Hukuki.NET


Yargıtay içtihatları bölümü

Yargıtay Kararı

 



     T.C.
Y A R G I T A Y 
2.HUKUK DAİRESİ
     SAYI
ESAS      KARAR
86/651    86/3256	

	ÖZET : Cinsiyet değişikliği.

	Bülent Erkoç (Ersoy) ile Nüfus Memurluğu arasındaki cinsiyet tashihi
 davasını C.Savcısının huzuruyla yapılan muhakemesi sonunda verilen hüküm
 temyiz edilmekle evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü.
	1) Kesin hükümden sözedilebilmesi için, iki davanın taraflarının ve
 dayanılan maddi olayların (kanundaki deyimi ile hukuki sebeplerin) aynı
 olması gerekir. (HUMK. 237) Olayda bu şart gerçekleşmemiştir. Şöyleki; Her
 nekadar iki dava arasında taraf birliği mevcut ise de dayanılan maddi olaylar
 değişiktir. Çünkü, ilk davanın maddi olayı, o dava tarihindeki fiziki durum
 ile ilgilidir. Oysa temyize konu davada ise birinci davadan sonra davacının
 vücudunda meydana geldiği ileri sürülen fiziki gelişme ve değişmeye
 dayanılmaktadır. Hal böyle olunca iki davanın dayanağı olan maddi olayda
 ayniyetten söz edilemez. O halde, birinci davadaki red kararı, ikinci dava
 için kesin hüküm teşkil etmez. Bu itibarla ilamdaki gerekçenin bu bölümü
 yerinde değildir. Onun için kesin hükme değinen temyiz itirazının yerinde
 olmadığına Üye Turguut Kaya Ülkü'nün muhalefeti ile oyçokluğuyla karar
 verildikten yeni ön mesele bu suretle çözüldükten sonra, esasla ilgili temyiz
 itirazları incelenmiştir.
	2) Adli Tıp raporlarında belirlenen husus, davacının dış görünümü
 itibariyle tamamen kadın olduğu, vücudunun kadınlara özgü tüm özellikleri
 taşıdığı ve kendisini kadın olarak hissettiği davranışlarının da o yolda
 bulunduğu geçirdiği ameliyat sonucu erkeklik organının yok edildiği, kadın
 olarak cinsel ilişkiyi başardığı ve bundan zevk duyduğu homoseksüel
 yaşantısını bir kaç yıldan beri terk ettiği, bugünkü hali ile kadın olması
 lazım geldiği merkezindedir.
	Raporlarda belirlenen hususlar doğuştan erkek olduğu halde, özgür
 iradesi ile ve operasyonla erkeklik organlarını yok ettiren, hsikolojik
 yönden kendini kadınlığa intibak ettiren ve sun'i yollada olsa vücudunu
 kadınlara özgü bir görünüme getiren kişiyi tanımlamaktan ibarettir. Oysa
 yürürlükte bulunan Hukuk kuralları iradi şekilde cinsiyet değikliğine cevaz
 vermemektedir. Herşeyden önce böyle bir eylem kişilik hakkı (şahsiyet hakkı)
 üzerinde tasarruf niteliği tanımaktadır ki Medeni Kanunun 23.maddesi buna
 engeldir. Zira bir kimsenin kanunda açıkca yer verilmeyen hallerde beden
 tümlüğü (ki buna cinsi tamamiyet ve onun idamesi de dahildir) Üzerinde
 tasarruf etmek hakkı yoktur. O halde serbest irade ile kişi cinsiyetini
 keyfince değiştiremez. Aksi kabul edilirse iş, kişilik hakkı üzerinde
 tasarrufla kalmaz, kanuna karşı hilelere kapı aralanmış olur. Söz gelimi
 eşinden boşanamayan kimse cinsiyetini değiştirerek ve aynı cinsten kişilerin
 evli olamayacakları kuralına dayanarak evlilik bağını çözme imkanı elde
 edecektir. Yine bir kimse erkeklere özgü olan askerlik, millik görevden
 (askerlik yükümlülüğünden kurtulmaya yada kadınlar için tanınan daha erken
 emeklilik hakkı elde etmeye, benzeri başka haksız yararlar sağlamaya imkan
 bulur. Bu örneklere kimsenin olumlu cevap vereceğini sanmıyoruz. Her ne kadar
 yanlışlığın devamına hukuk ilgisiz kalamaz isede, hukukun öngördüğü husus,
 çift organlı olarak doğmuş olan (yani hünsa durumda bulunan) ve zamanla
 inkişaf eden cinsiyetine göre ameliyatla durumu açıklığa kavuşanların, iş bu
 gerçek cinsiyetleri ile nüfus kayıtlarındaki çelişkinin düzeltilmesini
 sağlamaktır. Dosyadaki raporlar olayın gelişimi ve yürürlükteki hukuk
 karşısında davacı, hangi cinsel duygular içinde bulunursa bulunsun, ne yolda
 cinsel tatmine ulaşırsa ulaşsın, psikolojik yapısında ne gibi değişiklik
 meydana gelirse gelsin, özgür iradesi ile yok ettiği cinsiyetine dayanarak
 karşı cinsten olduğunun tesbitini yani cinsiyetinin değiştirilmesini
 isteyemez.
	Davacının, serbest iradesi ile vaki ameliyat yüzünden cinsiyetinin
 (Erkekliliğinin) gerektirdiği imkanları yeniden elde edemeyecek duruma gelmiş
 olması da vermek istediği amaca ulaşmasını haklı kılmaz. Yani kanun kişilik
 hakkına bizzat saldıran kimsenin, meydana getirdiği sonuca  hukukta yeri
 olmayan bir çare bulmaya mecbur değildir. Herkes yanlış eylemlerinin
 sonuçlarına katlanmak zorundadır. İşe, duygusal zeminde çözüm aramak doğru
 olamaz. Çünkü hukuk, hak karşısında ne kadar şefkatli ise, hata söz konusu
 olduğu hallerde de o derece müsamahasızdır. Erkekliğini yitirmiş ve fakat
 kadın da olamamış bir kimsenin çaresizliğine birlikte acınır, ama kanun bir
 yana itilerek imkan hazırlanamaz. 
	İbraz edilen hukuki mütelaaya gelince bir rapor sonucu itibari ile
 olması gereken hukuk kuralına aykırılık vermektedir. Oysa mahkemeler mevzu ve
 mer'i hukuka göre karar vermekle yükümlüdür. Meğer ki Medeni Kanunumuz
 l.maddesinde vurgulanan kanun boşluğu mevcut olsun. Oysa olayımızda açık ve
 kapalı bir kanun boşluğu yoktur. Yani yürürlükteki hukuk, bu konuda hüküm
 vermeye yeterlidir. Onuniçin olması gereken hukuku yürürlükteki hukukun
 yerine koymak sureti ile karar verilemez. Eğer olması gereken hukuk iddiası
 kamu yararına ise, bunu kanun koyucu ele alıp bir düzenleme yapabilir.
	Açıklanan gerekçeler karşısında mahkemenin kesin hükme dayalı
 gerekçesi yerinde değilse de davayı esastan reddetmesi doğrudur. Bu itibarla
 temyiz itirazlarının tümünün reddi ile hükmün ONANMASINA, aşağıda yazılı
 onama harcının temyiz edene yükletilmesine, birinci bentte Turgut Kaya
 Ülkü'nün, ikinci bentte ise Namık Kemal Yalçınkaya'nın muhalefeti ile
 oyçokluğuyla 27.3.1986 tarihinde karar verildi. 
BAŞKAN	   ÜYE	  ÜYE  	 ÜYE	
      ÜYE
Esat Şener İsmet Y.ömeroğlu Turgut K.Ülkü N.K.Yalçınkaya Ahmet N.Sezer
	 	      (Muhalif)      (Muhalif)

MUHALEFET ŞERHİ
	Olayda kesin hüküm vardır. Zira önceki davada idareye karşı cinsiyet
 tashihi isteğini içermekte ve nüfusa erkek olarak kayıtlı bulunan davacının
 kadınlık yanının ağır bastığından söz edilerek tıbbi yönden de bunun
 sağlandığı ileri sürülmektedir. Temyize konu davamızda da taraflar ve istek
 aynı bulunmakta, davacının tam anlamı ile kadın olduğu ileri sürülmektedir.
 HUMK.nın 237.maddesinde kesin hüküm için gerekli koşulların burada varlığı
 kuşkusuzdur. Bunlar taraflar, müddeabih ve dayanılan sebebin bir olması
 halidir. Davacının bu davada tam anlamı ile kadın olduğu yolundaki iddiası
 önceki dava sebebiyle bir farklılık göstermez. Psikolojik nedenler Biyolojik
 durumu değiştirmez. Öyle ise her bakımdan aynı nitelikteki bu davanın kesin
 hüküm sebebiyle dinlenilmesi olanaksızdır. Hükmün bu gerekçe ile onanması
 oyundayım.
ÜYE
Turgut K.Ülkü

