli olarak belirleyebileceğini ileri sürmüşlerdir.
 Ancak 1944 tarihli anılan inançları birleştirme kararı dava açıldıktan sonra
 usulün 186. maddesinin söz konusu olduğu durumlarda meydana gelen değer
 değişikliğiyle ilgilidir. Diğer taraftan HUMK.nun 1. maddesi "görevli
 mahkemenin tesbitinde davanın açıldığı gündeki değerin esas tutulacağını"
 kabul etmiştir; önalım (şuf'a) bedeli, payın dava tarihindeki değeri olarak
 kabul edildiğinde görevin de buna göre belirlenmesi zorunludur. Gerekçesiyle
 çoğunluk tarafından bu görüş de paylaşılamamıştır. O halde usul ve yasaya
 uygun bulunan direnme kararı onanmalıdır.

	SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme
 kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA ve aşağıda döküm yazılı
 (7.000) lira bakiye temyiz ilam harcının temyiz edenden alınmasına, ilk iki
 görüşmede çoğunluk sağlanamadığı için 5.5.1993 gününde yapılan üçüncü
 görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.

Birinci Başkanvek. 16.Hukuk D.Bş.  11.Hukuk D.Bş.  10.Hukuk D.Bş.
İ.Teoman Pamir     İ.Özmen         N.Özkan         İ.T.Ozanoğlu

17.Hukuk D.Bşk.    12.Hukuk D.Bş.  18.Hukuk D.Bş.  14.Hukuk D.Bş.
H.H.Karadoğan      B.C.Kadılar     S.REzaki        E.Özdenerol
                                                   Bozma

13.Hukuk D.Bşk.V.  M.Elçin       K.N.Fadıllıoğlu   Y.S.Kitiş
M.S.Aykonu         Bozma
Bozma

19.Hukuk D.Bşk.V.  Ç.AŞçıoğlu    A.C.Göğüş         S.Tükenmez
Y.M.Günel
Bozma

E.Özkaya           H.Deniz       H.Özdemir         N.Turhan

B.Kartal           M.Çetin     15.Hukuk D.Bşk.V.   S.Uysal
Gerekçeye muhalif   Bozma        K.Öge             Bozma   
                                 Bozma
                                                             
M.Tunaboylu         M.Oskay      S.Sapanoğlu       Ş.E.Serim
Bozma                            Bozma             Bozma

M.H.Surlu           M.Ulusoy   20.Hukuk D.Bşk.V.   U.Araslı
                                 M.Aygün

Ö.Aksoy             O.G.Çankaya  H.A.BEngü         A.E.Baççıoğlu
                    Bozma

E.Doğu              B.Doğan      İ.Erdemir         A.Güneren
                                                   Bozma

