 |
Yargıtay içtihatları bölümü
Yargıtay Kararı
T.C.
Y A R G I T A Y
İçtihadı Birleştirme
Hukuk Bölümü Genel Kurulu
E. 1990/3
K. 1990/5
T. 19.10.1990
* İMAR - İHYA NEDENİYLE TESÇİL
* KESİN HÜKÜM
ÖZET : 21.6.1987 gün ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu'- nun yürürlüğe
girmesinden sonra yeni yasal düzenlemeye dayanılarak imar ihya nedeniyle
açılan tapu iptal ve tesçil davalarında, kanunun yürürlüğe girmesinden önce
açılıp da reddedilerek kesinleşmiş bulunan tapu iptal ve tesçil davalarına
ilişkin kararlar, o kararlarda imar ihya olgusu sabit görülmüş olsun veya
olmasın kesin hüküm oluşturur.
(1086 s. HUMK. m. 237)
17.1.1990 günlü dilekçe ile 21.6.1987 gün ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun
yürürlüğünden önce kazandırıcı zamanaşımı veya imar ihya nedeniyle mülk
edinme konusunda açılan tapu iptal ve tesçil davaları sonunda verilmiş
bulunan kararların söz konusu yasanın yürürlüğe girmesinden sonra açılan
davalarda kesin hüküm oluşturup oluşturmayacağı hususunda Birinci ve
Sekizinci Hukuk Daireleri kararları arasında aykırılık bulunduğu iddia
edilerek içtihadı birleştirme yoluna gidilmesi istenilmiş; Yargıtay Birinci
Başkanlık Kurulu 1.3.1990 gün ve 15 sayılı kararla kararlar arasında
aykırılığın mevcut olduğu sonucuna vararak içtihadı birleştirme yolu ile
aykırılığın giderilmesi gerektiğine karar vermiştir.
2797 sayılı Yargıtay Kanunu'nun 16/5 ve 45/2. maddeleri uyarınca toplanan
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu'nda raportör üyenin
açıklamaları dinlendikten sonra gereği görüşüldü:
Önce kararlar arasında aykırılık bulunup bulunmadığı hususu incelenmiştir:
1) Aralarında aykırılık bulunduğu ileri sürülen kararlardan Birinci Hukuk
Dairesi'nin 8.2.1989 gün ve 11266/1148 sayılı kararına konu teşkil eden
olayda taşınmazın zilyetlik nedeniyle kadastroca davalı adına tesbit ve
tesçil olunduğu, davacı Hazine'nin 1617 sayılı Yasanın, 20. maddesi ile
değişik 766 sayılı Tapulama Kanunu'nun 33. maddesine göre 20 dönümden fazla
olan miktar hakkında iptal ve tesçil davası açtığı davalının 1617 sayılı
Yasanın getirdiği sınırlamayı gözönünde tutarak 20 dönümden fazla kısım
hakkında açılan davayı kabul ettiği, hüküm henüz kesinleşmeden ve tem-yiz
süresi geçmeden 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun yürürlüğe girdiği, davalının
Kadastro Kanunu'nun getirdiği yeni haklardan yararlandırılması gerektiğini
ileri sürerek temyiz yoluna başvurduğu anlaşılmaktadır. Birinci Hukuk Dairesi
olayda önceden verilmiş ve kesinleşmiş bir hükmün bulunmadığı, davalının
kabulünün HUMK.nun öngördüğü anlamda kesin hükmün yasal sonuçlarını doğuracak
nitelikte bağlayıcı bir beyan olmadığı gerekçesiyle hükmü davalı yararına
bozmuştur.
2) Sekizinci Hukuk Dairesi'nin 2.10.1989 gün ve 5946/8870 sayılı kararıyla,
daha önce Kadastro Mahkemesi'nce senetsizden zilyetlik nedeniyle yirmişer
dönümlük kısımların kişi adına miktar fazlalarının son parsel numarası
altında Hazine adına yazılmasına karar verilip kesinleştikten sonra 3402
sayılı Yasanın 14. maddesinde zilyetlikle mal edinme sınırının kuru arazide
yüz dönüm, sulu arazide 40 dönüme çıkarılmasından yararlanmak isteyen aynı
kimse tarafından Hazine aleyhine miktar fazlaları hakkında açılan ve kesin
hüküm nedeniyle davanın reddine ilişkin yerel mahkeme kararı onanmıştır. Aynı
dava sebebine dayanan diğer olaylarda da Sekizinci Hukuk Dairesi'nin kesin
hükmün varlığını kabul ettiği diğer kararlardan anlaşılmaktadır.
Diğer taraftan, Birinci Hukuk Dairesi'nin de 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun
yürürlüğe girmesinden önce senetsizden zilyetliğe dayalı olarak açılan ve
kesin hükme bağlanan taşınmazlar hakkında 3402 sayılı Yasanın 14. maddesine
dayanılarak yeniden dava açılması halinde son davanın kesin hükümden dolayı
reddi gerektiği hususunda uygulanmasını istikrarlı bir şekilde sürdürdüğü
tesbit olunmuştur (Birinci Hukuk Dairesi'nin 25.5.1989 gün, 4697-6583
28.3.1989 gün, 101-3656 sayılı v.d. kararlar).
3) Sekizinci Hukuk Dairesi 9.10.1989 gün ve 4758/9283 sayılı kararında önceki
dava, imar ihya sabit görülmesine rağmen 766 sayılı Tapulama Kanunu'nun 1617
sayılı Yasa ile değişik 37. maddesinin imar ihyaya olanak tanımaması
sebebiyle reddedilmiş olması halinde önceki kararın imar ihyanın
gerçekleşmesinin sabit görülmesi yönünden kişi yararına verilmiş bir karar
olduğu gerekçesiyle aleyhine kesin hüküm oluşturmayacağı sonucuna varmıştır.
Aynı Daire 1.5.1989 gün ve 5631-4402 sayılı kararında imar ihya nedenine
dayanılarak açılan, fakat imar ihya sabit görülmesine rağmen Tapulama
Kanunu'ndaki yasak nedeniyle reddedilen tescil davasının 3402 sayılı Yasanın
yürürlüğe girmesinden sonra açılan tesçil davası için kesin hüküm
oluşturacağını benimsemiştir.
Yukarıda özetlenen kararlara göre: 1 sayılı bentte gösterilen Birinci Hukuk
Dairesi'nin 8.2.1989 günlü kararına esas olan olayda önceki dava sonunda
verilen karar henüz kesinleşmeden 3402 sayılı Yasa yürürlüğe girmiş olup
sonraki dava da karar kesinleşmeden açılmıştır. Bu durum karşısında önceki
kararın kesin hüküm oluşturup oluşturmayacağının tartışılmasına yer
olmadığından kararın açıklanan bu özelliği itibariyle diğer karar-larla
çelişik bir durum yaratmadığı sonucuna varılmıştır. Zira sonraki yasa
yürürlüğe girdiği tarihte önceki dava henüz kesin bir karara ulaşmadığından
kesin hüküm tartışmasına esasen gerek kalmamaktadır. 2 sayılı bentte
gösterilen kararlarda ise başka bir anlatımla 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun
yürürlüğe girmesinden önce senetsizden zilyetliğe dayalı olarak açılan ve
kesin hükme bağlanan taşınmazlar hakkında 3402 sayılı Yasanın 14. maddesine
dayanılarak dava açılması halinde önceki kararın kesin hüküm oluşturacağı
yolunda Birinci ve Sekizinci Hukuk Dairelerinin kararları arasında herhangi
bir aykırılık bulunmadığı anlaşılmıştır. 3 sayılı bentte açıklanan Sekizinci
Hukuk Dairesi kararlarına gelince: Karar özetlerinden de anlaşılacağı üzere
imar ihya nedenine dayanılarak açılan tesçil davalarında daha önce açılıp
karara bağlanarak kesinleşen davada imar ihya olgusu sabit görülmüşse, bu
karar 3402 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra açılacak davada kesin
hüküm oluşturmayacak; ancak imar ihya olgusu önceki davada sabit görülmemişse
kesin hüküm oluşturacaktır. Görülüyor ki aynı hukuki sebebe dayanılarak
açılıp reddedilerek kesinleşen davalara ilişkin kararlardan biri 3402 sayılı
Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra açılan aynı hukuki sebebe dayanılarak
açılan davada kesin hüküm sayılmakta diğeri sayılmamaktadır. Her iki karar
arasında bu suretle aykırılık bulunduğu ve bu aykırılığın içtihadı
birleştirme yolu ile giderilmesi gerektiğine yapılan oylama sonucunda üçte
ikiyi geçen çoğunlukla karar verildikten sonra işin esasının incelenmesine
geçilmiştir.
Kararlar arasındaki aykırılık, imar ihya nedenine dayanılarak açılıp
reddedilerek kesinleşen tesçil davalarına ilişkin kararların, 3402 sayılı
Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra açılacak tesçil davalarında kesin hüküm
oluşturup oluşturmadığı noktasına ilişkin bulunmaktadır.
