 |
Yargıtay içtihatları bölümü
Yargıtay Kararı
T.C.
Y A R G I T A Y
Hukuk Genel Kurulu
E.1993/13-125
K.1993/711
T.10.11.1993
ÖZET : Taraflarca düzenlenen ve uyuşmazlığın dayanağı olan taşınmaz
satışına ilişkin 28.5.1990 günlü sözleşmenin yasanın öngördüğü biçim koşuluna
(MK.634; BK.213) uygun yapılmadığı tartışma konusu değildir. Bu nedenle,
sözleşme (hukuki işlem) geçersizdir. Mutlak geçersizlik sözkonusu olduğuna
göre böyle bir sözleşmeyle kabul edilen şart da geçersizdir.
Yasada, asıl sözleşme içerisinde kararlaştırılan ve sözleşmenin bir
parçası olan cezai şart için de (akit kayıt) asıl borcun tabi olduğu biçim
koşulunun geçerli olacağı yolunda bir hüküm bulunmamaktadır. Taşınmaz
satımını güçlendirilen cezai şartda; satış sözleşmesinin tabi olduğu resmi
şekilde yapılmalıdır. Aksi halde cezai şartın geçerliliğinden sözedilemez.
Taraflar arasındaki "alacak" davasından dolayı yapılan yargılama
sonunda; (Şişli Birinci Asliye Hukuk Mahkemesi)nce davanın kabulüne dair
verilen 10.12.1991 gün ve 1991/342-730 sayılı kararın incelenmesi davalı
vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay Onüçüncü Hukuk dairesi'nin
düzenlenen 28.5.1990 günlü sözleşme, tapulu taşınmaz mülkiyetini devir borcu
doğuran bir sözleşme olarak Yasanın öngördüğü biçim koşullarına uygun
yapılmadığından hukuken geçersizdir. (MK.634; BK.213; Tapu K.26; Noterlik
Kanunu 60/3 Md.leri). Asıl edimin geçersiz bulunması nedeniyle buna bağlı
feri edim (ceza-i şart) de geçersizdir. Davacı geçersiz sözleşmeye dayanarak
ceza-i şart alacağı isteyemez. Mahkemece bu husus gözardıedilerek davanın
reddine karar verilecek yerde yazılı şeklin yeterli bulunduğundan bahis ile
ceza-i şart alacağının tahsiline karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır...)
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan
yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Temyiz eden : Davalı vekili.
Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz
edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği
görüşüldü:
Yargıtay denetimi yapılan uyuşmazlıkda; hukuki sorun, Yasa'da
öngörülen biçim koşuluna uyulmadan yapılan ve geçersiz taşınmaz satış
sözleşmesinde kabul edilen "ceza-i şartın" (dönme cezası) geçerli olup
olmıyacağına ilişkindir.
Davacı, tip sözleşme şeklinde hazırlanmış resmi olmayan yazılı
sözleşme ile de.... A.Ş.'ye ait taşınmaz üzerdinde yüklenici, B....AŞ.nin
(her ikisi de dava dışı) yapacağı bağımsız bölümlerden birini davalı
Du....AŞ.'den satın almıştır.
Davalının, yargılama sırasında kanıtlanmayan bir sebeple, sözleşmeyi
yerine getirmesi olanağının ortadan kalktığını, bu nedenle alınan kaporanın
iade edileceğini bildirmesi üzerine, sözleşme bozulmuş ve davacı; kapora geri
alırken düzenlenen belgede "istenmesine rağmen sözleşmede kararlaştırılan
tazminatın" (ceza-i şartın) ödenmediği açıklamasını yapmıştır.
Sözleşmenin altıncı maddesinde, davalı şirketin aldığı, 4.000 Dolar'ı
süresinde alıcıya tapu vermezse, almış olduğu kaporayı aynen ve nakden geri
vermeyi ve almış olduğu kapora kadar tazminat (ceza koşulu) ödemeyi
yüklendiği" tartışmasızdır. Nevar ki davalı, davaya verdiği cevap
dilekçesinde, "sözleşmenin Yasa'nın öngördüğü biçim koşuluna uygun
yapılmadığını; geçersiz olan sözleşmeden dolayı tazminat istenemiyeceğini"
ileri sürerek ceza-i şartın geçersizliğini savunmuştur.
