 |
Yargıtay içtihatları bölümü
Yargıtay Kararı
T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
E: 1987/517
K: 1988/37
T: 20.01.1988
DAVA : Taraflar arasındaki "tespit" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 3. İş Mahkemesi'nce davanın kabulüne dair verilen 18.6.1986 gün ve 400-444 sayılı kararın incelenmesi davalılar vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 10. Hukuk Dairesi'nin 10.12.1986 gün ve 6143-6675 sayılı ilamıyla bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü :
KARAR : Davacı A. vekili, davalı SSK ve İ. aleyhine eçtığı 16.4.1986 günlü davada müvekkilinin davalılardan İ. 'ye ait işyerinde Temmuz 1983 tarihinden Şubat 1985 tarihine kadar işçi olarak çalıştığını iddia ile bu hususun tespitine karar verilmesini istemiştir. Mahkeme isteği kabul ile davacı A. 'nın davalılardan İ.'nin işyerinde az önce açıklanan tarihler arasında çalışmış olduğunun tespitine karar vermiştir. Bu kararı, her iki davalı da temyiz etmiştir. 10. Hukuk Dairesi 10.12.1986 gününde kararı aynen şu gerekçe ile bozmuştur: "Dava davalıya ait işyerinde 1983 Temmuz ile 1985 Şubat tarihleri arasında SSK kanunu anlamında sigortalı geçen kuruma tescil edilmemiş hizmetlerin tespitini içeren ilam verilmesi istemine ilişkindir. İhbar ve kıdem tazminatı ile sair işçilik haklarına ilişkin olmak üzere açılan Ankara 1. İş Mahkemesi'nin esas 903 karar 649 sayılı davada 1983 Temmuz ile 1985 Şubat tarihleri arasında davacının hizmet akdine dayalı olarak çalıştığı yolundaki iddiası red olunmuştur. Mahkemece anılan hüküm temyiz edilmeksizin kesinleşmiştir. Bu duruma göre davacının 1983 Temmuz ila 1985 Şubat tarihleri arasında hizmet akdine dayalı çalışması bulunmadığı yönü sözü edilen hükümle, kesin yargı halini almıştır. Bu davada, bu yön, davacı ve davalı işveren bakımından kesin delil niteliğinde bulunduğundan bağlayıcı güç ve niteliktedir. Kurum bakımından ise güçlü delil niteliğinde olduğu söz götürmez. Mahkemece bu maddi ve hukuki olgular gözönünde tutulmaksızın özellikle eda davasında kesinleşen tesbite ilişkin bölümün bu davada kesin hüküm etkisini göstereceği düşünülmeksizin yazılı şekilde karar kurulması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir". Mahkeme ise tespit davacının yeterli delillerle karara bağlandığı, önceki alacak davasının ise daha sonraki bir tarihte karara bağlandığı bu itibarla tespit davasının bağımsız olarak değerlendirilmesi gerekeceği; tespit davasının alacağın da esasını oluşturduğundan öncelikle çözüme bağlanması icabedeceği; mahiyeti itibariyle kesin olan ve sonra karara bağlanan davanın hizmet tesbitine esas olan bu davada kesin hüküm ifade edemeyeceği gerekçeleri ile direnmiştir.
Gerçekten temyize konu işbu tespit davası 16.4.1986 gününde açılarak 18.6.1986'da karara bağlanmıştır. Diğer tespit ve alacak davası ise 18.9.1985'te açılıp 27.10.1986 da yani temyize konu davanın mahalli mahkemede sonçlanmasından daha sonraki tarihte karara bağlanmıştır. Özel Daire bozma kararında dayanılan karar 27.10.1986 günlü karardır. 27.10.1986 gününde karara bağlanan davada davacı, davalı İ aleyhine Temmuz 1983 ile Şubat 1985 tarihleri arasında davalının işyerinde işçi olarak çalıştığını ve bu hizmetin sigortalı olması gerektiğinin tespiti ile ihbar kıdem tazminatları ve sair alacaklarının tahsiline karar verilmesini istemiştir. Dava devam ederken davacı vekili 15.1.1986 günlü oturumda "davamı tazminat ve işçilik haklarına hasrediyorum" demiştir. Durum bundan ibaret kalsaydı işçilik hakları ile ilgili davanın yani eda davasının görülebilmesi için öncelikle hizmet ilişkisinin tespiti zorunlu olduğundan bu konuda ayrıca açılmış bulunan davanın sonucunun beklenmesi icabedecekti. Ne varki gerek davalı ve gerekse davacı, az önce açıklanan davacı taraf beyanına rağmen, tespit bölümü hakkında delillerini karşılıklı olarak gösterip bu konudaki davayı da takip etmiş bulunduklarından, hakim o konuda karar vermeksizin diğer davanın sonucunu bekleme durumunda değildir. Nitekim mahkeme de 27.10.1986 tarihinde mevcut tüm delilleri değerlendirerek aynen "... davacı ile davalı arasında hizmet sözleşmesinin varlığı konusunda mahkememizce yeterli kanaat oluşmamıştır" gerekçesiyle davayı reddetmiştir. Kaldı ki kesin hüküm karşısında bu yönün tartışması dahi yapılamaz.