Kesin hükmün amacı uyuşmazlıkları kesin olarak çözümlemektir. Uyuşmazlıkların
kesin olarak çözümlenmesi hem sosyal barışı sağlayacak hem de mahkemelerin
sonu gelmez bir biçimde aynı uyuşmazlıkla meşgul edilmesini önlemiş
olacaktır. HUMK.nun 237. maddesi bu amaçla "Kaziyei muhkeme, ancak mevzuunu
teşkil eden husus hakkında muteberdir. - Kaziyei muhkeme, mevcuttur
denilebilmek için iki tarafın ve müddeabinin ve istinat olunan sebebin
muttehit olması lazımdır" hükmünü getirmiştir. 3402 sayılı Kadastro Kanunu da
kesin hüküm dokunulmazlığını koruma amacıyla geçici 4. maddesi ile özel bir
hüküm getirerek şu yolda düzenlemede bulunmuştur: "Tapulama ve kadastro
mahkemelerince kanunun yürürlüğe girmesinden önce kesin hükme bağlanmış
uyuşmazlıklara bu kanun uygulanmaz". Görülüyor ki yasa koyucu kesin hüküm
dokunulmazlığına ilişkin genel yasal ve hukuki kuralla yetinmemiş ayrıca ve
özellikle teyit gereğini duymuştur. Diğer taraftan 3402 sayılı Yasa ile yasa
koyucu aleyhine kesin hüküm bulunanlar yararına yeni haklar tanıyan bir
düzenleme de getirmemiştir. Başka bir anlatımla 3402 sayılı Yasa, hakkında
kesin hüküm bulunan kişilere yeni haklar getirmemiş, konuyu yeniden
düzenlemiştir. Bu durum karşısında önceki kararın 3402 sayılı Yasanın
yürürlüğe girmesinden sonra açılan davalar da kesin hüküm oluşturacağı
sonucunu benimsemek gerekmektedir. Yasa koyucu kesin hüküm dokunulmazlığını
korumuş, yeni haklar tanımamıştır. Bu nedenlerle aynı hukuki nedene
dayanılarak açılıp ta reddedilerek kesinleşen kararlar arasında, imar,
ihyanın sabit görülüp görülmemesi açısından bir ayırım yapmakta hukuki yarar
görülmemiş, imar ihyanın sabit görüldüğü davalara ilişkin kararların kesin
hüküm oluşturmadığının kabulüne olanak bulunamamıştır. Böyle bir ayırım kesin
hüküm kuralları ile bağdaştırılamaz. Şu hususta belirtilmelidir ki imar
ihyanın sabit görülmesi halinin doğurabileceği sonuçlar az önce açıklanan
hukuki esasları değiştirici nitelikte de görülmemiştir.
Açıklanan durum karşısında söz konusu önceki davalarda imar ihya sabit
görülmüş olsun veya olmasın redde ilişkin kararların 3402 sayılı Yasanın
yürürlüğe girmesinden sonra açılan davalar için kesin hüküm oluşturacağı ve
içtihatların bu suretle birleştirilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.
S o n u ç : 21.6.1987 gün ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun yürürlüğe
girmesinden sonra yeni yasal düzenlemeye dayanılarak imar ihya nedeniyle
açılan tapu iptal ve tescil davalarında, kanunun yürürlüğe girmesinden önce
açılıp ta reddedilerek kesinleşmiş bulunan tapu iptal ve tescil davalarına
ilişkin kararların, o kararlarda imar ihya olgusu sabit görülmüş olsun veya
olmasın kesin hüküm oluşturacağına 19.10.1990 gününde yapı-lan ilk toplantıda
E. 1990/3, K. 1990/5 sayı ile üçte ikiyi geçen çoğunlukla karar verilmiştir.
KARŞI OY YAZISI
* Dairemizin 8.10.1989 gün ve 5946-8870 sayılı kararı ile, 20 dönüm fazlası
hakkındaki zilyetliğin, kanunda öngörülen belgelerden (vergi kaydı v.b.)
biriyle ispat edilememiş olması nedeniyle davanın reddine ilişkin hükmün 3402
sayılı Kadastro Kanunu'na göre açılan sonraki davada kesin hükmü sayılacağı
görüşü benimsenmiş;
9.10.1989 gün ve 4578-9283 sayılı kararı ile de, ihya koşullarının
gerçekleşmiş olmasına rağmen, Tapulama Kanununun 37/son maddesinin 1617
sayılı Toprak ve Tarım Reformu Öntedbirler Kanununun 23. maddesi ile
yürürlükten kaldırılmış olması nedeniyle tescil isteğinin reddine, ancak,
ihya işleminin sübutu ile ihya edenin zilyetliğinin Hazine'ce ihlal
edilemiyeceğinin tapu kütüğüne şerh verilmesine ilişkin tapulama mahkemesince
verilen hükmün, sonradan yürürlüğe giren 3402 sayılı Kanunun 17. ve 46.
maddeleri hükümlerine dayanılarak ihya eden veya halefi tarafından açılan
ikinci davada davacı aleyhine kesin hüküm olmayacağı görüşü benimsenmiştir.
Yüce Kurulun çoğunluğunca, davacı aleyhine kesin hüküm olarak değerlendirilen
bu iki mahkeme hükmü arasında kanımızca konu bakımından hiçbir benzerlik
bulunmamaktadır. Dolayısıyla farklı olaylara ilişkin Yargıtay kararları
arasında farklılık bulunması doğal olup, bunun bir çelişki şeklinde kabulünde
isabet yoktur. Konuları biribirine benzemeyen kararlardaki görüşler yanlış
olabilir. Ancak, bunun içtihadı birleştirme yolu ile giderileceğine dair
kanunda bir hüküm yoktur. Bu nedenle içtihadı birleştirmeye gerek olduğuna
dair çoğunluk görüşüne katılmıyorum.
İşin esasına gelince:
Görüşmeler sırasında her iki kararın konu bakımından biribirinden farklı
olduğu görülmüş, bunun üzerine ihya ile ilgili ikinci kararda benimsenen
görüşün doğru olup olmadığı yönü tartışılmış ve daire görüşünün aksine, ihya
olayının tesbitine ilişkin birinci hükmün ikinci davada davacı aleyhine kesin
hüküm sayılacağı sonucuna varılmıştır.
Oysa, Yüksek Sekizinci Hukuk Dairesi'nin ihya ile ilgili 9.10.1989 gün ve
4578-9283 sayılı kararında benimsediği görüş, kanun koyucunun 3402 sayılı
Kanunun 17. ve 46. maddeleriyle güttüğü amaca tamamen uygundur. Bizi bu
sonuca götüren sebepleri açıklamadan önce ihya üzerinde durmak istiyoruz:
MEDENİ KANUNDAN ÖNCE İHYA:
Osmanlı İmparatorluğu toprak düzeninde, mevat arazi türü ayrı bir statüye tabi
tutulmuştur. Arazi Kanunu'nun 6. ve Mecelle'nin 1270. maddelerine göre, mevat
arazi, kimsenin tasarrufu altında bulunmayan ve umumun istifadesine terk ve
tahsis edilmemiş boş yerlerdir.
Arazi Kanunu'nun 103. maddesiyle, 6. madde hükmü kısmen tekrar edilerek:
"...Bu makule yerlerden, yere zarureti olan kimse rakabesi beytümala ait olmak
üzere meccanen memurunun izniyle müceddeden yer açıp tarla ittihaz
edebilir..." denmek suretiyle ihya olayına ve bu suretle ziraate elverişli
olmayan, ölü toprakların tarıma elverişli hale getirilmesine cevaz
verilmiştir.
Keza Mecelle'nin 1051. maddesinde, "ihya, imar demektir ki, araziyi ziraata
salih kılmaktır" şeklinde tanımlanmıştır.
Mecelle'nin, "ihya-i mevat hakkındadır" başlığını taşıyan 1272-1276.
maddelerinde, tohum ekmenin, nadas eylemenin, sulamanın ve sulamak için hark
ve cetvel açmanın ihya sayılacağı hükme bağlanmış ve ihyanın, arazinin
yararlanma hakkı ile birlikte arazinin mülkiyetini de kazanmak amacıyla
yapılması halinde, 1272/1. maddeye göre, ayrıca yetkili memurdan özel izin
alınması gerektiği belirtilmiştir. Bu suretle ihya edilmiş arazi" mülk arazi"
niteliğini kazanmakta idi.
Bu açıklamalara göre;
İhya, eski toprak rejimimizde kurumlaşmış bir edinme yolu sayılmıştır.
MEDENİ KANUNUN YÜRÜRLÜĞÜNDEN İTİBAREN İHYA:
Medeni Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra, 641. madde ile, Devletin hüküm ve
tasarrufu altında sayılan bu yerlerin "...ihraz ve işgali... hakkında ahkamı
mahsusa vazolunur" denmiş ve bu tür yerlerin iktisabı için özel hükümlüre
ihti-yaç bulunduğu belirtilmiştir.