Belirtmek gerekirki, Yasa'nın şekil, ehliyet ve içerik bakımından
aradığı koşulları içermeyen hukuki işlem mutlak olarak geçersizdir;
dolayısıyle de hiç bir hukuki sonuç doğurmayan böyle bir işlem, hüküm ifade
etmez. Oysa, bireyin iradesinin bir görüşünü olan hukuki işlem, subjektif
hakların başlıca kaynaklarından birini oluşturur. Bu nedenle hukuki işlemin
bir varlığı ve kıymeti vardır. Bu nedenle geçersizlik olgusunun varlığı
durumunda, maddi bir olay olan hukuki işlemi, bizzat kendine etki ederek onu
tamamen kaldırır, bir yerde geçersiz işlem yokluğa eşittir; somut olayda da
ondan hukuki sonuç çıkarma olanağı yoktur (geçersizliğin niteliğini açıklayan
klasik görüş için bkz.Jale Güral, Hükümsüzlük Nazariyeleri karşısında Türk
Medeni Kanunu Sistemi, sh.31 vd.). Çok özel durumlarda Medeni Kanunun 2.
maddesinden hareketle geçersiz sözleşmeden hukuki sonuçlar çıkarılması,
(YİBK., 30.9.1988 gün ve 2/2 sayılı) bu yargıyı değiştirmez.
Taraflarca düzenlenen ve uyuşmazlığın dayanağı olan taşınmaz satışına
ilişkin 28.5.1990 günlü sözleşmenin, Yasa'nın öngördüğü biçim koşuluna
(MK.634; BK.213) uygun yapılmadığı tartışma konusu değildir. Bu nedenle
sözleşme (hukuki işlem) geçersizdir; mutlak geçersizlik söz konusu olduğuna
göre böyle bir sözleşmeyle kabul edilen ceza-i şart da geçersizdir.
Yasa, taşınmaz satımlarında biçim koşulunu, yalnız tarafların acele
etmelerini engellemek, bu suretle onlar için, bir güvence oluşturmak için
değil kanıtlamayı kolaylaştırmak ve taraflar arasında hukuki güvenliği
sağlamak amacıyla öngörmüştür; bu son hususta aynı zamanda kamu yararı da söz
konusudur.
Somut olayda, MK.nun 2. maddesinde düzenlenen hakkın kötüye
kullanılması yasağından hareketle geçersiz sözleşmedeki ceza-i şartı geçerli
kabul etmek, Yasa'nın bu amaçlarıyla bağdaşmaz; geçersiz sözleşmedeki ceza
koşuluna geçerlilik tanımak taşınmaz malikinin karar verme özgürlüğünü
etkiler ve maliki (satıcı) "ceza-i şartın baskısı altında istenilmeyen
taşınmaz satımı gerçekleştirmeye zorlar" ve bu suretle biçim koşulunun
dayandığı amaçlar ortadan kaldırılmış olur.
Mahkeme, ceza-i şarta geçerlik tanırken Yargıtay'ın 30.9.1988 gün ve
2/2 sayılı İnançları Birleştirme Kararına dayanmıştır; bu kararda, Kat
Mülkiyeti Kanununa tabi taşınmaz satışlarında tarafların karşılıklı olarak
tüm edimlerini (satış bedeli ödenmiş ve yer teslim edilmiş) yerine
getirmelerinden hareketle taşınmaz malikinin, sözleşmenin şekil noksanlığı
nedeniyle geçersizliğini ileri sürmesi, MK.nun 2. maddesine göre hakkın
kötüye kullanılması olarak kabul edilmiş ve bu nedenle biçim koşulundan
yoksun sözleşmelere geçerlik tanınabileceği sonucuna varılmıştır. Olayda
uyuşmazlığa anılan İnançları Birleştirme Kararını uygulama olanağı
bulunmadığı ise çok açıktır.
