 |
Yargıtay içtihatları bölümü
Yargıtay Kararı
T.C.
YARGITAY
Altinci Hukuk Dairesi
E:1985/14055
K:1986/399
T:21.01.1986
* ŞUFA
* HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜRE
* DANIŞIKLI İŞLEM
ÖZET: Şufa iradesi satış tarihinden başlayarak bir ay içinde kullanılmalıdır. Öğrenme, satış tarihine göre bir aydan sonra ise, süre, öğrenme tarihi esas alınarak hesaplanır.
Sürenin geçtiğini savunan davalı bunu kanıtlamalıdır. Bu tür savunma yoksa, ya da kanıtlanamazsa davacının açıkladığı tarihe değer verilir.
Şufa hakkının önlenmesi için danışık muvazaa yoluyla satış sözleşmesinin [akdinin] hibe biçiminde gösterildiği öne sürüldüğünde, hak düşürücü süre, hibe işleminin öğrenilmesi tarihinden değil, hibenin gerçekte satış olduğunun Öğrenilmesi tarihinden hesaplanır.
(743 s. MK m. 659)
Mahalli mahkemesinden verilmiş bulunan şufa davasına dair karar davalı tarafından süresi içinde temyiz edilmiş olmakla; dosyadaki bütün kağıtlar okunup, gereği görüşülüp düşünüldü Dava şufalı payın iptal ve tesciline ilişkindir. Mahkeme davayı kabul etmiş, hükmü davalı vekili temyiz etmiştir.
Davacılar paydaşlardan Fatma'nın payından bir kısmını kendi uhdesinde bırakarak geri kalan 900/9984 oranındakini 14.12.1979 tarihinde davalıya hibe şeklinde intikal ettirdiğini, bu işlemin gerçekte satış olduğunu, 6.5.1982 tarihinde öğrendiklerini, satış bedelinin 250.560 lira olduğunu iddia ile 10.5.1982 tarihinde iş bu davayı açmışlardır.
Davalı, tapuda yapılan işlemin hibe olduğunu, hak düşürücü sürenin geçirildiğini beyanla davanın reddini savunmuştur.
Öncelikle dava hakkı ve davanın süresinde açılıp açılmadığı sorununun çözümü gerekir. Bu hususların tamamlanması, ondan sonra esasının incelenmesi icabeder.
Davacıların taşınmazda irs yoluyla paydaş oldukları, davayı hakları olduğu, dava ikamesinde bir usulsüzlük bulunmadığı anlaşılmaktadır. Davanın süresine gelince
26.1.1951 gün ve 1/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca satış tarihinden itibaren bir ay içinde şufa iradesinin kullanılması gerekir. Öğrenme, diğer deyimle ıttıla, satış işlem tarihi itibariyle bir aydan sonra ise, öğrenme tarihi esas alınarak ve buna göre sürenin geçirilip geçirilmediği saptanır. davalı hakdüşürücü sürenin geçirildiğini savunursa, bunu ispat etmesi gerekir. Böyle bir savunma yoksa veya ileri sürüldüğü halde ispat edilemezse, davacı tarafın beyan ettiği tarihlere itibar edilerek, davanın süresinde açılıp açılmadığı tesbit olunur. Olayımızda davacılar tapudaki işlemi çok evvel öğrendiklerini, ancak hibe şeklinde yapıldığını ve bunun gerçekte satış olduğunu bilmedikleri için, şufa iradesini kullanmadıklarını, cereyan eden izaleyi şuyu davasının 6.5.1982 günlü oturumda davalı vekilinin beyanıyla bu işlemin satış olduğunu öğrenince bu davayı açtıklarını ifade etmişlerdir. Böylece akdin muvazaalı yapıldığını, şufa hakkının önlenmesi için satış akdinin hibe şeklinde gösterildiğini iddia etmişlerdir. Böyle bir durumda hak düşürücü sürenin işleme ıttıla tarihinden mi yoksa bu işlemin satış Olduğunun öğrenilmesi tarihinden mi başlatılacağı sorunu karşımıza çıkmaktadır. Hibe de şufa cereyan etmeyeceğine göre, bunun gerçekte satış olduğunu öğreninceye kadar davacının şufa iradesini kullanması beklenemez. Hele bu iradenin büyük külfete mal olacak şekilde dava yoluyla istimali düşünülemez. Şufa iradesi hakkının doğumu işlemin satış olduğunun öğrenilmesi tarihidir. Daha evvel böyle bir hakkın varlığından söz edilemez. Doğmayan bir hakkın kullanılması da düşünülemez. Bu görüş ve düşüncenin ışığı altında hak düşürücü sürenin hibe işleminin öğrenilmesi tarihinden değil bu hibenin gerçekte satış olduğunun öğrenilmesi tarihinden hesaplanması gerektiği sonucuna varılmaktadır. Davacılar bu tarihin