Hukuki.NET


Yargıtay içtihatları bölümü

Yargıtay Kararı

 


T.C.
Y A R G I T A Y
İçtihadı Birleştirme
Hukuk Bölümü Genel Kurulu

	E.	1990/3
	K.	1990/5
	T.	19.10.1990 

*  İMAR - İHYA NEDENİYLE TESÇİL
*  KESİN HÜKÜM 

ÖZET : 21.6.1987 gün ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu'- nun yürürlüğe
 girmesinden sonra yeni yasal düzenlemeye dayanılarak imar ihya nedeniyle
 açılan tapu iptal ve tesçil davalarında, kanunun yürürlüğe girmesinden önce
 açılıp da reddedilerek kesinleşmiş bulunan tapu iptal ve tesçil davalarına
 ilişkin kararlar, o kararlarda imar ihya olgusu sabit görülmüş olsun veya
 olmasın kesin hüküm oluşturur.

(1086 s. HUMK. m. 237)

17.1.1990 günlü dilekçe ile 21.6.1987 gün ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun
 yürürlüğünden önce kazandırıcı zamanaşımı veya imar ihya nedeniyle mülk
 edinme konusunda açılan tapu iptal ve tesçil davaları sonunda verilmiş
 bulunan kararların söz konusu yasanın yürürlüğe girmesinden sonra açılan
 davalarda kesin hüküm oluşturup oluşturmayacağı hususunda Birinci ve
 Sekizinci Hukuk Daireleri kararları arasında aykırılık bulunduğu iddia
 edilerek içtihadı birleştirme yoluna gidilmesi istenilmiş; Yargıtay Birinci
 Başkanlık Kurulu 1.3.1990 gün ve 15 sayılı kararla kararlar arasında
 aykırılığın mevcut olduğu sonucuna vararak içtihadı birleştirme yolu ile
 aykırılığın giderilmesi gerektiğine karar vermiştir.

2797 sayılı Yargıtay Kanunu'nun 16/5 ve 45/2. maddeleri uyarınca toplanan
 Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu'nda raportör üyenin
 açıklamaları dinlendikten sonra gereği görüşüldü:

Önce kararlar arasında aykırılık bulunup bulunmadığı hususu incelenmiştir:

1) Aralarında aykırılık bulunduğu ileri sürülen kararlardan Birinci Hukuk
 Dairesi'nin 8.2.1989 gün ve 11266/1148 sayılı kararına konu teşkil eden
 olayda taşınmazın zilyetlik nedeniyle kadastroca davalı adına tesbit ve
 tesçil olunduğu, davacı Hazine'nin 1617 sayılı Yasanın, 20. maddesi ile
 değişik 766 sayılı Tapulama Kanunu'nun 33. maddesine göre 20 dönümden fazla
 olan miktar hakkında iptal ve tesçil davası açtığı davalının 1617 sayılı
 Yasanın getirdiği sınırlamayı gözönünde tutarak 20 dönümden fazla kısım
 hakkında açılan davayı kabul ettiği, hüküm henüz kesinleşmeden ve tem-yiz
 süresi geçmeden 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun yürürlüğe girdiği, davalının
 Kadastro Kanunu'nun getirdiği yeni haklardan yararlandırılması gerektiğini
 ileri sürerek temyiz yoluna başvurduğu anlaşılmaktadır. Birinci Hukuk Dairesi
 olayda önceden verilmiş ve kesinleşmiş bir hükmün bulunmadığı, davalının
 kabulünün HUMK.nun öngördüğü anlamda kesin hükmün yasal sonuçlarını doğuracak
 nitelikte bağlayıcı bir beyan olmadığı gerekçesiyle hükmü davalı yararına
 bozmuştur.

2) Sekizinci Hukuk Dairesi'nin 2.10.1989 gün ve 5946/8870 sayılı kararıyla,
 daha önce Kadastro Mahkemesi'nce senetsizden zilyetlik nedeniyle yirmişer
 dönümlük kısımların kişi adına miktar fazlalarının son parsel numarası
 altında Hazine adına yazılmasına karar verilip kesinleştikten sonra 3402
 sayılı Yasanın 14. maddesinde zilyetlikle mal edinme sınırının kuru arazide
 yüz dönüm, sulu arazide 40 dönüme çıkarılmasından yararlanmak isteyen aynı
 kimse tarafından Hazine aleyhine miktar fazlaları hakkında açılan ve kesin
 hüküm nedeniyle davanın reddine ilişkin yerel mahkeme kararı onanmıştır. Aynı
 dava sebebine dayanan diğer olaylarda da Sekizinci Hukuk Dairesi'nin kesin
 hükmün varlığını kabul ettiği diğer kararlardan anlaşılmaktadır.

Diğer taraftan, Birinci Hukuk Dairesi'nin de 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun
 yürürlüğe girmesinden önce senetsizden zilyetliğe dayalı olarak açılan ve
 kesin hükme bağlanan taşınmazlar hakkında 3402 sayılı Yasanın 14. maddesine
 dayanılarak yeniden dava açılması halinde son davanın kesin hükümden dolayı
 reddi gerektiği hususunda uygulanmasını istikrarlı bir şekilde sürdürdüğü
 tesbit olunmuştur (Birinci Hukuk Dairesi'nin 25.5.1989 gün, 4697-6583
 28.3.1989 gün, 101-3656 sayılı v.d. kararlar).

3) Sekizinci Hukuk Dairesi 9.10.1989 gün ve 4758/9283 sayılı kararında önceki
 dava, imar ihya sabit görülmesine rağmen 766 sayılı Tapulama Kanunu'nun 1617
 sayılı Yasa ile değişik 37. maddesinin imar ihyaya olanak tanımaması
 sebebiyle reddedilmiş olması halinde önceki kararın imar ihyanın
 gerçekleşmesinin sabit görülmesi yönünden kişi yararına verilmiş bir karar
 olduğu gerekçesiyle aleyhine kesin hüküm oluşturmayacağı sonucuna varmıştır.
 Aynı Daire 1.5.1989 gün ve 5631-4402 sayılı kararında imar ihya nedenine
 dayanılarak açılan, fakat imar ihya sabit görülmesine rağmen Tapulama
 Kanunu'ndaki yasak nedeniyle reddedilen tescil davasının 3402 sayılı Yasanın
 yürürlüğe girmesinden sonra açılan tesçil davası için kesin hüküm
 oluşturacağını benimsemiştir.

Yukarıda özetlenen kararlara göre: 1 sayılı bentte gösterilen Birinci Hukuk
 Dairesi'nin 8.2.1989 günlü kararına esas olan olayda önceki dava sonunda
 verilen karar henüz kesinleşmeden 3402 sayılı Yasa yürürlüğe girmiş olup
 sonraki dava da karar kesinleşmeden açılmıştır. Bu durum karşısında önceki
 kararın kesin hüküm oluşturup oluşturmayacağının tartışılmasına yer
 olmadığından kararın açıklanan bu özelliği itibariyle diğer karar-larla
 çelişik bir durum yaratmadığı sonucuna varılmıştır. Zira sonraki yasa
 yürürlüğe girdiği tarihte önceki dava henüz kesin bir karara ulaşmadığından
 kesin hüküm tartışmasına esasen gerek kalmamaktadır. 2 sayılı bentte
 gösterilen kararlarda ise başka bir anlatımla 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun
 yürürlüğe girmesinden önce senetsizden zilyetliğe dayalı olarak açılan ve
 kesin hükme bağlanan taşınmazlar hakkında 3402 sayılı Yasanın 14. maddesine
 dayanılarak dava açılması halinde önceki kararın kesin hüküm oluşturacağı
 yolunda Birinci ve Sekizinci Hukuk Dairelerinin kararları arasında herhangi
 bir aykırılık bulunmadığı anlaşılmıştır. 3 sayılı bentte açıklanan Sekizinci
 Hukuk Dairesi kararlarına gelince: Karar özetlerinden de anlaşılacağı üzere
 imar ihya nedenine dayanılarak açılan tesçil davalarında daha önce açılıp
 karara bağlanarak kesinleşen davada imar ihya olgusu sabit görülmüşse, bu
 karar 3402 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra açılacak davada kesin
 hüküm oluşturmayacak; ancak imar ihya olgusu önceki davada sabit görülmemişse
 kesin hüküm oluşturacaktır. Görülüyor ki aynı hukuki sebebe dayanılarak
 açılıp reddedilerek kesinleşen davalara ilişkin kararlardan biri 3402 sayılı
 Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra açılan aynı hukuki sebebe dayanılarak
 açılan davada kesin hüküm sayılmakta diğeri sayılmamaktadır. Her iki karar
 arasında bu suretle aykırılık bulunduğu ve bu aykırılığın içtihadı
 birleştirme yolu ile giderilmesi gerektiğine yapılan oylama sonucunda üçte
 ikiyi geçen çoğunlukla karar verildikten sonra işin esasının incelenmesine
 geçilmiştir.

Kararlar arasındaki aykırılık, imar ihya nedenine dayanılarak açılıp
 reddedilerek kesinleşen tesçil davalarına ilişkin kararların, 3402 sayılı
 Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra açılacak tesçil davalarında kesin hüküm
     oluşturup oluşturmadığı noktasına ilişkin bulunmaktadır.