E.K.Kurşun          M.Tutar      İ.Özmen           G.Arıkan 

M.Aydın
Bozma 

                          KARŞI OY YAZISI

	Taşınmaz mülkiyetinin takyitlerinden olan kanuni şuf'a hakkı,
 taşınmazda pay sahibi olan şahsa, başka bir hissenin üçüncü şahsa satılması
 halinde, o payı belli bir süre içinde satın alma hakkı veren aynı bir haktır.
 Bu hak şuf'alı payın üçüncü şahsa satılması ve satışa ıttıladan itibaren bir
 ay içinde kullanılmış olması gibi belli şartlar altında kullanılacak yenilik
 doğuran kurucu bir haktır. Bu hakkın kullanıldığına ilişkin tek taraflı irade
 bildiriminin alıcıya ulaşmasıyla, şuf'a hakkı sahibi yeni bir akit yapmaya
 hacet kalmaksızın alıcıya halef olur. Bu andan itibaren şuf'alı payın ref'i
 ve kararı şefie ait olur. Alıcı şuf'alı pay kendisine neye mal olmuş ise o
 miktar ile şefiin alacaklısı olur. Şuf'a hakkının bu hukuksal niteliği
 açısından hiçbir duraksama ve ayrı görüş mevcut değildir. 1940 yılından
 itibaren alınmış birçok Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kararlarında da bu
 esaslar kabul ve ifade edegelmiştir.
	Medeni Kanunun 657. maddesinden itibaren taşınmaz mülkiyetinin
 takyitleri düzenlenirken, akitten ve kanundan doğan şuf'a hakkı arasında
 hiçbir ayrım yapılmaksızın, müşterek hükümler 658. maddede yer almış
 tekrardan kaçınılarak 659. maddede sadece paylı taşınmaz paydaşının da şuf'a
 hakkına sahip olduğu belirtilmekle yetinilmiştir. Bu bakımdan 658. maddedeki
 hükümlerin tamamının 659. maddenin uygulanmasında da nazara alınması
 gerekeceği açık ve seçiktir.
	Akti şuf'anın isteyişinde esas olan taraflar arasındaki aktin
 şartlarıdır. O akit ve şartları sicilde şerhli olacağından hak o şartlar
 dairesinde kullanılacaktır. M.K. 658/1. maddede bu husus açıkca
 belirtildikten sonra aynı maddenin 2. fıkrasında, şuf'a hakkının şartlarının
 akitle gösterilmemiş ve dolayısıyla tapu sicilinde o şartların yer almamış
 olması halinde ise şuf'alı payın alıcıya satışındaki şartlara itibar
 olunacağı hükme bağlanmıştır. M.K. 659. maddesiyle tanınan kanuni şuf'a hakkı
 kullanılırken işte bu 658. maddenin ikinci fıkrasındaki gibi tapuda yapılan
 satışın şartlarına itibar olunacaktır. Şuf'a hakkının satıştan veya daha
 sonraki öğrenme gününden itibaren bir ay içinde kullanılmış olması bu yönden
 bir ayrıcalık yaratmaz. Zira maddenin son fıkrasının tüm maddeyi kapsadığı
 tartışılmayacak kadar açıktır. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulunun
 26.12.1951 gün 1/6 sayılı kararı bu yöndeki bazı tereddütleri daha o zaman
 ortadan kaldırmıştır. Böylece kanuni şuf'a hakkı  kullanıldığında davacı ile
 davalı alıcı arasında doğan halefiyet sonucu alıcıya iade edilecek olan
 bedel, onun payı satın alırken satıcıya ödediği satış bedeli ile yaptığı
 satış masrafları ve harçlar toplamından ibaret olan maliyet bedelidir.
 20.6.1951 tarih ve 13/5 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı sonuç fıkrası bir
 kere daha bu hukuki gerçeği vurgulamamıştır.
	Yukarıda belirtildiği gibi, yasal düzenlemedeki açıklığa ilaveten
 yıllar önce ortaya çıkan bazı değişik düşünceler Yargıtay İçtihatları
 Birleştirme Kararlarıyla giderilmiştir. İçtihadı Birleştirme Kararları benzer
 hukuki konularda Yargıtay Genel Kurullarını, dairelerini ve adliye
 mahkemelerini bağlar. (2797 sayılı Yargıtay Kanununun 45. maddesi) Bu yasal
 zorunluluklara karşın Medeni Kanunun 658. maddesinin 2. fıkrasının, ancak
 satıştan itibaren bir ay içinde açılan davalara hasren düzenlendiği sonucuna
 varılması ve bunun sonucu olarak tapudaki satış bedeli dışında yeni bir bedel
 arayışı yoluna gidilmesi doğru değildir.
	Çoğunluğu bu karara zorlayan tek dayanak, satış tarihinden uzunca
 zaman sonra şuf'a hakkının kullanılması durumunda, alıcıları enflasyon
 karşısında koruyup mağduriyetleri önlemek gerektiği inancıdır. Ancak davanın
 bir tarafı için olan bu düşünce, yasanın verdiği hakkı yine yasal sürede
 kullanan diğer taraf davacının durumunu ağırlaştırarak, asıl amaçla çelişir