MUHALEFET ŞERHİ

	Dava; nüfus kütüğündeki cinsiyetin, doğumdan sonra gerçekleşen bir
 değişikliğe bağlı olarak Medeni Kanunun 38.ve Nüfus Kanununun 46.maddelerine
 göre düzeltilmesi için açılmış bir "kayıt düzeltme" davasıdır. Davada
 transseksüel bir kişiliğe sahip ve ayrıca cinsiyet değişikliği geçirmiş
 bulunan davacı, nüfus kütüğündeki cinsiyet kaydının sonradan gerçeği
 yansıtmaz duruma düştüğünü iddia ederek kaydın düzeltilmesini istemiştir.
	Yerel mahkemece, yapılan yargılama sonunda daha önce aynı konuda
 açılmış bir dava bulunması nedeniyle kesin hükmün varlığı ileri sürülerek ve
 aksi düşüncenin kabulünün toplumda adalet duygusunu zedeliyeceği belirtilerek
 öncelikle davanın bu nedenle reddi karara bağlanmıştır.
	Olayda ve davada kesin hükmün söz konusu olmadığı çoğunluk tarafından
 da kabul edilmiştir. Gerçi bu yöne ilişkin çoğunluk kararının gerekçesi kesin
 hükmün söz konusu olmayacağını yalnızca (bu davada maddi olayların değişik
 olduğu, davanın birinci davadan sonra davacının vücudunda meydana geldiği
 ileri sürülen fiziki gelişme ve değişmeye) dayandırdığı için eksik ve
 yetersiz kalmakta ve bu çeşit davaların hiçbir zaman kesin hüküm
 oluşturmayacağı ilkesi gözden uzak tutulmuş bulunmakta isede bu aşamada
 sonuca etkili ve çok önemli olmadığı için şimdilik çoğunluğun davada kesin
 hüküm olmadığı gerekçesine sonucu itibariyle katılmakla yetiniyoruz.
	Yerel mahkeme davayı kesin hükmün varlığı nedeniyle reddederken,
 ayrıca işi esasını da incelemek ve bu konuda da karar vermek suretiyle çok
 önemli bir usul yanlışlığı yapmış, davanın usule dayalı bir düşünce ile
 incelenemiyeceğini karara bağlarken hiç gerekmediği halde davanın esası
 hakkında da düşünce bildirmiş, oy açıklamış ve bu oy açıklamasını bir hüküm
 haline getirmiştir. Artık geri dönülmesi mümkün bulunmayan bu yanlışlığa ve
 usul kurallarına aykırılığa yalnızca değinmekle yetiniyoruz.
	Yerel mahkeme davanın esasını da reddederken iki nedene dayanmıştır.
 Çok kısa iki cümle ile ifade edilen bu nedenlerden birincisi, kadında
 bulunması gerekli yumurtalık ve rahim organlarının davacıda mevcut olmadığı
 anlaşıldığından davacının durumu tıpta ve hukukta kadın ile ilgili olarak
 verilen tariflere uymadığı ve kendisini tam kadın saymak imkanı
 bulunmadığıdır. İkincisi ise, cinsiyet tashihi davalarının ancak kadın olarak
 doğmuş bir kişinin cinsiyetinin nüfus kaydına yanlış olarak geçirilmiş olması
 hallerine münhasır bulunduğu ve sonradan yapılan ameliyat ile kadın olunduğu
 iddiasının cinsiyet tashihine yol açamayacağı düşüncesidir. Yerel mahkeme bu
 iki sonuca hangi hukuk ilkelerine ve hangi yasa hükümlerine dayanarak
 ulaştığını açıklamadığı, bu konuda hiçbir gerekçe göstermediği ve HUMK.nun
 388/3.maddesine göre ortada gerekçeden yoksun ve hüküm niteliği taşımayan bir
 karar bulunduğu ve her türlü hukuksal dayanaktan yoksun olduğu için değerli
 çoğunluk tarafından yeniden gerekçe yazılması, davanın ve davanın reddi ile
 sonuçlanan kararın bir hukuk temeline oturtulması yolu seçilmiştir.
	Adeta sonucu itibariyle doğru olan hükmün onanması niteliğindeki
 çoğunluk kararı özetle; yürürlükteki hukuk kurallarının iradi şekilde
 cinsiyet değişikliğine cevaz vermediği, Medeni Kanunun 23.maddesinin kişilere
 böyle bir tasarruf hakı tanımadığı, bu yolun kanuna karşı hilelere kapı
 aralayacağı, aksi yöndeki bütün bilimsel düşüncelerin "olması gereken hukuk
 kuralına aykırılık verdiği" olayımızda açık yada kapalı bir kanun boşluğunun
 mevcut olmadığı düşüncelerine ve bu düşünceler doğrultusundaki hukuksal
 temele dayalıdır.
	Bir önceki paragrafta açıklanan ilkeler karşısında ortada
 HUMK.388/3.maddesine uygun bir hüküm ve hüküm gerekçesi mevcut olmadığından
 bundan sonraki bütün açıklamalarımız çoğunluk kararının benimsendiği
 ilkelerin ve gerekçenin tartışılmasına yönelik olacaktır. Aşağıda sırasıyla
 açıklanmasına çalışılacak nedenler karşısında değerli çoğunluğun temyize konu
 konu dava ile ilgili görüş ve düşüncelerine katılmak hiçbir şekilde mümküh
 olamamıştır.
	I) DAVANIN HUKUKSAL NİTELİK VE DAYANAĞI