Kesin hükmün amacı uyuşmazlıkları kesin olarak çözümlemektir. Uyuşmazlıkların
 kesin olarak çözümlenmesi hem sosyal barışı sağlayacak hem de mahkemelerin
 sonu gelmez bir biçimde aynı uyuşmazlıkla meşgul edilmesini önlemiş
 olacaktır. HUMK.nun 237. maddesi bu amaçla "Kaziyei muhkeme, ancak mevzuunu
 teşkil eden husus hakkında muteberdir. - Kaziyei muhkeme, mevcuttur
 denilebilmek için iki tarafın ve müddeabinin ve istinat olunan sebebin
 muttehit olması lazımdır" hükmünü getirmiştir. 3402 sayılı Kadastro Kanunu da
 kesin hüküm dokunulmazlığını koruma amacıyla geçici 4. maddesi ile özel bir
 hüküm getirerek şu yolda düzenlemede bulunmuştur: "Tapulama ve kadastro
 mahkemelerince kanunun yürürlüğe girmesinden önce kesin hükme bağlanmış
 uyuşmazlıklara bu kanun uygulanmaz". Görülüyor ki yasa koyucu kesin hüküm
 dokunulmazlığına ilişkin genel yasal ve hukuki kuralla yetinmemiş ayrıca ve
 özellikle teyit gereğini duymuştur. Diğer taraftan 3402 sayılı Yasa ile yasa
 koyucu aleyhine kesin hüküm bulunanlar yararına yeni haklar tanıyan bir
 düzenleme de getirmemiştir. Başka bir anlatımla 3402 sayılı Yasa, hakkında
 kesin hüküm bulunan kişilere yeni haklar getirmemiş, konuyu yeniden
 düzenlemiştir. Bu durum karşısında önceki kararın 3402 sayılı Yasanın
 yürürlüğe girmesinden sonra açılan davalar da kesin hüküm oluşturacağı
 sonucunu benimsemek gerekmektedir. Yasa koyucu kesin hüküm dokunulmazlığını
 korumuş, yeni haklar tanımamıştır. Bu nedenlerle aynı hukuki nedene
 dayanılarak açılıp ta reddedilerek kesinleşen kararlar arasında, imar,
 ihyanın sabit görülüp görülmemesi açısından bir ayırım yapmakta hukuki yarar
 görülmemiş, imar ihyanın sabit görüldüğü davalara ilişkin kararların kesin
 hüküm oluşturmadığının kabulüne olanak bulunamamıştır. Böyle bir ayırım kesin
 hüküm kuralları ile bağdaştırılamaz. Şu hususta belirtilmelidir ki imar
 ihyanın sabit görülmesi halinin doğurabileceği sonuçlar az önce açıklanan
 hukuki esasları değiştirici nitelikte de görülmemiştir.

Açıklanan durum karşısında söz konusu önceki davalarda imar ihya sabit
 görülmüş olsun veya olmasın redde ilişkin kararların 3402 sayılı Yasanın
 yürürlüğe girmesinden sonra açılan davalar için kesin hüküm oluşturacağı ve
 içtihatların bu suretle birleştirilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.

S o n u ç : 21.6.1987 gün ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun yürürlüğe
 girmesinden sonra yeni yasal düzenlemeye dayanılarak imar ihya nedeniyle
 açılan tapu iptal ve tescil davalarında, kanunun yürürlüğe girmesinden önce
 açılıp ta reddedilerek kesinleşmiş bulunan tapu iptal ve tescil davalarına
 ilişkin kararların, o kararlarda imar ihya olgusu sabit görülmüş olsun veya
 olmasın kesin hüküm oluşturacağına 19.10.1990 gününde yapı-lan ilk toplantıda
 E. 1990/3, K. 1990/5 sayı ile üçte ikiyi geçen çoğunlukla karar verilmiştir.

KARŞI OY YAZISI

*   Dairemizin 8.10.1989 gün ve 5946-8870 sayılı kararı ile, 20 dönüm fazlası
 hakkındaki zilyetliğin, kanunda öngörülen belgelerden (vergi kaydı v.b.)
 biriyle ispat edilememiş olması nedeniyle davanın reddine ilişkin hükmün 3402
 sayılı Kadastro Kanunu'na göre açılan sonraki davada kesin hükmü sayılacağı
 görüşü benimsenmiş;

9.10.1989 gün ve 4578-9283 sayılı kararı ile de, ihya koşullarının
 gerçekleşmiş olmasına rağmen, Tapulama Kanununun 37/son maddesinin 1617
 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Öntedbirler Kanununun 23. maddesi ile
 yürürlükten kaldırılmış olması nedeniyle tescil isteğinin reddine, ancak,
 ihya işleminin sübutu ile ihya edenin zilyetliğinin Hazine'ce ihlal
 edilemiyeceğinin tapu kütüğüne şerh verilmesine ilişkin tapulama mahkemesince
 verilen hükmün, sonradan yürürlüğe giren 3402 sayılı Kanunun 17. ve 46.
 maddeleri hükümlerine dayanılarak ihya eden veya halefi tarafından açılan
 ikinci davada davacı aleyhine kesin hüküm olmayacağı görüşü benimsenmiştir.

Yüce Kurulun çoğunluğunca, davacı aleyhine kesin hüküm olarak değerlendirilen
 bu iki mahkeme hükmü arasında kanımızca konu bakımından hiçbir benzerlik
 bulunmamaktadır. Dolayısıyla farklı olaylara ilişkin Yargıtay kararları
 arasında farklılık bulunması doğal olup, bunun bir çelişki şeklinde kabulünde
 isabet yoktur. Konuları biribirine benzemeyen kararlardaki görüşler yanlış
 olabilir. Ancak, bunun içtihadı birleştirme yolu ile giderileceğine dair
 kanunda bir hüküm yoktur. Bu nedenle içtihadı birleştirmeye gerek olduğuna
 dair çoğunluk görüşüne katılmıyorum.

İşin esasına gelince:

Görüşmeler sırasında her iki kararın konu bakımından biribirinden farklı
 olduğu görülmüş, bunun üzerine ihya ile ilgili ikinci kararda benimsenen
 görüşün doğru olup olmadığı yönü tartışılmış ve daire görüşünün aksine, ihya
 olayının tesbitine ilişkin birinci hükmün ikinci davada davacı aleyhine kesin
 hüküm sayılacağı sonucuna varılmıştır.

Oysa, Yüksek Sekizinci Hukuk Dairesi'nin ihya ile ilgili 9.10.1989 gün ve
 4578-9283 sayılı kararında benimsediği görüş, kanun koyucunun 3402 sayılı
 Kanunun 17. ve 46. maddeleriyle güttüğü amaca tamamen uygundur. Bizi bu
 sonuca götüren sebepleri açıklamadan önce ihya üzerinde durmak istiyoruz:

MEDENİ KANUNDAN ÖNCE İHYA:

Osmanlı İmparatorluğu toprak düzeninde, mevat arazi türü ayrı bir statüye tabi
 tutulmuştur. Arazi Kanunu'nun 6. ve Mecelle'nin 1270. maddelerine göre, mevat
 arazi, kimsenin tasarrufu altında bulunmayan ve umumun istifadesine terk ve
 tahsis edilmemiş boş yerlerdir.

Arazi Kanunu'nun 103. maddesiyle, 6. madde hükmü kısmen tekrar edilerek:

"...Bu makule yerlerden, yere zarureti olan kimse rakabesi beytümala ait olmak
 üzere meccanen memurunun izniyle müceddeden yer açıp tarla ittihaz
 edebilir..." denmek suretiyle ihya olayına ve bu suretle ziraate elverişli
 olmayan, ölü toprakların tarıma elverişli hale getirilmesine cevaz
 verilmiştir.

Keza Mecelle'nin 1051. maddesinde, "ihya, imar demektir ki, araziyi ziraata
 salih kılmaktır" şeklinde tanımlanmıştır.

Mecelle'nin, "ihya-i mevat hakkındadır" başlığını taşıyan 1272-1276.
 maddelerinde, tohum ekmenin, nadas eylemenin, sulamanın ve sulamak için hark
 ve cetvel açmanın ihya sayılacağı hükme bağlanmış ve ihyanın, arazinin
 yararlanma hakkı ile birlikte arazinin mülkiyetini de kazanmak amacıyla
 yapılması halinde, 1272/1. maddeye göre, ayrıca yetkili memurdan özel izin
 alınması gerektiği belirtilmiştir. Bu suretle ihya edilmiş arazi" mülk arazi"
 niteliğini kazanmakta idi.

Bu açıklamalara göre;

İhya, eski toprak rejimimizde kurumlaşmış bir edinme yolu sayılmıştır.

MEDENİ KANUNUN YÜRÜRLÜĞÜNDEN İTİBAREN İHYA:

Medeni Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra, 641. madde ile, Devletin hüküm ve
 tasarrufu altında sayılan bu yerlerin "...ihraz ve işgali... hakkında ahkamı
 mahsusa vazolunur" denmiş ve bu tür yerlerin iktisabı için özel hükümlüre
 ihti-yaç bulunduğu belirtilmiştir.

2644 sayılı Tapu Kanunu'nun 6. maddesi, bu ihtiyaca cevap vermek üzere
 düzenlenmiş olup, daha sonra 4753 sayılı Kanunun 64. maddesiyle tamamen
 yürürlükten kaldırılmıştır. Bu maddenin birinci fıkrasında, Devletin hüküm ve
 tasarrufu altında bulunup, umumun istifadesine ayrılmamış olan sahipsiz ham
 toprağı açıp, işgal edenlere, hiç toprakları yoksa, bu yerlerin iskan haddine
 kadar olan miktarının ve toprağı olup da tutarı iskan haddini geçmeyen
 yerlerin parasız olarak terkolunacağı bildirilmişti.

