 |
Yargıtay içtihatları bölümü
Yargıtay Kararı
T.C.
Y A R G I T A Y
İçtihadı Birleştirme
Büyük Genel Kurulu
E. 1990/1
K. 1991/1
T. 22.2.1991
* MÜŞTEREK MÜLKİYET
* İŞTİRAK HALİNDE MÜLKİYET
* MUHDESAT
* İADE BORCU
ÖZET : Müşterek veya iştirak halindeki mülkiyette şuyuun giderilmesi sonucu
elde edilen satış bedelinden muhdesatı yapan paydaşa ödenecek miktarın
muhdesatın vücuda getirildiği tarihte bunun yapılması için harcanan parayla
sınırlı değildir.
(743 s. MK. m. 623, 629) (818 s. BK. m. 61)
20.9.1989 tarihli dilekçe ile iştirak halinde veya müşterek mülkiyette
paydaşlardan birinin taşınmaz üzerinde yaptığı muhdesat için ödenecek bedelin
muhdesatın vücuda getirildiği tarihte bunun yapılması için harcanan parayla
sınırlı bulunup bulunmadığı konusunda Üçüncü ve Altıncı Hukuk Daireleri ile
Dördüncü ve Onüçüncü Daireleri ve Hukuk Genel Kurulu kararları arasında
aykırılık bulunduğu iddia edilerek, içtihadı birleştirme yoluna gidilmesi
istenilmiş; Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu 15.2.1990 gün ve 8 sayılı
kararla, kararlar arasında aykırılığın mevcut olduğu sonucuna vararak
içtihadı birleştirme yolu ile aykırılığın giderilmesi gerektiğine karar
vermiştir.
2797 sayılı Yargıtay Kanunu'nun 16/5 ve 45/2. maddeleri uyarınca toplanan
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu'nda Raportör Üyenin
açıklamaları dinlendikten sonra gereği görüşüldü:
Önce, kararlar arasında aykırılık bulunup bulunmadığı hususu incelenmiştir.
Aralarında aykırılık bulunduğu ileri sürülen Üçüncü Hukuk Dairesi'nin
1984/2541-2673 ve 1984/2625-2997 sayılı kararlarında; paydaşlardan birinin
müşterek taşınmaz üzerinde yaptığı bina nedeniyle diğer paydaşların mal
varlığındaki artışın, bu binanın yapıldığı tarihte değil, ortaklığın
giderilmesi yoluyla satışın yapıldığı ve bina dahil satış bedelinden payını
aldığı tarihte gerçekleştiği, bu nedenle haksız zenginleşmeye dayanılarak
hükmedilecek miktarın bu binanın satış tarihinde taşınmazın değerinde meydana
getirdiği artış oranında olması gerektiği kabul olunmuş; Dördüncü Hukuk
Dairesi'nin 8.12.1988 ve 1988/5963-10594 sayılı kararında ise; satış
tarihindeki katkı ile yapım tarihinde sarfedilen paranın hangisi az ise ona
hükmedilmesi gerektiğine karar verilmiştir.
Altıncı Hukuk Dairesi'nin 10.7.1990 gün ve 9356-9662, 9.7.1990 gün ve
9044-9631 sayılı kararlarında muhdesatı yapan paydaşa ödenecek bedel
muhdesatın vücuda getirildiği tarihte yapılan harcama ile sınırlı
tutulmamıştır. Onüçüncü Hukuk Dairesi'nin 3.12.1981 gün ve 1981/7236-7910
sayılı kararında; Dördüncü Hukuk Dairesi'nin uygulaması doğrultusunda,
paydaşlardan birinin yaptığı muhdesat nedeniyle kendisinin BK.nun 61 ve onu
izleyen maddeleri gereğince ödenecek miktarın, paylılığın giderilmesi
sırasında davalıların mal varlığında meydana gelen artış ile, uyuşmazlık
konusu yararlı giderlerin yapıldığı zamanda sarfedilenden hangisi az ise ona
göre belirleneceği görüşüne yer verilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu'nun 19.1.1983 gün ve 1979/4-1771 esas, 1983/13 sayılı
kararında; Üçüncü ve Altıncı Hukuk Daireleri kararlarındaki, 8.6.1983 gün ve
1980/4-2017 esas ve 1983/621 sayılı kararında ise Dördüncü ve Onüçüncü Hukuk
Daireleri'nin uygulaması doğrultusunda sonuca varılmıştır.
Sözü edilen Dairelerle, Hukuk Genel Kurulu'nun kararları arasında aykırılık
bulunduğu ve bu aykırılığın içtihadı birleştirme yolu ile giderilmesi
gerektiğine yapılan oylama sonunda üçte ikiyi geçen çoğunlukla karar
verildikten sonra işin esasının incelenmesine geçilmiştir.