Önce şu genel esasın özellikle açıklanması gerekir: Her eda davası iki bölümden oluşur. Birincisi tespit bölümü, ikincisi ise dava bölümüdür. Davacı işveren olarak gösterdiği İ. aleyhine açtığı davada söz konusu tarihler arasında hizmet akdine dayalı olarak çalıştığının tesbiti ve bunu takiben de o süreye ilişkin olarak doğan alacağın tahsilini istemiştir. Şu husus da açıklanmalıdırki davacı vekilinin yukarıda değinilen 15.1.1986 günlü oturumdaki beyanı açıklanan durum karşısında hiçbir hukuki sonuç doğuracak nitelikte değildir. İhbar, kıdem tazminatları ile alacaklarının tahsili davası öncelikle hizmetin tespitini zorunlu kılar; davacı vekili de 15.1.1986 günlü oturumdan sonra davayı takip etmiş, işe giriş çıkış tarihleri, hizmet süresi hakkında tanıklarını dinletmiştir.
Temyize konu davada da, davacı, aynı tarihler arasında aynı işveren yanında hizmet akdine dayalı olarak çalıştığının ve bu hizmetlerinin sigortalı olması gerektiğinin tespitine karar verilmesini istemiştir. Açıkça görülüyor ki her iki davanın tespit bölümü tamamen aynı niteliktedir. Yargıtay'ın uzun yıllardan beri yerleşmiş ve kararlılık kazanmış uygulamalarına göre fazlaya ilişkin haklar saklı tutularak açılan kısmi davalarda önce açılıpta kesinleşen kararın tespit bölümü, fazlaya ilişkin olarak açılan sonraki davanın tespit bölümü için kesin hüküm oluşturur ve tespit kısmının sonradan açılan davada yeniden tartışılmasına,
kesin hüküm nedeniyle hukuki olanak yoktur.
Bu hususu Hukuk Genel Kurulu, daha önceki yıllarından beri süre gelen içtihadına uygun olarak 3.7.1985 gün ve 827/663 sayılı kararında şu gerekçelerle açıkca vurgulamıştır: "...son üç dava Bağ-Kur tarafından açılmış olup, ilki fazlaya ilişkin haklar saklı tutularak açılmış bu dava kesinleşince saklı tutulan kısma ilişkin ikinci dava açılmış, daha sonra yeni yardımlar dolayısıyla bakılmakta olan bu dava açılmıştır. Her dava esas itibariyle iki kısımdan ibaret bulunup biri tesbit diğeri eda bölümünü oluşturur. Bağ-Kur tarafından davalılar aleyhine açılan birinci dava kesin bir dava olup bu davanın tesbit kısmı Bağ-Kur'un daha sonra açtığı tazminat davalarının tesbit kısmı için kesin hüküm oluşturur" (Aynı nitelikte, HGK.nun 18.1.1985 gün ve 367;14 sayılı kararı).
Olayda da davacının davalılardan İsmail yanında, iddianın ilişkin bulunduğu dönemde hizmet akdine dayalı bir çalışmasının bulunmadığı yargılama sona ermeden kesin bir yargı kararı ile tesbit olunmuştur. T.C. Anayasası'nın138/4. maddesi ile koyduğu, yasama ve yürütme organları ile idarenin mahkeme kararlarına uymak zorunluluğu o kararları veren mahkemeler için de evveliyetle geçirlidir. Bu itibarla mahkemece davanın reddi gereğine değinen bozma kararına uyulmak gerekecektir.