	Herşeyden önce gerçeğe, hukuka ve adalete uygun bir sonuca ulaşabilmek
 için davanın nitelik ve kapsamını, dolayısıyla hukuksal dayanaklarını çok
 açık ve kesin bir biçimde ortaya koymak mahkemeler açısından kaçınılmazdır.
 Her hukuk davasında zorunlu olan bu yönü yerel mahkeme gözden uzak tuttuğu
 içinde yanılgıya maruz kalmış ve yanlış bir sonuca ulaşmıştır. Bu dava ne
 davasıdır? Yada daha uygun bir ifade ile bu dava ne davası değildir? Bu yön
 açıklığa kavuşturulmadan davanan red yada kabulü sonucuna ulaşılmış olması,
 bizi eksik ve yanlış bir hükme götürür. Çoğunluk (yürürlükteki hukukun bu
 konuda hüküm vermeye yeterli olduğunu) açıklarken ne olduğunu ifade etmemiş,
 çoğunluk gerekçesinden davanın  hukuksal temele dayandırıldığını anlamak
 mümkün olamamıştır. Mahkeme kararında ise bu yöne zaten hiç değinilmemiştir.
	Kanımızca dava, en başta ifade ettiğimiz gibi nüfus kütüğündeki
 cinsiyetin doğumdan sonra gerçekleşen bir değişikliğe bağlı olarak Medeni
 Kanunun 38.ve Nüfus Kanununu 46.maddelerine göre düzeltilmesi için açılmış
 "bir kayıt düzeltme" davasıdır. 
	Gerçekten davacı, Adalet Bakanlığı Adli Tıp Kurumu 4.İhtisas Kurulunun
 l4.l2.l984 tarihli ve 28007/4757 sayılı kararına göre "ilk çocukluk
 yaşlarından beri kendisinde mevcut tam, kuvvetli ve hukiki bir kadınımsı
 özdeşleşme ile hayat tarz ve duyusu nedeniyle psikomatik etki sonucu
 diensefalik yol ile bazı hormon ifrazatının da kadın yaşamına uygun şekilde
 dönüşmüş bulunması sonucu, psikiatrik yönden bugünkü hali ile kadın haleti
 ruhiyesi ve yaşamı içinde bulunması nedeni ile ruhen ve fiziksel açıdan
 kadın" bulunmaktadır. Böylece açılan "kayıt düzeltme" davasının maddi olaylar
 açısından dayanağıda en açık bir biçimde Adli Tıp Kurumunun kararında
 özetlenmiş olmaktadır.
	l587 sayılı ve 5.5.l972 tarihli Nüfus Kanununun 43.maddesine göre aile
 kütüklerinin, ailenin bütün fertlerinin cinsiyetinide göstermesi zorunludur.
 Ne varki bugün için nüfus kütüğündeki davacının cinsiyeti ile ilgili (erkek)
 kaydının artık gerçeği yansıtmadığı, gerçekle kayıt arasındaki açık çelişme
 ve aykırılık Adli Tıbbın da kabulünde ve kararındadır. İşte bu gelişme ile
 aykırılığın giderilmesi açılan davanın en önemli temelidir. Başka bir ifade
 ile, cinsiyet kaydının düzeltilmesine yönelik dava gerçekte hukuki değil
 fiili bir durumun, daha doğrusu nüfus kütüğündeki cinsiyet kaydının bugünkü
 fiili duruma uymadığının tesbiti anlamınıda taşımaktadır. (İsviçre Federal
 Mahkemesinin l Temmuz l966 tarihli kararı BGE 92.ıı.l28/SDT l966.l.572) Türk
 hukukunda nüfus kütüğündeki cinsiyetin doğumdan sonra gerçekleşen bir
 değişiklik sebebiyle, düzeltilmesi için açılacak davanın yasal dayanağı
 M.K.nun 38 ve Nüfus Kanununun 46.maddeleridir. Çünkü anılan 46/l.madde aynen
 "yaş, ad, soyadı ve DİĞER KAYIT DÜZELTME DAVALARI..." diye başlamakta ve
 sayılanlar dışında kalan hususlarda da kayıt düzeltme davasına olanak
 tanımaktadır. Dolayısıyla cinsiyete ilişkin kayıtların yaş, ad ve soyadı gibi
 nüfus kütüğüne geçirilmesi zorunlu kayıtlardan bulunması nedeniyle cinsiyet
 değişikliklerinin de kayıt düzeltme davasının konusu oluşturacağı
 kuşkusuzdur. Daha geniş bir platformda düşünüldüğü takdirde, nitelik ve
 kapsamı ne olursa olsun, nüfus kütüğünde herhangi bir kaydın düzeltilmesi
 istemlerinin tek yasal dayanağı Medeni Kanunun 38.maddesi yoluyla Nüfus
 Kanununun 46.maddesidir.
	Çoğunluk kararında açıklanmamış olmakla birlikte (yürürlükteki hukukun
 bu konuda hüküm vermeye yeterli olduğu) düşüncesi sanırız yasal dayanağını
 anılan 46.maddeden almaktadır. Zaten transseksüelite dışındaki nedenlere
 dayalı rutin cinsiyet düzeltme davalarının 46.madde kapsamında incelenip
 hükme bağlandığı hususunda Türk Hukuk Uygulamasında herhangi bir aykırı
 görüşte söz konusu değildir. Mehkemeler ve Yargıtay'ın uzun yıllardır devam
 eden uygulaması da bu doğrultudadır. Burada hemen üzerinde durulması yada
 ilave edilmesi gereken husus isteğin Hukuksal nitelik ve kapsamının, konusu
 maddi olaylarda olabilen çekişmesiz yargıdaki bir tesbit bulunduğu yani
 kayıtla çelişen bir fiili durumun tesbitine yönelik olduğu halde hem bizim ve
 hemde çoğunluğun talebi çekişmeli yargıda kullanılan "dava" deyimi ile
 karşılamak istememizdir. Ancak gerek doktrinde ve gerekse uygulamada bu yön
 çok iç içe girmiş, çekişmesiz yargı işlerinde de dava deyimi (gerçek ve
 teknik anlamda dava sayılmayan) konusu maddi olaylar olan tesbit işlemlerinde
 de kullanıla gelmiştir. "Dava" kavramı bu nitelik ve kapsamda düşünüldüğünde
 sanırız yön önemli bir sorun oluşturmayacaktır.
	II) NÜFUS KANUNUNUN 46.MADDESİNİN İÇERİK VE KAPSAMININ BELİRLENMESİ
	aa) Genel Olarak: Az öncede ifade ettiğimiz gibi, kişisel görüşümüz
 Nüfus Kanunun 46.maddesinin herhangi bir sınırlama söz konusu olmaksızın
 nüfus kütügünde mevcut kayda dayalı her ibarenin düzeltilmesinin
 istenilebileceği doğrultusundadır. Maddenin düzenlenmiş biçimi bu düşüncemize
 hak verdirecek ve doğruluyacak niteliktedir. Madde de düzeltmenin konusunu
 oluşturacak hususlardan yaş, ad ve soyadı açıkca belirtilmiş ancak kütükte bu
 sayılanlar dışında da (olayımızda olduğu gibi cinsiyet ve başka) kayıtlar
 bulunduğu için, DİĞER deyimi ile yasanın amacının mevcut bütün kayıtları
 kapsadığı açıkca ifade edilmiştir.
	bb) Çoğunluk görüşü açısından: Sanırız cinsiyet kaydının
 değiştirilmesine ilişkin davaların hukuksal dayanağının  sözü geçen 46.madde
 bulunduğu konusu değerli çoğunluğunda kabulündedir. Zaten eksi düşünülseydi,
 o takdirde mahkemelerin hükme bağladığı ve Yüksek Mahkemenin uygun gördüğü
 çok sayıdaki cinsiyet düzeltilmesine ilişkin kararların yasal dayanağı nasıl
 açıklanabilecekti. Burada çözümlenmesi gereken husus (ki çoğunlukla mevcut
 uyuşmazlığımızın temelini oluşturmaktadır.) Nüfus Kanunun 46.maddesinin hangi
 ve ne tarz cinsiyet kayıtlarının düzeltilmesine olanak verdiğidir. Yoğunluk
 kararında çok kesin ve açık bir biçimde ifade edildiği üzere yürürlükte
 bulunan hukuk kuralları iradi şekilde cinsiyet değişikliğine cevaz
 vermemektedir. Hukukun öngördüğü husus çift organlı olarak doğmuş olan (yani
 hünsa durumunda bulunan) ve zamanla inkişaf eden cinsiyetine göre ameliyatla
 durumu açığa kavuşanların iş bu gerçek cinsiyetleri ile nüfus kayıtlarındaki
 çelişkinin düzeltilmesini sağlamaktır. Çoğunluk bu düşüncelerle de
 yetinmemekte ve vücudun anotomik ve psikolojik gelişimi ve beden
 değişiklikleri ne olursa olsun yürürlükteki hukuk kurallarında kişinin özgür
 iradesi ile yok ettiği cinsiyetine dayanarak karşı cinsten olduğunun
 tesbitini yani cinsiyetinin değiştirilmesini istiyemeceğini açıklamaktadır.
 Bu düşünce bicimine kesinlikle ve hiçbir şekilde katılmak mümkün değildir.
 Bir dava nüfus kanununun 46.maddesine göre açılacak, anılan maddede hangi
 hallerde cinsiyete ilişkin kaydın düzeltilebileceğine ilişkin hiçbir
 sınırlama ve kısıtlama bulunmayacak ama ancak çift organlı olarak doğmuş
 olanların yada gayri iradi cinsiyet değişikliğine maruz kalanların ancak dava
 hakları olabileceği savunulacak böyle bir görüşün yada konuya bakış açısından
 kabulü benimsenemez. Konunun ve davanın en önemli yasal dayanağı 46.maddenin
 böyle bir sınırlama ve kısıtlama getirdiği nasıl ve neye dayanılarak ileri
 sürülmektedir. Bizce bunun anlaşılması mümkün değildir. Her hukukcunun yasa
 maddelerini kendine göre değerlendirmesi ve yorumlaması doğaldır ve
 kaçınılmazdır. Anılan 46.maddenin (madde metninde mevcut olmamasına rağmen)
 kapsıyacağı maddi olayları belirlemek doğru yada yanlış hukuksal bir
 yorumdur. Ancak bununla yetinilmeyerek ve bu düşünce genişletilerek
 "yürürlükte bulunan hukuk kurallarına göre" biçiminde tavır alınması ve ilke
 konulması kanımızca hukukta yorum kavramıyla bağdaşmayan bir inceleme