Müşterek veya iştirak halinde mülkiyette paydaşlardan biri tarafından taşınmaz
üzerinde vücuda getirilen muhdesattan ötürü satış sırasında meydana genel
değer fazlalığı diğer paydaşlar yönünden Yargıtay'ın ilgili dairelerince ve
Hukuk Genel Kurulu'nca sebepsiz iktisap olarak nitelendirilmiştir.
Diğer taraftan, içtihadı birleştirme isteğine esas tutulan kararlarda iade
borcunun paylılığın giderilmesi sırasında yapılan satış sonucu elde edilen
gerçek değer ile giderlere katlanılmamış olunması halinde taşınmazın
satılmasında elde edilecek değer arasındaki farkı geçemeyeceği, giderlere
katlanmamış paydaşlardan bu farktan paylarına düşen miktardan daha fazla bir
talepte bulunulamayacağı kabul olunmuştur.
Bu yön, içtihadı birleştirmenin kapsamı dışında olduğundan tartışma konusu
yapılmamıştır.
Uyuşmazlık konusu olan husus, iade borcunun giderlerin yapıldığı gündeki sürüm
değeri ile sınırlı tutulup tutulamayacağı noktasındadır. Üçüncü ve Altıncı
Hukuk Daireleri, iade borcunun giderlere katlanıldığı gündeki sürüm değerini
aşamayacağı yönünde bir sınırlama öngörmemektedirler. Dördüncü ve Onüçüncü
Hukuk Daireleri ise, iade borcunun giderlere katlanıldığı gündeki sürüm
değerini geçemeyeceği görüşünde birleşmişlerdir. Hukuk Genel Kurulu'nun ise
her iki görüşe temayül gösteren kararları mevcuttur. Sebepsiz iktisapta iade
borcunun kapsamını belirleyen Borçlar Kanunu'nun 63. maddesinde iyiniyetli
geri verme yükümlüsünün geri verme zamanında elinde kalanla sorumlu olduğu
belirtilmiştir.
Öte yandan, sebepsiz zenginleşmede bir tarafın mal varlığının diğer tarafın
mal varlığı aleyhinde çoğalması gerekir. Yani zenginleşme fakirleşmenin
karşılığı olmalıdır. Başka bir anlatımla aralarında illiyet bağı
bulunmalıdır. İade borcunun kapsamını belirlemede öncelikle fakirleşme ve
zenginleşme zamanının tesbit edilmesi gerekir. Yıllarca evvel paydaşlardan
biri tarafından vücuda getirilen ve onun tarafından kullanılıp yararlanılan
muhdesat (bina yapılması, bahçe tesisi gibi) nedeniyle iade borçlusu ne zaman
zenginleşmiş, alacaklısı ne zaman fakirleşmiş sayılacaktır? Sebepsiz
zenginleşme borçlusunun bu muhdesatın yapıldığı anda ekonomik açıdan
zenginleştiği yapanın ise o anda fakirleştiği ileri sürülemez. Zira vücuda
getiren paydaş tarafından kullanılan muhdesatın diğer paydaşlara herhangi bir
katkısı kural olarak olmayacaktır. Ekonomik yönden zenginleşme ve
fakirleşmenin taşınmazın şuyuunun satış suretiyle giderildiği anda
gerçekleştiğinin kabulü gerekir. Yapılan şeyin arzın mütemmim cüzü olması da
iade borcunun kapsamını belirlemekte etkili değildir.
Hal böyle olunca muhdesatın yapıldığı güne dönülerek o tarih itibariyle
muhdesatın sürüm değerinin iade borcunda aşılamayacağının kabulü az önce
açıklanan ilkeye ters düşeceği gibi; hakkaniyete de aykırı bir çözüm yolu
benimsenmiş olacaktır. bu nedenlerle iade borcunda salt haksız iktisap
kurallarına dayanılarak muhdesatın yapıldığı gün itibariyle sürüm değerinin
aşılamayacağı yolunda bir sınırlama benimsenmemiştir. Genel Kurul'daki
görüşmeler sırasında, böyle bir sınırlama benimsenmemiş, ancak iade borcunun
kapsamı tayin keyfiyetinin uygulamaya bırakılması, uygun görülmüştür.
S o n u ç : Müşterek veya iştirak halindeki mülkiyette şuyuun giderilmesi
sonucu elde edilen satış bedelinden muhdesatı yapan paydaşa ödenecek miktarın
muhdesatın vücuda getirildiği tarihte bunun yapılması için harcanan parayla
sınırlı bulunmadığına 22.2.1991 gününde yapılan ilk toplantıda, E. 1990/1, K.
1991/1 sayı ile üçte ikiyi geçen çoğunlukla karar verilmiştir.