Olayda kesinleşmiş olma halinin temyize konu davanın karara bağlanmasından sonraki bir tarihte hatta karar düzeltme evresinde gerçekleşmiş olması yukarıdaki hukuki esaslara etkili olamaz. Kesin hüküm yargılamanın her evresinde, hatta karar düzeltmeye tabi olan işlerde karar düzeltme sırasında dahi dikkate alınması gereken zorunlu bir husustur. Ayrıca belirtmek gerekir ki önemli olan mahkeme kararının kesinleşmesinden önce aynı konuda kesin yargı halinin almış bir kararın mevcut olmamasıdır. Bu, mahkemelere güven ve yargı kararlarına saygının da doğal sonucudur ve re'sen gözönünde tutulmak gerekir. Burada Hukuk Genel Kurulu'ndaki görüşmeler sırasında ileri sürüldüğü gibi bakılmakta olan davanın da sonuçlanması beklenilip gerekirse yargılamanın iadesi yoluna gidilebileceği düşüncesi de çoğunluk tarafından benimsenmemiştir. Zira aslolan uyuşmazlıkların taraflar arasında yeni yeni uyuşmazlıklara yol açmadan çabuklukla sonuçlandırılmasıdır.
Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında diğer davada Usulün 388. maddesine uygun tefhimde bulunulmadığı ve bu nedenle geçersiz tefhimin kararın kesinleşmesi sonucunu doğurmayacğı ve temyiz süresinin de usulüne uygun tebliğ ile başlayacağı görüşü ileri sürülmüşse de çoğunluk şu gerekçelerle bu görüşe katılmamıştır: Gerçekten 27.10.1986 günlü kısa kararda mahkemece "ekli karar okundu" denilmekle yetinilmiş olup bu tehfim Hukuk Genel Kurulu'nun yerleşmiş uygulamalarına göre usule aykırı bir tefhim olup başlıbaşına bir bozma sebebi oluşturur (HGK.nun 18.3.1987 gün ve 16-209 sayılı kararı ve ayrıca orada zikredilen diğer kararlar). Ne varki bu bozma sebebi dahi süresi içerisinde kararın temyiz edilmesi halinde ancak inceleme konusu yapılabilir. Temyiz süresinin işlemesi tamamen şekli hukuka ilişkin bir konu olup bu sürenin nasıl işleyeceği yasa kurallarla belirlenmiştir. Kendisine bir asliye hukuk mahkemesi kararı tebliğ olunan taraf gerekli görüyorsa yasal süresi içerisinde kararı temyiz hakkını kullanmak zorundadır. Temyiz süresini geçirdikten sonra kısa kararın Usulün 388. maddesine aykırı olduğundan söz ederek temyiz isteğinde bulunamaz. Tefhime tabi işlerle de aynı kural caridir. Son oturumda taraf vekilleri duruşmada hazır bulunmuşlar mahkemece "ekli karar okundu" denilmiştir. Davacı bu kararı süresi içerisinde temyiz etmemiştir. O halde kararın kesinleştiğini kabul zorunluluğu vardır. Gene, Hukuk Genel Kurulu'ndaki görüşmeler sırasında işçilik hakları ile ilgili dava, kısmi dava olduğundan esas hakkın taalluk ettiği miktarlar itibariyle kararın kesinliğinden söz edilemeyeceği ileri sürülmüşse de çoğunluk şu gerekçelerle bu görüşe dahi katılmamıştır: İşçilik hakları ile ilgili dava gerçekten kısmi bir davadır. Bu dava sonunda verilen karar temyiz edilseydi ancak o takdirde kararın temyiz kabiliyetini haiz olup olmadığı tartışılabilirdi. Kısmi dava hiçbir zaman temyiz edilmeme halinde kesinleşmeye engel teşkil etmez ve karar kesinleşmiştir.