 yöntemidir. Sınırlama ve kısıtlama ancak bir yasa metniyle öngörülmüş yada
 anayasal bir hakkın özüne dokunmuş ise ancak yürürlükte bulunan bir hukuk
 kuralı olarak nitelendirilebilir. Özetle yürürlükteki hukukumuzda, çoğunluğun
 benimsediği biçimde cinsiyet kaydının düzeltilmesi davalarının ancak çift
 organlı olarak doğmuş bulunanlar tarafından istenebileceğine ve iradi
 cinsiyet değişikliklerinin kabul edilmeyeceğine ilişkin bir hukuk ilkesi yada
 yasa metni kesinlikle söz konusu değildir. Yasa metinlerinin hukuksal açıdan
 yapılan inceleme ve değerlendirmeleri, birer kişisel yorumdur. Bu yorumlar
 yürürlükteki bir hukuk kuralı olarak tanımlanamaz. Aslında yürürlükteki en
 önemli hukuk kuralı (hakların özüne dokunan sınırlayıcı ve kısıtlayıcı bütün
 uygulamaların mutlaka birer yasa metni haline getirilmesidir.) Başka bir
 anlatım ile yasa metninde herhangi bir açıklama yoksa hakkın sınırsız ve
 kısıtlama olmaksızın kullanılacağı asıl olmak gerekir. 
	cc) Anayasa Hukuku Açısından: Hakların dava yoluyla kullanılmasının
 yoruma dayanılarak engellenmesi, kısıtlanması ve sonuçta sınırlandırılması
 Anayasa ilkeleri açısından da benimsenemez. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının
 "hak arama hürriyeti" başlıklı 36.maddesinde (herkes, meşru vasıta ve
 yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı
 olarak iddia ve savunma hakkına sahiptir) denilmek suretiyle kişilerin hak
 arama hakkının ilk şartı olan yargı mercilerine davacı ve davalı olarak
 başvurma hakkı ve hürriyeti hüküm altına alınmıştır. (Anayasa Madde
 gerekçesi) Nitekim l96l Anayasının 3l.maddesinde de aynı hüküm ve temel ilke
 yer almış bulunmaktaydı. Nüfus Kanunun 46.maddesinde mevcut olmayan bir
 kısıtlama yada sınırlamanın çoğunluk tarafından benimsenmesi hatta
 yürürlükteki bir hukuk kuralı olarak tanımlanması kanımızca söz konusu
 anayasa ilkesine açık aykırılık oluşturur ve hak arama hürriyetini zedeleyici
 ve engelleyici bir nitelik ortaya çıkarır. Bu nedenledirki söz konusu
 46.madde düzeltilecek kaydın baştan itibaren mi, gerçeği yansıtmaz durumda
 olduğu yoksa sonradan gerçekleşen bir duruma bağlı olarak mı bu özelliği
 gösterdiği konusunda en ufak bir ayırım yapmadığı halde, yorum yoluyla yapay
 engeller, sınırlar ve kısıtlamalar getirilmesi Türkiye Cumhuriyeti
 Anayasasının 36.maddesine uygun bir görüş olarak benimsenemez.
	III) KONUNUN NÜFUS KANUNU DIŞINDA ELE ALINMASI VE GENEL HUKUK
 İLKELERİNE GÖRE HUKUKSAL DAYANAKLARININ ARAŞTIRILMASI
	Çoğunluk kararında aynen "yürürlükte bulunan hukuk kuralları iradi
 cinsiyet değişikliğine cevaz vermemektedir. Herşeyden önce böyle bir eylem
 kişilik hakkı (şahsiyet hakkı) üzerinde tasarruf niteliği taşımaktadır ki
 Medeni Kanunun 32.maddesi buna engeldir.
	Zira bir kimsenin kanunda açıkca yer verilmeyen hallerde beden tümlüğü
 (ki buna cinsi tamamiyet ve onun idamesi de dahildir) üzerinde tasarruf etmek
 hakkı yoktur. O halde serbest irade ile kişi cinsiyetini keyfince
 değiştiremez." denilmektedir. Bu düşüncelereni hukuksal açıdan hiçbirisine
 katılmak mümkün değildir. Gerek çıkış noktasında ve gerekse dayanılan genel
 hukuk ilkelerinde kanımızca yanılgıya düşülmüştür.
	aa)Konunun Hukuk Dışı Özelliği: Çoğunluk davacının "doğuştan erkek
 olduğu halde özgün iradesi ile ve operasyonla erkeklik organlarını yok
 ettirmesini, psikolojik yönden kendisini kadınlığa intibak ettirmesini ve
 suni yollada ilsa vücudunu kadınlara özgü bir görünüme getirmiş" olmasını
 hukuken korumaya değer bulmamakta ve Medeni Kanunun 23.maddesinin böyle bir
 korumaya engel olduğunu ifade etmektedir. Tabiatiyle çoğunluk insanın
 doğuştaki yapısına ve bu yapıya dayalı cinsiyet kaydına çok büyük önem
 verdiği için "doğuştan erkek olduğu halde" biçiminde vurgulayarak kişiye
 cinsiyet değişikliği konusunda hiçbir şans tanımamakta ve bu değişiklik
 arzularının karşısına da hemen Medeni Kanunun 23.maddesi engelini
 getirmektedir. Oysaki gerek transseksüelliğin gerçek niteliği ve gerekse
 cinsiyet kavramı hakkında çağdaş tıp biliminde kabul edilen esaslar (doğuştan
 erkek yada kadın olmanın) çok önemli olmadığını ortaya koymaktadır.
 Uluslararası top literatürüne göre transseksüel bir erkek, tabiatın
 yanlışlıkla bir erkek bedeni içinde hapsettiği aslında bütün ruhu ile tam bir
 kadın olan erkektir. Yapılan ameliyet ise, Tıp biliminin bugünkü düzeyinde
 ancak mevcut erkek bedenini kişinin gerçek cinsiyetini ifade eden ruhuna dış
 görünümü itibariyle adapte eden bir ameliyat olmaktan öteye geçmemektedir.
 (Prof.Dr.Necip Kocayusufpaşaoğlu Bilimsel mütelaa l985/Sayfa 40) Nitekim
 Neuchotel Kanton mahkemesi çok uzun yıllar önce dahi "kişinin cinsiyetini
 belli eden sadece bedeni bedeni değil, aynı zamanda ruhudur. Beden ve ruh
 arasında çatışma çıktığı zaman bunlardan hangisinin üstün durumda bulunduğunu
 ve kişiyi erkek veya kadın olarak belirlediğini araştırmak gerekir."
 demiştir. Çözümü özel veya teknik bir bilgiyi gerektiren hallerde ve Hakimlik
 mesleğinin sağladığı genel ve hukuki bilgi ile çözümlenmesi mümkün bulunmayan
 konularda mahkemelerin bilirkişi dinlemesi zorunludur. (HUMK.275) Bu
 nedenledirki Modern Tıp Biliminin tanıdığı (transseksüellik) kavramını mevcut
 adli tıp kararlarına rağmen, bu konuda uzman olmadıkları için tıp biliminin
 verileri dışına çıkmaları yasal olarak mümkün bulunmayan mahkemelerin
 yalnızca doğuştaki görünüme ve bu görünüme dayalı kayda itibar göstermeleri,
 kanımızca HUMK.nun 275.maddesine de aykırılık oluşturur.
	bb)Serbest İrade kavramı: Davacının (erkeklik organlarını yok ettirici
 operasyona) serbest irade ile karar vermesi konusunda "serbest irade ile
 karar vermesi konusunda "serbest irade" kavramında ne anlaşılması
 gerektiğinin de açıklıkla belirlenmesi zorunludur. Acaba değerli çoğunluk
 ortada cinsiyet değişikliğini gerektiren hiçbir neden olmadığı (daha açıkça
 tıbbi zorunluluklar bulunmadığı) halde davacının erkeklik organlarını yok
 ettirmesini serbest iradenin kötüye kullanılması olarak mı kabul etmektedir?
 Yoksa koşullar ne olursa olsun ve böyle bir ameliyat için tıbbi zorunluluklar
 ne boyutlara ulaşırsa ulaşsın, davacının ameliyata razı olmaması ve bu konuda
 rızasını açıklaması gerektiği mi düşünülmektedir? Özetle, serbest iradenin
 dar anlamda icapsız ve gereksiz kullanımına mı yürürlükteki hukuk kuralları
 olanak tanımamaktadır, yoksa geniş anlamda ve her türlü koşullarda dahi
 davacının böyle bir ameliyata rıza göstermemesi gerektiğini ifade
 edilmektedir? Çoğunluk kararının gerekçesinden bu soruların cevabının ne
 olduğunu ve değerli çoğunluğun "serbest irade"kavramından neyi amaçladığını
 anlamak bizce mümkün olamamıştır. Şayet serbest irade kavramı dar anlamda
 düşünülüyor ve iradenin icapsız ve gereksiz olarak operasyona yönelmesi
 amaçlanıyorsa bu düşünce kanımızca dosya gerçeklerine aykırıdır. Çünkü
 davacıyı daha çocukluğunun ilk yaşlarından beri adım adım böyle bir gelişmeye
 götüren olaylar ve tıbbi nedenler Adli Tıp Kurumu kararında açıklandığı gibi,
 özellikle Londra'daki Charing Crosa Hastahanesinin Dr.P.F.Philip imzalı
 21.4.1981 tarihli raporunda ameliyatın müşavir ruh doktoru John Randall'ın
 önerisi üzerine gerçekleştirildiği ve hastanın bir dişi olarak daha rahat
 yaşıyabileceği, çevreye daha ziyade intibak edebileceği ve en önemlisi AKIL
 SAĞLIĞININ BOZULMAMASI için bu operasyonun zorunlu olduğu ifade edilmiştir.
 Öyleyse uzmanların, en başta ruh sağlığı açısından gerek gördüğü bir
 operasyonu davacının da benimsemesi, kabul etmesi ve gerçekleşmesine rıza
 göstermesi nasıl serbest iradenin kötüye kullanıldığı biçiminde
 yorumlanabilir? Çoğunluk şayek serbest iradeyi geniş anlamda, yani koşullar
 ve tıbbi zorunluluklar ne olursa olsun davacının böyle bir operasyona rıza