2644 sayılı Tapu Kanunu'nun 6. maddesi, bu ihtiyaca cevap vermek üzere
düzenlenmiş olup, daha sonra 4753 sayılı Kanunun 64. maddesiyle tamamen
yürürlükten kaldırılmıştır. Bu maddenin birinci fıkrasında, Devletin hüküm ve
tasarrufu altında bulunup, umumun istifadesine ayrılmamış olan sahipsiz ham
toprağı açıp, işgal edenlere, hiç toprakları yoksa, bu yerlerin iskan haddine
kadar olan miktarının ve toprağı olup da tutarı iskan haddini geçmeyen
yerlerin parasız olarak terkolunacağı bildirilmişti.
Ancak, açıp işgal etme olaylarının çok genişlemesi ve özellikle belediye
sınırları içindeki kıymetli yerlerin ele geçirilmesi yolunda bir takım
girişimlerde bulunulması üzerine, 6. maddenin uygulama alanının sınırlanması
gereği duyulmuş ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 8.5.1944 tarih ve 242
sayılı Tefsir Kararıyla, anılan maddenin, belediye sınırları içindeki
gayrimenkullere uygulanmayacağı sonucuna varılmıştır (Düstur, üçüncü tertip,
C: 25, Sh. 375).
Az önce açıklandığı gibi, 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu'nun 64.
maddesiyle 2644 sayılı Tapu Kanunu'nun 6. maddesi tamamen yürürlükten
kaldırılmış ve bu kanunun geçici maddesiyle de: "2644 sayılı Tapu Kanunu'nun
6. maddesinin yürürlükte bulunduğu süre içinde Devletin özel mülkiyetinde
veya hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve belediye sınırları dışında ve kamu
hizmetine ayrılmamış olan araziyi kütük ve ağaç dikerek bağ ve bahçe haline
getirmiş olanların bu kanunun yürürlüğe girmesi tarihinden başlayarak altı ay
içinde bu yerin en büyük mülkiye üstüne başvurmaları şartı ile, hükmü
kaldırılan 6. madde uyarınca ve iskan haddi içinde belli olacak hakları
tanınır" hükmü getirilmiş ve emek ve masraf edilerek, oluşturulan imar ve
ihya, başlı başına bir iktisap (edinme) sebebi olarak kabul edilmiştir. Bu
hükme göre, 4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 15.6.1945 tarihine değin,
tamamlanmış imar-ihya, zilyetlik ve diğer koşullar aranmadan edinme hakkı
sağlamıştır.
4753 sayılı Kanunun geçici maddesi, 27.3.1950 tarihinde yürürlüğe giren 5618
sayılı Kanunla; "4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce,
Devletin hususi mülkiyetinde olmayıp hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve
amme-nin hizmetine tahsis olunmayan sahipsiz ham toprağı işgal edenlere hiç
toprakları yoksa bu yerlerin 5098 sayılı Kanunun 5. maddesine göre tayin
olunacak iskan haddi içindeki miktarı, toprağı olup da, iskan haddini
geçmezse bu yerlerin iskan haddini dolduracak miktarı parasız terk olunarak
adlarına tescil olunur.
Ancak, taşlık, pırnallık ve delicelik olup da bu kanunun yürürlüğe girdiği
tarihe kadar imar için masraf ve emek sarfedilerek, bağ, bahçe, meyvalık ve
tarla haline getirilmiş iskan haddi dışında elli dönüme kadar topraklar imar
edene parasız terk olunarak adlarına tescil olunur..." şeklinde
değiştirilmiştir.
Bu maddenin birinci fıkrasına göre; 4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği
tarihe kadar işgal edilen yer iskan haddini aşmıyorsa, işgal olayı mülkiyeti
edinme hakkı sağlar.
İkinci fıkraya göre; taşlık, pırnallık ve delicelik olup da, emek ve para
harcanarak 5618 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 27.3.1950 tarihine kadar
ihya edilmiş yerlerin iskan haddi dışında 50 dönüme kadar olan kısmı parasız
olarak imar edene terk olunur ve bu yer imar eden adına tescil olunur.
16.3.1950 tarihli 5602 sayılı eski Tapulama Kanunu'nun 52. maddesiyle de;
"4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihe kadar yapılmış olan ihyalar
mezkur kanunun geçici maddesinde yazılı müracaata bakılmaksızın ihya edenler
veya mirasçıları adına tapulanır.
4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra ihya edilmiş veya
ihyasına başlanmış olan gayrimenkuller Devlet adına...kaydolunur" hükmü
getirilmiş ve 4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihe değin tamamlanmış
ihyanın bu işlemi yapan için kazanılmış hak olduğu belirtilmiş ve 5602 sayılı
Kanunun uygulandığı yerlerde bu tür taşınmazlar ihya edenler adına tespit ve
tescil edilmiştir.
Ancak, 5602 sayılı Kanun, 4.8.1964 tarihinde yürürlüğe giren 509 sayılı
Kanunla yürürlükten kaldırılmıştır. 509 sayılı Kanun da, Anayasa
Mahkemesi'nce biçim yönünden iptal edilmiş ve bunun yerine 12.5.1966
tarihinde 766 sayılı Tapulama Kanunu yürürlüğe girmiştir.
Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu'nun saklı tuttuğu ihya sebebine dayanan
kazanılmış haklar 766 sayılı Kanunla değişik şekilde düzenlenmiştir. Anılan
Kanunun 37. maddesine göre; Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunup kamu
hizmetlerine tahsis olunmayan taşlık ve delicelik araziden 27.3.1950
tarihinden önce masraf ve emek sarfı ile bağ, bahçe meyvalık, zeytinlik veya
tarla haline getirilmek suretiyle ihya edilmiş bulunan gayrimenkuller Hazine
adına tespit ve tescil edilecek, ihya edenlerle, kanuni veya akdi halefleri
tutanakta ve kütüğün beyanlar hanesinde gösterilecek ve Çiftçiyi
Topraklandırma Kanunu o yörede uygulanmaya başlandığında, bunlar hakkında
4753 sayılı Kanunun geçici maddesi uygulanacaktır (Tapulama Kanunu, md.
37/1).
Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun o yörede uygulanmasına değin, geçici madde
ile sağlanmış olan hakların korunması amacıyla da, Hazine'nin bu yerler
üzerinde temliki tasarrufta bulunamayacağı, ihya edenlerle haleflerinin
zilyetliklerinin ihlal edilemeyeceği tapulama tutanağında belirtilecek ve
ayrıca kütüğün şerhler hanesine işaret olunacaktır (Tapulama Kanunu md.
37/2).
Bu hükümlere göre Devlet, 5618 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihe değin
emek ve para harcanarak ihya edilmiş yerleri, 4753 sayılı Kanunun o yerde
uygulanmaya başlandığı sırada ihya edenler adına geçirme borcu altına
girmiştir.
37. maddenin son fıkrasında da; 33. maddedeki koşulların mevcut olması halinde
taşınmazın mülkiyetinin zilyet adına tespit ve tescil edileceği
belirtilmiştir. Bu hükme göre, ihyanın tamamlanmasından tapulama tespit
tarihine kadar 20 yıl veya daha fazla süre ile taşınmaz 33. maddede
belirtilen koşullar altında tasarruf edilmiş ise, zilyet adına tespit ve
tescil edilecektir. Bu hükmün uygulanabilmesi için ihyanın tamamlandığı tarih
önemli olmayıp bu tarihten itibaren tespit tarihine kadar geçen süre
önemlidir.
1617 sayılı Kanunun 20. maddesi ile, Tapulama Kanunu'nun 33/son maddesi
"Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerler ile, kanunlar uyarınca
Devlete kalan gayrimenkuller tapuda kayıtlı olsun veya olmasın, kazandırıcı
zamanaşımı yoluyla iktisap edilemez" şeklinde değiştirilmiş ve 23. maddesi
ile de, 20. madde ile getirilen değişikliğe paralel olarak Devletin hüküm ve
tasarrufu altında olup da, ihya edilen ve 33. maddedeki koşullar çerçevesinde
kazanılması mümkün olan yerlerle ilgili 37. maddenin son fıkrası yürürlükten
kaldırılmıştır. 1617 sayılı Kanunun ek maddesi ile getirilen hükme göre, 23.
madde ile getirilen değişiklik geçmişe etkili bulunmamaktadır. O itibarla
1617 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Öntedbirler Kanunu'nun yürürlüğe
girmesinden önce Tapulama Kanunu'nun 37. maddesinin son fıkrası hükmüne göre
yapılmış olan tesbitler ve açılmış davalar 1617 sayılı Kanunla değiştirilen
hükmün etki alanı dışında kalmıştır.