Ancak, açıp işgal etme olaylarının çok genişlemesi ve özellikle belediye
 sınırları içindeki kıymetli yerlerin ele geçirilmesi yolunda bir takım
 girişimlerde bulunulması üzerine, 6. maddenin uygulama alanının sınırlanması
 gereği duyulmuş ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 8.5.1944 tarih ve 242
 sayılı Tefsir Kararıyla, anılan maddenin, belediye sınırları içindeki
 gayrimenkullere uygulanmayacağı sonucuna varılmıştır (Düstur, üçüncü tertip,
 C: 25, Sh. 375).

Az önce açıklandığı gibi, 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu'nun 64.
 maddesiyle 2644 sayılı Tapu Kanunu'nun 6. maddesi tamamen yürürlükten
 kaldırılmış ve bu kanunun geçici maddesiyle de: "2644 sayılı Tapu Kanunu'nun
 6. maddesinin yürürlükte bulunduğu süre içinde Devletin özel mülkiyetinde
 veya hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve belediye sınırları dışında ve kamu
 hizmetine ayrılmamış olan araziyi kütük ve ağaç dikerek bağ ve bahçe haline
 getirmiş olanların bu kanunun yürürlüğe girmesi tarihinden başlayarak altı ay
 içinde bu yerin en büyük mülkiye üstüne başvurmaları şartı ile, hükmü
 kaldırılan 6. madde uyarınca ve iskan haddi içinde belli olacak hakları
 tanınır" hükmü getirilmiş ve emek ve masraf edilerek, oluşturulan imar ve
 ihya, başlı başına bir iktisap (edinme) sebebi olarak kabul edilmiştir. Bu
 hükme göre, 4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 15.6.1945 tarihine değin,
 tamamlanmış imar-ihya, zilyetlik ve diğer koşullar aranmadan edinme hakkı
 sağlamıştır.

4753 sayılı Kanunun geçici maddesi, 27.3.1950 tarihinde yürürlüğe giren 5618
 sayılı Kanunla; "4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce,
 Devletin hususi mülkiyetinde olmayıp hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve
 amme-nin hizmetine tahsis olunmayan sahipsiz ham toprağı işgal edenlere hiç
 toprakları yoksa bu yerlerin 5098 sayılı Kanunun 5. maddesine göre tayin
 olunacak iskan haddi içindeki miktarı, toprağı olup da, iskan haddini
 geçmezse bu yerlerin iskan haddini dolduracak miktarı parasız terk olunarak
 adlarına tescil olunur.

Ancak, taşlık, pırnallık ve delicelik olup da bu kanunun yürürlüğe girdiği
 tarihe kadar imar için masraf ve emek sarfedilerek, bağ, bahçe, meyvalık ve
 tarla haline getirilmiş iskan haddi dışında elli dönüme kadar topraklar imar
 edene parasız terk olunarak adlarına tescil olunur..." şeklinde
 değiştirilmiştir.

Bu maddenin birinci fıkrasına göre; 4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği
 tarihe kadar işgal edilen yer iskan haddini aşmıyorsa, işgal olayı mülkiyeti
 edinme hakkı sağlar.

İkinci fıkraya göre; taşlık, pırnallık ve delicelik olup da, emek ve para
 harcanarak 5618 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 27.3.1950 tarihine kadar
 ihya edilmiş yerlerin iskan haddi dışında 50 dönüme kadar olan kısmı parasız
 olarak imar edene terk olunur ve bu yer imar eden adına tescil olunur.

16.3.1950 tarihli 5602 sayılı eski Tapulama Kanunu'nun 52. maddesiyle de;
 "4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihe kadar yapılmış olan ihyalar
 mezkur kanunun geçici maddesinde yazılı müracaata bakılmaksızın ihya edenler
 veya mirasçıları adına tapulanır.

4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra ihya edilmiş veya
 ihyasına başlanmış olan gayrimenkuller Devlet adına...kaydolunur" hükmü
 getirilmiş ve 4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihe değin tamamlanmış
 ihyanın bu işlemi yapan için kazanılmış hak olduğu belirtilmiş ve 5602 sayılı
 Kanunun uygulandığı yerlerde bu tür taşınmazlar ihya edenler adına tespit ve
 tescil edilmiştir.

Ancak, 5602 sayılı Kanun, 4.8.1964 tarihinde yürürlüğe giren 509 sayılı
 Kanunla yürürlükten kaldırılmıştır. 509 sayılı Kanun da, Anayasa
 Mahkemesi'nce biçim yönünden iptal edilmiş ve bunun yerine 12.5.1966
 tarihinde 766 sayılı Tapulama Kanunu yürürlüğe girmiştir.

Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu'nun saklı tuttuğu ihya sebebine dayanan
 kazanılmış haklar 766 sayılı Kanunla değişik şekilde düzenlenmiştir. Anılan
 Kanunun 37. maddesine göre; Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunup kamu
 hizmetlerine tahsis olunmayan taşlık ve delicelik araziden 27.3.1950
 tarihinden önce masraf ve emek sarfı ile bağ, bahçe meyvalık, zeytinlik veya
 tarla haline getirilmek suretiyle ihya edilmiş bulunan gayrimenkuller Hazine
 adına tespit ve tescil edilecek, ihya edenlerle, kanuni veya akdi halefleri
 tutanakta ve kütüğün beyanlar hanesinde gösterilecek ve Çiftçiyi
 Topraklandırma Kanunu o yörede uygulanmaya başlandığında, bunlar hakkında
 4753 sayılı Kanunun geçici maddesi uygulanacaktır (Tapulama Kanunu, md.
 37/1).

Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun o yörede uygulanmasına değin, geçici madde
 ile sağlanmış olan hakların korunması amacıyla da, Hazine'nin bu yerler
 üzerinde temliki tasarrufta bulunamayacağı, ihya edenlerle haleflerinin
 zilyetliklerinin ihlal edilemeyeceği tapulama tutanağında belirtilecek ve
 ayrıca kütüğün şerhler hanesine işaret olunacaktır (Tapulama Kanunu md.
 37/2).

Bu hükümlere göre Devlet, 5618 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihe değin
 emek ve para harcanarak ihya edilmiş yerleri, 4753 sayılı Kanunun o yerde
 uygulanmaya başlandığı sırada ihya edenler adına geçirme borcu altına
 girmiştir.

37. maddenin son fıkrasında da; 33. maddedeki koşulların mevcut olması halinde
 taşınmazın mülkiyetinin zilyet adına tespit ve tescil edileceği
 belirtilmiştir. Bu hükme göre, ihyanın tamamlanmasından tapulama tespit
 tarihine kadar 20 yıl veya daha fazla süre ile taşınmaz 33. maddede
 belirtilen koşullar altında tasarruf edilmiş ise, zilyet adına tespit ve
 tescil edilecektir. Bu hükmün uygulanabilmesi için ihyanın tamamlandığı tarih
 önemli olmayıp bu tarihten itibaren tespit tarihine kadar geçen süre
 önemlidir.

1617 sayılı Kanunun 20. maddesi ile, Tapulama Kanunu'nun 33/son maddesi
 "Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerler ile, kanunlar uyarınca
 Devlete kalan gayrimenkuller tapuda kayıtlı olsun veya olmasın, kazandırıcı
 zamanaşımı yoluyla iktisap edilemez" şeklinde değiştirilmiş ve 23. maddesi
 ile de, 20. madde ile getirilen değişikliğe paralel olarak Devletin hüküm ve
 tasarrufu altında olup da, ihya edilen ve 33. maddedeki koşullar çerçevesinde
 kazanılması mümkün olan yerlerle ilgili 37. maddenin son fıkrası yürürlükten
 kaldırılmıştır. 1617 sayılı Kanunun ek maddesi ile getirilen hükme göre, 23.
 madde ile getirilen değişiklik geçmişe etkili bulunmamaktadır. O itibarla
 1617 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Öntedbirler Kanunu'nun yürürlüğe
 girmesinden önce Tapulama Kanunu'nun 37. maddesinin son fıkrası hükmüne göre
 yapılmış olan tesbitler ve açılmış davalar 1617 sayılı Kanunla değiştirilen
 hükmün etki alanı dışında kalmıştır.

19.7.1973 tarihinde yürürlüğe giren 1757 sayılı Toprak ve Tarım Reformu
 Kanunu'nun 235/a maddesi ile 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ve
 ekleri yürürlükten kaldırıldı. 4753 sayılı Kanuna göre, devletin hüküm ve
 tasarrufu altında olup, emek ve para harcanmak suretiyle ihya edilen
 arazilerin ihya edenler adına tescili, bu olayların tesbit ve iskan haddinin
 tayini, Toprak ve İskan İşleri Genel Müdürlüğü'nün görev ve yetkisinde idi.
 1757 sayılı Kanunla 4753 sayılı Kanun yürürlükten kaldırılınca, bu görev ve
 yetki Toprak ve Tarım Reformu Müsteşarlığına verildi. Böylece 1757 sayılı
 Kanun her yönden 4753 sayılı Kanunun yerine geçmiş oldu.