 sonuç doğurmaktadır. Davacı satışı geç öğrenmiş, hak düşürücü sürenin
 geçirildiği kanıtlanmamışsa, aradan geçen zamanın davalıya yarar davacıya
 zarar verir bir sonuç doğurduğunun ve davacının kötü niyetli kişi gibi kabul
 edilmesi nasıl savunulabilir. Ayrıca hakkın kullanılmasıyla hak sahibi ve
 şuf'a borçlusu arasında doğan satış akdinin bedeli açısından ikili ve
 tutarsız durum yaratılmış olmaktadır. Zira, hakkın satıştan kısa süre sonra
 kullanılması halinde bedel, tapuda yazılı ve başlangıçta bilinen miktar
 olurken, hakkın geç kullanıldığı hallerde bedel, başlangıçta bilinmeyen,
 savunmaya göre gündeme geldiği takdirde tartışılıp bilirkişi düşüncesiyle
 saptanabilen değişken değere dönüştürülmüş olmaktadır. Oysa satış aktinin
 asıl unsuru olan bedelin değerden farklı olduğu tartışılmaz. Öte yandan
 hakkın satıştan ne kadar sonra kullanılacağı durumlarda değer esasının
 uygulanacağının belirsizliği de yeni bir sorun olarak ortaya konulmaktadır.
	Çoğunluğun vardığı sonuç uygulamada başka duraksamaları da beraberinde
 getirecektir. Şuf'a hakkı dava dışı irade bildirimiyle de kullanılabileceği
 için, satıştan hemen sonra bu yolla hakkın kullanılmasına rağmen şuf'a
 borçlusunun payı hak sahibine devretmeye yanaşmadığı durumlarda sonradan dava
 açılması zorunluluğu doğan hallerde hangi tarihteki bedel veya değer şuf'a
 bedeli olarak kabul edilecektir... yine satıştan hemen sonra açılan bir dava
 yıllarca bitirilemiyorsa davanın devamı sırasında yeni bir bedel arayışına mı
 girilecektir?...
	Diğer taraftan, bir aktin tarafı olan kişi o akitle muvazaa bulunduğu
 yolundaki iddiasını ancak yazılı delille kanıtlamak durumundadır. 5.2.1947
 gün 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile kabul edilen bu ilke
 sebebiyle, bedelde muvazaa savunması ileri sürmekte yarar bulunmadığını bilen
 davalılar, şuf'alı payın satın alınmasından sonra değerinde artmalar olduğunu
 bildirmek ve bu yolda bilirkişi mütalaası almak suretiyle, belli bir miktarı
 dahi kanıtlamak zorunda kalmadan İçtihadı Bİrleştirme Kararını aşmak imkanına
 sahip olacaktır; bunun tabii sonucu olarak da pay satışları yapılırken, fazla
 harç ödememek için satış bedelini küçük göstermekte hiçbir sakınca
 görmeyeceklerdir. Bu durum devletin zararına da yol açacağından görüşün bir
 başka sakıncalı yanını oluşturacaktır.
	Mahkemenin görevi meselesine gelince; Dava şuf'alı payın tapuda yazılı
 satış bedeli sebebiyle Sulh Hukuk Mahkemesinin görevi dahilindedir. Davalı
 görevli mahkemenin Asliye Hukuk Mahkemesi olmasını zorunlu kılan, daha yüksek
 bir satış bedeli iddiası getirmemektedir. Sadece o bedelin zararına olacağını
 savunmuştur. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulunun 10.5.1944 gün
 14/18 sayılı kararında, "asıl şuf'a davası açıldıktan sonra, davanın devamı
 sırasında, pay daha yüksek bedelle 3. kişiye satılırsa HUMK.nun 186.
 maddesine göre davanın yeni malike yöneltilmesi halinde son bedele bakılarak
 görevsizlik kararı verilmeyeceği" kabul edilmiştir. Bu kararın gerekçesinde
 amaç açıkca belirtilmiştir. Aynı amaçdan hareketle, şuf'a davalarında görevli
 mahkemenin tapu sicilindeki satış bedeli miktarına nazaran tayin edilmesi
 gerektiği, gerçek satış bedelinin daha az veya fazla olduğuna dair iddiaların
 göreve etkili olamayacağı Yargıtay H.G.K.nun 4.2.1953 gün 38/39 ve 16.6.1954
 gün 76/20 sayılı kararlarıyla benimsenmiştir. Uzun yıllardır uygulama bu
 yoldadır. Şuf'a bedelinin sonradan savunmaya göre değişken bir değer
 olabileceğinin kabulünde de bu yargısal kararlardaki görüşler kıyasen kabul
 edilip sürdürülmelidir. Görevsizlik kararı şartları gereğinin kabul edilmesi
 halinde apayrı bir uygulama getirilmiş olacak, ayrıca davanın devamı
 sırasında verilecek görevsizlik kararları, bunların kesinleşmesi aşamaları
 davaların uzamasına neden olacak, şuf'a bedelinin ne olması gerektiği
 yolundaki çoğunluk kararının tek amacı bu yolla etkisiz kalacaktır.
	Yukarıdan beri açıkladığım nedenlerle sayın çoğunluğun kararına
 katılamıyorum. 5.5.1993