19.7.1973 tarihinde yürürlüğe giren 1757 sayılı Toprak ve Tarım Reformu
Kanunu'nun 235/a maddesi ile 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ve
ekleri yürürlükten kaldırıldı. 4753 sayılı Kanuna göre, devletin hüküm ve
tasarrufu altında olup, emek ve para harcanmak suretiyle ihya edilen
arazilerin ihya edenler adına tescili, bu olayların tesbit ve iskan haddinin
tayini, Toprak ve İskan İşleri Genel Müdürlüğü'nün görev ve yetkisinde idi.
1757 sayılı Kanunla 4753 sayılı Kanun yürürlükten kaldırılınca, bu görev ve
yetki Toprak ve Tarım Reformu Müsteşarlığına verildi. Böylece 1757 sayılı
Kanun her yönden 4753 sayılı Kanunun yerine geçmiş oldu.
1757 sayılı Kanunun 19. maddesinde dağıtım amacıyla Toprak ve Tarım Reformu
Müsteşarlığı emrine geçen arazi türleri sayıldı. Maddenin (g) bendinde
ih-yaya konu olan arazilerin de anılan kuruluş emrine geçeceği açıklanmakla
birlikte, maddenin son fıkrasında "kesinleşen orman tahdit harita ve
tutanakları dışında bırakılan yabani meyvelik, fundalık, makilik ve benzeri
arazi ile özel kanuna göre orman tanımına girmeyen araziden" emek verilerek,
masraf edilerek ıslah ve ihya edilen yerler üzerinde kazanılmış hakların
saklı olduğu belirtilmiş ve böylece, gerek 4753 sayılı Kanunun 5618 sayılı
Kanunla değişik geçici maddesi, gerekse Tapulama Kanunun 37/son maddesi
uyarınca ihya eden adına tescili gereken toprakların ihya edenler veya
halefleri adına tesciline imkan verildi.
1757 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Kanunu da sonradan Anayasa Mahkemesi'nin
19.10.1976 gün ve 42/48 sayılı kararıyla iptal edildi. Bu karar 10.5.1978
tarihinde yürürlüğe girdi.
1757 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Kanununun, Anayasa Mahkemesi'nce iptal
edilmesinden sonra getirilen 3083 ve 3202 sayılı Kanunlarda, 4753 sayılı
Kanuna göre dağıtılan topraklar üzerinde mevcut olan Hazinenin geri alma
hakkının düşeceğine dair hükümlere yer verildiği halde, Tapulama Kanunu'nun
37. maddesinin 1 ve 2. fıkralarının ne şekilde uygulanacağına dair herhangi
bir açıklama yapılmadı.
10.10.1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Kanunu ile, 2613
sayılı Kadastro ve Tapu Tahriri Kanunu ve 766 sayılı Tapulama Kanunu
yürürlükten kaldırıldı. Bu Kanunun 17. maddesi ile ihya yoluyla kazanma
müessesesi yeniden getirildi. 46. maddenin 1. fıkrası ile de, "kadastrosu
yapılacak veya daha önce tapulama ve kadastrosu tamamlanmış bulunan yerlerde,
766 sayılı Kanunun 37. maddesi veya 4753 sayılı Kanun ile ek ve tadilleri
uyarınca Hazine adına kaydedilen taşınmaz mallar bu kanun hükümlerine göre
doğan iktisap şartlarına istinaden zilyetleri adına tesbit ve tescil olunur"
hükmü getirilmiş ve son fıkrada da "ilgililerin, daha önce kadastrosu yapılan
yerlerde bu maddeye dayanan talep ve dava hakkı, bu kanunun yürürlüğe girmesi
tarihinden itibaren iki yıl geçmekle düşer" denilmiştir. Kadastro Kanunu'nun
17. maddesi ile, Tapulama Kanunu'nun 37/son maddesinin yürürlükten
kaldırılması; 46. maddesiyle de 37. maddenin 1 ve 2. fıkralarının bu kanunla
yürürlükten kaldırılmasından doğan boşluğun doldurulması istenmiştir.
İHYAYA İLİŞKİN ŞERHİN HUKUKİ NİTELİĞİ:
Tapu siciline şerh edilmeleri suretiyle güçlendirilmiş ve böylece üçüncü
kişilere karşı ileri sürülebilme olanağı sağlanmış şahsi hakların yanında;
başta Medeni Kanun olmak üzere, bazı kanunlarımızda da malikin tasarruf
hakkını sınırlandıran şerhler yeralmış bulunmaktadır. Bunlar Medeni Kanunda
"temlik haklarının tahditleri" olarak nitelendirilmiş ve 920. maddede
düzenlenmiştir.
Tapulama Kanunu'nun 37. maddesinin 1 ve 2. fıkraları uyarınca tapulama
tutanağının beyanlar hanesine ve kütüğün şerhler sutünuna geçen hak, Medeni
Kanunun 919, 920 ve 921. maddelerine göre Hazine'nin ihya edilen taşınmaz
üzerindeki hakkını sınırlayan bir haktır. Bu hak 4753 sa-yılı Çiftçiyi
Topraklandırma Kanunu o yerde uygulanıncaya değin, Hazine'nin ihya edilmiş
olan taşınmazı ihya eden dışında bir üçüncü kişiye devir ve temlikine engel
olan ve Hazine'ye sonunda taşınmazı ihya edene devir borcu yükleyen ve devamı
süresince de ayni hak niteliğini koruyan bir haktır.
766 sayılı Kanunun 37. maddesinin son fıkrası hükmünün 26.7.1972 tarihinde
yürürlüğe giren 1617 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Öntedbirler Kanunu'nun
23. maddesiyle yürürlükten kaldırılmasıyla ihya edilen yerin ihya eden adına
tescili imkansız hale gelmiştir.
Değişikliğe uğramayan 37. maddenin 1 ve 2. fıkraları ise, ihya edilen taşınmaz
malların Hazine adına tespit ve tescili ile ihya edenlerin ayrıca tutanakta
belirtilmesini amir bulunmakta, belirli normlar dahilinde ihya edene verme
işini ise, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu tatbikatını yapacak olan teşkilatın
faaliyetine bırakmış bulunmaktaydı.
Oysa, 4753 sayılı Kanunun yürürlükten kalkmasıyla, uygulayıcı kuruluşun toprak
dağıtımı konusundaki faaliyeti de sona ermişti.
4753 sayılı Kanunun ilgasından sonra 37. maddenin birinci fıkrasında açıklanan
koşulların zilyet lehine oluşması halinde, ihya edenin hakkının kütüğe
geçirilmesine ve bu hakkın sonucunun belirtilmesine gerek olup olmadığı
hususunda tereddütler hasıl olmuştu.
Hemen ifade edelim ki, 4753 sayılı Kanunun sonradan yürürlükten kaldırılmış
olması, bu Kanunun değişik geçici maddesine göre, ihya yoluyla daha önce
oluşan hakkın kullanılmasına ve bunun Tapulama Kanunu'nun 37/1. maddesi
uyarınca tapulama tutanağının beyanlar hanesinde gösterilmesine ve nihayet
tapuya şerh verilmesine engel teşkil etmez.
Nitekim, bu görüş, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu'nun
24.5.1982 gün ve 1982/1-1 sayılı kararında, "...Kanun sonradan yürürlükten
kalkmış olsa bile hak ve yetkiler hangi nitelikte ve hangi sınırlar içinde
doğmuş ise, kendilerini oluşturan kanun hükmüne bağlı olarak o biçimde
varlıklarını korurlar" şeklinde teyid edilmiştir.
İkinci bir tereddüt tapuya verilecek şerhin süresiyle ilgilidir. Gerçekten de,
4753 sayılı Kanun kaldırılmış bulunduğuna göre ihya hakkı tapuya şerh
verilirken 4753 sayılı Kanundan söz edilecek miydi?
Yargıtay Yedinci Hukuk Dairesi'nin 17.2.1976 tarih, 1975/8891 esas, 1976/2202
karar sayılı içtihadında: "Mahkemece 766 sayılı Tapulama Kanunu'nun 37/2.
maddesi zilyet lehine uygulanmış ve o yerde Çiftçiyi Topraklandırma
Kanunu'nun uygulanmasına kadar, zilyet ve haleflerinin tasarrufuna
dokunulamayacağı kaydı konulmuştur. Oysa, 1757 sayılı Toprak ve Tarım Reformu
Kanunu'nun 235. maddesi hükmü ile Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu yürürlükten
kaldırılmıştır. Böylece Tapulama Kanunu'nun 37. maddesinin Hazine'nin
tasarruf hakkını kısıtlayan hükmünün müntehasını tayin eden ve ihya eden
kişiye mülkiyet hakkı sağlayacak olan hüküm ortadan kalkmıştır. Ancak, kanun
koyucu her zaman için bu boşluğu doldurabilir. Yeni bir kanunla müntehayı ve
ihyanın geleceğini belli edebilir. O halde, mahkemece, kanun koyucu
tarafından yeni bir kanunla Hazine'nin mülkiyet hakkının zilyet yararına
kısıtlanması ve ihyanın geleceği ve süresi belli edilinceye kadar, ihya eden
ve haleflerinin zilyetliklerinin ihlal olunamayacağı ve Hazine'nin temliki
tasarrufta bulunamayacağı şeklinde karar verilmek gerekirken mahkemece bu
yönden zuluh olunması isabetsiz ise de, bu yanlışlığın düzeltilmesi
yargılamanın tekrararını gerektirmediğinden hüküm fıkrasının yukarıda
belirtilen şekilde düzeltilmesine" denilmiştir (Nusret Ozanalp, Tapulama
Kanunu Şerhi, sh. 563).