1757 sayılı Kanunun 19. maddesinde dağıtım amacıyla Toprak ve Tarım Reformu
 Müsteşarlığı emrine geçen arazi türleri sayıldı. Maddenin (g) bendinde
 ih-yaya konu olan arazilerin de anılan kuruluş emrine geçeceği açıklanmakla
 birlikte, maddenin son fıkrasında "kesinleşen orman tahdit harita ve
 tutanakları dışında bırakılan yabani meyvelik, fundalık, makilik ve benzeri
 arazi ile özel kanuna göre orman tanımına girmeyen araziden" emek verilerek,
 masraf edilerek ıslah ve ihya edilen yerler üzerinde kazanılmış hakların
 saklı olduğu belirtilmiş ve böylece, gerek 4753 sayılı Kanunun 5618 sayılı
 Kanunla değişik geçici maddesi, gerekse Tapulama Kanunun 37/son maddesi
 uyarınca ihya eden adına tescili gereken toprakların ihya edenler veya
 halefleri adına tesciline imkan verildi.

1757 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Kanunu da sonradan Anayasa Mahkemesi'nin
 19.10.1976 gün ve 42/48 sayılı kararıyla iptal edildi. Bu karar 10.5.1978
 tarihinde yürürlüğe girdi.

1757 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Kanununun, Anayasa Mahkemesi'nce iptal
 edilmesinden sonra getirilen 3083 ve 3202 sayılı Kanunlarda, 4753 sayılı
 Kanuna göre dağıtılan topraklar üzerinde mevcut olan Hazinenin geri alma
 hakkının düşeceğine dair hükümlere yer verildiği halde, Tapulama Kanunu'nun
 37. maddesinin 1 ve 2. fıkralarının ne şekilde uygulanacağına dair herhangi
 bir açıklama yapılmadı.

10.10.1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Kanunu ile, 2613
 sayılı Kadastro ve Tapu Tahriri Kanunu ve 766 sayılı Tapulama Kanunu
 yürürlükten kaldırıldı. Bu Kanunun 17. maddesi ile ihya yoluyla kazanma
 müessesesi yeniden getirildi. 46. maddenin 1. fıkrası ile de, "kadastrosu
 yapılacak veya daha önce tapulama ve kadastrosu tamamlanmış bulunan yerlerde,
 766 sayılı Kanunun 37. maddesi veya 4753 sayılı Kanun ile ek ve tadilleri
 uyarınca Hazine adına kaydedilen taşınmaz mallar bu kanun hükümlerine göre
 doğan iktisap şartlarına istinaden zilyetleri adına tesbit ve tescil olunur"
 hükmü getirilmiş ve son fıkrada da "ilgililerin, daha önce kadastrosu yapılan
 yerlerde bu maddeye dayanan talep ve dava hakkı, bu kanunun yürürlüğe girmesi
 tarihinden itibaren iki yıl geçmekle düşer" denilmiştir. Kadastro Kanunu'nun
 17. maddesi ile, Tapulama Kanunu'nun 37/son maddesinin yürürlükten
 kaldırılması; 46. maddesiyle de 37. maddenin 1 ve 2. fıkralarının bu kanunla
 yürürlükten kaldırılmasından doğan boşluğun doldurulması istenmiştir.

İHYAYA İLİŞKİN ŞERHİN HUKUKİ NİTELİĞİ:

Tapu siciline şerh edilmeleri suretiyle güçlendirilmiş ve böylece üçüncü
 kişilere karşı ileri sürülebilme olanağı sağlanmış şahsi hakların yanında;
 başta Medeni Kanun olmak üzere, bazı kanunlarımızda da malikin tasarruf
 hakkını sınırlandıran şerhler yeralmış bulunmaktadır. Bunlar Medeni Kanunda
 "temlik haklarının tahditleri" olarak nitelendirilmiş ve 920. maddede
 düzenlenmiştir.

Tapulama Kanunu'nun 37. maddesinin 1 ve 2. fıkraları uyarınca tapulama
 tutanağının beyanlar hanesine ve kütüğün şerhler sutünuna geçen hak, Medeni
 Kanunun 919, 920 ve 921. maddelerine göre Hazine'nin ihya edilen taşınmaz
 üzerindeki hakkını sınırlayan bir haktır. Bu hak 4753 sa-yılı Çiftçiyi
 Topraklandırma Kanunu o yerde uygulanıncaya değin, Hazine'nin ihya edilmiş
 olan taşınmazı ihya eden dışında bir üçüncü kişiye devir ve temlikine engel
 olan ve Hazine'ye sonunda taşınmazı ihya edene devir borcu yükleyen ve devamı
 süresince de ayni hak niteliğini koruyan bir haktır.

766 sayılı Kanunun 37. maddesinin son fıkrası hükmünün 26.7.1972 tarihinde
 yürürlüğe giren 1617 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Öntedbirler Kanunu'nun
 23. maddesiyle yürürlükten kaldırılmasıyla ihya edilen yerin ihya eden adına
 tescili imkansız hale gelmiştir. 

Değişikliğe uğramayan 37. maddenin 1 ve 2. fıkraları ise, ihya edilen taşınmaz
 malların Hazine adına tespit ve tescili ile ihya edenlerin ayrıca tutanakta
 belirtilmesini amir bulunmakta, belirli normlar dahilinde ihya edene verme
 işini ise, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu tatbikatını yapacak olan teşkilatın
 faaliyetine bırakmış bulunmaktaydı.

Oysa, 4753 sayılı Kanunun yürürlükten kalkmasıyla, uygulayıcı kuruluşun toprak
 dağıtımı konusundaki faaliyeti de sona ermişti.

4753 sayılı Kanunun ilgasından sonra 37. maddenin birinci fıkrasında açıklanan
 koşulların zilyet lehine oluşması halinde, ihya edenin hakkının kütüğe
 geçirilmesine ve bu hakkın sonucunun belirtilmesine gerek olup olmadığı
 hususunda tereddütler hasıl olmuştu.

Hemen ifade edelim ki, 4753 sayılı Kanunun sonradan yürürlükten kaldırılmış
 olması, bu Kanunun değişik geçici maddesine göre, ihya yoluyla daha önce
 oluşan hakkın kullanılmasına ve bunun Tapulama Kanunu'nun 37/1. maddesi
 uyarınca tapulama tutanağının beyanlar hanesinde gösterilmesine ve nihayet
 tapuya şerh verilmesine engel teşkil etmez.

Nitekim, bu görüş, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu'nun
 24.5.1982 gün ve 1982/1-1 sayılı kararında, "...Kanun sonradan yürürlükten
 kalkmış olsa bile hak ve yetkiler hangi nitelikte ve hangi sınırlar içinde
 doğmuş ise, kendilerini oluşturan kanun hükmüne bağlı olarak o biçimde
 varlıklarını korurlar" şeklinde teyid edilmiştir.

İkinci bir tereddüt tapuya verilecek şerhin süresiyle ilgilidir. Gerçekten de,
 4753 sayılı Kanun kaldırılmış bulunduğuna göre ihya hakkı tapuya şerh
 verilirken 4753 sayılı Kanundan söz edilecek miydi?
Yargıtay Yedinci Hukuk Dairesi'nin 17.2.1976 tarih, 1975/8891 esas, 1976/2202
 karar sayılı içtihadında: "Mahkemece 766 sayılı Tapulama Kanunu'nun 37/2.
 maddesi zilyet lehine uygulanmış ve o yerde Çiftçiyi Topraklandırma
 Kanunu'nun uygulanmasına kadar, zilyet ve haleflerinin tasarrufuna
 dokunulamayacağı kaydı konulmuştur. Oysa, 1757 sayılı Toprak ve Tarım Reformu
 Kanunu'nun 235. maddesi hükmü ile Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu yürürlükten
 kaldırılmıştır. Böylece Tapulama Kanunu'nun 37. maddesinin Hazine'nin
 tasarruf hakkını kısıtlayan hükmünün müntehasını tayin eden ve ihya eden
 kişiye mülkiyet hakkı sağlayacak olan hüküm ortadan kalkmıştır. Ancak, kanun
 koyucu her zaman için bu boşluğu doldurabilir. Yeni bir kanunla müntehayı ve
 ihyanın geleceğini belli edebilir. O halde, mahkemece, kanun koyucu
 tarafından yeni bir kanunla Hazine'nin mülkiyet hakkının zilyet yararına
 kısıtlanması ve ihyanın geleceği ve süresi belli edilinceye kadar, ihya eden
 ve haleflerinin zilyetliklerinin ihlal olunamayacağı ve Hazine'nin temliki
 tasarrufta bulunamayacağı şeklinde karar verilmek gerekirken mahkemece bu
 yönden zuluh olunması isabetsiz ise de, bu yanlışlığın düzeltilmesi
 yargılamanın tekrararını gerektirmediğinden hüküm fıkrasının yukarıda
 belirtilen şekilde düzeltilmesine" denilmiştir (Nusret Ozanalp, Tapulama
 Kanunu Şerhi, sh. 563).

Nusret Ozanalp ve İsmet Sungurbey kararda belirtilen görüşün gayet doğru
 olduğunu belirtmişlerdir. Profesör S.S. Tekinay ise, "mahkemeler, çıkıp
 çıkmayacağı belli olmayan kanunları gözönünde bulundurmak zorunda
 bırakılamaz" diyerek bu görüşe karşı olduğunu bildirmiştir (İstanbul
 Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, Atatürk'e Armağan, 1981-1982, sh.
 472).

