 |
Yargıtay içtihatları bölümü
Yargıtay Kararı
T.C
Y A R G I T A Y
Ceza Genel Kurulu
E. 1993/3-53
K. 1993/125
T. 26.4.1993
* TEMYİZ SÜRESİ
ÖZET : Olayımızda, 9.7.1992 günü sanık ve vekilinin yokluğunda verilen
mahkumiyet hükmü 29.7.1992 günü sanık vekiline tebliğ olunmuş ve karar
10.9.1992 günü sanık vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Orman Kanununun 83. maddesi gereğince orman suçlarına ilişkin davalar acele
mevaddan olup, adli tatil içerside görülür ve tatil zamanına tesadüf eden
süreler işler. Bu nedenle temyiz davası açılabilmesi için CMUK.nun 310.
maddesinde öngörülen bir haftalık süre, yasal tatil olmayan 5.8.1992 günü
mesai bitimi sona erdiğinden temyiz süresinin geçirildiği ve sanığa
hükmolunan cezanın miktarı itibariyle de hüküm "CMUK.nun 305. maddesi
gereğince kendiliğinden temyize tabi olmadığı" anlaşıldığından; sanık
vekilinin temyiz isteğinin reddine karar verilmelidir.
Yukarıda anlatılan nedenlerle yasal süre geçtikten sonra açılan temyiz
davasının CMUK.nun 317. maddesi gereğince reddi gerekir.
(1412 s. CMUK. m. 310, 33, 305, 317) (7201 s. Tebligat K. m. 11)
Ormanda bina yapmak suçundan sanık İbrahim'in OY.nın 93/1, 55/3; 647 sayılı
Yasanın 4. maddeleri gereğince 600.000 lira ağır para cezası ile
cezalandırılmasına, tazminat, vekalet ücreti ve nisbi harcın sanıktan
tahsiline ilişkin, (Üsküdar Sulh Ceza Mahkemesi)nce verilen 27.12.1990 gün,
528-795 sayılı hükmün sanık vekili tarafından temyizi üzerine dosyayı
inceleyen Yargıtay Üçüncü Ceza Dairesi, 5.12.1991 gün, 11293-16331 sayı ile;
"1- Sanığın eyleminin teşebbüs derecesinde kaldığının gözetilmemesi,
2- Ağaçlandırma giderine hükmolunamayacağının düşünülmemesi" isabetsizliğinden
bozmuş,
Yerel Mahkeme, 9.7.1992 gün, 71-409 sayı ile;
"Ormanda bina için açma yapılmış ve sonradan bina tamamlanmıştır. Ağaçlandırma
giderine hükmolunmayıp, müdahilin talep ettiği ve gördüğü zarara karşılık
tazminata hükmedilmiştir" gerekçesiyle önceki hükümde direnmiştir.
Bu hükmün de Yargıtay'ca incelenmesi, sanık vekili tarafından istenilmekle;
dosya Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın "temyiz isteğinin reddine karar
verilmesini" isteyen 17.2.1993 tarihli tebliğnamesiyle Birinci Başkanlığa
gönderilmekle Ceza Genel Kurulu'nca okundu, gereği konuşulup düşünüldü:
Ceza davalarında temyiz süresi ile temyiz süresinin başlama tarihi CMUY.nın
310. maddesinde, tefhim ve tebliğ ile ilgili hükümler ise aynı Yasanın 33 ve
devamı maddelerinde yer almıştır. 310. maddenin 1. fıkrasında temyiz
davasının hükmün tefhiminden itibaren 1 hafta içinde açılabileceği
belirtilmiş olup, maddeye göre temyiz davası açma süresi tefhimle
başlamaktadır. 2. fıkrada ise, hükmün tefhiminin sanığın yokluğunda yapılması
halinde, temyiz süresinin kararın tebliğ tarihinden itibaren başlayacağı, 33.
maddenin 2. fıkrasında tefhim olunmayan kararların ilgilisine tebliğ
edileceği hükme bağlanmıştır.
Öte yandan, 7201 sayılı Tebligat Yasasının 11. maddesinde; "vekil ile takip
edilen işlerde tebligat vekile yapılır" hükmüne yer verilmiştir. Hükmü temyiz
edebilme yetkisi, kamu davasının bütün aşamalarda sanığın savunmasını
üstlenen vekilin yasal görevi içerisinde bulunmaktadır.