KARŞI OY YAZISI
* Müşterek veya iştirak konusu bir taşınmaz üzerine paydaşlardan birinin,
taşınmazda meydana getirdiği değer artışları dolayısıyle izale-i şuyu davası
sonucu elde edilen satış bedelinden, diğer paydaşlardan olan alacağının
kapsamı MK. 649' daki kurullara göre tazmin edilmelidir.
Salt sebepsiz zenginleşme hükümleri ölçüsü içinde sorunun çözümlenmesi bizi
adaletli sonuçlara kavuşturmayacağı düşüncesindeyim.
İlk önce önemle vurgulanması ve gözden kaçırılmaması gereken maddi olgu somut
olayda davacının kendi malzemeleriyle iştirak ve müşterek mülkiyet konusu
taşınmaza inşaat yapmış olmasıdır. Böylece, uyuşmazlığın doğrudan doğruya
eşya hukuku hükümleriyle ilgisi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Düşüncemizin ana temasını bu şekilde çizdikten sonra gerçeklerin anlatımına
sıra gelmiştir:
1- Taşınmaz mal mülkiyetinin, yasal sınırlamalar ayrık tutulmak üzere, yapılan
ve dikilen şeyleri ve kaynakları da kapsadığı çok açıktır. Bunlar taşınmaz
mala dahildir (MK. 644/II) Diğer bir anlatımla, taşınmaz mal üzerine yapılan
ve dikilen şeyler ve kaynaklar doğrudan doğruya MK. 648/I ve 644/II.
maddelerinde öngörülen "ASLA KATILMA" veya "Aslın hukuki yazgısına bağlanma"
prensibinin sonuçlarına bağlıdır. Taşınmazdan ayrı bir nesne olarak mütalaa
edilemez.
Nitekim bu ana kuralın doğal bir sonucu olarak, malzemenin kullanılarak
yapının mütemmim cüzü haline dönüşmesi üzerine, malzeme sahibinin mülkiyeti
sona ermiş olacağından bu talep şahsi bir talep niteliğinden ileri gidemez
(Mair Hayoz, Art 671, N. 19; 20; Haab, Art. 671/673 N, 9, 10; Liver Sh. 173 =
Prof Dr. M. Kemal Oğuzman, Prof. Dr. Özel Seliçi, Eşya Hukuku 5. Bası,
İstanbul-1988, Sh. 413, dipnot 544; Jale Akipek, Mülkiyet, Ankara-1971, Sh.
175; Gürsoy/Eren/Cansel, Türk Eşya Hukuku, 2. Bası, Ankara-1984, Sh. 577;
Tekinay, Eşya Hukuku, İstanbul-1988, Sh.... Yargıtay HGK., 14.11.1962 4/140,
94). Eş söyleyişle, inşaat arsanın mütemmim cüzü olur ve arsa sahiplerinin
mülkiyetine geçer (MK. 648/I; 644/II). Bu yüzden arsa malikinin mülkiyet
hakkı elde etmesi BK. 61 anlamında nedensiz kalmıştır, demek mümkün değildir.
Zira bu iktisap anılan yasa maddeleri karşısında geçerli bir sebepten yoksun
sayılamaz. Demek ki bu açıdan da izlendiğinde sebep iktisap kuralları yerine
MK.nun 649. maddesindeki özel hükme dayanılması zorunluluğu kendini bir kez
daha göstermektedir.
2- Gerçektede, bir şahsın malzemesi başkasına ait taşınmazdaki inşaatta
kullanılmışsa tarafların hangi haklara sahip olacakları MK.nun 648-650.
hükümlerine göre özel düzenlemeye tabi tutulduğu için sebepsiz iktisap
şartlarının gerçekleşip gerçekleşmediğini araştırmak tutarlı bir yöntem
olarak kabul edilemez (BGE 99 II 131-JdT 1974. 130; Oğuzman-Seliçi, Sh. 413;
Tekinay, Sh. 810-811).
3- Özel hukuk hükümleri mevcut iken kıyas yoluyla genel hükümlere başvurmak
yorum kurallarına aykırı olduğu gibi adaletli sonuçlar da meydana getirmez.
Sebepsiz iktisap kuralları gerektiğinde özel hukukun boşluklarında
tamamlayıcı bir fonksiyon görevi üstlenerek tali bir hüküm şeklinde
uygulanabilir. Daha açarak ifade etmek gerekirse, sebepsiz iktisabın dört
unusurundan biri, vuku bulan iktisabın (Çoğalmanın) sebepsiz iktisap
kuralları dışında özel bir hukuk kuralına dayanılarak iadesinin mümkün
olmamasıdır. Böyle bir imkan varsa, artık sebepsiz iktisap kuralları değil
özel hukuk kuralları uygulanır. Eğer iadenin, örneğin istihkak davası,
sözleşmeden dönme sebebiyle iade davası, vekaletsiz iş görmeye dayanan iade
davası.... gibi yollarla gerçekleştirme olanağı varsa sebepsiz iktisap
kurallarına başvurulması mümkün değildir (Tekinay, Borçlar Hukuku,
İstanbul-1979, Sh. 559; Feyzioğlu, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Cilt: 1,
İstanbul-1976, Sh. 776 vd).