Biz de, Sayın Sungurbey ile Sayın Ozanalp'in görüşlerine katılıyoruz.
 Gerçekten de, Yargıtay kararının verildiği tarihlerde 4753 sayılı Kanun
 yürürlükten kaldırılmış, 1757 sayılı Kanun onun yerine geçmişti. Bu durumda
 Tapulama Kanunu'nun 37/1. maddesindeki "Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu o
 yerde tatbik edilinceye kadar" sözlerinin "Toprak ve Tarım Reformu Kanunu o
 yerde uygulanıncaya kadar" şeklinde anlaşılması gerekir.

1757 sayılı Kanunun Anayasa Mahkesi'nce iptalinden sonra da, artık tapulama
 tutanağında ve mahkeme kararında Hazine'nin mülkiyet hakkını sınırla-yan bu
 şerhin süresinin belli edilmesi mümkün olmadığından, "kanun koyucu tarafından
 bu yönden yeni bir düzenlemeye gidilinceye değin Hazine'nin mülkiyet hakkının
 sınırlanmasına ve bu ihya edenin zilyetliğinin ihlal olunmayacağının kütüğün
 şerhler hanesine şerh verilmesine" şeklinde karar verilmelidir.

Kanun koyucu, Tapulama Kanunu'nun 37. maddesinin birinci fıkrasında, 4753
 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu yürürlüğe girdiği zaman taşınmazın 50
 dönümü geçmeyen kısmının mülkiyet hakkının ihya edene verileceğini belirtmek
 istemiştir. Başka bir söyleyişle, mülkiyet hakkı ihya edene ya da, kanuni
 veya akdi haleflerine geçinceye değin, ihya edenin taşınmazdan tam olarak
 istifadesinin sağlanması ve ihya yoluyla oluşan hakların güven altına
 alınması için bu şerhe gerek görülmüş ve böylece Hazine'nin mülkiyet ve
 tasarruf hakkı tam anlamıyla sınırlanmıştır.

KESİN HÜKÜM MESELESİ:

9.10.1989 gün ve 4578-9283 sayılı Yargıtay Kararının esasını oluşturan olayda,
 davacı tapulama mahkemesine dava açarak taşınmazı ihya ettiğini ileri sürmüş
 ve neticede ihya iddiası mahkemece sabit görülerek Tapulama Kanunu'nun 37/1
 ve 2. maddeleri hükümleri uyarınca ihya eden davacının kütüğün şerhler
 hanesinde gösterilmesine karar verilmiş, davacı 3402 sayılı Kanunun yürürlüğe
 girmesinden sonra bu hükme dayanarak Hazine üzerindeki taşınmazın
 mülkiyetinin kendisi üzerine geçirilmesini istemiştir. Mahkeme kesin hükümden
 bahisle davayı reddetmiş ise de, hükmün temyizi üzerine, Daire olayda kesin
 hüküm bulunmadığını belirtmek suretiyle hükmü bozmuştur.

Çoğunluk, 3402 sayılı Kanunun geçici 4. maddesine göre, tapulama mahkemesince
 verilen bu hükmü kesin hüküm saymıştır. Her ne kadar 3402 sayılı Kanunun
 geçici 4. maddesinin 1. fıkrasında tapulama ve kadastro mahkemelerince daha
 önce kesin hükümlere bağlanmış uyuşmazlıklara bu kanun hükmünün
 uygulanmayacağı bildirilmiş ise de, olayımızda tapulama mahkemesince
 davacının ihya iddiasının sübutuna karar verilmiş ve davacı bu tesbite
 dayanarak Hazine üzerindeki kaydın iptalini istediğine göre, bu hüküm kesin
 hüküm olmaz. Kesin hükmün şartları HUMK.nun 237. maddesinde gösterilmiştir.
 Bu maddeye göre, kesin hükümden sözedilebilmesi için tarafların, konunun ve
 hukuki sebebin aynı olması gerekir. Olayımızda davanın konusu ve tarafları
 aynı ise de, hukuki sebep (dava sebebi) değişiktir.

Davacı, ikinci davada 3402 sayılı Kanunun 17. maddesi ile getirilen yeni hükme
 dayanmış ve davasını 46. maddede öngörülen iki yıllık ek süre içinde
 açmıştır. Davacı ikinci davada az önce açıklandığı gibi tapulama mahkemesinin
 ihya olayının tesbitine ilişkin hükme dayanmış olmaktadır. 766 sayılı Kanunun
 37. maddesinin son fırkasının kaldırılmış olduğu dönemde ihya edenin ihya
 keyfiyetinin tapuya şerh verilmesinden başka yapılacak bir yön bulunmamakta
 idi. O arada tescil talebinin reddedilmiş olması ihya ola-yının tesbiti ile
 doğmuş olan iktisap hakkının 4753 sayılı Kanunun o yerde uygulanması
 sırasında kullanılması gerektiğini göstermekten başka bir anlam taşımaz.
 Tescil isteği 4753 sayılı Kanunun o yörede uygulanmasına kadar ertelenmiş
 sayılır.

Olayımızda önemli olan yön, 3402 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren
 mahkeme hükmüyle kütüğe şerh edilen ihya hakkına dayanılarak tescil istenip
 istenmeyeceğidir.

27.3.1950 yılından önce oluşmuş olan ihyanın iktisap hakkı sağladığı hususunda
 ne doktrinde ne de uygulamada görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Tapulama
 Kanunu'nun yürürlükten kaldırılan 37. maddesinin son fıkrası yerine 3402
 sayılı Kanunun 17. ve 14. maddeleri, Hazine'ye ihya edilen taşınmazı devir
 borcu yükleyen 4753 sayılı Kanun yerine de, aynı kanunun 46. maddesi hükmü
 getirilmiştir.

Tasarının Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde görüşülmesi sırasında sorumlu bir
 üye, "Bu 17. maddeyle, tarım topraklarının milli ekonmiye kazandırılması ve
 bazı muhtemel haksız tasarrufların önlenmesi için imar ve ihya yolu ile mülk
 edinme getirilmektedir. Ancak, imar ve ihya edilen yeri kullananlardan da
 ayrıca zilyetlik ve iktisap şartları aranmaktadır" şeklinde açıklamalarda
 bulunmuş ve ihya müessesesinin yeniden getiriliş sebeplerini izah etmiştir.

Gerçekten de, 3402 sayılı Kanunun yürürlüğünden önceki evrede, bir kimse ham
 toprağı yani hali bir yeri, yahut ekime elverişli bir çay yatağını, hiç bir
 emek ve masraf ihtiyar etmeden sürüp tarla haline getirmiş ve Tapulama
 Kanunu'nun 33. ve Medeni Kanun'un 639/1. maddesi çerçevesinde tasarruf etmiş
 ise, bunu iktisap edecektir. Fakat bir başkası, tüm aile fertleriyle
 birlikte, para ve emek harcayarak, taşlık, çalılık bir yeri temizleyip, alın
 teri dökerek tarla haline getirmiş, yurt ekonomisine katkıda bulunmuş, hatta
 bu şekildeki ihya eyleminin varlığını mahkeme hükmü ile tesbit ettirmiş
 olmasına rağmen, Tapulama Kanunu'nun 37. maddesinin son fıkrası hükmünün
 yürürlükten kaldırılmış olması sebebiyle tescil isteyemeyecektir.

İşte, 3402 sayılı Kanunun 17. ve 46. maddeleriyle bu tür haksızlıkların
 giderilmesine çalışılmıştır.

Komisyonun Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne sunduğu tasarının 46. maddeye
 ilişkin genel gerekçesinde: "766 sayılı Tapulama ve 2613 sayılı Kadastro ve
 Tapu Tahriri Kanunlarında bulunmayan bu madde ile, kadastrosu yapılacak
 yerlerde, 766 sayılı Kanunun 37 veya 4753 sayılı Kanun uyarınca Hazine adına
 tescil edilmiş taşınmaz malların, bu Kanunun iktisap şartlarına göre hak
 sahipleri adına tesciline imkan sağlanmakla, vatandaşlara senelerden beri
 malik sıfatı ile zilyet bulundukları yerlere sahip olma hakkı tanınmıştır"
 denilmek suretiyle maddenin getiriliş amacı açıkça gösterilmiştir.

Bu açıklamalara göre; kanun koyucunun 3402 sayılı Kanunun 17. ve özellikle 46.
 maddesini göstermekteki amacı, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan
 yerleri emek ve para harcamak suretiyle tarım arazisi haline dönüştüren, yurt
 ekonomisine bu şekilde katkıda bulunan ve o tarihte yürürlükte bulunan
 hükümlere göre taşınmazı iktisap eyleyen, ancak Tapulama Kanunu'nun 37.
 maddesinin son fıkrasının yürürlükten kaldırılması nedeniyle mülkiyet hakkı
 askıya alınan vatandaşa yeniden tescil isteme hakkını tanımaktadır.

3402 sayılı Kanunun geçici 4. maddesi hükmünün 17. ve 46. maddelerle birlikte
 bu suretle yorumlanması gerekirken, amaca uygun olan bu yorum tarzı bir
 tarafa itilip, "lafzi yorum yöntemi" gibi yüz yıldan beri terk ve reddedilmiş
 çağ dışı yorum yöntemlerine tutunarak ihya olayının tesbitine ilişkin hükmün,
 ihya eden aleyhine kesin hüküm sayılması geçici 4. maddenin getiriliş amacına
 aykırı olduğu gibi, kesin hüküm hakkındaki genel ilkeleri düzenleyen HUMK.nun
 237. maddesine de aykırıdır.