Yukarda açıklanan nedenlerle, uzun yıllardan beri yerleşmiş Yargıtay uygulamalarına göre 27.10.1986 tarihinde karara bağlanarak kesinleşen kararın tesbit bölümü temyize konu bu davanın tesbit kısmi için davalılardan İsmail açısından kesin hüküm oluşturacağından ve yargılamanın her safhasında görevden ötürü dikkate alınması gerekeceğinden; Sosyal Sigortalar Kurumu için ise güçlü delil olmakla birlikte aynı işveren yanında aynı döneme ilişkin hizmet tesbiti isteğine dayanan davaların hukuki sebepleri açısından keza bağlayıcı olacağından Özel Daire bozma ilamına uyulmak icabederken direnilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirir.
SONUÇ :Davalılar vekillerinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine ilk görüşmede çoğunluk sağlanamadığı için, 20.1.1988 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğuyla karar verildi.
KARŞI OY YAZISI
Davacı, 18.9.1985 günlü dava dilekçesi ile Ankara 1. İş Mahkemesi'nin 1985/903 - 1985/904 sayılı dosyasında davalı İsmail aleyhine, 1983/Temmuz ile 1985/Şubat tarihleri arasında davalı yanında çalıştığının tespiti ile hizmetinin sigortalı olması gerektiğinin tesbitini ve ayrıca 25.000 lira kıdem tazminatı, 15.000 lira ihbar tazminatı ve 10.000 lira ücretli izin alacağının tahsilini istemiştir.
Ancak davacı, sonradan ve 15.4.1986 günlü dilekçesi ile aynı davalı İsmail ile Sosyal Sig. Kurumu aleyhine Ankara 3. İş Mahkemesi'nin 1987/42 (1987/43) sayılı dosyası ile 1983/Temmuz ile 1985/Şubat tarihleri arasında davalı İsmail yanında hizmet akti ile çalıştığının tesbitini talep etmiştir.
Davacı vekili 1. İş Mahkemesinde açtığı davada ve 15.1.1986 günlü oturumda davanın tazminat ve işçilik haklarına hasrettiğini bildirmiş, binnetice davanın tesbit bölümünü takip etmeyeceğini beyan etmiş, karşı taraf vekili bu beyana karşı çıkmamıştır.
Ankara 3. İş Mahkemesi, daha sonra ve 15.4.1986 günlü dilekçe ile açılan davayı Ankara 1. İş Mahkemesi'nde daha önce açılan davadan önce ve 18.6.1986 tarihinde davacının lehine olarak hükme bağlamıştır.
Davalıların bu kararı temyiz etmeleri üzerine dosya Yargıtay 10. Hukuk Dairesi'ne gelmiş ve 10. Hukuk Dairesi, 6.10.1986 günlü kararıyla Ankara 1. İş Mahkemesi'ndeki dosyayı incelemek gereğini duyarak bu dosyayı istetmiştir.
Ancak, Ankara 1. İş Mahkemesi de bu arada davayı 27.10.1986 tarihinde, yani 3. İş Mahkemesi'nin temyize konu 18.6.1986 tarihli karardan 4,5 ay sonra red ile sonuçlanan biçimde ve kararın kesin olduğu beyanı ile hükme bağlanmış ve dosya bu hali ile Yargıtay 10. Hukuk Dairesi'ne intikal etmiştir.
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi bu sonradan verilen karara dayanarak, temyize konu Ankara 3. İş Mahkemesi kararını, "ihbar ve kıdem tazminatı ile sair işçilik haklarına ilişkin olmak üzere açılan Ankara 1. İş Mahkemesi'nin 1985/903 (904) esas, 1986/649 (650) karar sayılı davada, 1983 Temmuz ile 1985 Şubat tarihleri arasında davacının hizmet aktine dayalı olarak çalıştığı yolundaki iddiası red olunmuştur (Oysa, yukarıda bahsedildiği gibi davacı taraf bu davanın 15.1.1986 günlü oturumunda davanın işbu tesbit bölümünü takip etmediğini bildirmiş olmakla bu husus dava konusu olmaktan çıkmıştır). Mahkemenin anılan hükmü temyiz edilmemekle kesinleşmiştir. Bu duruma göre, davacının 1983/Temmuz ile 1985/Şubat tarihleri arasında hizmet aktine dayalı çalışması bulunmadığı yönü sözü edilen hükümde, kesin yargı halini almıştır. Bu davada, bu yön, davacı ve davalı işveren bakımından kesin delil niteliğinde bulunduğundan bağlayıcı güç ve niteliktedir. Kurum bakımından ise güçlü delil niteliğinde olduğu söz götürmez. Mahkemece bu maddi ve hukuki olgular gözönünde tutulmaksızın özellikle eda davasında kesinleşen tesbite (?) ilişkin bölümünün bu davada kesin hüküm etkisi göstereceği düşünülmeksizin yazılı şekilde karar kurulması usul ve yasaya aykırıdır" gerekçesi ile hükmü bozmuştur.