                                                    Muammer ELÇİN
                                                         ÜYE

                 GEREKÇEYE KARŞI OY YAZISI  

	Davacı, müştereken paydaşı bulunduğu taşınmazın diğer paydaşlarca
  paylarının 8.5.1982 ve 13.1.1983 tarihlerinde davalıya satıldığını, satışı
 yeni öğrendiğini belirterek 10.2.1988 tarihinde sulh hukuk mahkemesinde
 açtığı bu dava ile önalım hakkını kullanmıştır.
	Mahkemece, dava tarihi itibariyle taşınmaz bedelinin 44.000.000 lira
 civarında bulunduğu belirtilerek görevsizlik kararı verilmiştir.
	Özel Daire, önalım hakkı sahibinin ödemesi gereken bedelin tapuda
 yazılı olan bedel ile tapu harç ve masrafından ibaret olduğunu bununda,
 tapuda 90.500.- lira olarak gösterildiğini açıklamak suretiyle, yerel mahkeme
 kararını bozmuştur.
	Yerel mahkemenin kararında direnmesi üzerine, Hukuk Genel Kurulunca
 yerel mahkeme kararının onanması gerektiği sonucuna varılmıştır.
	Yerel mahkemenin gerekçesi, MK.nun 2. maddesinden hareket edilerek
 varılan bir sonuçtur. Kişisel düşünceme göre, MK.nun 2. maddesinin
 uygulanmasının gerektiği fikrine katılmakla birlikte, gerekçenin aşağıda
 belirteceğimiz hukuki temele dayanmasını uygun görmekteyiz.
	Kişisel düşüncemiz, kararda da varılan sonuca bizde katılıyoruz. Yani
 önalım  hakkı sahibinin bu hakkını yıllarca sonra kullanması durumunda
 ödeyeceği bedelin tapuda yazılı olan bedel ile tapu harç ve masrafından
 ibaret olmadığı, dava tarihindeki gerçek değerin ödenmesi gerektiği hususu
 bizce de doğrudur.
	Ne varki bu sonuca varılabilmesi için dayanılan hukuki sebebe ve
 kararın gerekçesine kısmen de olsa katılmamaktayız.
	Şöyle ki, önalım hakkı yenilik doğuran bir hak olması itibariyle
 hakkın kullanılması ile karşı tarafın kabulüne veya herhangi başkaca bir
 işlemin yapılmasına gerek kalmadan yeni hukuki bir durum ortaya çıkmaktadır.
 Hakkın bu niteliği itibariyle kullanılması bir tasarruf işlemidir ve aynı bir
 nitelik taşımaktadır. Başka bir anlatımla, borçlandırıcı işlemin  bir tür
 tasarruf işlemine dönüştürülmesi, onun ifası niteliğindedir.
	Önalım hakkı, başkalarına nazaran öncelikle satın alma hakkıdır. Bu
 hakkın yasada öngörülen süre içinde kullanılması ile, hak kazanılmış olur.
 Amaç bir üçüncü kişinin paydaşlar arasına girmesini önlemektir.
	Paydaşlardan birinin payını üçüncü bir kişiye satması ile diğer bir
 paydaşın satılan payı öncelikle satın alma hakkı doğmaktadır. Bu hakkını tek
 taraflı bir irade beyanı ile kullandığı anda, mülkiyeti kazandığının kabulü
 gerekmektedir. İşte bu kazanmanın koşulları uygulamada tartışmalar
 yaratmıştır. Nedeni de hukuk alanına yansıması itibariyle önalıma konu olan
 payı, satıcı ile alıcı arasındaki sözleşmede belirlenen koşullarla mı, yoksa
 alıcı ile kendisi arasında yeni bir sözleşmenin kurulduğu sonucuna varılarak,
 bu son sözleşmeye göre mi istemde bulunacağı tartışmasından
 kaynaklanmaktadır.
	Bize göre satıcı ile alıcı arasında düzenlenen satış sözleşmesi
 nedeniyle mülkiyet alıcı adına tescil edilmektedir. Bu tescille alıcı MK.
 633. maddesi gereğince payın mülkiyetini kazanmaktadır. Ne var ki bu mülkiyet