Nusret Ozanalp ve İsmet Sungurbey kararda belirtilen görüşün gayet doğru
olduğunu belirtmişlerdir. Profesör S.S. Tekinay ise, "mahkemeler, çıkıp
çıkmayacağı belli olmayan kanunları gözönünde bulundurmak zorunda
bırakılamaz" diyerek bu görüşe karşı olduğunu bildirmiştir (İstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, Atatürk'e Armağan, 1981-1982, sh.
472).
Biz de, Sayın Sungurbey ile Sayın Ozanalp'in görüşlerine katılıyoruz.
Gerçekten de, Yargıtay kararının verildiği tarihlerde 4753 sayılı Kanun
yürürlükten kaldırılmış, 1757 sayılı Kanun onun yerine geçmişti. Bu durumda
Tapulama Kanunu'nun 37/1. maddesindeki "Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu o
yerde tatbik edilinceye kadar" sözlerinin "Toprak ve Tarım Reformu Kanunu o
yerde uygulanıncaya kadar" şeklinde anlaşılması gerekir.
1757 sayılı Kanunun Anayasa Mahkesi'nce iptalinden sonra da, artık tapulama
tutanağında ve mahkeme kararında Hazine'nin mülkiyet hakkını sınırla-yan bu
şerhin süresinin belli edilmesi mümkün olmadığından, "kanun koyucu tarafından
bu yönden yeni bir düzenlemeye gidilinceye değin Hazine'nin mülkiyet hakkının
sınırlanmasına ve bu ihya edenin zilyetliğinin ihlal olunmayacağının kütüğün
şerhler hanesine şerh verilmesine" şeklinde karar verilmelidir.
Kanun koyucu, Tapulama Kanunu'nun 37. maddesinin birinci fıkrasında, 4753
sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu yürürlüğe girdiği zaman taşınmazın 50
dönümü geçmeyen kısmının mülkiyet hakkının ihya edene verileceğini belirtmek
istemiştir. Başka bir söyleyişle, mülkiyet hakkı ihya edene ya da, kanuni
veya akdi haleflerine geçinceye değin, ihya edenin taşınmazdan tam olarak
istifadesinin sağlanması ve ihya yoluyla oluşan hakların güven altına
alınması için bu şerhe gerek görülmüş ve böylece Hazine'nin mülkiyet ve
tasarruf hakkı tam anlamıyla sınırlanmıştır.
KESİN HÜKÜM MESELESİ:
9.10.1989 gün ve 4578-9283 sayılı Yargıtay Kararının esasını oluşturan olayda,
davacı tapulama mahkemesine dava açarak taşınmazı ihya ettiğini ileri sürmüş
ve neticede ihya iddiası mahkemece sabit görülerek Tapulama Kanunu'nun 37/1
ve 2. maddeleri hükümleri uyarınca ihya eden davacının kütüğün şerhler
hanesinde gösterilmesine karar verilmiş, davacı 3402 sayılı Kanunun yürürlüğe
girmesinden sonra bu hükme dayanarak Hazine üzerindeki taşınmazın
mülkiyetinin kendisi üzerine geçirilmesini istemiştir. Mahkeme kesin hükümden
bahisle davayı reddetmiş ise de, hükmün temyizi üzerine, Daire olayda kesin
hüküm bulunmadığını belirtmek suretiyle hükmü bozmuştur.
Çoğunluk, 3402 sayılı Kanunun geçici 4. maddesine göre, tapulama mahkemesince
verilen bu hükmü kesin hüküm saymıştır. Her ne kadar 3402 sayılı Kanunun
geçici 4. maddesinin 1. fıkrasında tapulama ve kadastro mahkemelerince daha
önce kesin hükümlere bağlanmış uyuşmazlıklara bu kanun hükmünün
uygulanmayacağı bildirilmiş ise de, olayımızda tapulama mahkemesince
davacının ihya iddiasının sübutuna karar verilmiş ve davacı bu tesbite
dayanarak Hazine üzerindeki kaydın iptalini istediğine göre, bu hüküm kesin
hüküm olmaz. Kesin hükmün şartları HUMK.nun 237. maddesinde gösterilmiştir.
Bu maddeye göre, kesin hükümden sözedilebilmesi için tarafların, konunun ve
hukuki sebebin aynı olması gerekir. Olayımızda davanın konusu ve tarafları
aynı ise de, hukuki sebep (dava sebebi) değişiktir.
Davacı, ikinci davada 3402 sayılı Kanunun 17. maddesi ile getirilen yeni hükme
dayanmış ve davasını 46. maddede öngörülen iki yıllık ek süre içinde
açmıştır. Davacı ikinci davada az önce açıklandığı gibi tapulama mahkemesinin
ihya olayının tesbitine ilişkin hükme dayanmış olmaktadır. 766 sayılı Kanunun
37. maddesinin son fırkasının kaldırılmış olduğu dönemde ihya edenin ihya
keyfiyetinin tapuya şerh verilmesinden başka yapılacak bir yön bulunmamakta
idi. O arada tescil talebinin reddedilmiş olması ihya ola-yının tesbiti ile
doğmuş olan iktisap hakkının 4753 sayılı Kanunun o yerde uygulanması
sırasında kullanılması gerektiğini göstermekten başka bir anlam taşımaz.
Tescil isteği 4753 sayılı Kanunun o yörede uygulanmasına kadar ertelenmiş
sayılır.
Olayımızda önemli olan yön, 3402 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren
mahkeme hükmüyle kütüğe şerh edilen ihya hakkına dayanılarak tescil istenip
istenmeyeceğidir.
27.3.1950 yılından önce oluşmuş olan ihyanın iktisap hakkı sağladığı hususunda
ne doktrinde ne de uygulamada görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Tapulama
Kanunu'nun yürürlükten kaldırılan 37. maddesinin son fıkrası yerine 3402
sayılı Kanunun 17. ve 14. maddeleri, Hazine'ye ihya edilen taşınmazı devir
borcu yükleyen 4753 sayılı Kanun yerine de, aynı kanunun 46. maddesi hükmü
getirilmiştir.
Tasarının Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde görüşülmesi sırasında sorumlu bir
üye, "Bu 17. maddeyle, tarım topraklarının milli ekonmiye kazandırılması ve
bazı muhtemel haksız tasarrufların önlenmesi için imar ve ihya yolu ile mülk
edinme getirilmektedir. Ancak, imar ve ihya edilen yeri kullananlardan da
ayrıca zilyetlik ve iktisap şartları aranmaktadır" şeklinde açıklamalarda
bulunmuş ve ihya müessesesinin yeniden getiriliş sebeplerini izah etmiştir.
Gerçekten de, 3402 sayılı Kanunun yürürlüğünden önceki evrede, bir kimse ham
toprağı yani hali bir yeri, yahut ekime elverişli bir çay yatağını, hiç bir
emek ve masraf ihtiyar etmeden sürüp tarla haline getirmiş ve Tapulama
Kanunu'nun 33. ve Medeni Kanun'un 639/1. maddesi çerçevesinde tasarruf etmiş
ise, bunu iktisap edecektir. Fakat bir başkası, tüm aile fertleriyle
birlikte, para ve emek harcayarak, taşlık, çalılık bir yeri temizleyip, alın
teri dökerek tarla haline getirmiş, yurt ekonomisine katkıda bulunmuş, hatta
bu şekildeki ihya eyleminin varlığını mahkeme hükmü ile tesbit ettirmiş
olmasına rağmen, Tapulama Kanunu'nun 37. maddesinin son fıkrası hükmünün
yürürlükten kaldırılmış olması sebebiyle tescil isteyemeyecektir.
İşte, 3402 sayılı Kanunun 17. ve 46. maddeleriyle bu tür haksızlıkların
giderilmesine çalışılmıştır.
Komisyonun Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne sunduğu tasarının 46. maddeye
ilişkin genel gerekçesinde: "766 sayılı Tapulama ve 2613 sayılı Kadastro ve
Tapu Tahriri Kanunlarında bulunmayan bu madde ile, kadastrosu yapılacak
yerlerde, 766 sayılı Kanunun 37 veya 4753 sayılı Kanun uyarınca Hazine adına
tescil edilmiş taşınmaz malların, bu Kanunun iktisap şartlarına göre hak
sahipleri adına tesciline imkan sağlanmakla, vatandaşlara senelerden beri
malik sıfatı ile zilyet bulundukları yerlere sahip olma hakkı tanınmıştır"
denilmek suretiyle maddenin getiriliş amacı açıkça gösterilmiştir.