Ankara 3. İş Mahkemesi ve bozma üzerine, özetle "sonra karara bağlanan davadaki hükmün önceki hüküm için kesin hüküm oluşturmayacağı, ilk hükmün bağımsız olarak incelenip karara bağlanması gerektiği" gerekçesiyle eski kararında direnmiştir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu ise, işbu kararı ile Dairenin bozma kararını benimseyerek ve kesin hükmün varlığına dayanarak direnme kararını oyçokluğu ile bozmuştur.
Çoğunluğun bu bozma kararına aşağıdaki nedenlere karşıyım:
1 - KESİN HÜKÜM YÖNÜNDEN
A - HUMK.nun 388. maddesi bir mahkeme kararının neler içermesi gerektiğini göstermektedir. HUMK.nun işbu 388/4. maddesine göre kararda "tetkik ve müzakere olunan mali ve hukuki meselelerin özellikleri" ve 5. bente göre de "esbabı mucibeyi (gerekçeyi) ve mülahazatı (hakimin düşüncesini) ve mümkün olduğu halde hükmün müstenit olduğu (dayandığı) maddei kanuniyeyi (kanun maddesi)" bulunması gerekir.
Doğaldır ki, bu madde hükmünden de anlaşılacağı üzere, hakim hüküm tarihine kadar olan durumlara ve toplanan delillere göre karar verilebilir. Esasen hükümden sonraki durumları bilemez ki onları da nazara alarak kararı versin, Kesin hükümde bir delil (kesin) olduğuna göre ancak karardan önce var olmakla hakim tarafından gözönüne alınabilir.
Bilindiği üzere kesin hüküm şekli anlamda kesin hüküm ve maddi anlamda kesin hüküm olarak iki şekilde kabul edilmektedir. Şekli anlamda kesin hüküm, artık o hüküm hakkında kanun yollarının kapanmış ve kesinleşmiş olduğunu ifade eder. Maddi anlamda kesin hüküm ise, bir mesele hakkındaki bir yargı kararının kanuni bir gerçek haline gelmiş olması anlamına gelir (Prof. Dr. Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, Cilt: IV, 1984, sh. 1526 vd; Prof. Sabri Şakir Ansay, Hukuk Yargılama Usulleri, 1950, sh. 304, 305). Ancak bir karar hakkında maddi anlamda kesin hükümden bahsedilmek için, herşeyden önce o kararın şekli anlamda da kesinleşmiş olması gerekir, diğer bir deyimle şekli anlamda kesinlik, maddi anlamda kesinliğin ön şartıdır (Baki Kuru, age., sh. 3529).
Bir karar şekli anlamda kesinleşmeden, o kararın maddi anlamda kesin hüküm gücüne sahip olduğu söylenemez ve açılan veya derdest olan bir davada kesin hüküm itirazında da bulunulamaz; olsa olsa, bu halde ancak, derdestlik itirazı ileri sürülebilir (Baki Kuru, age., sh. 3552).
Kesin hükmün ikinci dava açıldığı zaman var olması şart değilse de, ikinci dava bitmeden ve hükme bağlanmadan önce mevcut olması gerekir (Baki Kuru, age., sh. 3566). Zira kesin hüküm de bir delildir ve ancak hüküm tarihinde mevcut ise kesin delil olarak gözönüne alınabilmesi mümkündür.
Olayımızda, yukarıda açıklandığı gibi, bozulan ve Hukuk Genel Kurulu'nun incelemesine konu ve direnme kararının esası olan 3. İş Mahkemesi kararının tarihi 18.6.1986'dır. Bu karar için kesin hüküm olduğu ileri sürülen 1. İş Mahkemesi kararı ise 27.10.1986 tarihlidir. Bu durumda ve yukarda açıklanan gerekçelerle bu ikinci karar incelenen karar için kesin hüküm niteliğinde olamaz ve kesin hükmün varlığından bahisle hüküm bozulamaz.