 hakkı önalım hakkı sahibinin hakkını kullanması taliki şartına bağlıdır. Hak
 kullanılmakla mülkiyet sonuçsuz kalır. Çünkü önalım hakkının kullanılması ile
 alıcı adına yapılan tescil sebepsiz ve haksız bir tescil mahiyetini alır.
	Bundan dolayıdır ki, önalım hakkı sahibi payın kendi adına
 devredilmesini, alıcıdan ister. Böylece payın mülkiyetinin deviryolu ile
 alıcı adına tescil edilmesi üzerine, alıcı payın mülkiyetini önalım hakkı
 sahibine devretmekle yükümlü  olan satıcı paydaşın yerini tutmuştur. Bundan
 dolayı da artık önalım hakkı sahibinin muhatabı alıcı olduğundan satıcı bu
 üçgenin dışında kalmıştır. Ancak davanın alıcıya yöneltilmesinin hukuki
 dayanağı ve sebebi satıcı paydaş ile alıcı arasında yapılan sözleşme ve bu
 sözleşmeye göre alıcı adına intikal ettirilen mülkiyetin istenmesine ilişkin
 hukuki olgulardır. Durum böyle olunca şöyle bir sorun ortaya  çıkmaktadır.
 Satıcı ile alıcı arasında yapılan sözleşme ve bunun sonucu olarak  mülkiyetin
 alıcıya devredilmesi üzerine, önalım hakkı sahibinin bu hakkını yıllarca
 sonra kullanmaya kalkışması durumunda bu hakkın satıcı ile alıcı arasında
 yapılan sözleşmenin hakkın alıcıya karşı kullanılması sonucu aynı sözleşmenin
 bu defa kendisi ile alıcı arasında kurulmuş gibi hukuki sonuç doğurduğu,
 ancak yıllarca önce kurulmuş gibi olan ve önalım hakkı sahibinin bu hakkını
 kullanmakla sözleşmenin eski şartlar gereğince icrasının istendiği böyle bir
 istemin ise, sözleşmeye bağlılık (ahde vefa) ilkesine uygun olup olmadığı
 sonucudur. Bize göre önalım hakkı sahibinin yıllarca sonra satışı öğrendiğini
 belirterek bu hakkını kullanması eskiden satıcı ile alıcı arasında yapılan
 eski sözleşmenin bu gün itibariyle bir ifasını talep etme niteliğinde
 olduğundan, alıcıyı da bu sözleşme ile bağlı tutmak hak ve adalet kurallarına
 uygun düşmez. Burada yıllarca önce yapılmış olan bir sözleşmenin yıllarca
 sonra icrasının yapıldığı tarihteki sözleşme uyarınca istenmesi MK.nun 2.
 maddesine aykırıdır. Ancak bu sonuca varılabilmesi için sözleşmenin yapıldığı
 (satıcı ile alıcı arasındaki sözleşme ve payın devredildiği tarih) tarihdeki
 koşullar ile ifasının istendiği tarihteki ekonomik koşulların önemli ölçüde
 değişmiş olması gerekir. Bu halde tarafların sözleşmenin yapıldığı zamandaki
 durumların değişmemesi koşulu ile sözleşmeyi yaptıkları kabul edilir.
 (Clansula Rebus Sic Stantibus) olarak da isimlendirilen bu teoriye göre
 sözleşmenin yapıldığı tarih ile ifasının istendiği tarih arasında geçen
 sürede koşulların değişmiş olması nedeniyle, eğer taraflardan biri meydana
 gelen değişmeleri bilse idi, sözleşmeyi yapmayacağı, böylece sözleşmeyi kuran
 irade beyanının meydana getirdiği işlemin çöktüğü, yerine getirilmesinin
 taraflardan biri için son derece güçleşmiş olması gerekir. Buna karşın
 sözleşmenin eski koşullarla ifasının istenmesi taraflardan biri yararına
 önemli ölçüde haksız bir zenginleşme diğeri için de bir zarar meydana
 getirmek suretiyle hukukun hiç de öngörmediği bir sonuç ortaya çıkmaktadır.
 İşte bu durumda belirtilen emprevizyon teorisi uyarınca sözleşmenin günün
 koşullarına uyarlanması gerekmektedir.