 göstermemesi gerektiği yolunda anlıyorsa, cevabımız en kesin bir biçimde
 HAYIR olacaktır. Böyle bir düşünce; 6.4.l949 tarihli ve 3/9119 Bakanlar
 Kurulu Kararına konu Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun l0.l2.l948 tarihli
 Paris Toplantısında Türkiye Cumhuriyetinin de oy vererek kabul ettiği "İnsan
 Hakları Evrensel Beyannamesi"nin 3, 6 ve 8.maddeleriyle; Türkiye Büyük Millet
 Meclisince l0.3.l954 tarihli ve 6366 sayılı Kanunla tastik edilen "Avropa
 Konseyi üyeleri arasında İnsan Hakları ve Ana Hürriyetlerinin Korunmasına ait
 "4.ll.l950 tarihli Roma sözleşmesinin l4.maddesine ve nihayet daha sonraki
 bölümde üzerinde ayrıca duracağımız Türkiye Cumhuriyeti Anayasa'sının
 l7.maddesine çok açık ve kesin aykırılık oluşturur. Özetle Tıp uzmanları
 davacının akıl sağlığının bozulmaması için böyle bir operasyonu gerekli ve
 zorunlu görüp önerecekler, ama biz davacının buna rıza göstermemesi
 gerektiğini ileri süreceğiz. Böyle bir düşünce hukuk ilkeleri bir yana,
 doğaya ve insan yaşamının amacına, insanların ve eşyanın tabiatına aykırıdır.
 Öyle ise "serbest irade" kavramı çoğunluk tarafından ister dar ister geniş
 kapsamda ele alınmış olsun davanın reddi için dayanak yapılamaz ve hukukçu
 korunamaz. Özetle davaya konu, davacının erkeklik organlarını yok ettirici
 operasyonun tıbben gerekli olduğu uzmanlarca ifade edilmiş, davacının serbest
 iradesi ise yalnızca tıbbi zorunluluklara ve uzmanların görüşlerine tabi
 olmak biçiminde gerçekleşmiştir. Olayın dosya kapsamında gerçekleşen bu
 özelliği serbest iradenin gereksiz ve icapsız izharı biçimde kabul ve
 değerlendirilemez.
	cc)Medeni Kanunun 23.Maddesi: Değerli çoğunluk iradi şekilde cinsiyet
 değişikliğinin kişilik hakkı (şahsiyet hakkı) üzerinde tasarruf niteliği
 taşıdığı ve Medeni Kanunun 23.maddesinin buna engel olduğu düşüncesindedir.
 Bu düşünce ile dirki "bir kimsenin kanunda açıkca yer verilmeyen hallerde
 beden tümlüğü ki buna cinsi tamamiyet ve onun idamesi de dahildir. Üzerinde
 tasarruf etmek hakkının" bulunmadığı ifade edilmiştir.
	Öyle anlaşılmaktadırki çoğunluğun kararında önemle vurgulandığı
 YÜRÜRLÜKTE BULUNAN HUKUK KURALLARININ iradi şekilde cinsiyet değişikliğine
 cevaz vermediği görüşünün dayanağını ve temelini Medeni Kanununun 23.maddesi
 oluşturmaktadır.
	Bilindiği gibi Medeni Kanunumuzun 23/1.maddesinde kişiyi bir hak
 süjesi olarak korumaktadır. Ancak burada üzerinde önemli durulması gereken
 husus 23/1.maddede korunan kişiliğin haklara ehliyete yönelik bulunduğudur.
 Daha açık bir ifade ile Medeni Kanunun 23.maddesi hukuki muamele ile kişinin
 hak ve fiil ehliyetinden vazgeçmiyeceğini hükme bağlamaktadır. Nitekim
 23/2.maddede de haklara ehliyetin temelini teşkil özgürlük korunmaktadır. Bu
 hükümle kişinin belirli durumlar için karar verme özgürlüğünü bir hukuki
 muamele ile önceden belirli durumlar için karar verme özgürlüğünü bir hukuki
 muamele ile önceden sınırlandırılmasına karşı bir koruma sağlamaktadır.
 (Prof.Haluk Tandoğan, Şahsiyetin Akit dışı İhlallere karşı korunmasının
 işleyiş Tarzı ve Basın yoluyla olan ihlallere karşı Özel Hayatın Korunması
  Ankara Hukuk Fakültesi Dergisi cilt XX 1963 sayı 1/4 sahife 4/5)
	Medeni Kanunun 23.maddesinin çoğunluğun anladığı biçimde kişiyi
 doğrudan doğruya kendisine karşı koruduğu düşüncesin bugün artık terkedilmiş
 ve yanlışlığı açıklanmış çok eski bir görüştür. Çağdaş hukuk öğretiminde ve
 yeni bilimsel eserlerde Medeni Kanunun 23.maddesi ile kişiliğin kişinin
 doğrudan doğruya kendisine karşı değil ASLINDA BAŞKALARINA KARŞI KORUDUĞU çok
 açık ve kesin bir biçimde ifade edilmektedir. (Prof.Dr.Ergün Özsunay Gerçek
 Kişilerin Hukuki Durumu 3.Baskı l977 sayfa l55/l58) O halde çoğunluğun Medeni
 Kanunun 23.maddesinin kişiyi doğrudan doğruya kendisine karşı koruduğu ve
 dolayısıyla kişinin serbest iradesi ile cinsiyetini değiştiremiyeceği
 düşüncesi hukuksal dayanaklardan yoksundur. Bunun sonucu Medeni Kanunun bugün
 artık terkedilmiş çok eski bir yorumunun "yürürlükteki Hukuk kuralı"
 benimsenmesi gerçeklere uygun düşmemektedir. Doktrinde ve doktrini oluşturan
 bilimsel eserlerde Medeni Kanunun 23.maddesiyle korunmak istenilen kişiliğe
 başkaları tarafından yapılan saldırı (kişisel varlıklardan birinin ihlali)
 doğrudan doğruya saldırıya uğrayanın yapmış olduğu bir hukuki muamele sonunda
 ortaya çıkan durumlara dayalıdır. Başka bir ifade ile Medeni Kanunun
 23.maddesi,kişiliğin hukuki bir muamele sonucunda ihlaline ilişkin durumları
 ele almakta ve kişiliği bu tür ihlallere karşı korumak istemektedir.
 Özetlemek gerekirse, Medeni Kanunun 23.maddesi SÖZLEŞME HUKUKU İLE İLGİLİDİR.
 (Prof.Dr.Ergun Özlunay Adı geçen eser) Bütün bu açıklamaların ışığında Medeni
 Kanunun 23.maddesinin davanın kabulüne engel bir hüküm içerdiği ve bu hüküm
 nedeniyle davanın reddi gerekeceği düşüncesine katılmanın mümkün olamayacağı
 kesinlikle anlaşılmaktadır. Özetle söz konusu 23.maddenin olayımızla uzak
 yakın hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.
	dd)T.C.Anayasa'sının 17.Maddesi: Bir an için Medeni Kanunun
 23.maddesinin bugün artık terkedilmiş çok eski yorumuna katılınsa ve bu
 maddenin kişiyi doğrudan doğruya kendisine karşı koruduğu düşünülse dahi
 Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının l7.maddesi hükmü karşısında salt olayımızla
 bağlı olarak Medeni Kanunun 23.maddesinin olaya uygulanması ve davanın reddi
 için yürürlükteki bir hukuk kuralı olarak kabulü Anayasa Hukuku açısından
 mümkün bulunmamaktadır. Çünkü Anayasa hükümlerinin bağlayıcılığı, üstünlüğü
 ve vazgeçilmez temel hukuk kurallarını oluşturduğu Anayasanın ll.maddesi
 gereğidir.
	Mahkemeler Anayasa'ya uymak zorundadırlar ve Anayasa'yı diğer kanunlar
 gibi uygulayabileceklerdir. (sözü geçen II.maddenin gerekçesi) Nitekim bu yön
 doktrinde de tartışmasızdır. Medeni Kanunun 23.maddesi çoğunluğun anladığı
 biçimde yorumlansa dahi, mahkemeler Medeni Kanunun 23.maddesini değil
 doğrudan doğruya Anayasa'nın l7.maddesi hükmünü gözönünde tutmak zorundadır.
 Çünkü kanunların açık hüküm taşımadığı kanunların Anaya'ya aykırılığı
 prosedürünün işletmiyeceği hallerde, çatışan yorumdan birine, Anayasa
 yorumuna üstünlük tanımak kaçınılmazdır. Herhangi bir yasa hükmüne Türk Hukuk
 Düzeni içindeki yerine ve önemine göre anlam verilmesinde bu düzenin
 temelinde bulunan Anayasa hükümlerinin gözönünde tutulması başlıca koşuldur.
 Yasanın yorumu sonucunda bulunan anlamlar Anayasanın bir hükmü ile veya
 ilkeleriyle çatışma ve çelişme halinde bulunursa o anlamın artık
 benimsenmemesi zorunludur. Çünkü o anlam sonuç olarak Anayasaya aykırı
 blunmaktadır. Yorumda bu yön çok önemlidir, ve hiçbir zaman gözden uzak
 tutulmamalıdır. Anayasa hükümlerinin bekçisi olmakta, Anayasa Mahkemesinden
 başka mahkemeler dahi Anayasa mahkemesinin yanında Anayasamızca görevli
 kılınmışlardır. Bundan başka, mahkemeler bir hukuk kuralını yorumlarken onun
 Anayasanın hükümlerine uygun bir anlamda yorumlanması ve bu anlama göre
 uygulanması yoluyla da Anayasaya uygun bir düzenin gerçekleşmesine çaba
 göstermekle de yükümlü bulunmaktadırlar. Bütün bu çabaların gereğince
 başarılı olabilmesi, yorum sırasında Hakimlerin metinlerin sözlerine saplanıp
 kalmaktan çekinmeleri, hükümleri koyanların güttükleri amaçları ve hükümlerin
 tümünden çıkan anlamı ve uygulamanın sonunda gerçekleşecek olan hukuki
 durumun sosyal zorunluluklara veya ihtiyaçlara ve adaletinisteklerine uygun
 olup olmadığını her zaman ve dikkatle gözönünde tutmalarıyla olabilir ve
 ancak bu yolda gösterilen çabalar ve verilen emekler sonucundadır ki Anayasa
 düzeni Anayasa mahkemesiyle birlikte öbür mahkemelerinde çalışmaları sonunda
 gerçekleşebilir. (Rd.A.Recai Seçkin, Anayasa Mahkemesinden başka mahkemeleri