4- Haksız iktisap davasını açan kimse mümkün olduğu takdirde, zenginleşenin
mal varlığındaki şeyin (aynen iadesi)ni ister, dava sonunda da; şey haksız
kazananın malvarlığından alınıp davacınınkine katılır. Eş söyleyişle, haksız
iktisabın dava konusu, aynen iadesi borcunun ifası oluşturur. Yasa koyucu
inşaatı yapana malzemesini söküp alma hakkını esas itibariyle tanımış
değildir. Mütemmim cüz olarak arsa malikinin mülkiyetine geçen malzemenin
inşaatı yapan kimse tarafından sökülüp alınması, ancak, yasanın tayin ettiği
belli durumlarda mümkündür. Diğer anlatımla, bu istemin kapsamı ve sonucu
yasayla sınırlandırılmıştır. Medeni Kanunun 648 ve 650. maddeleriyle
yıkılmasında (geri almada) aşırı zarar olan yapının korunmasında, toplumun
ekonomik yararları amaçlanmıştır. Bunun doğal bir sonucu olarak gerek sahibi,
muhtesatın iadesi borcunun ifasını arsa sahibinden salt olarak
isteyemeyecektir. Hal böyle olunca, az yukarıda açıklanan haksız iktisap
davasının ana konusu olan, şeyin (aynen iadesi)ni isteme hak ve yetkisine
karşı çelişik bir durum ortaya çıkacağı çok belirgindir. Öyleyse; uyuşmazlığa
haksız iktisap kuralları değil, eşya hukuku kurallarına özgü olarak Medeni
Yasanın 649. maddesinde anlamını bulan tazminat hükümlerinin uygulanması
zorunluluğu bir kez daha hukuki gerçeklik kazandığının kabulü gerekir.
5- Medeni Yasanın 648/I. maddesi ile muhtesat, taşınmazın mütemmim cüzü
sayılmış ikinci fıkrasında da geri verilmesinin koşulları öngörülmüştür. Eğer
yapı sökülmezse arsa malikinin muhtesad için muhik tazminat isteme
sorumluluğu Medeni Yasanın 649/I. maddesinde açıklanmıştır. Kötüniyetli
muhdesat malikine verilecek tazminatın nitelik ve kapsamı da son fıkra da
belirtilmiştir (MK. 649/2). Buna göre taşınmaz malikinin muhdesat için
vereceği tazminat, muhdesatın en az değerini geçmeyebilir. Hemen belirtelim
ki MK. 649/2 hükmündeki "Levazımın en az kıymetini geçmeyebilir" sözleri yasa
koyucunun amacına göre yorumlanmalıdır. Öğretide kural olarak "Levazımın en
az kıymeti" sözlerinden muhtesadın Tasfiye günündeki arsa maliki yönünden
"Subjektif" olarak gösterdiği değeri ifade ettiğinde fikirbirliği vardır
(Bkz., Ferit Hakkı Saymen/Halit Kemal Elbir, Türk Eşya Hukuku, 1954, Sh. 350,
Aytekin Ataay, Haksız İnşaat, 1959, Sh. 100; Tekinay, Eşya Hukuku Dersleri,
1972 Sh. 402, Kevork Acemoğlu, Eşya Hukuku Meseleleri, 1970, Sh. 154; Kemal
Oğuzman/Özer Seliçi, Eşya Hukuku, 1982, Sh. 495; Suat Bertan, Ayni Haklar,
1976, C: I, Sh. 625; Mustafa Reşit Karahasan, Türk Medeni Kanunu-Eşya Hukuku,
1977, Cilt: 2, Sh. 689). Burada, yasa koyucunun buyruğu, yapının taşınmaz
malikine sağladığı yararlanmanın derecesidir. Yasa hükmünde "en az kıymetini
geçmeyebilir" sözcüğünden hakime bir takdir hakkı tanınmış olduğu hiçbir
zaman gözardı edilmemeli, bu takdir hakkı sayın çoğunluk görüşünde kabul
edilen düşünce ve yöntemlerle hiçbir zaman hakimin elinden alınmamalıdır.
Uyuşmazlığın oluşmasındaki etkenler kesin sınırlar içine alınamadığı, her
olayın somut özelliğine ve tarafların durumuna göre değişik durumlar arz
ettiği için yasa koyucunun bunu hakimin takdirine bırakmasındaki büyük isabet
tartışma götürmeyecek şekilde açıktır. Bu yasal gerçek ihmal edilerek sayın
çoğunluğun yaptığı gibi uyuşmazlığı önceden tek bir kalıp içinde formülle
çözmek bizi kaçınılmaz adaletsiz sonuçlara götüreceğini şimdiden rahatlıkla
söylemek mümkündür.