izaleyi şuyu davasındaki davalı vekilinin beyanına dayanarak 6.5.1982 olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu öğrenmenin daha önce olduğunu davalı tarafın ileri sürmesi ve bunu ispatlaması beklenemez. Zira davalı taraf işlemin gerçeği yansıttığını, hibe olduğunu baştan beri savunmaktadır. Bu itibarla ıttıla yönünden davacıların belirttiği tarihi esas almak gerekir. Hal böyle olunca davalı vekilinin izaleyi şuyu davasındaki beyanının davalı asili bağlayıp bağlamayacağı da önem taşımadığından bunun tartışmasına gerek yoktur. Açıklanan nedenlerle dava süresinde açıldığından, davalı tarafın bu konuya ilişkin itirazları yersizdir.
Davanın esasına ilişkin temyize gelince: davalı hibe işlemini yapan Fatma'nın yasal evlatlığının karısıdır. Davalının gelini olarak, 15 sene kadar yaşlı kadın olan Fatma'ya bakıp gözettiği ve birlikte oturduğu anlaşılmaktadır. Tapuda hibe şeklinde gösterilen işlemin gerçekte satış olduğunu, davacı tarafın ispat etmesi gerekir. Şahadetin takdiri için şahit beyanları üzerinde durmak gerekecektir. Dinlenen davacı tanıklarından Birsen, Hüseyin, (F.S.) ile davalının 1979 senesi sonlarında münakaşa ettiklerini, davalının Fatma'ya "parayla bana yer sattın, onu da teslim etmedin" dediğini ifade etmişlerdir. Tapu işlemi 14.12.1979' da yapılmıştır. Bu muameleden hemen sonra kış ortasında satılan payın tesliminin istenmesi mantığa uygun değildir. Kaldı ki işleme konu olan belli bir yer değil ki oranın teslimi istensin. Payın tesliminin istenmesi mümkün değildir. Bu itibarla şahadet samimi görülmemiştir. Şahit Mustafa, (M.S.), Tahsin satışı Fatma'dan duyduklarını söylemişlerdir. Bunlardan (M.S.), "Fatma'nın bir gün kendilerine misafir olduğunu, cebinde bir miktar para bulunduğunu, muhafaza için kendisine verdiğini, sabahleyin bu parayı Fatma'ya iade ettiğini, paranın miktarını bilmediğini" söylemiştir. Sayılmadan bir paranın muhafaza için verilmesi, alanında, bunu yine saymadan alıp iade etmesi akla ve mantığa aykırıdır. Tanıklardan Tahsin 1979 Aralık ayının ortalarında Fatma'yı kendi arabasıyla Kırıkhan'dan köyüne götürdüğünü, cebinde bir miktar parası olduğunu, bunun bir milyonun üzerinde bulunduğunu tahmin ettiğini beyan etmiştir. Sayılmayan bir paranın miktarı söylenemez. Para sahibi kimsenin, aleni olarak cebindeki parayı göstermesi düşünülemez. Yine satışı gizleme için tapuda hibe şeklinde işlem yapan bir kimsenin böyle aleni olarak "ben hissemi sattım" demesi hele hele "şufa davası açmayı önlemek için satışı hibe şeklinde gösterdim" demesi akıl ve mantıkla köbii telif değildir. Davacıların diğer iki tanığı Hüseyin, Ramazan kendilerine ait özel bir iş için tapuya gittiklerinde, bir genç kadının tanıkları "Fatma Kadına tapu dairesi dışında sayarak para verdiğini ve bunun etraftan gizlenmeye çalışıldığını" söylemişlerdir. Bunlardan Ramazan, Fatma'dan sorduğunda "bir kısım tarlayı sattığını söylediğini" ifade etmiştir. Gelin - kaynana durumunda olan, bir arada oturan, akdin taraflarının güvensizlik duygusu içinde herkesin göreceği bir yerde para alıp vermeleri, hele akde hibe şekli vermeyi düşünen kimselerin bu yolu seçmeleri ve Fatma'nın "tarla sattım" diye beyanda bulunması hayatın olağan akışına aykırıdır. Açıklanan bu nedenlerle davacı şahitlerinin ifadeleri inandırıcı değildir. Şahitlerin ifade ettikleri olgular doğru olsaydı, işlemin yapıldığı 1979 Aralık ayından sonraki yakın tarihlerde Kırıkhan gibi küçük bir ilçede oturan davacıların da aleniyete dökülmüş bir vakıa gibi ileri sürülen satışı öğrenmeleri doğaldı. Halbuki davacılar işlemin satış olduğunu, şahitlerinin belirttikleri tarihten 2,5 sene sonra 9.5.1982 tarihinde öğrendiklerini belirtmişlerdir. Bu hal dahi şahadettin gerçek ve samimi olmadığını göstermektedir.