Ceza Muhakemeleri Usulü Yasasının açıklanan maddeleri ile Tebligat Yasasının
11. maddesi birlikte incelenip değerlendirildiğinde; sanığın ve vekilinin
yokluğunda tefhim olunan kararın, vekile tebliğ edilmesi gerekmektedir.
Ayrıca, sanığa tebligat yapılmasına gerek yoktur. Ancak, herhangi bir nedenle
vekile tebligat yapılmaması halinde asile tebligat yapılmalıdır. Yargıtay
Ceza Genel Kurulu'nun ve Özel Dairelerin duraksamasız uygulamaları bu
doğrultudadır. Sürekli ve duraksamasız bu uygulamanın yasal bir değişiklik
olmadıkça sürdürülmesinde de uygulama açısından zorunluluk vardır.
Aksi kabul; infaz ve zaman aşımına ilişkin birçok karışıklıkları beraberinde
getirir. Yargıtay'ın bir görevi de hukuki istikrarı sağlamaktır.
Olayımızda, 9.7.1992 günü sanık ve vekilinin yokluğunda verilen mah-kumiyet
hükmü 29.7. 1992 günü sanık vekiline tebliğ olunmuş ve karar, 10.9.1992 günü
sanık vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Orman Yasasının 83. maddesi gereğince orman suçlarına ilişkin davalar acele
mevaddan olup, adli tatil içerisinde görülür ve tatil zamanına tesadüf eden
süreler işler. Bu nedenle temyiz davası açılabilmesi için CMUY.nın 310.
maddesinde öngörülen bir haftalık süre, yasal tatil olmayan 5.8.1992 günü
mesai bitimi sona erdiğinden temyiz süresinin geçirildiği ve sanığa
hükmolunan cezanın miktarı itibariyle de hükmün "CMUY.nın 305. maddesi
gereğince kendiliğinden temyize tabi olmadığı" anlaşıldığından; sanık
vekilinin temyiz isteğinin reddine karar verilmelidir.
* Çoğunluk görüşüne katılmayan Kurul üyelerinden Muharrem DİNÇ;
"Sorun müdafii olsa bile, yokluğunda tefhim edilen hükmün (kararın) sanığa
bildirilmesi (tebliğ edilmesi) gerekip gerekmediğine ilişkindir. Sayın
çoğunluk, Tebligat Kanununun 11. maddesinden hareketle, tefhim müdafiinin
yüzüne karşı yapılmış veya müdaife tebliğ edilmiş ise, ayrıca sanığa
bildirmeye (tebliğe) gerek bulunmadığı görüş ve kararındadır.
Çoğunluğun bu görüş ve kararına aşağıdaki nedenlerle katılmıyorum:
1) Kavram sorunu : Gerek bu dosyanın müzakeresinde gerekse önceki bazı benzer
kararlarda (müdafi) yerine (vekil) kavramı kullanılmaktadır. Bilindiği üzere,
bu iki kavram birbirinden çok farklıdır. Şu kadarını belirtelim ki, kanunda
gösterilen istisnai bazı haller dışında, müdafi, hiç bir surette vekil gibi
sanığın temsilcisi değildir. Vekalette, bir akit yani temsil yetkisi veren
vekaletname şart olduğu halde yasa koyucu, sözü edilen istisnai haller
dışında, sanığın yanında mahkemede hazır bulunan ve savunma görevini üzerine
alan müdafiden vekaletname aramamıştır. Vekaletnamesiz müdafiin hükmü temyiz
etmesi halinde ve temyizin geçerli olduğuna ilişkin 20.10.1975 tarih ve 7/9
sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da bu husus çok çarpıcı bir biçimde
vurgulanmıştır. Dahası Kanun koyucunun görüş ve buyruğu da bu doğrultudadır.
Gerçekten, CMUK.nun 136. maddesi gerekçesinde: Müdafaa hakkı, müdafi ve hangi
tahkikat safhalarına teşmili gerektiği açıklanırken, aynen: "... makamı iddia
ile müdafaa beyninde mevcut olması zaruri olan müsavat, müdafaanın bu
safhalara da teşmilini mecburi kılmaktadır" denilmek suretiyle müdafiin ceza
yargılamasındaki konumu ve fonksiyonu hiçbir duraksamaya yer vermeyecek
biçimde ortaya konulmuştur (Bkz., Muhtar Çağlayan, Ceza Muhakemeleri Usulü
Kanunu, Ankara-1980, Cilt 1, Sh. 748).