	Somut olayda sözleşme 1982 yılında yapılmış olup, tapudaki bedel
 90.500.- liradır. Dava tarihindeki payın bedelinin 29.000.000.- lira
 dolaylarında olduğu belirlenmiştir. Böyle bir sonucun meydana gelmesinde
 tarafların kusuru yok ise de, önalım hakkı sahibinin tapuda yazılı olan
 bedelle tescil isteminde bulunması hiçbir kusuru bulunmayan davalı alıcının
 önemli ölçüde zarara uğraması sonucunu doğuracaktır.
	Bu duruma göre önalım hakkının uzun süre sonra kullanılması halinde
 para değerindeki düşmeler nedeniyle ödenecek bedelin, tapuda yazılı olan
  bedel ile harç ve masraftan ibaret olmayıp, dava tarihindeki bedel esas
 alınmalı, bu bedelden davalının kullandığı sürede elde edebileceği gelirler
  düşülmelidir. Böyle bir yöntemle yapılacak değer tesbitinin gerek MK.nun 658
 ve 659. maddelerine ve gerekse Özel Dairece işaret edilen 20.6.1951 gün ve
 5/13 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararına aykırı olmadığı düşüncesindeyiz.
 Çünkü MK.nun 659. maddesi bedelden sözetmemektedir. Aynı Yasa'nın 658/2.
 maddesini de olaya uygulama olanağı bulunmamaktadır. Zira satıcı bir ay
 içinde önalım hakkı sahibini haberdar etmekle yükümlü tutulmuştur. Sözü
 edilen İBK.da bunu engelleyen bir sonuca varmak olası değildir.
	Davaya bakacak görevli mahkemenin belirlenmesine gelince HUMK.nun  1.
 maddesi görevin, dava tarihindeki değer esas alınarak belirleneceği, aynı
 Yasanın 2/2. maddesi ise para dışındaki dava konusu şeylerin değerinin
 mahkemece tesbit edileceği ifade olunmuştur. Somut olayda önalım hakkı sahibi
 bu hakkını kullanmakla, aynı bir hakkın sahibi olduğunu ve bunun tanınmasını,
 adına tescil edilmesini istemektedir. O hakkın kullanıldığı tarihteki
 değeride mahkemece belirlenen miktar olarak kabul edilmelidir. Bu miktarın
 tesbitinde izlenen yöntem yanlış veya eksik olabilir. Onun düzeltilmesi
 yoluna gidilebilir. Ancak benzer somut olaylarda hiç bir zaman tapudaki
 değerin esas alınmasının istenmesi kabul edilemez.
	Görevli mahkemenin belirlenmesinde özel dairece bozmaya dayanak
 yapılan 10.5.1944 tarih ve 18/14 sayılı İBK.nın olayımıza uygulama olanağı
 bulunmamaktadır. Çünkü İBK.da hakkında dava açılan alıcının hak konusu  payı
 üçüncü bir kişiye devretmesi halinde, önalım hakkı sahibinin HUMK.nun 186.
 maddesi uyarınca hakkını yeni devir alana karşı kullanması durumunda ikinci
 davanın ilk davanın devamı olarak kabul edilmesi gerektiğini öngörmektedir.
 Bu nedenle de olaya uygulama olanağı bulunmamaktadır.
	Sonuç olarak genel kurulca varılan sonuç bize de uygun düşmektedir.
 Ancak  bedelin tesbitinde dava tarihinin esas alınması gerektiğine ilişkin
 gerekçeye dayanarak yapılan hukuki olgular bize uygun düşmemektedir.
 Özellikle davalının muvazaa savunmasına itibar edilemeyeceğini düşünmekteyiz.
 Çünkü aksi halde HUMK.nun taraflar arasındaki yazılı  sözleşmenin aksinin
 yazılı olmayan başka delillerle ispatı gibi bir sonuca varılmış olur. Zaten
 böyle bir yöntemde 7.10.1953 gün ve 7/8 sayılı İçtihadı Birleştirme kuralları
 ile de bağdaşmaz.
	Belirtilen nedenlerle, kararın bedelin tesbitine ilişkin olarak
 yazılan hukuki dayanak olarak gösterilen nedenlere katılamamaktayız.