 Anayasayı uygulamaları ve o mahkemelerce Hukuk Kurallarının Anayasaya uygun
 yorumu. Yargıtay yüzüncü Yıldönümü Armağanı l968/Sayfa l2l/l52)
	Gerçekten l924 Anayasasında bulunmayan (kişinin hakları ve ödevleri)
 ile ilgili bölüm ilk kez l96l Anayasası ile düzenlenmiş "kişi dokunulmazlığı"
 başlıklı l4.maddenin ilk fıkrasında aynen (herkes yaşama, maddi ve manevi
 varlığını geliştirme haklarına ve kişi hürriyetine sahiptir.) denilmiştir.
 l982 Anayasasının bu maddeyi karşılayan l7.maddesinin başlığı "kişinin
 dokunulmazlığı, maddi manevi varlığı olarak daha kapsamlı bir biçimde
 değiştirilerek ve ilk fıkranın kişi hürriyeti dışında yaşama ile maddi ve
 manevi varlığın bütünlüğü ve bunun geliştirilmesi hakkını koruduğu (Anayasa
 Madde gerekçesi) vurgulanarak ve yeniden kaleme alınarak aynen (herkes
 yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma geliştirme hakkına sahiptir)
 denilmiştir. Özetle Modern Anayasaların çok uzun yıllar önce kabul ettikleri
 bu ilke bizim Anayasamıza eksik haliyle ancak l96l ve tam anlamıyla da bir
 anayasal hak olarak l982 yılında girebilmiştir. Nitekim bu temel ilke Alman
 Anayasasının l ve 2.maddelerinde (insan haysiyeti dokunulmazdır. Bütün devlet
 güçleri ona saygı duymak ve korumakla yükümlüdür. Başkalarının hakkını
 çiğnemedikçe ve anayasa düzeni ile genel ahlaka ters düşmedikçe herkes
 kişiliğini serbestçe geliştirme hakkına sahiptir.) biçiminde daha net, daha
 kapsamlı ve çağdaş hukuka daha uygun olarak ifade edilmiştir.
	Kanımızca açılan davanın reddedilmesi sureyitle söz konusu anayasal
 hakkını özüne dokunulmuş ve davacının maddi ve manevi varlığını koruma ve
 geliştirme hakkı zedelenmiştir. Eğer aklına, vicdanına, kısaca benliğine ve
 en önemlisi isteklerine uygun bir yaşam tarzını seçemiyecekse ve böyle bir
 seçim sonucu özel yaşamında seçtiği hayat ve yaşam biçimine uygun
 davranışlarda bulunamayacaksa, bu durumun Anayasa hükümlerinin herkes için
 geçerliliği,bağlayıcılığı ve üstünlüğü nasıl açıklanabilecektir? Diğer
 taraftan, olayımızda gene Anayasamızın l3.maddesinde öngörülen doğrultuda söz
 konusu temel hakkı sınırlayan herhangi bir kanun hükmüde bulunmadığına göre,
 asıl olan hakkın kullanılması ve kişilerin anayasal temel hak ve
 hüriyetlerden mahrum olmaması ilkesi nasıl uygulamadan kaldırılabilecek yada
 yargı bu doğrultuda sonuç doğuracak bir hükme nasıl ulaşabilecektir?
	Adli Tıp Kurumu Kararına göre (ilk çocukluk yaşlarından beri
 kendisinde mevcut tam kuvvetli ve hakiki bir kadınımsı özdeşleme ile hayat
 tarz ve duyusu nedeniyle psikomatik etki sonucu dionsefelik yol ile bazı
 hormon ifrazatınında kadın yaşamına uygun şekle dönüşmüş bulunması sonucu
 psikiatrik yönden bugünkü hali ile kadın haleti ruhiyesi ve yaşamı içinde
 bulunması nedeniyle ruhen ve fiziksel açıdan kadın) olan ve davaya konu
 operasyonu geçirmemesi halinde akıl sağlığının bozulacağı İngiliz Tıp
 Yetkililerince ifade edilen ve çözüm için mevcut fiili durumu
 gerçekleştirilmesi önerilen davacı işte bu ameliyat ile ruhu ile dış görünümü
 arasında çelişen ve çatışan duruma ve özellikle iç bunalımlarına son vererek
 uyum sağlamıştır. Bu uyumun kaynağı ise Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının
 l7.maddesinin öngördüğü kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve
 geliştirmeye dayalı yaşama hakkıdır. Kaynağını Anayasadan alan bu temel hakka
 yürürlükteki hukuk düzeninin karşı çıkması yorum yoluyla dahi mümkün olmamak
 gerekir. Bu tarz bir yorum ile ruhu ve dış beden görünümü ile kadın olan,
 bütün hayatı birgün toplum içinde gerçek bir kadın olarak yerini alabileceği
 günü beklemekle geçen bir kişinin Anayasa ile teminat altına alınan maddi ve
 manevi varlığını koruyup geliştirmek hakkı esaslı bir biçimde ihlal edilmiş
 olur. Şu halde insan haysiyeti ve kişiliğin serbestçe geliştirilmesine
 ilişkin temel hak kişinin kişisel durumunun bedeni ve ruhi yapısı itibariyle
 ait olduğu cinsiyete dahil sayılmasını zorunlu kılar. (Prof.Necip
 Kocayusufpaşaoğlu l.ll.l985 tarihli Bilimsel mütalaa sayfa 26) O halde
 davanın kabulü yada reddi gerektiği yolundaki çatışan her türlü düşünce ve
 hukuksal dayanak bir yana, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının l7.maddesi hükmü
 karşısında davanın reddi anayasa ilkeleri ile çatışır ve anayasal hakkın
 özüne dokunulmuş olur.
	ee)Kanuna Karşı Hile: Değerli çoğunluk davanın kabulü ve dolayısıyla
 iradi cinsiyet değişikliğinin benimsenmesi halinde "kanuna karşı hilelere
 kapı aralanmış" olacağı görüşü ile bir takım çok aşırı örneklere dayalı
 olaylarla ilgili endişelerini açıklamakta ve sonuçta "bu örneklere kimsenin
 olumlu cevap vereceğinin sanılmadığı ifade edilmektedir. Bu konuda
 çoğunluktan ayrı düşünmemiz hiçbir şekilde mümkün değildir. Hiçbir yargı
 organının da temelinde kanuna karşı hile yatan bir düşünceyi yada davayı
 benimsemesi söz konusu olamaz. Ne varki, olayımızda davacının kanuna karşı
 hile kullandığı anlaşılmamakta ve çoğunluk tarafından açıklanan aşırı
 örneklerle de olayımız arasında benzerlik bulunmamaktadır.
	Yukarıda (bb) bölümünde ifade edildiği üzere davaya konu operasyon
 davacının daha çocukluk yıllarında ortaya çıkan doğal sebeplere ve operasyon
 öncesindeki tıbbi zorunluluklara bağlı olarak gerçekleştirilmiştir. Dosya
 kapsamında davacının kanuna karşı hile kullanmak kastı ve amacıyla erkeklik
 organlarını yok ettirdiği konusunda herhangi bir kanıt, hatta şüphe ve emare
 mevcut değildir. Diğer taraftan tıbbi zorunluluğun mevcut olduğu yerde kanuna
 karşı hile kullanılmasından söz edilemeyeceği açıktır. Kaldıki bu dava
 açısından böyle bir endişe tıbbi zorunluluğu karar ve raporlarında öngören
 Adli Tıp Kurumunun ve İngiltere sağlık yetkililerinin kanuna karşı hileye
 alet oldukları sonucunu doğururki, değerli çoğunluğun amacının da bu olmadığı
 açık ve her türlü tereddütten uzaktır. O halde çoğunluğun kanuna karşı hile
 konusundaki çok haklı hassasiyetine genelde katılmakla beraber özetle bu dava
 davaya konu maddi olaylarda böyle bir durumun mevcut olmadığı kanısındayım.
 Aslında olayımızda bütün bu çok aşırı ihtimali örneklere dayalı endişeler
 yerine asıl başka bir temel ilkenin ve anayasal hakkın gözönünde tutulması
 daha uygun bir çözüm oluşturabilirdi. Bir önceki bölümde geniş olarak ele
 alınan T.C.Anayasasının l7.maddesinin üçüncü fıkrasında kimsenin insan
 haysiyeti ile bağdaşmıyan bir muameleye tabi tutulamayacağı açıkca hükme
 bağlanmıştır. Bir transseksüel olduğu Adli Tıp kurumunca karara bağlanan ve
 böyle bir duruma düşmesinde tıp açısından kusurlu bulunmayan kişi hukuken
 kadın olmazsa ve kayıt ne olursa olsun herhalde çoğunluk tarafından da fiilen
 erkek sayılması mümkün bulunmazsa, bundan sonraki toplumla uyumsuz yaşamı
 Anayasanın l7/3.maddesindeki insan haysiyeti ile bağdaşmıyan bir muamele
 sayılmayacak mıdır?
	ff)Diğer Kaynaklar: Türk Hukukunun gelişen diğer kaynaklarıda davanın
 reddi gerektiğine ilişkin görüşe hak verdirmeyecek bir görünüm
 göstermektedir. Bu yön gerek kanun ve gerekse görevli ve Yetkili yüksek
 sağlık kurumlarının konuya bakış ve ele alış açısında yerel mahkeme kadar
 katı davranmadığını göstermektedir. Şüphe yokki bize göre bu gelişme gücünü
 ve kaynağını l96l ve özellikle l982 anayasasından almaktadır. Gerçekten 2238
 sayılı ve 20.5.l979 tarihli (Organ ve doku alınması, saklanması ve nakli
 hakkında kanun)un ll.maddesinde "bilimin ülkede ulaştığı düzeydeki kurallar
 ve yöntemler"den söz edilmek suretiyle çağdaş tıp biliminin gerekleri ve
 gelişmelerinin bir başka Medeni Hukuk olayının (ölüm vakıasının) tesbitinde
 en önemli etken olduğu vurgulanmış ve bir medeni hukuk olayının belinlenmesi
 uzman hakimler kuruluna bırakılmıştır. Cinsiyetin belirlenmesi de aynen ölüm
 olayı gibi bir medeni Hukuk olayı olmakla birlikte kapsam ve niteliği ile