Doktrin de aynı görüştedir (Örneğin, Bkz., Prof. Dr. Nurullah Kunter, Ceza
Muhakemesi Hukuku, İstanbul 1989, Sh. 243 ve devamı).
2) Yasal Hükümler : CMUK.nun 33 ve 310. maddelerinin buyurucu hükümlerine
göre, sanığın gıyabında tefhim olunan karar ve hükümlerin bizzat sanığa
tebliği zorunludur. Gerçekten, örneğin anılan 33. maddenin gerekçesinde, "...
gıyabında ise, kendisine tebliğ olunmak dahi mukarreratın muhtevasına ıttıla
noktasından lüzumlu görülerek..." denilmek suretiyle bu zorunluluk
pekiştirilmiştir (Bkz. M. Çağlayan age., Sh. 291). 466 sayılı Yasa
uygulamasına ilişkin 21.4.1975 tarih ve 3/5 sayılı İçtihadı Birleştirme
Kararının gerekçesinde, anılan 33 ve 310. maddeler hükümlerine atıfla gerekli
açıklama yapıldıktan sonra, aynen: "Görülüyorki yasal hakların kullanılmasını
sağlayabilmek için ilgililerin, haklarındaki karar ve hükümlerden haberdar
edilmeleri Usul Hukukunun ana kuralları arasında yer almaktadır.
Bildirilmeyen bir karar sonucunda, kişilerin yasal haklarını arayamaz ve
alamaz durumda bırakılmaları, adalet ilkeleri ile bağdaştırılamaz" denilerek
tebliğ zorunluluğu vurgulanmıştır.
Burada, Anayasa'nın Hak Arama Hürriyeti başlıklı 36. maddesini hatırlamakta
yarar vardır. Bu maddeye göre: "Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak
suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma
hakkına sahiptir".
3) Tebligat Kanunu : Bilindiği üzere, 11.2.1959 tarih ve 7201 sayılı Tebligat
Kanunu 6.6.1985 tarih ve 3220 sayılı Kanunla değiştirilmiştir. Konumuza
hasren, anılan Kanunun 11. maddesinin 1. fıkrası da bu kanunla değiştirilmiş
ve bu arada sözü edilen fıkraya şu hüküm eklenmiştir:
"Ancak Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun, kararların sanıklara tebliğ
edilmelerine ilişkin hükümleri saklıdır". Bu değişikliğin gerekçesi şudur:
"...Her hükmün ilgiliye bildirilmesi, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun ana
ilkelerinden birini oluşturmaktadır. Kanun koyucu bu konuda çok hassas
davranmış, ilgililerin kanuni haklarını kullanabilmeleri için sanıkların
karar ve hükümlerden haberdar edilmeleri öngörülmüştür. Hal böyle iken, Hukuk
Usulü Muhakemeleri Kanununun eski 124. maddesinin mukabili olan Tebligat
Kanununun 11. maddesinde geçen "vekil" kavramı çoğu zaman müdafi kavramıyla
aynı mahiyette telakki edilmekte, bu sebeple Ceza Yargılamasında, tebligat
bakımından birbirinden farklı uygulamalara ve hatalı sonuçlar doğmasına sebep
olmaktadır. Bilindiği gibi, Hukuk yargılamasındaki "vekil" ile Ceza
Yargılamasındaki "Müdafi" kavramları birbirinden farklıdır. Vekil,
müvekkilden ayrı ve bağımsız bir statüye sahip değildir, bağımlıdır. Temsil
ettiği kişinin talimatıyla hareket eder ve onun yokluğunda onun yerine geçer.
Müdafi ise, sadece ceza davasında söz konusudur... duruşma vekil için değil
sanık için yapılmaktadır. Akibeti de sanığın özgürlüğü veya mali durumu ile
kısacası şahsı ile ilgili bulunmaktadır. Bu itibarla, Ceza davalarında
kararların sanıklara tebliğ edilmesine gerek görmemek, müdafiine yapılan
tebliği geçerli saymak adalet ilkeleriyle bağdaştırılamayacak bir durumdur.
İşte, yukarıda belirtilen görüşlerin ışığı altında uygulamaya açıklık
getirmek için 11. maddenin birinci fıkrası yeniden düzenlenmiş ve ... Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanununun, kararların sanıklara tebliğ edilmesine ilişkin
hükümleri saklı tutulmuştur" (Bkz., Türkiye Büyük Millet Meclisi, S. Sayısı:
316, Dönem: 17, Sahife: 2-3).