Kesin hüküm temyiz veya karar düzeltme safhalarında da ve re'sen de gözönüne alınabilirse de (Baki Kuru, age., 3567) bu, kesin hükmün bozulan hükümden önce mevcut olması şartına bağlıdır.
Olayda, olsa olsa bu iki dava arasında derdestlik söz konusu olabilir ki bu konuya da aşağıda da değinilecektir.
B - Bir de dar anlamda veya geçici kesin hüküm mefhumuna değinmek gerekmektedir (Sabri Ş. Ansay, age., sh. 305; Prof. Dr. İlhan Postacıoğlu, Medeni Usul Hukuku Dersleri 1966 sh. 488). Bir karar verilince, şekli anlamda kesinleşmemiş olsa dahi, diğer bir dava için geçici kesin hüküm oluşturur ve yargıç artık o hükümle bağlıdır; kesinleşmesini beklemek zorundadır (Sabri Ş. Ansay, age., sh. 305).
Olayı bu açıdan incelediğimiz takdirde, Hukuk Genel Kurulu'nca inceleme konusu olan Ankara 3. İş Mahkemesi'nin 18.6.1986 tarihli ilk kararı, Ankara 1. İş Mahkemesi'ndeki dava dosyasına ve 7.7.1986 tarihli oturumda ibraz edilmiş ve bunun üzerine o mahkeme hakimi, bu geçici kesin hükmün mevcudiyeti karşısında doğru olarak, bu kararın kesinleşmesinin beklenmesine karar vermiş, iki oturum beklemiş ve her nedense, bu kez yanlış olarak ara kararından dönmeden ve dönme gerekçesini de belirtmeden davayı bitirerek, ibraz edilen geçici kesin hükmün içeriğine ters bir karar vermiştir. bu yargıcın bu usule aykırı kararının bozmaya esas alınması bu nedenle de yanlış olmuştur.
Mahkemenin direnme kararı tarihinde diğer kararın kesinleşmiş olması sonuca etkili değildir. Çünkü burada mahkemenin ilk karar tarihi gözönüne alınarak sonuca gidilmelidir.
2 - DERDESTLİK YÖNÜNDEN
Derdestlik taraflar arasında mevcut bir uyuşmazlığın iki kez dava konusu yapılması ve birinci davanın henüz sonuçlanmamış olması halinde söz konusu olur ve açılmış olan ikinci davada ilk itiraz olarak ileri sürülebilir (HUMK. md. 187).
Bu halde hakim ikinci davanın açılmamış sayılmasına karar verir (HUMK. md. 194).
Süresinde derdestlik ilk itirazında bulunulmazsa, bu itirazı ileri sürme hakkı kaybedilir (HUMK. 188). Süre geçtikten sonra ileri sürülen derdestlik itirazı dinlenmez, inceleme konusu yapılmaz. Bu durumda ise ikinci davanın da esastan incelenip sonuca bağlanması gerekir, diğer bir ifade ile, aynı veya ayrı ayrı mahkemelerde açılmış olsun, her iki dava ayrı ayrı incelenip ve sonuca bağlanır (Baki Kuru, age., Cilt: III, 1982, sh. 3018). Eğer her iki karar aynı nitelikte ise pek sorun olmazsa da, her iki mahkeme ayrı ayrı sonuçlara varır ve her iki hüküm de kesinleşirse ancak yargılamanın iadesi yoluna başvurulabilir (Baki Kuru, age., Cilt: III, 1982, sh. 3020).