 unsurlarının araştırılması ancak tıp biliminin kural ve yöntemleri ile mümkün
 olabilir. Tıp bilimi ise daha statik olan ve değiştirilmesi belli
 prosedürleri gerektiren hukuka göre daha hızlı ve kolay gelişen ve uygun bir
 deyimle daha evrensel nitelikler taşıyan bir bilim dalıdır. Bunun dışında
 yüksek sağlık şurasının l9.2.l98l tarihli bilimsel görüşüne göre kişilerin
 tıpsal zorunluluk halinde ameliyatla kadın olabilecekleri ve hatta (anüs
 yoluyla cinsel temas yapmamak koşuluyla) genelevde çalışabilecekleri kabul
 edilmiştir. (Prof.Dr.Adnan Öztürel  Transseksüalizm ile Hermafredizmde
 yasasal tıpsal ve Adli tıp problemleri. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi
 Dergisi/ l98l sayı l/4 sayfa 269 ve sonrası) O halde gelişen hukuk ve tıp
 biliminin davacı iddialarına hak verdirecek kapsam ve nitelik gösterdiğini en
 azından böyle bir görünüm taşıdığını söylemek her halde yanlış olmayacaktır.
	IV) KANUN BOŞLUĞU YADA OLMASI GEREKEN HUKUK KONUSU  
	Değerli çoğunluk olayımızda açık ve kapalı bir kanun boşluğunun
 bulunmadığını yürürlükteki hukukun bu konuda hüküm vermeye yeterli olduğunu
 kesin olarak vurgulamakta ve dosya kapsamında ve mevcut bilimsel mütealayı da
 (sanki yürürlükteki hukukun aksini söylüyormuş gibi) olması gereken hukuka
 ilişkin görmektedir. Kanımızca bu düşünce dayanakları açısından yeterince
 açık olmadığı ve dosyadaki bilimsel düşüncenin özüne aykırı olduğu için
 katılmak mümkün olamamaktadır. Herhangi bir kavram karışıklığına meydan
 verilmemesi için kanun boşluğu yada olması gereken hukuk deyimlerinden ne
 anlaşıldığının belirlenmesi gerekir.Bize göre; "olması gereken hukuk" "olan
 hukuk"un karşıtıdır. Olan hukuk ise yürürlükteki hukuk kurallarıdır. Şayet
 bir konu yürürlükteki hukuk kuralları ile düzenlenmiş ise yeni "olan hukuk"
 haline gelmiş ise, şu yada bu nedenle bunların yanlışlığının ileri sürülmesi,
 şu yada bu şekilde bir düzenleme yapılmasının istenmesi "olması gereken
 hukuk"tur. Bir mesele hakkında ne kanunda nede örf ve adet hukukunda bir
 cevap bulunmaması hali ise "hukuk boşluğu"terimi ile ifade edilir. "Hukukta
 boşluk" hakimin yarattığı hukuk ile doldurulur. Pozitif Hukukta hukuki
 meselenin çözümü için bulunması gerekli bir kuralın şokluğu halinde ancak"
 hukukta boşluk"tan söz edilir. Pozitif hukuku düzeltmeye yetkili olmaksızın
 onda kusur görülmesi teknik anlamda boşluk değildir. (Dr.Seyfullah Edis
 Medeni Hukuka giriş ve Başlangıç hükümleri l983 2.baskı sayfa ll7) O halde
 hakimin kanunda yada örf ve adet hukukunda açık yada kapalı hüküm bulunması
 haliyle nedenleri ne olursa olsun" olması gereken hukuk'a itibar etmiyeceği
 tartışmasızdır. Ancak "hukuk boşluğu"nun varlığı halinde hakim bu boşluğu
 kendi yarattığı hukuk ile doldururken elbetteki "olması gereken hukuk"tan da
 faydalanacaktır. Bütün bu genel açıklamalardan sonra olayımıza gelecek
 olursak, yürürlükteki hukukun bu konuda hüküm vermeye yeterli olduğu ve
 ortada kanun boşluğunun (biz hukuk boşluğu terimini benimsiyoruz.) mevcut
 olmadığı yolundaki çoğunluk görüşüne aynen katılıyoruz. Ne varki bilimsel
 mütalaanın olması gereken hukukla ilgili olduğu düşüncesi yerinde
 bulunmamaktadır. Transseksüalite belki Adem'den beri var olan ancak modern
 toplum yaşamında gelişen tıp ile birlikte teşhis ve tedavisi yapılan çağımız
 dünyasına ait bi olgudur. İnsanların cinsiyetinin doğum anındaki bedeni
 özelliklerine göre ve bir daha değişmemek üzere tesbit olunduğuna ilişkin
 gleneksel görüş artık ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden başlıyarak ve
 gelişen toplumlardaki tıp biliminin özellikle kalıtım ve çevre etkilerine
 bağlı "psikoseksüalite" çalışmaları sonucu elde ettiği yeni bilgiler
 karşısında eskimiş ve değerini kaybetmiş ve gelişen tıbbın yanı sıra huuksal
 alanda da toplumun gelişme çizgisine paralel olarak değişikliklere
 gidilmiştir. Ülkemiz gerek tıp gerekse toplum çizgisi yönünden henüz gelişmiş
 Avrupa Ülkeleri düzeyinde bulunmadığı için konu ancak yeni yeni gündeme
 gelmektedir. Daha açık bir ifade ile konu hukukbilimi açısından belkide ilk
 defa bir dava dolayısıyla tartışılmaktadır. İşte dosyadaki bilimsel
 mütalaanın ilk bölümünde bu nedenle kanunun tıbbi ve hukuki açıdan tarihsel
 gelişimine ve gelişmiş Avrupa Ülkelerinde (Özellikle kontinental hukukta)
 nasıl bir seyir takip ettiğine ağırlık verilmiştir. Oysaki bilimsel
 mütalaanın daha sonraki bölümleri gerek Anayasa ve Medeni Hukuk ve gerekse
 diğer kaynaklar açısından tamamen yürürlükteki hukukta dayandırılmıştır.
 Özetle "olması gereken hukuk"tan değil "olan hukuk"tan söz edilmiştir.
	V) SONUÇ:
	Bütün bu açıklamaların ışığında ve tüm dosya kapsamında gerçekleşen
 maddi olaylara, gerek Medeni Hukuk ve gerekse Anayasa Hukuku açısından
 vazgeçilmez temel hukuk ilkelerine göre, çoğunluk görüşünden ayrıldığımız ve
 kanımızca Hukuk, adalet, hakkaniyet ve nasafet kurallarına uygun olarak
 belirlenen düşüncelerimizi aşağıdaki ana başlıklarla özetlemek mümkün
 olabilecektir.
	A) Dava Medeni Kanunun 38. ve Nüfus Kanununun 46.maddelerine dayalı
 bir kayıt düzeltme davası olup, anılan maddelerde davanın reddini gerektiren
 herhangi bir sınırlama ve kısıtlama söz konusu değildir.
	B) Kaldıki Türkiye Cumhuriyeti Anayasa'sının 36.maddesi hükmü herhangi
 bir sınırlama yada kısıtlama getirilmesini de kesin olarak engellemektedir.
	C) Medeni Kanunun 23.maddesinin (olayımızla ilgili olmadığı gibi)
 davanın reddine gerekçe yapacak bir biçimde yorumlanması Çağdaş Medeni Hukuk
 İlkelerine aykırıdır.
	D) Davacı belki sonuçta serbest iradesiyle cinsiyet değişikliğini
 içeren ameliyata razı olmuştur. Ne varki böyle bir ameliyatın tıbben gerekli
 olduğu uzmanlarca ifade edilmiş, davacının serbest iradesi ise yalnızca tıbbi
 zorunluluklara ve uzmanların görüşlerine tabi olmak biçiminde
 gerçekleşmiştir. Olayın bu özelliği serbest iradenin gereksiz ve icapsız
 izharı biçiminde kabul ve değerlendirilemez.
	E) Anayasanın 11.maddesi anayasa hükümlerinin yargı organlarını
 bağlıyacağını hiçbir kuşkuya yer vermeyecek bir biçimde ifade etmektedir.
 Diğer taraftan Anayasanın l7.maddesi ise davacının eyleminin ve bu eyleminin
 sonucu açtığı davanın vazgeçilmez hukuksal temelini ve anayasal hakkın özünü
 oluşturmaktadır.
	F) İnsan hakları Evrensel Beyannamesi ve insan hakları ve ana
 hürriyetlerinin korunmasına dair Roma sözleşmesi davacının vazgeçilmez kişi
 haklarını doğrulayan ve Türk yargı organlarını kanun kuvvetinde bağlıyan,
 özetle davanın kabulünü gerektiren evrensel hukuk ilkeleri topluluğudur.
	G) Kanuna karşı hile kullanıldığının ve davacının kötü niyetinin ileri
 sürülebilmesi için davacının transseksüel bir yapıya sahip olmaması ve erkek
 cinsiyetini tereddütsüz ve tartışmasız taşıması gerekir.
	H) Oysaki davacının (ilk çocukluk yaşlarından beri kendisinde mevcut
 tam, kuvvetli ve hakiki bir kadınımsı özdeşleşme ile hayat tarz ve duyusu
 nedeniyle psikomatik etki sonucu diensefalikyol ile bazı hormon ifrazatının
 da kadın yaşamına uygun şekile dönüşmüş bulunması sonucu psikistrik yönden
 bugünkü hali ile kadın haleti ruhiyesi ve yaşamı içinde bulunması nedeniyle
 ruhen ve fiziksel açıdan kadın) olduğu Adli Tıp Kurumu kararı ile
 kesinleşmiştir.
	İ) Mahkemelerin Adli Tıp kararlarına rağmen uzman olmadıkları tıp
 biliminin verileri dışına çıkmaları ve yalnızca doğuştaki görünümüne dayalı
 kayda itibar göstermeleri (konunun hakimlik mesleğinin sağladığı genel ve
 hukuki bilgi ile çözümlenmesi mümkün olmadığından) yasal değildir ve HUMK.nun
 275.maddesine çok açık bir aykırılık oluşturur.
	Bütün bu düşüncelerin ve hukuk ilkelerinin ışığında değerli çoğunluk
 kararına katılamıyorum ve yerel mahkeme kararının bozulması gerektiği
 oyundayım.