Yasada, asıl sözleşme içerisinde kararlaştırılan ve sözleşmenin bir
parçası olan ceza-i şart içinde (akti kayıt) asıl borcun tabi olduğu biçim
koşulunun geçerli olacağı yolunda bir hüküm bulunmamaktadır; ancak yukarıda
açıklanan nedenlerle taşınmaz satımını güçlendiren ceza-i şart da, satış
sözleşmesinin tabi olduğu resmi şekilde yapılmalıdır; aksi halde ceza-i
şartın geçerliliğinden sözedilemez (Eren, Borçlar Hukuku, C.III, Sh.12 ve
dipnot 11'de anılanlar; YHGK., 7.2.1979 T., 1977/II- 952/1979/03- bkz.YKD.,
1979, sayı: 9, sh. 1250; aynı doğrultudaki görüş ve kararlar için
bkz.Tekinay, Borçlar, bası C.I, sh.460).
Konunun Hukuk Genel Kurulu'nda görüşülmesi sırasında "taraflar
arasında yapılan sözleşmenin satış sözleşmesi olmayıp tellallık sözleşmesi
olduğu ve sözleşmeye aracı olan davalıların, ceza-i şarttan sorumlu
olamıyacağı gerekçesiyle isteğin reddedilmesi gerektiği de ileri sürülmüştür.
Ancak çoğunlukça, taraflar arasında yapılan yazılı sözleşmenin 2.
maddesinde, davalı şirketin "satışına tam selahiyetli organizatörü bulunduğu,
De......Kablo Tesisleri Sanayii ve Ticaret Anonim Şirketi adına kayıtlı 130
parsel sayılı taşınmazda, B....AŞ.nin yapmakta olduğu bağımsız bölümü Dolar
karşılığında De.... Kablo AŞ. namına satmayı kabul ve taahhüt ettiği" yazılı
olmakla beraber; 4.maddede "Du.... (davalı), satılan taşınmazın kat irtifakı
sırasında hisse miktarını, bağımsız bölüm numarasını ve kat isimlerini
değiştirmekte muhtar olduğu"; keza 5. maddesinde "Du....(davalı) ve mal
sahibi De....AŞ. alıcıya geçecek her ay için satış bedelinin 1'ini kira
tazminatı olarak ödemeyi kabul ettikleri"; 6. maddede ise "Du....'nın kapora
bedelini irad kaydedeceği" kararlaştırılmıştır. Diğer taraftan sözleşmede hiç
bir duraksamaya yer vermeyecek biçimde satıcı olarak davalı Du.... AŞ.
gösterilmiş durumdadır.
Tüm bu nedenlerle; davalının, BK.nun 404. maddesinde düzenlenen, bir
sözleşmenin yapılması olnağını hazırlayan veya sözleşmenin yerine
getirilmesine aracılık eden kişi durumunda değil, satış sözleşmesinin gerçek
tarafı olduğu gerekçesiyle "tellallık görüşü" benimsenmemiştir.
Bu itibarla mahkemece, Türk Hukuk Öğretisinin ve Yargıtay'ın kökleşmiş
inançlarıyla kabul ettiği "sözleşme geçersizce ceza-i şart da geçersizdir"
kuralına uygun olan ve Hukuk Geneh Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma
kararına uyulması gerekirken önceki kararda direnilmesi doğru değildir. O
halde usul ve Yasaya uygun bulunmayan direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme
kararının Özel Daire bozma kararında veya yukarıda gösterilen nedenlerden
dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz
peşin harcının geri verilmesine, 27.10.1993 günü yapılan ilk görüşmede
çoğunluk sağlanamadığı için, 10.11.1993 gününde yapılan ikinci görüşmede
oyçokluğu ile karar verildi.
MUHALEFET ŞERHİ
Davalı, BK.nun 404. maddtesi uyarınca müteahhit ve mal sahibi adına
hareket eden gayrimenkul tellahdır. Cezai şart isteminde vekil olan davalıya
husumet tevcih edilemez. Karar bu sebeple bozulmalıdır.