Çoğunluğun görüşünü yansıtan bu İçtihladı Birleştirme Kararına göre, vatandaş
 emek ve masraf ihtiyar ederek tarım arazisi haline getirdiği ve yıllardan
 beri malik gibi kullanmakta olduğu araziyi aynı şekilde kullanmaya devam
 edecek, ancak adına tescil ettiremeyecektir. İçtihadı Birleştirme Kararı
 Anayasamızın Hukuk Devleti, kamu düzeni, mülkiyet güvencesi, temel hakların
 özüne dokunulmaması ilkelerine açıkça aykırıdır. Durumun bir kanun hükmüyle
 düzeltilmesinden başka çare bulunmamaktadır.

S o n u ç : Bütün bu açıklamalara göre Tapulama Kanunu'nun 37. maddesinin 1 ve
 2. fıkraları uyarınca ihya keyfiyetinin tapuya şerh verilmesine dair tapulama
 mahkemesince ittihaz olunan birinci hükmün sonradan açılan tapu iptal ve
 tescil davasında davacı aleyhine değil onun lehine kesin hüküm sayılması
 gerektiği görüşü ile çoğunluk görüşüne katılmıyorum.

Şükrü ÖZDEMİR
8. Hukuk Dairesi Başkanı

KARŞI OY YAZISI

*   İBK. ile kazandırıcı zamanaşımı, yada imar ihya nedeniyle mülk edinmeye
 dayalı olarak açılan tapu iptal ve tescil davaları kesin hükme bağlandıktan
 sonra, 21.6.1987 gün ve 3402 sayılı Kadastro Yasası ile aynı konuda kişi
 yararına getirilen olanaklardan (haklardan) yararlanılarak yeniden hak
 istenemeyeceği, önceki kararın kesin hüküm oluşturup oluşturmayacağı yönünden
 Birinci Hukuk Dairesi ile Sekizinci Hukuk Dairesi kararları arasındaki
 içtihat aykırılığının giderilmesi amaçlanmıştır.

İçtihat aykırılığının ortaya çıkmasına örnek gösterilen 1. HD.nin 8.2.1989 gün
 ve 1989/11264-1148 sayılı ilamında kesin hüküm oluşmayacağı henüz ortada bir
 hüküm olmadığı, davacının 1617 sayılı Yasanın tanıdığı 20 dönümlük sınırları
 esas alarak mahkemede uyuşmazlık konusu yerin 20 dönümden fazla kişi için
 davadan vazgeçme beyanının, HUMK.nun 95. maddesindeki ifadesini bulan bir
 kesin hüküm niteliğinde olmadığından, bu hususta içtihat aykırılığı
 bulunmadığı sonucuna varılmıştır.

Yargıtay 8. HD.nin 20.10.1989 gün ve 1989/5946-8870 sayılı kararı özet olarak;
 uyuşmazlık konusu taşınmazın 20 dönümden fazlasının Hazine adına tesciline
 ilişkin hükümden sonra yürürlüğe giren 3402 sayılı Yasanın 14. maddesi ile bu
 miktarın arttırılmış olması nedeniyle yasanın bu hükmünün önceki kesin hükmü
 ortadan kaldıramayacağına böylece kesin hükmün oluştuğuna dairdir.

Aynı Dairenin 9.10.1989 gün ve 1989/4758-9283 sayılı kararında ve buna paralel
 pek çok kararda, hak sahibinin 27.3.1950 tarihinden önce imar ihya ettiği
 37/2. maddesi uyarınca şerh konulan taşınmaz hakkında, 3402 sayılı Yasanın
 17, 46 ve geçici 4. maddesine göre önceki hükmün kesin hüküm oluşturup
 oluşturmayacağı konusu Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu'nda
 tartışılmış olup, bunun kesin hüküm oluşturacağı biçimde sonuca varılmıştır.

Bu duruma göre İçtihadı Birleştirme HGK., 766 sayılı Tapulama Yasası uyarınca
 uyuşmazlık konusu olmuş ve mahkemece hükme bağlanıp taşınmaz üzerine aynı
 Yasanın 37/2. maddesi uyarınca şerh konulan yerin 3402 sayılı Yasanın
 yürürlüğe girmesi üzerine bir daha dava konusu olamayacağı sonucuna
 varmıştır. Yani olayda kesin hüküm oluşacağı biçimde oy çoğunluğu
 sağlanmıştır.

Aşağıda belirteceğimiz nedenlerle çoğunluğun düşüncesine katılamıyoruz.
 Şöyleki:

1- Öncelikle bu konuda İBK.na gerek olmadığı kanısındayım. Çünkü ortada
 birbirine aykırı içtihatlar söz konusu değildir. Yukarıda tarih sayısı
 belirtilen 1. HD.nin kararı ile 8. HD.nin 20.10.1989 gün ve 1989/5946-8870
 sayılı kararları ile yine 8. HD.nin 9.10.1989 gün ve 1989/4758-9283 sayılı
 kararları arasında zaten bir aykırılık bulunmamaktadır. İlk kararda kesin
 hüküm oluşmaz denmiştir. Doğrudur. Çünkü ortada henüz bir hüküm
 bulunmamaktadır. Olaya konu olan feragat, kesin hüküm sonucunu doğuracak
 kapsamda değildir. 8. HD.nin ilk kararı ile miktarla ilgili olup kesin hüküm
 oluşturduğu dairecede kabul edilmiştir. 8. HD.nin son kararı ise miktarla
 ilgili olmayıp dava edilen yerin niteliği ile ilgili bulunmaktadır. İki karar
 birbirinden istem-sonuç bakımından kapsamları ayrıdır. Bu bakımdan iki
 kararın veya kararlar arasında aykırılık bulunduğu kabul edilemez ve İç.
 Bk.na gerek bulunmamaktadır. Aksi halde sık sık İç. BK. larına başvurulurki
 bu da hukukda diğer sakıncaları yanında durağanlığı getirir. Yaşayan hukuk
 ortadan kalkar.

2- Bilindiği üzere İhya; canlandırma diriltme, yaşam verme, verimli hale
 getirme olarak tanımlanmaktadır. Zamana ve ülkelere göre ihya yoluyla
 taşınmaz kazanılması farklı olmuşsa da bu yol kısmen hep açık tutulmuştur.

Roma Hukukunda, ihya eden mülkiyet sahibi olamıyorsada kullanma hakkına sahip
 oluyordu. İslam Hukukunda mevat arazi niteliğindeki yerlerin ihya edilmesine
 olanak tanınmıştı.

Osmanlı Hukukunda, Arazi Kanunu ile İslam Hukukunda olduğu üzere mevat
 arazinin ihya edileceği öngörülmüştür.

Medeni Kanun'un yürürlüğe girmesi ile 864 sayılı Tatbikat Kanunu uyarınca
 Mecelle'nin MK. ve BK.na aykırı bulunan tüm hükümleri ortadan kaldırılmıştır.
 Hatta MK.nun yürürlüğünden sonra Arazi Kanunu'nun yürürlükte olup olmadığı
 tartışılır hale gelmiştir. Ne varki bu yasanın bazı hükümlerinin yürürlükte
 bulunduğu yargısal kararlarla kabul edilmiştir.

MK.da ihya ile ilgili herhangi bir hüküm yer almamış, 641. maddesinde tarıma
 elverişli olmayan yerlerin Devlete ait bulunduğu belirtilmiştir. Böylece MK.
 nun yürürlüğe girmesi ile ihya yoluyla taşınmaz kazanılması olanağıda
 kapanmıştır. Bu durum 1934 yılında kabul edilen 2644 sayılı Tapu Kanunu'nun
 yürürlük tarihine kadar devam etmiştir. Sözü edilen Yasanın 6. maddesi ile
 bazı koşullarla ihya kabul edilmiş ve böylece ihya ile ilgili Türk
 Hukukundaki ilk düzenlemede yapılmıştır. Bu hükümle belirtilen koşullar
 içinde ihya eden adına kullanma süresine bakılmaksızın taşınmazın tescili
 yoluna gidilmekte idi. Ancak bu hüküm 1945 yılında yürürlüğe giren Çiftçiyi
 Topraklandırma Kanunu (ÇTK) ile yürürlükten kaldırılmıştır. Ne varki aynı
 yasanın geçici maddeleri ile kazanılmış hakların korunması saklı tutulmuştur.
 Bunun için kazanılmış yerin belediye sınırları dışında olması, iskanen
 verilecek haddi aşmaması yasada öngörülen süre içinde müracaatı öngörmekte
 idi. Sonradan ve 1950 yılında 5618 sayılı Yasa ile 4753 sayılı Yasanın bazı
 hükümleri değiştirilmiş ve ihya edilen yer için tanınan başvuru süresi
 kaldırılmış geçmişte müracaat etmeyenlerede olanak sağlanmıştır. Süresiz
 başvuru hakkı tanınmıştır. 5618 sayılı Yasadan önce yürürlüğe giren 5602
 sayılı Tapulama Yasasının 52. maddesi ile "4753 sayılı Kanunun yürürlüğe
 girdiği tarihe kadar yapılmış olan ihyalar mezkur kanunun geçici maddesinde
 yazılı müracaata bırakılmaksızın ihya edenler veya mirasçıları adına
 tapulanır. 4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra ihya edilmiş
 veya ihyasına başlanmış olan gayri menkuller Devlet adına kayıt olunur" hükmü
 getirilmiştir. Gerek bu hükümle ve gerekse 4753 sayılı Yasayı değiştiren 5618
 sayılı Yasa ile getirilen düzenlemeye göre 4753 sayılı Yasanın yürürlüğe
 girdiği tarihe kadar yapılan ihyalar için ihya eden adına sonraki tarihte
 yapılan ihya konusu yerler ise Hazine adına tescil edilecektir.