4) Sonuç : Yukarıda sözü edilen Anayasa hükmü, CMUK.nun 33 ve 310. maddeler ve
3220 sayılı Kanunla değişik Tebligat Kanununun 11. maddesi hükümleri ile
gerekçeleri ve içtihadı birleştirme kararları, hiçbir duraksamaya yer
vermeyecek biçimde, o kadar açık ki, aksine bir uygulamayı olanaklı ve yasal
görmüyorum.
Kaldı ki, müdafii olsa bile, sanığa isnat edilen suç bildirilip savunmasının
alınmamasını, yokluğunda dinlenen tanık beyanlarına veya aleyhe bozmaya karşı
diyeceğinin sorulmamasını, son söz verilmemesini... savunma hakkını kısıtlar
nitelikte kanuna aykırılık sayan ve bu konuda büyük duyarlılık gösteren Yüce
Yargıtay'ın, mahkumiyet hükmünü sanığa bildirmeye gerek görmemesinin çelişki
ve kanuna aykırılık olduğunu ve bunun sonucunda da kişinin savunma hakkının,
hak arama özgürlüğünün kısıtlandığını düşünüyorum.
Açıklanan sebeplerle sayın çoğunluğun kararına katılmıyorum" diyerek.
Üyelerden Vural SAVAŞ ise; (Kanunumuz bazı hallerde sanığın kendisini, sarih
ve zımni bir vekalet akdine dayanan temsilcisi olan vekili marifetiyle
müdafaa ettirmesini kabul etmiştir: a- Sanık şahsi davada vekaletnameyi haiz
bir avukat veya dava vekili tarafından kendisini temsil ettirebilir. -CMUK.
356- , b- Gaip aleyhindeki duruşmada sanık namına, onu temsil etmek üzere,
sarih bir vekaletname ile müdafii gelebilir, c- Sanık hazır bulunmaksızın
yapılan duruşmalara sanığın müdafi gönderme yetkisi vardır, bu müdafi aynı
zamanda sanığın temsilcisidir. -CMUK. 227, 228/2, 258/5- ç- Kanunumuz arama
ve zabıt işlemlerinde de sanığın temsil edilebileceğini kabul etmiştir, d-
Teminatla salıvermede müdafi Türkiye'de oturmayan sanığı temsilen, tebligat
kabul edebilir -CMUK. 119-, e- Müdafi temyiz duruşmasında sanığı temsil eder,
f- Müdafi ceza kararnamesine itiraz üzerine yapılan duruşmada da sanığı
temsil eder -CMUK. 390-.
Müdafi ancak yukarıda sayılan durumlarda sanığın temsilcisidir, onun yerine
geçer.
Müdafiler, temsilci olan ve olmayan diye ikiye ayrılabilir. Bu ayrım,
vekaletnameli ve vekaletnamesiz ayrımından farklıdır. Zira vekaletnameli
müdafi her zaman temsilci değildir -Prof. Dr. Nurullah KUNTER, Ceza
Muhakemesi Hukuku, 8. Bası, S. 225/228-.
Medeni muhakemede avukat müşterisi adına hareket etmektedir; onun talimatı ile
bağlıdır. Suç muhakemesinde ise, müdafiin sanıktan fazla yetkileri vardır. Bu
yüzden, sanığın vekili olamaz. Çünkü, vekilin yetkileri asilden fazla
değildir, müdafiin yetkileri ise sanıktan fazladır -Prof. Dr. Öztekin TOSUN,
Türk Suç Muhakemesi Hukuku, 1984, Cilt 1, S. 623-.
Müdafi, mahkeme ve maznun karşısında müstakil bir vaziyete sahiptir.
Mahkemenin ve maznunun arzuları ile bağlı değildir. Bunun içindir ki,
tebligat işlerinde ve keza duruşmada müdafi, maznundan ayrı bir mevkide
tutulmuştur -Dr. O. SCHWARZ, Alman Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu Şerhi,
Çeviren Rıfat Taşkın, 1939, S. 259/260-.