Tahir Alp
2.Hukuk Dairesi Başkanı
KARŞI OY YAZISI
Türk hukukunda, Yasa'nın ehliyet, biçim ve içerik bakımından aradığı
koşulları içermeyen hukuki işlemlerin (sözleşme) geçersiz kabul edilmiştir;
nitekim, MK.nun 634 ve BK.nun 213. maddeleri taşınmaz satımlarının resmi
şekilde yapılmadıkça geçerli olamıyacağı kuralını getirmiştir.
Yasa, geçersizliği kabul ederken, buyurucu kurala aykırı davranışın
sözleşmedeki etki ve sonuçlarının kapsamının ne olacağını tanımlamamıştır.
Nitekim, Yasanın buyruğu olan biçim koşuluna uyulmadan yapılan adi yazılı
taşınmaz sazış sözleşmelerinde öngörülen ceza koşulunun geçersiz olacağı
yolunda Yasa'da açık bir kural bulunmamaktadır.
Hukuk Genel Kurulu çoğunluğunca benimsenen kararda da açıklandığı gibi
geçersizliği açıklayan teorilerden klasik görüş benimsendiği takdirde "hukuki
işlem geçersiz olduğuna göre mantık yoluyla ceza-i işlemin de geçersizliği
kabul edilebilir". Ancak, her olayda mantık yoluyla bu sonuca gitmek;
yargının, adalete uygun sonuçlara ulaşmasını engelleyebileceği gibi Medeni
Kanunun 1. maddesinin yargıca verdiği "Yasaların yorumlama yetkisini"
çalışmaz duruma getirir. Böyle yöntem yargıçların yeteneklerini
geliştirmesini de önler. Bu nedenle bu yolu sakıncalı görmekteyiz.
Geçersiz sözleşmelere yokluk derecesinde mutlak geçersizlik tanıyan
klasik görüşe karşılık, "geçersizliği daha gerçekçi ve yumuşak yorumlayan
objektif görüşün yeğlenmesi gerekir (Bkz.jale Güral, Hükümsüzlük Nazariyeleri
Karşısında Türk Medeni Kanununun Sistemi, sh.90 vd.). Bu görüşe göre:
Hukuki işlemin kendisinin kıymeti ve varlığı yoktur; gerçekte var olan
hukuki işlem kendisi için değil; meydana getireceği "genellikle pratik ve
ekonomik sonuçları ve bunlara ulaşmayı sağlayacak kurallar için" iştenir. Bir
hukuki işlemin kuralları arasında mutlak bir bağlılık yoktur; bunlar
birbirinden bağımsız olarak gerçekleşebilir.
Geçersizlik, doğrudan doğruya hukuki işleme değil "ancak onun
birbirinden bağımsız olan kurallarına (hükümlerine) etki eder. Geçersizliğe
rağmen bir kısım kuralların özellikle ikinci derecedeki kuralların hukuki
sonuç meydana getrmesi olanağı vardır.
İşte bireyler tarafından "hukuki işlemlere elde edilmek istenen
ekonomik, hukuki amaç ve sonuçların" sosyal zorunlulukla Yasa ile sağlanmak
istenen çıkarlar dengesine, kamu düzenine ve Yasa'nın açıkca buyrultusuna
aykırı düşmediği oranda gerçekleşmesi olanağı sağlanmalıdır. Böyle bir yolun
yeğlenmesi durumunda; Yargıç, Medeni Kanunun 1-4. maddelerinin verdiği görev
ve yetkileri kullanmalıdır.
Objektif olarak hükümsüzlüğün somut olayda etkisinin kapsamı
belirlenirken iki ilkenin özenle ve sağlıklı olarak kullanılması gerekir.