Burada hakim, özgürce, somut olayın özelliklerini, tarafların hal ve
vaziyetini, kusurları var ise ağırlık ve derecesini, paydaşların iradeye
delalet eden davranışlarını, yapının onlara sağlıyacağı, maddi yararı,
yapının niteliğini, paydaşın ekonomik açıdan yapıyı kullandığı, yararlandığı
zaman dönemini, biçimini bunların enflasyondan ileri gelen değer artışları
ile kıymetlendirilmesini ve diğer tazminatın belirlenmesinde etkili tüm
varsayım ve değerleri, ayrı ayrı Medeni Yasanın 625/II, 644/II; 648/I, 649 ve
4. maddesi ışığında değerlendirmeli gerekirse BK. 42 ve 44. maddelerden de
yararlanarak tarafların hak ve vecibelerini, risklerini denkleştrmeli, ortaya
çıkacak uygun sonuç çerçevesinde karar vermelidir. Olayın kendine özgü hukuki
yapısı itibariyle az yukarıda açıklanan takdiri olgular olayla doğrudan
doğruya iç içe iken bunlar gözardı edilerek çözümün peşin yargıya bağlanması
yasaya aykırı olduğu gibi uyuşmazlığın maddi yapısınada ters düşmektedir.
6- Paydaş üçüncü kişi olmayıp malik olduğundan ortak taşınmaza yaptığı faydalı
giderler yönünden MK.nun 649. maddesinin uygulanamayacağı, ancak üçüncü kişi
ile taşınmaz maliki aralarında uygulanabileceği şekilde müzakereler sırasında
ileri sürülüp savunulan görüşlere de katılmak mümkün değildir. Şöyleki;
MK.nun 625/II. maddesiyle müşterek şeyin "intifa tarzını değiştirmek için, bu
bapta bilittifak bir kaide kabul edilmediği taktirde bütün hissedarların
muvafakatı şarttır" hükmü getirilmiştir. Bu maddeye göre, her paydaş
diğerlerinin haklarıyla bağdaştığı ölçüde şeyi kullanmaya ve ondan
faydalanmaya yetkilidir. Paydaşlardan birinin oybirliği ile karar
verilmedikçe ortak taşınmaza bina yapmaya yetkisi yoktur.
Müşterek mülkiyette her paydaşın mülkiyet hakkı, nesnenin tümü üzerine
yayılmış olup bu hakkın sınırınıda diğerlerinin mülkiyet hakkı teşkil eder.
Bir paydaş diğer paydaşlar taşınmazdan yararlanmıyor, bu nedenle müstakilen
tek başına ben yararlanma hakkına sahip olurum diyemez. Esasen hiç kimse
kural olarak kendi mülkünden yararlanmak zorunda değildir. Her malikin
mülkünden yararlanma niyetinin varlığı yolunda karine vardır.
Anılan madde metnindeki "intifa tarzı" deyimi şeyin tahsis edildiği ikisadi
amacı ifade etmektedir. Boş bir arsaya inşaat yapmak dahi intifa tarzının
değiştirmenin kapsamına girer.
Açıklanan yasal durum karşısında paydaşın durumu da başkasının arsasına inşaat
yapan üçüncü kişinin durumu gibidir ve MK.nun 649. maddesinin kapsamı içinde
değerlendirileceği kuşku ve duraksamaya yer vermiyerek şekilde açıktır.
Bu gerçeği, yani, müşterek veya iştirak halindeki maliklerden birinin ortak
taşınmaz üzerinde yaptığı inşaatta MK. 648-650 hükümlerinin uygulanması
gerektiğini Yargıtay ve Federal Mahkeme de kabul etmektedir. (BGE 81 II
431-JdT 1956 I 194), (Yargıtay 4. HD., 16.9.1980, 8965/10702-YKD. 1981/4, Sh.
411).
S O N U Ç : Kendine özgü yönleriyle Tevhidi İçtihadın konusu maddi olgu,
tamamen eşya hukuku hükümleri içinde kalmaktadır. Bu nedenle uyuşmazlık
açıkladığımız esaslar altında MK. 649 sınırları içinde çözümlenmelidir.
Sebepsiz iktisap kurallarından hareketle sonuca kavuşmak hukuka ve adalete
uygun olmayan rahatsız edici sonuçlar yaratır, düşüncesiyle yüce kurul
çoğunluğunun görüşüne katılamıyorum.
A. İsmet ARSLAN
13. Hukuk Dairesi Başkanı
KARŞI OY YAZISI
* Müşterek veya iştirak halinde mülkiyet konusu bir taşınmaz üzerine
paydaşlardan veya ortaklardan birisi tarafından bina yapıldıktan sonra
taşınmazın üzerindeki bina ile birlikte izale-i şuyu yoluyla satılması
halinde, binayı yapan paydaşa, haksız iktisap kuralları gereğince, binanın
yapıldığı tarihde harcadığı paranın mı, yoksa satış bedelinden binaya isabet
eden miktarın mı ödenmesi gerektiği hususu içtihadı Birleştirmenin konusunu
oluşturmaktadır.