Bu açıklamalara göre; kanun koyucunun 3402 sayılı Kanunun 17. ve özellikle 46.
maddesini göstermekteki amacı, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan
yerleri emek ve para harcamak suretiyle tarım arazisi haline dönüştüren, yurt
ekonomisine bu şekilde katkıda bulunan ve o tarihte yürürlükte bulunan
hükümlere göre taşınmazı iktisap eyleyen, ancak Tapulama Kanunu'nun 37.
maddesinin son fıkrasının yürürlükten kaldırılması nedeniyle mülkiyet hakkı
askıya alınan vatandaşa yeniden tescil isteme hakkını tanımaktadır.
3402 sayılı Kanunun geçici 4. maddesi hükmünün 17. ve 46. maddelerle birlikte
bu suretle yorumlanması gerekirken, amaca uygun olan bu yorum tarzı bir
tarafa itilip, "lafzi yorum yöntemi" gibi yüz yıldan beri terk ve reddedilmiş
çağ dışı yorum yöntemlerine tutunarak ihya olayının tesbitine ilişkin hükmün,
ihya eden aleyhine kesin hüküm sayılması geçici 4. maddenin getiriliş amacına
aykırı olduğu gibi, kesin hüküm hakkındaki genel ilkeleri düzenleyen HUMK.nun
237. maddesine de aykırıdır.
Çoğunluğun görüşünü yansıtan bu İçtihladı Birleştirme Kararına göre, vatandaş
emek ve masraf ihtiyar ederek tarım arazisi haline getirdiği ve yıllardan
beri malik gibi kullanmakta olduğu araziyi aynı şekilde kullanmaya devam
edecek, ancak adına tescil ettiremeyecektir. İçtihadı Birleştirme Kararı
Anayasamızın Hukuk Devleti, kamu düzeni, mülkiyet güvencesi, temel hakların
özüne dokunulmaması ilkelerine açıkça aykırıdır. Durumun bir kanun hükmüyle
düzeltilmesinden başka çare bulunmamaktadır.
S o n u ç : Bütün bu açıklamalara göre Tapulama Kanunu'nun 37. maddesinin 1 ve
2. fıkraları uyarınca ihya keyfiyetinin tapuya şerh verilmesine dair tapulama
mahkemesince ittihaz olunan birinci hükmün sonradan açılan tapu iptal ve
tescil davasında davacı aleyhine değil onun lehine kesin hüküm sayılması
gerektiği görüşü ile çoğunluk görüşüne katılmıyorum.
Şükrü ÖZDEMİR
8. Hukuk Dairesi Başkanı
KARŞI OY YAZISI
* İBK. ile kazandırıcı zamanaşımı, yada imar ihya nedeniyle mülk edinmeye
dayalı olarak açılan tapu iptal ve tescil davaları kesin hükme bağlandıktan
sonra, 21.6.1987 gün ve 3402 sayılı Kadastro Yasası ile aynı konuda kişi
yararına getirilen olanaklardan (haklardan) yararlanılarak yeniden hak
istenemeyeceği, önceki kararın kesin hüküm oluşturup oluşturmayacağı yönünden
Birinci Hukuk Dairesi ile Sekizinci Hukuk Dairesi kararları arasındaki
içtihat aykırılığının giderilmesi amaçlanmıştır.
İçtihat aykırılığının ortaya çıkmasına örnek gösterilen 1. HD.nin 8.2.1989 gün
ve 1989/11264-1148 sayılı ilamında kesin hüküm oluşmayacağı henüz ortada bir
hüküm olmadığı, davacının 1617 sayılı Yasanın tanıdığı 20 dönümlük sınırları
esas alarak mahkemede uyuşmazlık konusu yerin 20 dönümden fazla kişi için
davadan vazgeçme beyanının, HUMK.nun 95. maddesindeki ifadesini bulan bir
kesin hüküm niteliğinde olmadığından, bu hususta içtihat aykırılığı
bulunmadığı sonucuna varılmıştır.
Yargıtay 8. HD.nin 20.10.1989 gün ve 1989/5946-8870 sayılı kararı özet olarak;
uyuşmazlık konusu taşınmazın 20 dönümden fazlasının Hazine adına tesciline
ilişkin hükümden sonra yürürlüğe giren 3402 sayılı Yasanın 14. maddesi ile bu
miktarın arttırılmış olması nedeniyle yasanın bu hükmünün önceki kesin hükmü
ortadan kaldıramayacağına böylece kesin hükmün oluştuğuna dairdir.
Aynı Dairenin 9.10.1989 gün ve 1989/4758-9283 sayılı kararında ve buna paralel
pek çok kararda, hak sahibinin 27.3.1950 tarihinden önce imar ihya ettiği
37/2. maddesi uyarınca şerh konulan taşınmaz hakkında, 3402 sayılı Yasanın
17, 46 ve geçici 4. maddesine göre önceki hükmün kesin hüküm oluşturup
oluşturmayacağı konusu Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu'nda
tartışılmış olup, bunun kesin hüküm oluşturacağı biçimde sonuca varılmıştır.
Bu duruma göre İçtihadı Birleştirme HGK., 766 sayılı Tapulama Yasası uyarınca
uyuşmazlık konusu olmuş ve mahkemece hükme bağlanıp taşınmaz üzerine aynı
Yasanın 37/2. maddesi uyarınca şerh konulan yerin 3402 sayılı Yasanın
yürürlüğe girmesi üzerine bir daha dava konusu olamayacağı sonucuna
varmıştır. Yani olayda kesin hüküm oluşacağı biçimde oy çoğunluğu
sağlanmıştır.
Aşağıda belirteceğimiz nedenlerle çoğunluğun düşüncesine katılamıyoruz.
Şöyleki:
1- Öncelikle bu konuda İBK.na gerek olmadığı kanısındayım. Çünkü ortada
birbirine aykırı içtihatlar söz konusu değildir. Yukarıda tarih sayısı
belirtilen 1. HD.nin kararı ile 8. HD.nin 20.10.1989 gün ve 1989/5946-8870
sayılı kararları ile yine 8. HD.nin 9.10.1989 gün ve 1989/4758-9283 sayılı
kararları arasında zaten bir aykırılık bulunmamaktadır. İlk kararda kesin
hüküm oluşmaz denmiştir. Doğrudur. Çünkü ortada henüz bir hüküm
bulunmamaktadır. Olaya konu olan feragat, kesin hüküm sonucunu doğuracak
kapsamda değildir. 8. HD.nin ilk kararı ile miktarla ilgili olup kesin hüküm
oluşturduğu dairecede kabul edilmiştir. 8. HD.nin son kararı ise miktarla
ilgili olmayıp dava edilen yerin niteliği ile ilgili bulunmaktadır. İki karar
birbirinden istem-sonuç bakımından kapsamları ayrıdır. Bu bakımdan iki
kararın veya kararlar arasında aykırılık bulunduğu kabul edilemez ve İç.
Bk.na gerek bulunmamaktadır. Aksi halde sık sık İç. BK. larına başvurulurki
bu da hukukda diğer sakıncaları yanında durağanlığı getirir. Yaşayan hukuk
ortadan kalkar.
2- Bilindiği üzere İhya; canlandırma diriltme, yaşam verme, verimli hale
getirme olarak tanımlanmaktadır. Zamana ve ülkelere göre ihya yoluyla
taşınmaz kazanılması farklı olmuşsa da bu yol kısmen hep açık tutulmuştur.
Roma Hukukunda, ihya eden mülkiyet sahibi olamıyorsada kullanma hakkına sahip
oluyordu. İslam Hukukunda mevat arazi niteliğindeki yerlerin ihya edilmesine
olanak tanınmıştı.
Osmanlı Hukukunda, Arazi Kanunu ile İslam Hukukunda olduğu üzere mevat
arazinin ihya edileceği öngörülmüştür.
Medeni Kanun'un yürürlüğe girmesi ile 864 sayılı Tatbikat Kanunu uyarınca
Mecelle'nin MK. ve BK.na aykırı bulunan tüm hükümleri ortadan kaldırılmıştır.
Hatta MK.nun yürürlüğünden sonra Arazi Kanunu'nun yürürlükte olup olmadığı
tartışılır hale gelmiştir. Ne varki bu yasanın bazı hükümlerinin yürürlükte
bulunduğu yargısal kararlarla kabul edilmiştir.