Bu yolda bir yorum yapılırken öncelikle Yasa'nın amacının ne olduğu
açıkca ortaya konmalıdır. Bu da Yasa'nın yorumundan başka bir şey değildir
(MK.m.1); Yasa'dan ayrılma söz konusu değildir. Eğer Yasa'nın amacının somut
olayda geçersiz hukuki işleme (sözleşme) içinde gerçekleşmesi ve söz konusu
ise, amacın gerçekleşmesine rağmen Yasa'nın özünü bir tarafa bırakarak aynen
ve bir mantık işlemiyle uygulamak şekilcilik denen olguyu gündeme getirir;
amaçla araç yani biçim ile öz arasırnda bulunması zorunlu bağ kopmuş olmasına
rağmen biçimsellik de direnmek anlamsız olur.
Taşınmaz satımlarında biçim koşulunun amacı, öncelikle tarafları böyle
bir tasarrufta bulunurken acele etmelerini engellemek ve daha iyi
düşünmelerine sağlamaktır; burada hukuki güven ve kamu yararı da söz
konusudur.
Yasanın öngördüğü biçimde yapılmayan taşınmaz satımında bir ceza
koşulunun kabul edilmesinde bu koşula geçerlik tanımanın Yasa'nın amacıyla
çelişmesi olasılığı vardır; böyle bir koşul çoğunluk görüşünde de açıklandığı
gibi taşınmaz malikinin karar verme özgürlüğünü ortadan kaldırabilir; malik
ceza koşulunun tehdidi altında iyi düşünmeden kabul ettiği satışa rıza
gösterme durumunda kalabilir. Ancak bu yolda haklı olan kuşkular her somut
olay içinde ayrı değerlendirilmelidir.
Gerekçesiz sözleşmedeki ceza koşulunun orta düzeyde sıradan bir
bireyin karar verme özgürlüğünü ortadan kaldıracağı olasılığı güçlü olabilir.
Ancak; olayımızda olduğu gibi satıcı sıradan bir bireye göre daha geniş
olanaklara sahip bir Anonim Şirket ise aynı yargı geçerli olmamalıdır. Davalı
şirket, taşınmaz satımı için tip sözleşmeyi ve hem kendi hem de alıcılar
yararına koşul ve kuralları en ufak ayrıntısıyla önceden hazırlayan ve bunu
topluma arz eden kişi durumundadır. Diğer taraftan; davalı, bu satışı
gerçekleştirmek için yine kendisi gibi tüzel kişiliği olan şirketlerle
(taşınmaz malikin ve yüklenici ile) özel sözleşmeler yapmıştır. Önceden
böylesine organize edilmiş bir satış işlemine girişen davalının, bu ceza
koşulu ile karar verme özgürlüğünün kısıtlanacağını söylemek gerçeklere
aykırı düşer. Yapacağı işin tüm ayrıntılarını önceden bildiği kabul edilen
davalının sıradan birey örneği ile yanı yoruma tabi tutulması çelişki
yaratır. Burada davalı tüzel kişiliğin niteliği ve tutum ve davranışıyla
davacıda oluşturduğu güven de gözardı edilmemelidir.
Diğer taraftan; dava, geçersiz sözleşmedeki ceza koşulu ile sınırlı
olduğuna ve tapu sicilini ilgilendiren bir ayni hak da söz konusu olmadığına
göre bir kamu yararından da söz etme olanağı yoktur; tarafların özgür
iradeleriyle kabul ettikleri ceza koşulunun kabul edilmesinde somut olay
açısından kamu yararına dayanılamaz
O halde, somut olayda gerçekleşen olgulara göre biçim koşulunu
aramanın biçimcilikten öteye gidemeyeceği kabul edilerek işin özüne ve
amacına göre yorum yöntemi yeğlenmelidir. Ancak, Yasa koyucununun bir hukuki
işlemin geçerli olması için güttüğü amaç ve maksadın somut olayda
belirlenmesi ile yetinilerek sonuca gidilmemelidir; öngörülen yaptırımın yani
geçersizliğin uygulanacağı çevrede bir biriyle çatışma durumunda olan
ÇIKARLAR DA gözetilmelidir; tarafların, üçüncü kişinin ve toplumun çıkarı
gibi.