ÜYE
Namık K.Yalçınkaya
    
İçtihat:
Hukuk Forumlarından Seçmeler
  • [Sorumluluk hukuku] Dijital Sağlık ve Yasal Düzenlemeler: Bitkisel Ürünlerin Online Satışı 
  • 01.05.2025 13:12
  • 2. küçük dairemde kira artış anlaşmazlığı 
  • 29.04.2025 15:42
  • Sözleşmede anarak whatsapp yazışmalarının yasal bildirim kanalı ilan edilmesi. 
  • 29.04.2025 00:17
  • Sözleşmedeki "görüş alınarak" ifadesi, görüşü alınan tarafa eylemi engelleme hakkı verir mi? 
  • 29.04.2025 00:03
  • [Babalık davaları] Evlat edinilen çocukların eski baba adı değişimi hk. 
  • 27.04.2025 11:06


    Yeni Mevzuat

  • KDV Filo Kiralama Şirketleri (Fleetcorp) Borçlarını Devir ALan Varlık Yönetim Şirketleri 

  • Filo Kiralama Şirketlerinin Borçlarının Varlık Yönetim Şirketlerine Devri Halinde KDV 

  • Trafik kazasında kusuru olmayan alkollü sürücüye kasko hasarı ödenir 

  • Keşide tarihinin tahrif edildiği ve ibraz sürelerinin geçtiği çekler Borçlu olunmadığının Tespiti 

  • İkinci Nesil İnternet Sitelerinin Hukuki Statüsü 




  • YARGITAY KARARLARI :
    İçtihat Arama motoru anasayfa   2007   2006   2005   2004   2003    2002    2001    2000   1999    1998    1997    1996   1995   1994   1993    1992    1991    1990    1989    1988    1987    1986    1985    1984    1983    1982    1981    1980    1979    1978    1977    1976    1975    1974    1973    1927-1972

    Diğer Bölümlerimiz +
    Tüm Hukuki NET forumları + Hukuki Portal + Hukuk Haberleri + Sözleşme ve dilekçe örnekleri + Mevzuat ve bilimsel incelemeler + Hukukçu Blogları + Avukat ilanları + Videolar + Linkler + Ansiklopedi ve Sözlük +

    İçtihat Arşivi  Eski içtihat dizini