Durum böyle devam etmekte iken, 12.7.1966 tarihinde 766 sayılı Tapulama Yasası
 yürürlüğe girmiş, bu Yasanın 37. maddesinde ihya edilen yer için yeni bir
 hüküm getirilmiştir. Bu hükümle kural olarak ihya kaldırılmıştır. Ancak
 Yasanın 37. maddesi ile 27.3.1950 yılına kadar (ki bu tarih 4753 sayılı
 Yasada değişiklik yapan 5618 sayılıYasanın yürürlük tarihidir) ihya edilen
 yerler Hazine adına tescil edilecek, fakat ihya eden lehine tapuya şerh
 konulacaktır.

Böylece, 766 sayılı Yasada ihyanın kapsamı niteliği belirtilmemiştir. Bu
 konudaki bilgi ve koşulları 4753 ve bunu değiştiren 5618 sayılı Yasada yer
 almıştı. Yine, ihya edilen oranlar hakkında 766 sayılı Yasanın 37/son
 fıkrasında yer alan bir hükümle aynı yasanın 33. maddesine yollama yapılmakta
 idi. Ancak 37/son fıkra 1972 yılında yürürlüğe giren 1617 sayılı Yasa ile
 değiştirilmiş ve yine 766 sayılı Yasanın 33/son fıkrası eklenerek ihya
 tamamen kaldırılmıştır. Bu arada 4753 ve 5618 sayılı Yasaların ihyaya ilişkin
 hükümleri ayakta idi. Bu aşamada ve 19.7.1973 tarihinde 1757 sayılı Toprak ve
 Tarım Reformu Yasası yürürlüğe girdi. Bu yasanın 235. maddesi ile 4753 ve
 bunu değiştiren tüm yasalar yürürlükten kaldırılmıştır. Ne varki bu yasa da
 Anayasa Mahkemesi'nin 10.5.1977 günlü kararı ile iptal edilmiş ve
 10.5.1978'de yürürlükten kaldırılmıştır.

Yapılan bu kronolojik açıklamadan çıkan sonuç, hukukumuzda ihyanın bazen kabul
 edildiği bazen sınırlama getirildiği ve en son durumu itibariyle de ihya eden
 lehine 766 sayılı Yasanın 37/2. maddesi uyarınca geleceğe yönelik bir hak
 tanındığını görmekteyiz. Yine görülen odurki, hukuk düzeni tüm düzenlemelerde
 kazanılan haklara ve verilen emeğe daima bir hukuki sonuç bağlamayı gerekli
 görmüştür.

3- 3402 sayılı Kadastro Yasası dönemi:

Bilindiği üzere ülkede yapılan ve yapılacak tüm kadastro işlemlerine
 uygulanmak üzere 9 Temmuz 1987 tarihinde 3402 sayılı Yasa yürürlüğe
 konmuştur. Bu Yasanın 17. maddesi; "ihya edilen taşınmaz mallar" başlığını
 taşımakta ve orman sayılmayan özel mülk konusu olmayıp Devletin hüküm ve
 tasarrufu altında olup kamu hizmetine özgülenmemiş yerlerin emek ve para
 harcanarak kültür arazisine dönüştürülen yerlerin hak sahipleri adına tesbit
 ve tescil edileceği öngörülmüştür. Ancak aynı maddede aynı Yasanın 14.
 maddesine yollama yapılmakla imar ihyadan itibaren 20 yıl kullanılması
 gerektiği ve suluda 40, susuzda 100 dönümü aşmayacağı da böylece hükme
 bağlanmşıtır. Yasanın 17. maddesinde yer alan diğer bir kural da ihyanın
 ancak Belediye imar planı sınırları dışında kalan yerler hakkında
 uygulanacağıdır. 

Bu madde daha önce kadastrosu yapılmamış imar ve ihya edilen veya edilecek
 yerler hakkında uygulanacağına dair bir duraksama yoktur. Ancak geçmişte
 kadastrosu yapılıpda 766 sayılı Yasanın 37/2. maddesi uyarınca tapu kaydı
 üzerine gerek tesbit sırasında veya dava konusu olupta mahkemece bu şekilde
 şerh konulan yerler hakkında nasıl bir uygulama yapılacağı noktasında 3402
 sayılı Yasanında getirdiği düzenleme ile sorunlar doğmuştur.

Sorun, 3402 sayılı Yasanın 46. ve geçici 4. maddesi karşısında daha önce
 yargılaması yapılıpda 766 sayılı Yasanın 37/2. maddesi uyarınca lehine şerh
 konulan hak sahiplerinin yeni bir dava hakları bulunup bulunmadığı noktasında
 toplanmaktadır. Sözü edilen Yasanın 46. maddesi özel bir düzenleme
 getirmiştir. Aslında maddenin kapsamı ve düzenlendiği yer verilen madde
 numarası itibariyle yasanın dördüncü bölümünde ve mülkiyet hakkının tesbitine
 ilişkin esaslar başlığı altındaki bölümde yer alması gerekirdi. Halbuki
 madde, intikal ve son hükümler başlığını taşıyan Dokuzuncu bölümde yer
 almıştır. Maddede şu esaslar yer almıştır; 766 sayılı Yasanın 37. maddesine
 veya 4753 sayılı Kanun uyarınca Hazine adına kaydedilen taşınmaz malların
 zilyetleri adına tesbit ve tescil edileceği öngörülmüştür. Sözü edilen 766
 sayılı Yasanın 37. maddesi ihya ile ilgili olup bu koşulu yerine getirenler
 adına taşınmazın tesbit ve tescil edilmeyeceği ancak ilerde toprak dağıtımı
 yapıldığı sırada gözönünde tutulmak üzere lehlerine tapuya şerh konulacağı
 öngörülmüş bulunmakta idi. 3402 sayılı Yasanın 46. maddesinin son fıkrasında
 ise (artık şerh koyma mevcut olmadığından yani 766 sayılı Yasanın 37. maddesi
 yürürlükten kalkıp ihya edilen adına doğrudan doğruya tescil yapıldığından)
 daha önce 37/2'ye göre şerh konulanların bu haklarını adlarına tescil
 yaptırmaları için iki yıl içinde talep ve dava açma hakkı öngörülmüştür.
 Diğer bir anlatımla bir kimse adına 766 sayılı Yasanın 37/2. maddesi uyarınca
 şerh konulmuşsa bu kimse 3402 sayılı Yasanın yürürlüğünden itibaren iki yıl
 içinde yerin kendi adına tesbitini talep ve dava edebilecektir. İç. Bir.
 K.nın görüşülmesi sırasında bazı üyeler, talep ve dava konusu olacak yerin
 sadece tapulama ekibince veya komisyonca üzerine şerh konulan yer
 olabileceği, daha önce dava konusu olan yer hakkında artık dava
 açılamayacağı, 3402 sayılı Yasanın geçici 4. maddesinin buna engel olduğu
 düşüncesini belirtmişlerdir. Ne var ki 3402 sayılı Yasanın 46. maddesi böyle
 bir ayrımı düzenlememektedir. Bunun yanında, aynı Yasanın geçici 4.
 maddesinde "Tapulama ve Kadastro mahkemelerince bu kanunun yürürlüğe
 girmesinden önce kesin hükme bağlanmış uyuşmazlıklara bu kanun uygulanmaz"
 kuralı yer almıştır. Bize göre madde genel bir ilkeyi yinelemiştir. Bilinen
 bir hususu tekrar etmiştir. Çünkü zaten daha önce dava konusu olup hükme
 bağlanan bir konuda yeniden yargılama yapılmaması usul hükümlerinin genel
 kuralıdır ve HUMK.nun 237. maddesinin de bir gereğidir. Bunu tekrar etmenin
 bir anlamı ve bağlayıcılığı da olamaz. Hiç bir yasada yer alamayan böyle bir
 hükmün burada düzenlenmiş olması yasa ve hukuk tekniğine de uygun
 düşmemektedir.

Sağlıklı bir sonuca varılabilmesi için 3402 sayılı Yasanın 46 ve geçici 4.
 maddesinin birlikte gözönünde tutulması gerektiği kanısında olduğumu
 belirtmek isterim. Ancak bundan öncede 766 sayılı Yasanın 37/2. maddesi
 uyarınca konulan şerhin hukuki niteliği, etkinliği ve sonucunun
 değerlendirilmesinde yarar vardır.