İçtihat aykırılığı bulunan kararların hepsinde (haksız iktisap) esasından
hareket edildiği halde; iade konusunda farklı sonuçlara varılmıştır. Bu durum
dahi gösteriyor ki, olaya haksız iktisap kurallarının uygulanması yanlış
olmuştur. Sorunun haksız iktisap kurallarına göre değil, Medeni Kanunun 649.
maddesi hükmüne göre çözümlenmesi gerekir. Bir paydaşın kendi levazımı ile
paylı taşınmazın üzerine bina yapması sonucunda, bu levazım Medeni Kanunun
648. maddesi gereğince arsanın mütemmim cüzü olur. Levazım sahibi ile arsa
maliki veya malikleri arasındaki alacak ve borç ilişkisi, haksız iktisap
kurallarına bırakılmaksızın Medeni Kanunun 649. maddesinde ayrıca ve özel
olarak düzenlenmiştir. Bu maddeye göre, levazım sahibi tarafından binanın iyi
veya kötüniyetle yapılmış olmasına ve arsa sahibinin binadan yararlanma
derecesine göre binayı yapana, levazımın dava tarihindeki enaz değeri veya
levazıma karşılık muhik bir tazminat ödenmesi öngörülmüştür. Burada hakim,
Medeni Kanunun 4. maddesi gereğince hak ve nesafete göre karar verecektir.
Paylı taşınmazın izale-i şuyu yoluyla satılması halinde de bu hüküm
uygulanarak, binayı yapan paydaşa, satış tarihindeki maliyet değerinden, o
zamana kadarki yıpranma payı düşülerek tazminat ödenmesi gerekir. Bunun
yerine, satış bedelinden binaya isabet eden miktarın ödenmesi mümkün
değildir. Çünkü, arsa olmadan bir binanın varlığı düşünülemiyeceğinden,
arsadan soyutlanarak binaya kıymet takdiri mümkün değildir. Bu nedenle Medeni
Kanunun 649. maddesinde binayı yapana levazım ve işçilik karşılığının
ödenmesi öngörülmüştür. Bu karşılık dava tarihindeki, burada satış
tarihindeki değer olacak ve binayı yapanın iyi veya kötüniyetli olmasına,
binanın arsa sahibine sağladığı yararın derecesine göre miktarı mahkemece
takdir olunacaktır.
Öte yandan, hiç hakkı bulunmayan bir taşınmaza bina yapan kimse hakkında
Medeni Kanunun 649. maddesi uygulanırken, paylı taşınmaza bina yapan paydaş
hakkında bu maddenin uygulunmaması haklı bir nedene dayandırılamaz ve kanun
önünde eşitliği bozar.
Malzeme ve işçilik, arsa ile birleşince bina meydana gelir, binanın kıymeti
daima, kullanılan malzeme ve işçilik için yapılan harcamalardan fazladır. bu
fazla değer arsadan ileri gelir. Binanın satış bedelinde, arsanın kattığı
değerde vardır. Paylı bir taşınmaz üzerine bina yapan kişi ister paydaş olsun
isterse paydaş olmasın, taşınmazın satılması halinde, binayı yapana ödenecek
tazminatın hesabında aynı hukuki esasların uygulanması gerekir. Binayı
yapanın kötüniyetli olduğunu düşünürsek, paydaş olana haksız iktisap
hükümlerine dayanılarak satış bedelinin ödenmesi, paydaş olmayana Medeni
Kanunun 649. maddesi gereğince levazımın satış tarihindeki enaz kıymetinin
ödenmesi suretiyle yapılacak farklı bir uygulama nasıl haklı
gösterilebilecektir.
Diğer taraftan, Medeni Kanunun 649. maddesindeki özel düzenleme olmasaydı,
Borçlar Kanunu'nun haksız iktisap hükümlerine göre yukarıdaki sonuca ulaşmak
mümkün olamazdı. Çünkü, arsa sahibi tarafından haksız olarak iktisap edilen,
binanın kendisi değildir; binada kullanılan malzeme ve işçiliğin karşılığıdır
ki bu da harcamanın yapıldığı tarihte para olarak, binayı yapan paydaşın
malvarlığından çıkan miktardır. Malzeme ve işçilik, arsa ile birleşerek bina
haline gelmiştir. Bu nedenle, arsadaki paydaşlar bina değerini haksız olarak
iktisap etmiş değildirler. Bu değer, kendi arsaları nedeniyle meydana
gelmiştir. Burada, öteki paydaşların haksız olarak iktisap ettikleri; binanın
kendisi değil, sarf etmekten kurtuldukları malzeme ve işçilik bedelidir.