                                                    Bilal Kartal
	 	 	 	Üye
    
İçtihat:
Hukuk Forumlarından Seçmeler
  • Clicking Here TLO lookup 
  • 02.05.2025 08:42
  • 2. küçük dairemde kira artış anlaşmazlığı 
  • 29.04.2025 15:42
  • Sözleşmede anarak whatsapp yazışmalarının yasal bildirim kanalı ilan edilmesi. 
  • 29.04.2025 00:17
  • Sözleşmedeki "görüş alınarak" ifadesi, görüşü alınan tarafa eylemi engelleme hakkı verir mi? 
  • 29.04.2025 00:03
  • [Babalık davaları] Evlat edinilen çocukların eski baba adı değişimi hk. 
  • 27.04.2025 11:06


    Yeni Mevzuat

  • KDV Filo Kiralama Şirketleri (Fleetcorp) Borçlarını Devir ALan Varlık Yönetim Şirketleri 

  • Filo Kiralama Şirketlerinin Borçlarının Varlık Yönetim Şirketlerine Devri Halinde KDV 

  • Trafik kazasında kusuru olmayan alkollü sürücüye kasko hasarı ödenir 

  • Keşide tarihinin tahrif edildiği ve ibraz sürelerinin geçtiği çekler Borçlu olunmadığının Tespiti 

  • İkinci Nesil İnternet Sitelerinin Hukuki Statüsü 




  • YARGITAY KARARLARI :
    İçtihat Arama motoru anasayfa   2007   2006   2005   2004   2003    2002    2001    2000   1999    1998    1997    1996   1995   1994   1993    1992    1991    1990    1989    1988    1987    1986    1985    1984    1983    1982    1981    1980    1979    1978    1977    1976    1975    1974    1973    1927-1972

    Diğer Bölümlerimiz +
    Tüm Hukuki NET forumları + Hukuki Portal + Hukuk Haberleri + Sözleşme ve dilekçe örnekleri + Mevzuat ve bilimsel incelemeler + Hukukçu Blogları + Avukat ilanları + Videolar + Linkler + Ansiklopedi ve Sözlük +

    İçtihat Arşivi  Eski içtihat dizini

    Hukuk Forumlarından Seçmeler
  • Clicking Here TLO lookup 
  • 02.05.2025 08:42
  • 2. küçük dairemde kira artış anlaşmazlığı 
  • 29.04.2025 15:42
  • Sözleşmede anarak whatsapp yazışmalarının yasal bildirim kanalı ilan edilmesi. 
  • 29.04.2025 00:17
  • Sözleşmedeki "görüş alınarak" ifadesi, görüşü alınan tarafa eylemi engelleme hakkı verir mi? 
  • 29.04.2025 00:03
  • [Babalık davaları] Evlat edinilen çocukların eski baba adı değişimi hk. 
  • 27.04.2025 11:06


    Yeni Mevzuat

  • KDV Filo Kiralama Şirketleri (Fleetcorp) Borçlarını Devir ALan Varlık Yönetim Şirketleri 

  • Filo Kiralama Şirketlerinin Borçlarının Varlık Yönetim Şirketlerine Devri Halinde KDV 

  • Trafik kazasında kusuru olmayan alkollü sürücüye kasko hasarı ödenir 

  • Keşide tarihinin tahrif edildiği ve ibraz sürelerinin geçtiği çekler Borçlu olunmadığının Tespiti 

  • İkinci Nesil İnternet Sitelerinin Hukuki Statüsü 




  • YARGITAY KARARLARI :
    İçtihat Arama motoru anasayfa   2007   2006   2005   2004   2003    2002    2001    2000   1999    1998    1997    1996   1995   1994   1993    1992    1991    1990    1989    1988    1987    1986    1985    1984    1983    1982    1981    1980    1979    1978    1977    1976    1975    1974    1973    1927-1972

    Diğer Bölümlerimiz +
    Tüm Hukuki NET forumları + Hukuki Portal + Hukuk Haberleri + Sözleşme ve dilekçe örnekleri + Mevzuat ve bilimsel incelemeler + Hukukçu Blogları + Avukat ilanları + Videolar + Linkler + Ansiklopedi ve Sözlük +

    İçtihat Arşivi  Eski içtihat dizini