Mülga Tapulama Yasasının 37/2. maddesinin kapsamı MK. 919, 920 ve 921.
 maddelerinde öngörülen şerhlerden farklıdır. Çünkü şerh konulmakla kural
 olarak lehine şerh konulan kimsenin şerhle doğan şahsi hakkı ayni hak gücünü
 kazanmayıp, şahsi hakkı güçlenmekte ve üçüncü kişilere karşıda ileri
 sürülebilmektedir. Bu husus MK.nun 919 ve 920. maddelerinde açıkca
 düzenlenmiştir. 766 sayılı Yasanın 37/2'deki şerh ise, üçüncü kişilere karşı
 bir etkin meydana getirmekten öte, doğrudan doğruya taşınmazın malikine karşı
 yani Hazine'ye karşı yöneltilmiş bir nitelik taşımaktadır. Şerhle Hazine'nin
 mülkiyetinin kapsamı, gücü değiştirilmektedir. Çünkü bu şerhle Hazine adına
 tescil edilmiş bulunan mülkiyet hakkı MK.daki mülkiyet hakkından farklı bir
 nitelik taşımaktadır. Örneğin, bu hak başkalarına devredilememektedir. Lehine
 şerh konulanın veya haleflerinin zilyetlikleride önlenememektedir. Burada
 mülkiyet hakkı kuru bir mülkiyet olmaktan öte, malikine gerek bu gün gerekse
 gelecek yönünden hiç bir yarar sağlamıyan, ileride yapılacak dağıtım ve
 düzenlemeyi bekleyen kendine özgü bir mülkiyet hakkıdır. Çünkü diğer türdeki
 kuru mülkiyetlerin devri mümkündür. Örneğin, intifa hakkının sona ermesi ile
 kuru mülkiyet tam mülkiyete dönüşebilmektedir. 37/2. maddeye konu olan
 taşınmazlar üzerindeki Hazine'nin mülkiyet hakkı ileride belli bir ölçünün
 üstüne çıkmayan belli miktarı aşmayan taşınmazlar için Hazine'nin kuru
 mülkiyetinin tam mülkiyete dönüşmesi olanağıda bulunmamaktadır. Hemen
 söyleyelimki, bu tür yerler Hazine'nin gözden çıkardığı, sadece dağıtımda
 üzerinde düzenleme yetkisi bulunan yerler olarak kabul etmek gerekecektir.
 Hal böyle olunca ihya edenin bu tür yerler üzerinde vazgeçilmez bir hakkı
 olduğu kabul edilmek gerekir. Bundan dolayıdırki, gerek Osmanlı hukukunda ve
 mecellede ihyaya daima bir hukuki sonuç bağlanmış, ihya eden lehine bir hak
 tanınmıştır. 2644 sayılı Yasa ile açık biçimde tanınan ihya, 4753 sayılı Yasa
 ile kaldırılmak istenmişsede, bundanda vazgeçilmiştir. 

Durum böyle iken, 3402 sayılı Yasa yürürlüğe girmiştir. Bu Yasanın geçici 4.
 maddesi ile daha önce yargılaması yapılan ve 766 sayılı Yasanın 37/2.
 maddesine göre mahkeme hükmü ile şerh konulan yerlerin lehine şerh konulan
 adına tescil edilip edilmeyeceğinde uyuşmazlık çıkmaktadır.

3402 sayılı Yasanın 46. maddesinin son fıkrasında; bu tür yerler hakkında
 yasanın yürürlüğünden itibaren iki yıl içinde "talep ve dava" hakkından
 sözetmektedir. Bize göre bu "talep ve dava" hakkının anlamı şudur; 766 sayılı
 Yasanın 37/2. maddesine göre lehine şerh konulan kişi 3402 sayılı Yasanın
 46/son fıkrasına göre, Hazine'ye başvurup yerin doğrudan doğruya kendi adına
 tescilini isteyebilecektir. Bunun için şerhin gerek tesbit komisyonunca veya
 gerek mahkemece konulmuş olmasının önemi yoktur. Ancak haksahibinin talebi
 üzerine tam mülkiyet talep sahibi adına tescil edilmediği takdirde, mahkemede
 dava yoluna baş vuracaktır. İşte bu aşamada daha önce mahkemece 37/2'ye göre
 şerh konulan yerler hakkında kesin hüküm oluşacağı İç. BK. ile kabul
 edilmiştir. Biz aynı düşüncede değiliz. Çünkü yasa koyucu 3402 sayılı Yasanın
 46/son maddesi ile böyle bir ayrım yoluna gitmemiştir. Ayrıca 37/2'ye göre
 lehine şerh konulan kişinin bu hakkının ortadan kaldırıldığı düşünülemez.
 Çünkü daha önce bu hakkın sonunda 4753 sayılı Yasaya göre yapılacak dağıtımda
 bu şerh sahibine o yerin mülkiyetine kavuşma olanağını sağlıyordu. Halen 4753
 sayılı Yasa yürürlükten kalktığına, artık bir dağıtımda yapılamayacağına
 göre, şerhle sağlanan hak, hiç bir neden olmadan kaldırılmış bulunmaktadır.
 Bu husus kazanılmış hakların şu veya bu nedenle ortadan kaldırılamayacağı
 ilkesi ile bağdaşmaz. Bunun içindir ki 3402 sayılı Yasanın geçici 4.
 maddesini yorumlarken tüm bu hususları, ihyanın yasal olarak geçmişte
 geçirdiği yasal düzenlemeleri de gözönünde tutmak gerekecektir. Geçici 4.
 madde böyle yorumlandığı takdirde 46. maddenin konuluşunun amacını saptamak
 zorlaşacaktır. Nedeni de anlaşılamayacaktır. Yine, 3402 sayılı Yasanın 17.
 maddesi ile ihya ve ihyaya hak tanıyıp eskiden imar ve ihya ettiği hükmen
 saptanan kimseye hak tanımamak eşitlik ilkesi ile de bağdaşmaz. Hatta imar ve
 ihya ettiği hükmen sabit olupda, 37/2. maddeye göre tapu kaydı üzerine şerh
 konulan taşınmazlar için kesin hüküm Hazine lehine olmayıp hak sahibi lehine
 olduğunu kabul etmek gerekir. Böyle bir hükümle, şerh sahibinin hakkı,
 Hazine'nin şeklen adına tescil edilen mülkiyet hakkından daha güçlüdür. Çünkü
 bu kişi öyle bir hakka sahip olmaktadır ki bu günkü hakkına, mülkiyet hakkı
 sahibi Hazine hem müdahale edememekte, hemde ilerde yapılacak dağıtımda bu
 yerin tam mülkiyet hakkına takdire yer bırakmayacak biçimde sahip olmaktadır.
 Bu ölçüde ve güçte mahkemece güvence altına alınmış bulunan bir hakkın hak
 sahibi aleyhine kesin hüküm oluşturduğunu kabul etmek bu hakkı hiçe saymak
 olurki bu tür bir uygulamaya hukuk ceza vermez.

Ayrıca, bu konudaki kesin hüküm sorununu şekli anlamda değil, açıkladığımız
 nedenlerden dolayı maddi anlamda almak gerekecektir. Aksi halde yanlış
 sonuçlara varmak olasılığı ortaya çıkarki bu da haksızlıkların doğmasına
 neden olur.

Yukarıdanberi açıkladığımız nedenlerden dolayı, mahkeme kararı ile 766 sayılı
 Yasanın 37/2. maddesi uyarınca üzerine şerh konulan taşınmaz hakkında hak
 sahibinin 3402 sayılı Yasanın 46. maddesi uyarınca talep ve dava hakkının var
 olduğunun kabulünün gerektiği, daha önce verilen kararın aynı Yasanın geçici
 4. maddesi uyarınca adına şerh konulan kişi aleyhine kesin hüküm
 oluşturmayacağı düşüncesi ile çoğunluğun görüşüne katılamıyorum.

Bilal KARTAL
4. HD. Üyesi


    
İçtihat:
Hukuk Forumlarından Seçmeler
  • [Sorumluluk hukuku] Dijital Sağlık ve Yasal Düzenlemeler: Bitkisel Ürünlerin Online Satışı 
  • 01.05.2025 13:12
  • 2. küçük dairemde kira artış anlaşmazlığı 
  • 29.04.2025 15:42
  • Sözleşmede anarak whatsapp yazışmalarının yasal bildirim kanalı ilan edilmesi. 
  • 29.04.2025 00:17
  • Sözleşmedeki "görüş alınarak" ifadesi, görüşü alınan tarafa eylemi engelleme hakkı verir mi? 
  • 29.04.2025 00:03
  • [Babalık davaları] Evlat edinilen çocukların eski baba adı değişimi hk. 
  • 27.04.2025 11:06


    Yeni Mevzuat

  • KDV Filo Kiralama Şirketleri (Fleetcorp) Borçlarını Devir ALan Varlık Yönetim Şirketleri 

  • Filo Kiralama Şirketlerinin Borçlarının Varlık Yönetim Şirketlerine Devri Halinde KDV 

  • Trafik kazasında kusuru olmayan alkollü sürücüye kasko hasarı ödenir 

  • Keşide tarihinin tahrif edildiği ve ibraz sürelerinin geçtiği çekler Borçlu olunmadığının Tespiti 

  • İkinci Nesil İnternet Sitelerinin Hukuki Statüsü 




  • YARGITAY KARARLARI :
    İçtihat Arama motoru anasayfa   2007   2006   2005   2004   2003    2002    2001    2000   1999    1998    1997    1996   1995   1994   1993    1992    1991    1990    1989    1988    1987    1986    1985    1984    1983    1982    1981    1980    1979    1978    1977    1976    1975    1974    1973    1927-1972

    Diğer Bölümlerimiz +
    Tüm Hukuki NET forumları + Hukuki Portal + Hukuk Haberleri + Sözleşme ve dilekçe örnekleri + Mevzuat ve bilimsel incelemeler + Hukukçu Blogları + Avukat ilanları + Videolar + Linkler + Ansiklopedi ve Sözlük +

    İçtihat Arşivi  Eski içtihat dizini