Davalının dinlettiği şahitler, davalının hibe eden Fatma'nın goiini olduğunu, 15 sene Fatma'ya baktığını, mirin et duygusuyla Fatma'nın taşınmaz hissesini davalıya hibe ettiğini, esasen davalının bir liraya bile muhtaç olduğunu, parayla satın alacak mali gücü bulunmadığını belirtmişlerdir. Bu şahadet olayların akışına uygundur. Şahitlerin Fatma'nın ölüm tarihi konusunda farklı tarihler belirtmeleri ifadelerin samimiyetine etkili görülmemiştir. Zira geçen zaman içinde bu konuda yanılma mümkündür. Yaşlı bir kadının kendisine senelerce bakıp gözetmiş bir kimseye vefa borcuyla hibede bulunması doğaldır. Fatma'nın zengin ve çocuksuz bir kimse olduğu, davalının kocasını evlat edindiği, 1977 yılında dosyaya ibraz edilen vasiyetname ile mal varlığının gelirlerinden bir kısmını belli bir maksat için vasiyet ettiği, tenfiz için de davalıya onun kocasını görevlendirdiği anlaşılmaktadır. Böylece Fatma, davalı ve kocasının hayatta kendisine en yakın kimse olarak gördüğünü belirtmiştir. Bu durumda varlıklı, yaşlı, her an ölümü bekleyen bir kadının durup dururken bir kısım taşınmaz hissesini satmayı düşünmesi, hele çok güvendiği, kendisine mirinet duygusuyla bağlı olduğu davalı gibi bir kimseye satması ve bunu yapılan işleme çelişkili olarak aleniyete dökmesi mümkün değildir. Mahkeme delil takdirinde fahiş hataya düşmüştür. Bu gibi durumlarda denetim görevini yapan Yargıtay'ın takdire müdahale hakkı vardır. Bu hususlar nazara alınarak, mahkemenin işlemi tapuda belirtildiği şekilde hibe kabul ederken davayı esastan reddetmesi gerekirken, bundan zuhül ile kabulüne karar vermesi doğru değildir.
Kabule göre de, tapudaki hibe işlemi yapılırken harç yönünden belirtilen değer mahkemenin yaptığı gibi şufa bedeli olarak kabul edilemez. Keşif yapılarak bilirkişi aracılığıyla işlem tarihi itibariyle dava konusu payın gerçek değerinin saptanması, saptanan bu değer esas alınarak tapu harcının ne olacağının tapu memurluğundan sorulması ve her ikisi toplamının şufa bedeli olarak kabul edilmesi gerekir. Mahkemenin bunu gözetmemesi yersizdir.
Açıklanan nedenlerle hüküm usul ve yasaya aykırı olduğundan bozulması gerekmiştir.
Sonuç: Yukarıda belirtilen sebeplerle HUMK.nun 428. maddesi uyarınca hükmün (BOZULMASINA), dava tarihindeki yürürlükte olan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca davalı vekili için takdir edilen 6500 lira avukatlık ücretinin müştereken ve müteselsilen davacılardan alınarak davalıya verilmesine, istek halinde peşin alınan temyiz harcının temyiz edene iadesine, 21.1.1986 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.