Öteki paydaşlar, binayı yapan paydaşa haksız iktisap hükümlerine göre bu
masrafları iade etmekle yükümlüdürler. Bu da, masrafların yapıldığı tarihde,
binayı yapan paydaşın malvarlığından çıkan miktardır. Zaman içerisinde
enflasyon nedeniyle, masraf olarak harcanan belli miktar paranın satınalma
gücünün azalması ve binanın değerinin artması olgusu, iade borcunun
kapsamında bir değişiklik meydana getirmez. Aksi halde bütün para borçlarında
enflasyonun, paranın satınalma gücüne olan menfi etkisinin nazara alınması
gerekir ki, bugün için mevzuatımızda bu yolda herhangi bir hüküm
bulunmadığından ve para borçlarında miktarı esas olduğundan, enflasyon
dolayısiyle, borçlanılan paranın miktarı artırılamaz. Gene, enflasyonun menfi
etkisini bertaraf etmek maksadıyla, sebepsiz iktisap kuralları zorlanarak,
satış bedelinden binayı isabet eden miktarın tahsiline karar verilemez.
Yapılan bina dolayısıyla taşınmazın satış bedeli artmış ise, bu artış
miktarını geçmemek üzere, Medeni Kanunun 649. maddesi gereğince satış
tarihinde bu binanın yapılması için sarfı gereken malzeme ve işçilik bedeline
hükmedilir.
Görülüyor ki, sebepsiz iktisap kurallarına göre, binanın satış bedelinin
ödenmesi mümkün değildir. İşte yasa koyucu, kendi malzemesi ile başkasının
taşınmazına veya kendisinden başkalarının da payları bulunan taşınmaza bina
yapan veya ağaç diken kişinin haklarını Borçlar Kanununun 61. maddesindeki
sınırlı bir çözüme terk etmek istememiş; Medeni Kanunun ayni haklar
kitabında, binanın ve ağaçların kanun hükmü gereğince arzın mütemmim cüzü
haline geldiğini ve aynı zamanda taşınmazın değerinde büyük artışlar meydana
getirebileceğini dikkate alarak, haksız iktisap kurallarına nazaran, binayı
yapanın veya ağaçları dikenin daha lehine olan bir çözüm getirmiştir. Artık
bu özel düzenleme karşısında, haksız iktisap kurallarına zorlayarak bir çözüm
aranmasına gerek ve olanak yoktur. Medeni Kanunun 649. maddesi bu konuda en
adil bir çözümü öngörmüştür. Gerek arsa malikinin, gerekse levazım sahibinin
haksız iktisabına mahal vermemek ve mülkiyet hakkını da zedelememek için bu
konuda hakime daha geniş bir takdir hakkı vererek, haksız iktisabın katı
kurallarından ayrılmıştır. 649. maddede bu nedenle, kesin birkural
konulmasından bilerek kaçınılmış; binanın, dava veya satış tarihindeki
maliyet değerinin nazara alınması kabul edilmiş; fakat binayı yapanın
iyiniyetli olup olmadığına ve binanın taşınmazın değerine olan etki
derecesine göre, maliyet değerinin altında veya üstünde bir tazminata
hükmedilmesi imkanını getirmiştir. Oysa, haksız iktisap kuralları, binayı
yapanın iyi veya kötüniyetini nazara almz ve yapılan bina taşınmazın değerini
ne kadar artırmış olursa olsun, iadesi gereken miktar, masrafların,
yapıldıkları tarihteki miktarını geçemez. Hem haksız iktisap kurallarına
dayanılması hem de enflasyonun menfi etkisi dolayısıyla, haksız iktisabın bu
çözüm tarzının terkedilerek, satış bedeline hükmedilmesi hukuken mümkün
değildir. Haksız iktisap kuralları uygulanacaksa, binanın yapıldığı tarihteki
giderlere hükmedilmesi zorunludur.