Gerçekten Tebligat Kanununun 11. maddesine göre; "Vekil ile takip edilen
işlerde tebligat vekile yapılır" hükmüne yer verilmişken, bu maddenin birinci
fıkrasına 3220 sayılı Yasa ile; "Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun,
kararların sanıklara tebliğ edilmelerine ilişkin hükümleri saklıdır" cümlesi
eklenmiştir. Anılan değişikliğin gerekçesinde; "CEZA DAVALARINDA KARARLARIN
SANIKLARA TEBLİĞ EDİLMESİNE GEREK GÖRMEMEK, MÜDAFİİNE YAPILAN TEBLİĞİ GEÇERLİ
SAYMAK ADALET İLKELERİYLE BAĞDAŞTIRILMAYACAK BİR DURUMDUR. .... HER HÜKMÜN
İLGİLİYE BİLDİRİLMESİ, CEZA MUHAKEMELERİ USULÜ KANUNUNUN ANA İLKELERİNDEN
BİRİNİ OLUŞTURMAKTADIR" denilmek suretiyle tebligat, işlerinde CMUK.undaki
özel hükümlerin öncelikle uygulanacağı açık bir biçimde belirtilmiştir.
CMUK.nun konumuzla ilgili 33. maddesinde:
"Alakadar tarafın yüzüne karşı ittihaz edilen kararlar kendisine tefhim olunur
ve isterse kararın bir sureti de verilir.
Diğer kararlar tebliğ olunur.
Alakadar olan taraf tutuklu ise, tebliğ edilen varaka talebi halinde kendisine
okunup anlatılır" denilmektedir.
Hem sanığın, hem de müdafiinin "alakadar taraf" olduğunda kuşku
bulunmamaktadır.
Doktrindeki görüşler de bu doğrultudadır. Şöyle ki;
A- Müdafi, medeni muhakemedeki vekilden farklıdır ve müstakil bir durumu
vardır. Bu sebeple, SANIĞA BİLDİRME MÜDAFİE BİLDİRME YERİNE GEÇMEDİĞİ GİBİ,
MÜDAFİE BİLDİRMEDE MÜDAFİ SANIĞIN TEMSİLCİSİ OLMADIKÇA, SANIĞA BİLDİRME
YERİNE GEÇMEZ VE SANIK İLE MÜDAFİE AYRI AYRI BİLDİRME GEREKİR... Müdafaa
hakkını zorlaştırmamak için, süre son bildirmeden hesaplanmalıdır -Prof. Dr.
Nurullah KUNTER, adı geçen eser, S. 434-.
B- Ceza yargılamasında müdafi savunma yanında yer alan bir yargılama sujesi
olduğundan, sanığa bildirilen işlem ve kararların ayrıca müdafie de
bildirilmesi şarttır. Sanığa bildirme yeterli değildir. Sanığa ve müdafie
ayrı ayrı bildirimler yapıldığında, bir sürenin hesaplanmasının sözkonusu
olduğu durumlarda, sürenin başlangıcı en son bildirimden başlamalıdır.
Almanya'da 1965 yılında yasada yapılan değişiklikle bu ilke kabul edilmiştir
-Prof. Dr. Erdener YURTCAN, Ceza Yargılaması Hukuku, 1982, S. 143-.
Olayımızda, duruşmadan vareste tutulmuş olmayan sanık ve müdafiin yokluğunda
verilen hüküm sanığa tebliğ edilmediğine göre, hükmün sanığa da tebliği
sağlanmalı; hükmün sanık tarafından temyiz edilmese dahi, müdafiinin bu
tebligattan önce yaptığı temyiz istemi süresinde kabul edilerek dava dosyası
esas yönünden incelenmelidir) görüşüyle,
* Bir kısım Üyeler ise; "Vekil ile müdafi kavramları farklıdır. Ceza
Muhakemeleri Usulü Yasasının kural olarak benimsediği kurum "vekalet" değil,
"müdafiliktir". Kural olarak bir ceza davasının sanık dinlenmeden vekil
vasıtasıyla takip ve sonuçlandırılması olanaksızdır. Yasada, "zımnen
varestelik" müessesesi mevcut değildir. Duruşmada bulunmak ve hakkındaki
hükümden haberdar olmak, sanık için bir haktır. 7201 sayılı Tebligat
Yasasının 11. maddesinde, "CMUY.nın kararların sanıklara tebliğ edilmelerine
ilişkin hükümlerinin saklı tutulması" nedeniyle, gıyabında verilen hükmün
sanığa da tebliği gerekir. Bu nedenle, dosyanın mahalline iadesine karar
verilmelidir" düşüncesiyle, karşı oy kullanmışlardır.
S o n u ç : Yukarıda açıklanan çoğunluk görüşünde belirtilen nedenlerle, yasal
süre geçtikten sonra açılan temyiz davasının CMUY.nın 317. maddesi gereğince
(REDDİNE), istem gibi 26.4.1993 günü oyçokluğuyla karar verildi.
|