MK.da ihya ile ilgili herhangi bir hüküm yer almamış, 641. maddesinde tarıma
elverişli olmayan yerlerin Devlete ait bulunduğu belirtilmiştir. Böylece MK.
nun yürürlüğe girmesi ile ihya yoluyla taşınmaz kazanılması olanağıda
kapanmıştır. Bu durum 1934 yılında kabul edilen 2644 sayılı Tapu Kanunu'nun
yürürlük tarihine kadar devam etmiştir. Sözü edilen Yasanın 6. maddesi ile
bazı koşullarla ihya kabul edilmiş ve böylece ihya ile ilgili Türk
Hukukundaki ilk düzenlemede yapılmıştır. Bu hükümle belirtilen koşullar
içinde ihya eden adına kullanma süresine bakılmaksızın taşınmazın tescili
yoluna gidilmekte idi. Ancak bu hüküm 1945 yılında yürürlüğe giren Çiftçiyi
Topraklandırma Kanunu (ÇTK) ile yürürlükten kaldırılmıştır. Ne varki aynı
yasanın geçici maddeleri ile kazanılmış hakların korunması saklı tutulmuştur.
Bunun için kazanılmış yerin belediye sınırları dışında olması, iskanen
verilecek haddi aşmaması yasada öngörülen süre içinde müracaatı öngörmekte
idi. Sonradan ve 1950 yılında 5618 sayılı Yasa ile 4753 sayılı Yasanın bazı
hükümleri değiştirilmiş ve ihya edilen yer için tanınan başvuru süresi
kaldırılmış geçmişte müracaat etmeyenlerede olanak sağlanmıştır. Süresiz
başvuru hakkı tanınmıştır. 5618 sayılı Yasadan önce yürürlüğe giren 5602
sayılı Tapulama Yasasının 52. maddesi ile "4753 sayılı Kanunun yürürlüğe
girdiği tarihe kadar yapılmış olan ihyalar mezkur kanunun geçici maddesinde
yazılı müracaata bırakılmaksızın ihya edenler veya mirasçıları adına
tapulanır. 4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra ihya edilmiş
veya ihyasına başlanmış olan gayri menkuller Devlet adına kayıt olunur" hükmü
getirilmiştir. Gerek bu hükümle ve gerekse 4753 sayılı Yasayı değiştiren 5618
sayılı Yasa ile getirilen düzenlemeye göre 4753 sayılı Yasanın yürürlüğe
girdiği tarihe kadar yapılan ihyalar için ihya eden adına sonraki tarihte
yapılan ihya konusu yerler ise Hazine adına tescil edilecektir.
Durum böyle devam etmekte iken, 12.7.1966 tarihinde 766 sayılı Tapulama Yasası
yürürlüğe girmiş, bu Yasanın 37. maddesinde ihya edilen yer için yeni bir
hüküm getirilmiştir. Bu hükümle kural olarak ihya kaldırılmıştır. Ancak
Yasanın 37. maddesi ile 27.3.1950 yılına kadar (ki bu tarih 4753 sayılı
Yasada değişiklik yapan 5618 sayılıYasanın yürürlük tarihidir) ihya edilen
yerler Hazine adına tescil edilecek, fakat ihya eden lehine tapuya şerh
konulacaktır.
Böylece, 766 sayılı Yasada ihyanın kapsamı niteliği belirtilmemiştir. Bu
konudaki bilgi ve koşulları 4753 ve bunu değiştiren 5618 sayılı Yasada yer
almıştı. Yine, ihya edilen oranlar hakkında 766 sayılı Yasanın 37/son
fıkrasında yer alan bir hükümle aynı yasanın 33. maddesine yollama yapılmakta
idi. Ancak 37/son fıkra 1972 yılında yürürlüğe giren 1617 sayılı Yasa ile
değiştirilmiş ve yine 766 sayılı Yasanın 33/son fıkrası eklenerek ihya
tamamen kaldırılmıştır. Bu arada 4753 ve 5618 sayılı Yasaların ihyaya ilişkin
hükümleri ayakta idi. Bu aşamada ve 19.7.1973 tarihinde 1757 sayılı Toprak ve
Tarım Reformu Yasası yürürlüğe girdi. Bu yasanın 235. maddesi ile 4753 ve
bunu değiştiren tüm yasalar yürürlükten kaldırılmıştır. Ne varki bu yasa da
Anayasa Mahkemesi'nin 10.5.1977 günlü kararı ile iptal edilmiş ve
10.5.1978'de yürürlükten kaldırılmıştır.
Yapılan bu kronolojik açıklamadan çıkan sonuç, hukukumuzda ihyanın bazen kabul
edildiği bazen sınırlama getirildiği ve en son durumu itibariyle de ihya eden
lehine 766 sayılı Yasanın 37/2. maddesi uyarınca geleceğe yönelik bir hak
tanındığını görmekteyiz. Yine görülen odurki, hukuk düzeni tüm düzenlemelerde
kazanılan haklara ve verilen emeğe daima bir hukuki sonuç bağlamayı gerekli
görmüştür.
3- 3402 sayılı Kadastro Yasası dönemi:
Bilindiği üzere ülkede yapılan ve yapılacak tüm kadastro işlemlerine
uygulanmak üzere 9 Temmuz 1987 tarihinde 3402 sayılı Yasa yürürlüğe
konmuştur. Bu Yasanın 17. maddesi; "ihya edilen taşınmaz mallar" başlığını
taşımakta ve orman sayılmayan özel mülk konusu olmayıp Devletin hüküm ve
tasarrufu altında olup kamu hizmetine özgülenmemiş yerlerin emek ve para
harcanarak kültür arazisine dönüştürülen yerlerin hak sahipleri adına tesbit
ve tescil edileceği öngörülmüştür. Ancak aynı maddede aynı Yasanın 14.
maddesine yollama yapılmakla imar ihyadan itibaren 20 yıl kullanılması
gerektiği ve suluda 40, susuzda 100 dönümü aşmayacağı da böylece hükme
bağlanmşıtır. Yasanın 17. maddesinde yer alan diğer bir kural da ihyanın
ancak Belediye imar planı sınırları dışında kalan yerler hakkında
uygulanacağıdır.
Bu madde daha önce kadastrosu yapılmamış imar ve ihya edilen veya edilecek
yerler hakkında uygulanacağına dair bir duraksama yoktur. Ancak geçmişte
kadastrosu yapılıpda 766 sayılı Yasanın 37/2. maddesi uyarınca tapu kaydı
üzerine gerek tesbit sırasında veya dava konusu olupta mahkemece bu şekilde
şerh konulan yerler hakkında nasıl bir uygulama yapılacağı noktasında 3402
sayılı Yasanında getirdiği düzenleme ile sorunlar doğmuştur.
Sorun, 3402 sayılı Yasanın 46. ve geçici 4. maddesi karşısında daha önce
yargılaması yapılıpda 766 sayılı Yasanın 37/2. maddesi uyarınca lehine şerh
konulan hak sahiplerinin yeni bir dava hakları bulunup bulunmadığı noktasında
toplanmaktadır. Sözü edilen Yasanın 46. maddesi özel bir düzenleme
getirmiştir. Aslında maddenin kapsamı ve düzenlendiği yer verilen madde
numarası itibariyle yasanın dördüncü bölümünde ve mülkiyet hakkının tesbitine
ilişkin esaslar başlığı altındaki bölümde yer alması gerekirdi. Halbuki
madde, intikal ve son hükümler başlığını taşıyan Dokuzuncu bölümde yer
almıştır. Maddede şu esaslar yer almıştır; 766 sayılı Yasanın 37. maddesine
veya 4753 sayılı Kanun uyarınca Hazine adına kaydedilen taşınmaz malların
zilyetleri adına tesbit ve tescil edileceği öngörülmüştür. Sözü edilen 766
sayılı Yasanın 37. maddesi ihya ile ilgili olup bu koşulu yerine getirenler
adına taşınmazın tesbit ve tescil edilmeyeceği ancak ilerde toprak dağıtımı
yapıldığı sırada gözönünde tutulmak üzere lehlerine tapuya şerh konulacağı
öngörülmüş bulunmakta idi. 3402 sayılı Yasanın 46. maddesinin son fıkrasında
ise (artık şerh koyma mevcut olmadığından yani 766 sayılı Yasanın 37. maddesi
yürürlükten kalkıp ihya edilen adına doğrudan doğruya tescil yapıldığından)
daha önce 37/2'ye göre şerh konulanların bu haklarını adlarına tescil
yaptırmaları için iki yıl içinde talep ve dava açma hakkı öngörülmüştür.
Diğer bir anlatımla bir kimse adına 766 sayılı Yasanın 37/2. maddesi uyarınca
şerh konulmuşsa bu kimse 3402 sayılı Yasanın yürürlüğünden itibaren iki yıl
içinde yerin kendi adına tesbitini talep ve dava edebilecektir. İç. Bir.