Binayı yapanın paydaş olması, Medeni Kanunun 649. maddesinin uygulanmasına
mani değildir ve bu durum haksız iktisap kurallarının uygulanmasını zorunlu
kılmaz. Çünkü, binayı yapan paydaş, öteki paydaşların mülkiyet hakları
karşısında, kendi levazımı ile başkasının arsasına bina yapan kişi
durumundadır. Hiç mülkiyet hakkı bulunmayan bir taşınmaza bina yapan kişinin
arsa sahipleri hakkında açacağı alacak davasının haksız iktisap hükümlerine
dayanması gerekirken, yasa koyucu yukarıda açıklanan nedenlerle bu konuda
haksız iktisap kurallarından ayrılarak konuyu 649. maddede farklı bir
düzenlemeye tabi tutmuştur. İşte aynı nedenler, paylı bir taşınmaza bina
yapan paydaş içinde geçerlidir ve bu durumda da 649. maddenin uygulanması
gerekir. Öte yandan, paydaşlardan birisi, öteki paydaşların açık veya zımni
muvafakatı ile ve iyiniyetle kendi adına bina yapmış olabilir. Örneğin,
tapulu bir taşınmazda öteki paydaşların paylarını haricen satın alarak veya
haricen aralarında bölüşerek bir paydaş iyiniyetle bina yapmış ve ondan sonra
tapulu taşınmazın tümü, üzerindeki bina ile birlikte izale-i şuyu yolu ile
satılmış olabilir. Bu durumda, haksız iktisap hükümleri uygulanacak olursa,
binanın yapıldığı tarihdeki giderlere hükmedilmesi gerekecektir. Oysa, binayı
yapan, paydaş olmayıpda bir üçüncü kişi olsaydı, Medeni Kanunun 649. maddesi
gereğince muhik bir tazminata hükmedilecektir. Binayı yapanın paydaş olup
olmamasına göre yapılacak böyle farklı bir uygulama, 649. maddeyi bir tarafa
bırakıp haksız iktisap hükümlerine dayanarak binanın satış bedeline
hükmedilmeside hem haksız iktisap hükümlerine, hemde 649. maddeye aykırı
olacaktır.
Öte yandan, izale-i şuyu satışından önce de paydaşlar arasında, yapılan
binadan dolayı bir alacak davası açılması gerekebilir. Kendi adına binayı
yapan paydaş, binadan kendisi yararlandığı sürece öteki paydaşlardan herhangi
bir istemde bulunamaz. Bu nedenle, zamanaşımının işlemesi de sözkonusu
olamaz. Fakat diğer paydaşlar, Medeni Kanunun 648. maddesi gereğince mütemmim
cüzü haline gelen binadan, müşterek mülkiyet paylarına dayanarak kendilerinin
de yararlanmak istemeleri ve bu nedenle binadaki hisselerine vaki müdahalenin
men'i ve bununla birlikte ecrimisil veya kira bedelinden alacak davası
açtıkları taktirde, binayı yapan paydaş da onlardan Medeni Kanunun 649.
maddesine dayanarak tazminat isteyebilecektir. Paydaşlardan
birisinin,zemindeki payını binadaki payı ile birlikte Üçüncü bir kişiye
satması halinde de, binayı yapan paydaşın o paydaşa karşı payı oranında böyle
bir dava açması mümkündür. Görülüyorki, Medeni Kanunun 649. maddesinin
paydaşlar arasında, izale-i şuyu satışından önce de uygulanması gerekebilir.
İzale-i şuyu satışından önce böyle bir dava açılması gerektiğinde, ortada
resmi bir satış bedeli olmayacağı için, haksız iktisap hükümleri nasıl
uygulanacaktır? Oysa, gerek izale-i şuyu satışı sonunda, gerekse satıştan
önce binayı yapan paydaşın açacağı davada 649. madde uygulanırsa eşitlik
sağlanmış olur.
Son olarak şu hususun da belirtilmesi gerekirki; herhangi bir konuda içtihadı
birleştirme yoluna gidilirken, varılacak sonucun, kanunun öteki hükümlerini
işlemez hale getirmemesine ve bir takım çelişkiler ve eşitsizlikler
yaratmasına dikkat edilmelidir. Paylı bir taşınmaza kötüniyetle bina yapan
paydaşa, haksız iktisap hükümlerine göre, binaya isabet eden satış bedelinin
ödenmesi kabul edilirken, paylı taşınmaza kötüniyetle bina yapan üçüncü
kişiye Medeni Kanunun 649. maddesi gereğince asgari malzeme bedelinin
ödenmesi, kanun karşısında eşitlik ilkesini ihlal edeceği gibi; binayı yapan
üçüncü kişi hakkında da haksız iktisap hükümlerinin uygulanması, 649. maddeyi
uygulanamaz hale düşürecektir.
İçtihat aykırılığına konu olan kararların hepsinde (haksız iktisap
hükümlerinin uygulanması kabul edilmiş ve bu yönden kararlar arasında içtihat
aykırılığı bulunmamakta ise de; içtihatlar birleştirilirken kararlarda
benimsenen hukuki esasların dışında olaya uygun düşen başka hukuki esaslar
benimsenerek içtihatlar birleştirilebilir.
Yukarıda açıklanan nedenlerle,bu gibi davalarda Medeni Kanunun 649. maddesinin
uygulanması gerektiği görüşünde olduğumdan, sayın Çoğunluğun haksız iktisap
hükümlerinin uygulanması ve buna göre binayı yapan paydaşa binanın satış
bedelinin ödenmesi yolundaki görüşüne katılmıyorum.
Mustafa AYKONU
13. Hukuk Dairesi Üyesi
|