Olayımız incelendiğinde, Ankara 1. İş Mahkemesi'ndeki davanın 18.9.1985 tarihinde, inceleme konusu bu davanın ise Ankara 3. İş Mahkemesi'nde 15.4.1986 tarihinde açıldığı gözlenmektedir. Her iki davada da aynı süre içinde davalı işverenin yanında çalışıldığının tesbiti iddiası vardır. Her ne kadar davacı vekili ilk davada ve 15.1.1986 tarihli oturumda davanın tesbit bölümünü atiye terketmiş ise de, her eda davasının bir tesbit bölümünün de mevcut bulunması karşısında ve bu tesbit bölümü bir sonuca bağlanmadan davanın eda bölümü hakkında bir karar verilmesi mümkün olmayacağından, bu atiye terkin hukuki bir değeri bulunmamaktadır. 2. davada derdestlik itirazı ileri sürülmediğine göre her iki davanın ayrı ayrı sonuca bağlanması ve yine ayrı ayrı temyiz incelemesine tabi tutulması gerekirdi. Her iki kararın birbirinin aksi yönde olmaları ve kesinleşmeleri halinde yargılamanın iadesi yoluna gidilebilir. Derdestlik itirazı ileri sürülmeden iki davanın birlikte görülmesi halinde ilk biten dava diğeri için, kesinleşmeden önce, dar anlamda kesin hüküm, kesinleştikten sonra maddi anlamda kesin hüküm oluşturur. Olayımızda başlangıçta derdestlik durumu mevcut ve fakat ileri sürülmemiş ise de Hukuk Genel Kurulu'nca incelenen işbu Ankara 3. İş Mahkemesi kararı, Ankara 1. İş Mahkemesi'ndeki davadan önce hükme bağlandığı cihetle olsa olsa, bu karar diğeri için geçici (dar anlamda) kesin hüküm oluşturur. Ancak sonra biten 1. İş Mahkemesi kararı önceden bitmiş olan işbu davadaki karar yönünden asla kesin hüküm olamaz.
3 - BEKLETİCİ SORUN YÖNÜNDEN
Her ne kadar derdestlik ilk itirazı ileri sürülmemesi halinde her iki davanın da ayrı ayrı yürütülmesi gerekirse de bunun farkına varan yargıcın, eğer her iki dava aynı mahkemede ise, HUMK.nun 45. maddesi gereğince, bu davaların birleştirilmesi, ayrı ayrı mahkemelerde ise ikinci davaya bakan mahkemenin ilk davayı bekletici mesele yapması gerekir (Baki Kuru, age., Cilt: III, 1982, sh. 3019). Bilindiği üzere, daha önce çözülmesi gereken bir meselenin başka bir mahkeme tarafından (başka bir davada) karara bağlanması gereken hallerde bekletici sorun söz konusu olur (Baki Kuru, age., Cilt: III, 1982, sh. 2347).
İmdi, Ankara 1. İş Mahkemesi'ndeki davada ve 15.1.1986 tarihli oturumdaki davacı vekilinin, davanın tesbit bölümünü atiye terketmesi, beyanı geçerli ise, artık her iki dava arasında bir ayniyet, dolayısıyla derdestlik söz konusu olmayacaktır. Zira 1. İş Mahkemesi'ndeki dava sadece eda, 3. İş Mahkemesi'ndeki dava ise sadece tesbit davası niteliğinde olacaklardır.
Bu durumda da ve tesbit davası halledilmeden eda davasının çözümlenmesi mümkün olmadığından daha önce açılmış olsa dahi eda davasına bakan mahkemenin tesbit davasına bakan mahkemedeki davayı bekletici mesele addedip onun sonucunu beklemesi gerekirdi. Eda davasına bakan Ankara 1. İş Mahkemesi evvela bu yönde karar vermişse de sonradan bu ara kararından vazgeçerek işin tesbit bölümü hakkında da ve HUMK.nun 74. maddesine aykırı olarak talep edilmeyen bir konuda da karar vererek eda davasını reddetmiştir. Bu durumda da Ankara 1. İş Mahkemesi'nin davranışı yanlış olup, olayda bir kesin hükmün varlığı da söz konusu edilemeyeceğinden, Yargıtay'ca inceleme konusu olan işbu kararın esastan incelenerek sonuca varılması gerekirdi.
Sonuç : Yukarıda açıkladığım nedenlerle, Hukuk Genel Kurulu'nca incelenmekte olan bu karar yönünden bir kesin hükmün varlığından söz edilemeyeceğinden, olsa olsa derdestlik veya bekletici mesele bahis konusu olup bu hususlar dahi mahkemelerce gözönüne alınmadığına göre, mahkemenin direnme kararının ONANMASI ve işin esasının incelenmesi bakımından dosyanın ilgili Daireye gönderilmesi gerektiği kanaatiyle çoğunluğun bozma görüşüne karşıyım.