K.nın görüşülmesi sırasında bazı üyeler, talep ve dava konusu olacak yerin
sadece tapulama ekibince veya komisyonca üzerine şerh konulan yer
olabileceği, daha önce dava konusu olan yer hakkında artık dava
açılamayacağı, 3402 sayılı Yasanın geçici 4. maddesinin buna engel olduğu
düşüncesini belirtmişlerdir. Ne var ki 3402 sayılı Yasanın 46. maddesi böyle
bir ayrımı düzenlememektedir. Bunun yanında, aynı Yasanın geçici 4.
maddesinde "Tapulama ve Kadastro mahkemelerince bu kanunun yürürlüğe
girmesinden önce kesin hükme bağlanmış uyuşmazlıklara bu kanun uygulanmaz"
kuralı yer almıştır. Bize göre madde genel bir ilkeyi yinelemiştir. Bilinen
bir hususu tekrar etmiştir. Çünkü zaten daha önce dava konusu olup hükme
bağlanan bir konuda yeniden yargılama yapılmaması usul hükümlerinin genel
kuralıdır ve HUMK.nun 237. maddesinin de bir gereğidir. Bunu tekrar etmenin
bir anlamı ve bağlayıcılığı da olamaz. Hiç bir yasada yer alamayan böyle bir
hükmün burada düzenlenmiş olması yasa ve hukuk tekniğine de uygun
düşmemektedir.
Sağlıklı bir sonuca varılabilmesi için 3402 sayılı Yasanın 46 ve geçici 4.
maddesinin birlikte gözönünde tutulması gerektiği kanısında olduğumu
belirtmek isterim. Ancak bundan öncede 766 sayılı Yasanın 37/2. maddesi
uyarınca konulan şerhin hukuki niteliği, etkinliği ve sonucunun
değerlendirilmesinde yarar vardır.
Mülga Tapulama Yasasının 37/2. maddesinin kapsamı MK. 919, 920 ve 921.
maddelerinde öngörülen şerhlerden farklıdır. Çünkü şerh konulmakla kural
olarak lehine şerh konulan kimsenin şerhle doğan şahsi hakkı ayni hak gücünü
kazanmayıp, şahsi hakkı güçlenmekte ve üçüncü kişilere karşıda ileri
sürülebilmektedir. Bu husus MK.nun 919 ve 920. maddelerinde açıkca
düzenlenmiştir. 766 sayılı Yasanın 37/2'deki şerh ise, üçüncü kişilere karşı
bir etkin meydana getirmekten öte, doğrudan doğruya taşınmazın malikine karşı
yani Hazine'ye karşı yöneltilmiş bir nitelik taşımaktadır. Şerhle Hazine'nin
mülkiyetinin kapsamı, gücü değiştirilmektedir. Çünkü bu şerhle Hazine adına
tescil edilmiş bulunan mülkiyet hakkı MK.daki mülkiyet hakkından farklı bir
nitelik taşımaktadır. Örneğin, bu hak başkalarına devredilememektedir. Lehine
şerh konulanın veya haleflerinin zilyetlikleride önlenememektedir. Burada
mülkiyet hakkı kuru bir mülkiyet olmaktan öte, malikine gerek bu gün gerekse
gelecek yönünden hiç bir yarar sağlamıyan, ileride yapılacak dağıtım ve
düzenlemeyi bekleyen kendine özgü bir mülkiyet hakkıdır. Çünkü diğer türdeki
kuru mülkiyetlerin devri mümkündür. Örneğin, intifa hakkının sona ermesi ile
kuru mülkiyet tam mülkiyete dönüşebilmektedir. 37/2. maddeye konu olan
taşınmazlar üzerindeki Hazine'nin mülkiyet hakkı ileride belli bir ölçünün
üstüne çıkmayan belli miktarı aşmayan taşınmazlar için Hazine'nin kuru
mülkiyetinin tam mülkiyete dönüşmesi olanağıda bulunmamaktadır. Hemen
söyleyelimki, bu tür yerler Hazine'nin gözden çıkardığı, sadece dağıtımda
üzerinde düzenleme yetkisi bulunan yerler olarak kabul etmek gerekecektir.
Hal böyle olunca ihya edenin bu tür yerler üzerinde vazgeçilmez bir hakkı
olduğu kabul edilmek gerekir. Bundan dolayıdırki, gerek Osmanlı hukukunda ve
mecellede ihyaya daima bir hukuki sonuç bağlanmış, ihya eden lehine bir hak
tanınmıştır. 2644 sayılı Yasa ile açık biçimde tanınan ihya, 4753 sayılı Yasa
ile kaldırılmak istenmişsede, bundanda vazgeçilmiştir.
Durum böyle iken, 3402 sayılı Yasa yürürlüğe girmiştir. Bu Yasanın geçici 4.
maddesi ile daha önce yargılaması yapılan ve 766 sayılı Yasanın 37/2.
maddesine göre mahkeme hükmü ile şerh konulan yerlerin lehine şerh konulan
adına tescil edilip edilmeyeceğinde uyuşmazlık çıkmaktadır.
3402 sayılı Yasanın 46. maddesinin son fıkrasında; bu tür yerler hakkında
yasanın yürürlüğünden itibaren iki yıl içinde "talep ve dava" hakkından
sözetmektedir. Bize göre bu "talep ve dava" hakkının anlamı şudur; 766 sayılı
Yasanın 37/2. maddesine göre lehine şerh konulan kişi 3402 sayılı Yasanın
46/son fıkrasına göre, Hazine'ye başvurup yerin doğrudan doğruya kendi adına
tescilini isteyebilecektir. Bunun için şerhin gerek tesbit komisyonunca veya
gerek mahkemece konulmuş olmasının önemi yoktur. Ancak haksahibinin talebi
üzerine tam mülkiyet talep sahibi adına tescil edilmediği takdirde, mahkemede
dava yoluna baş vuracaktır. İşte bu aşamada daha önce mahkemece 37/2'ye göre
şerh konulan yerler hakkında kesin hüküm oluşacağı İç. BK. ile kabul
edilmiştir. Biz aynı düşüncede değiliz. Çünkü yasa koyucu 3402 sayılı Yasanın
46/son maddesi ile böyle bir ayrım yoluna gitmemiştir. Ayrıca 37/2'ye göre
lehine şerh konulan kişinin bu hakkının ortadan kaldırıldığı düşünülemez.
Çünkü daha önce bu hakkın sonunda 4753 sayılı Yasaya göre yapılacak dağıtımda
bu şerh sahibine o yerin mülkiyetine kavuşma olanağını sağlıyordu. Halen 4753
sayılı Yasa yürürlükten kalktığına, artık bir dağıtımda yapılamayacağına
göre, şerhle sağlanan hak, hiç bir neden olmadan kaldırılmış bulunmaktadır.
Bu husus kazanılmış hakların şu veya bu nedenle ortadan kaldırılamayacağı
ilkesi ile bağdaşmaz. Bunun içindir ki 3402 sayılı Yasanın geçici 4.
maddesini yorumlarken tüm bu hususları, ihyanın yasal olarak geçmişte
geçirdiği yasal düzenlemeleri de gözönünde tutmak gerekecektir. Geçici 4.
madde böyle yorumlandığı takdirde 46. maddenin konuluşunun amacını saptamak
zorlaşacaktır. Nedeni de anlaşılamayacaktır. Yine, 3402 sayılı Yasanın 17.
maddesi ile ihya ve ihyaya hak tanıyıp eskiden imar ve ihya ettiği hükmen
saptanan kimseye hak tanımamak eşitlik ilkesi ile de bağdaşmaz. Hatta imar ve
ihya ettiği hükmen sabit olupda, 37/2. maddeye göre tapu kaydı üzerine şerh
konulan taşınmazlar için kesin hüküm Hazine lehine olmayıp hak sahibi lehine
olduğunu kabul etmek gerekir. Böyle bir hükümle, şerh sahibinin hakkı,
Hazine'nin şeklen adına tescil edilen mülkiyet hakkından daha güçlüdür. Çünkü
bu kişi öyle bir hakka sahip olmaktadır ki bu günkü hakkına, mülkiyet hakkı
sahibi Hazine hem müdahale edememekte, hemde ilerde yapılacak dağıtımda bu
yerin tam mülkiyet hakkına takdire yer bırakmayacak biçimde sahip olmaktadır.
Bu ölçüde ve güçte mahkemece güvence altına alınmış bulunan bir hakkın hak
sahibi aleyhine kesin hüküm oluşturduğunu kabul etmek bu hakkı hiçe saymak
olurki bu tür bir uygulamaya hukuk ceza vermez.
Ayrıca, bu konudaki kesin hüküm sorununu şekli anlamda değil, açıkladığımız
nedenlerden dolayı maddi anlamda almak gerekecektir. Aksi halde yanlış
sonuçlara varmak olasılığı ortaya çıkarki bu da haksızlıkların doğmasına
neden olur.
Yukarıdanberi açıkladığımız nedenlerden dolayı, mahkeme kararı ile 766 sayılı
Yasanın 37/2. maddesi uyarınca üzerine şerh konulan taşınmaz hakkında hak
sahibinin 3402 sayılı Yasanın 46. maddesi uyarınca talep ve dava hakkının var
olduğunun kabulünün gerektiği, daha önce verilen kararın aynı Yasanın geçici
4. maddesi uyarınca adına şerh konulan kişi aleyhine kesin hüküm
oluşturmayacağı düşüncesi ile çoğunluğun görüşüne katılamıyorum.
Bilal KARTAL
4. HD. Üyesi
|