Yasa koyucu, bir hukuki işlemin hükümsüzlüğünü ancak onun hukuki
işlemin geçersizliğini iddia edenlerin çıkarının onun geçerliliğini ileri
sürenlerden daha güçlü ve korumaya gerekli olması durumunda öngörmektedir.
Geçersizlik iddiasında bulunan çıkarının karşı taraftan daha güçlü ve
korumaya gerekli olmayan durumlarda biçim koşuluna dayanma haklı
görülmemelidir.
Olayımızda, davalı şirketin hazırladığı tip sözleşmede var olan ve
bizzat kendisinin öngördüğü ceza koşulunun kabul edilmesinde davacının
çıkarının daha güçlü ve korunmaya gerekli olduğu kabul edilmelidir; bir
Anonim şirket olan davalı ile sözleşme yapan ve ona göre her bakımdan güçsüz
olan davacının (tüketicinin) korunması sosyal gerçeklere daha uygun düşer.
Kaldı ki, bu nitelikteki kişilerin toplumda ve bireylerde güven
uyandırarak yaptıkları hukuki işlemlerden geçersizlik olgusuna dayanarak
dönmeleri toplumda inançları sarsar; ceza koşuluna geçerlik tanımak
kötüniyetli veya özensiz davranışları bir ölçüde önleyeceği kamu yararına da
uygun düşer.
Bu bağlamda hukukun amacı üzerinde de durulmalıdır.
Hukukta biçimciliğin, düzenin gerçekleşmesi için kaçınılmaz olduğu
doğrudur; taşımaz satışlarında da Yasa'nın biçim koşulunu öngörmesi hukukun
vazgeçilmez amaçlarından olan düzen kavramıyla yakından ilgilidir.
Ancak, öze ya da içeriğe değil de biçime önem verilmesi durumunda;
hukukun bireylerin davranışlarını "özü bakımından değil daha çok dış
görünüşleri bakımından" ele almış olması gerçeği gözardı edilmemelidir.
Bireylerin karşılıklı tutum ve ilişkilerinde ve düşündükleri ya da dürtüleri
(saik) ilke olarak hukuku ilgilendirmez; onun için bireylerin belli biçimde
davranmaları yeterlidir. Hukuk, tümüyle bireysel durumları dikkate almaya
kalkışsaydı, onları önceden görüp kestirmenin olanaksızlığı bir yana artık
bir düzende olmazdı. Ancak, hukuk yalnız düzenden ibaret değildir; burada
hukukun asıl amacı olan adalet gözardı edilmemelidir. Hukuk, insanın
değerlendirici varlık olmasından ötürü, toplum içindeki ilişki ve olaylara
adalet ölçüsünü uygulamak, onları bir ölçüye göre değerlendirmek ihtiyaç ve
amacından doğduğuna göre adalete yönelmeyen hukuktan söz etmenin anlamı
yoktur (V.Aral, Toplum ve Adaletli Yaşam, sh.16, 45). Bu nedenle her somut
olayda biçim koşulunu olduğu gibi uygulamak hukukun temel amacı adaletle
bağdaşmayabilir.
Açıkladığımız ve bir kısmı olayımıza özgü olgu ve nedenlerle;
davalının, ceza koşulundan kurtulmak için sözleşmenin geçersizliğine
dayanması "Medeni Kanun'un 2. maddesinde kabul edilen hakkın kötüye
kullanılması yasağı" ile çelişmektedir; Yasa'nın öngördüğü geçersizlik (biçim
koşulu eksikliği) yine Yasa'nın amacına göre yorumlanmalıdır: Somut olayın
yukarıda açıklanan özelliği karşısında "hukuki işlemin taşınmazın devrine
ilişkin koşulu geçersiz olmasına rağmen" ceza koşuluna ilişkin kurala hukuki
sonuç kazandırmak çağdaş hukuk anlayışına uygun bir yorum olurdu.
Çoğunluk görüşüne bu nedenlerle katılmıyorum; mahkeme kararı bu
gerekçelerle onanmalıydı.
Çetin AŞÇIOĞLU
|