 |
Yargıtay içtihatları bölümü
Yargıtay Kararı
T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
E: 1981/8-645
K: 1984/131
T: 22.02.1984
- TAPU İPTALİ VE TESCİL
- HAK DÜŞÜRÜCÜ SURE
- OLAĞAN ZAMANAŞIMI
ÖZET: Davacı Halime'nin davası süresinde açılmış ve harç verilerek yöntemine uygun biçimde yenilenmiş olduğundan 2613 sayılı Yasanın 22 maddesinin (H) bendinde yazılı 10 yıllık hak düşürücü süre geçmemiştir.
Hazine adına yapılan tescil 2613 sayılı Yasaya dayanmakta olup, tapulama ile ilgisi olmadığından 766 sayılı Tapulama Yasasının 31. maddesinin 2. fıkrası hükmünün ve olağan zamanaşımına ilişkin bulunan MK.nun 638. maddesinin olaya uygulanmaları olanaksızdır.
(2613 s. KTTK m. 22/H)
(766 s. Tapulama K. m. 31/2)
(743 s. MK. m. 638)
Taraflar arasındaki "tapu iptali ve tescil" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda (Ankara 12. Hukuk Mahkemesi)'nce davanın reddine dair verilen 18.12.1978 gün ve 386- 642 sayılı kararın incelenmesi davacılardan Halime ve arkadaşları Hasan, Hüseyin, Emine, Anakız tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8. Hukuk Dairesi'nin 20.4.1979 gün ve 3708 - 4389 sayılı ilamıyla (...Hükmüne uyulan Yargıtay bozma ilamında; özetle, kadastro tahdid sebep ve şekli ile itiraz ve davalar açıklanmış, taşınmazın tescil tarihinin belirlenmesi, evvelki davanın nazara alınması, iddia ve savunma bu dairede değerlendirilip sonucuna göre bir karar verilmesi lüzumuna işaret olunmuştur. Mahkemece davanın reddi cihetine gidilmiştir. Kadastro kesinleştikten sonra usulü dairesinde dava açıldığı, karşılık yazılarla tesbit edilmiştir. Taşınmaz kadastroya tabi tutulduğuna göre, olayda 766 sayılı Tapulama Kanununun 31/2. maddesine uygulama yer ve olanağının varlığından bahsedilemeyeceği gibi, uyuşmazlığın niteliği bakımından Medeni Kanunun 638. maddesi de uygulanamaz. Bu itibarla, iddia ve savunma nazara alınmak, hükmüne uyulan Yargıtay bozma ilamında açıklanan hususlar gözönünde tutulmak ve deliller o dairede değerlendirilip sonucuna göre bir karar verilmek gerekir iken mahkemece bundan zuhül ve aksine düşüncelerle yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Temyiz edenler : Davacı Halime ve müdahil davacılardan Ha. san, Hüseyin, Anakız vekilleri Av. Bedrettin.
Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Davacı Abdullah Oğlu Ahmet kızı Akkadın tarafından Ankara Kadastro Hakimliği'ne verilen 24.2.1947 günlü dava dilekçesiyle; yapılan ilanlara ve araştırmaya rağmen sahibi bulunamadığından sözedilerek kadastroca 2613 sayılı Yasanın 22/H maddesi hükmü uyarınca Hazine adına tesbit ve tescil edilen 1967 ada ve 31 ve 1980 ada 15 parsellerin dip muris Bekiroğlu Reyveci Abdullah'tan kendisine ve diğer mirasçılara intikal ettiği ve 3 yıldan beri çekişmesiz arasız malik sıfatıyla tasarruf eyledikleri ileri sürülmek suretiyle Hazine üzerindeki tapu kaydının iptali ile adlarına tesciline karar verilmesi istenilmiştir.
7.4.1947 günlü oturumda Akkadın'ın kardeşi Rasım, 2.11.1947 günlü oturumda da miras bırakan Abdullah'ın kızı Halime, davaya katılarak munislerinden kalan taşınmazların miras payları oranında iptal ve tescile karar verilmesini istemişlerdir.
Akkadın, Rasım ve Halime tarafından açılan ve 1947/192 esas numarasını alan bu dava, 21.6.1950 günü müracaata bırakılmış ve mahkemece takipsiz kalma tarihi gözönünde tutularak; 23.12.1950 günlü ve 1950/236 esas, 1052 sayılı kararla işlemden kaldırılmıştır.
Daha sonra Halime vekili Av. Muhsin tarafından verilen 16.3.1964 tarihli dilekçe ile yeniden harç verilmek suretiyle 1967 ada 31 parsele ilişkin olarak Halime'ye ait dava yenilenmiş ve dava dosyası 1964/214 esas numarasını almıştır.
Yine Halime tarafından verilen 26.5.1964 tarihli dilekçe ile anılan parselin 7367 sayılı Yasaya göre belediyeye geçmiş olduğu belirtilerek dava Ankara Belediyesi'ne de yöneltilmiştir.
Hazine ve belediye, iktisabı sağlayan zilyetlik bulunmadığını, ayrıca dava ve yargılama tarihlerine göre 2613 sayılı Yasada açıklanan 10 yıllık sürenin geçmiş bulunduğunu ve taşınmazın belediyeye geçmiş olması nedeniyle Hazine'nin davada taraf sıfatının kalmadığını savunmuşlardır.
Mahkemece bu savunma şekli kabul edilerek, Hazine hakkındaki davanın sıfat yokluğundan, belediye hakkındaki davanın da işlemden kaldırılma tarihi olan 23.12.1950 tarihinden itibaren anadan 10 yıldan fazla süre geçtikten sonra yenilenmiş olması nedeniyle 10 yıllık zamanaşımının geçtiği kabul edilerek reddine karar verilmiştir.
Bu hükmün, davacı Halime tarafından esas yönünden Hazine tarafından da avukatlık ücreti yönünden temyiz edilmesi üzerine; Özel Dairece, taşınmazın gerçek tapuya tescil tarihinin araştırılarak, önceki davada nazara alınması ve Hazine'ye avukatlık ücreti tayin edilmesi gereğine işaret edilmiş ve hüküm bozulmuştur.
Hazine ile belediyenin karar düzeltme istekleri bozma ilamında gösterilen gerekçelerle reddedilmiş ve bu kez Halime vekilinin 13.11.1967 günlü yenileme dilekçesi üzerine yapılan yargılamada; bozmaya uyularak tescil tarihi araştırılmış ve 31 parselin başlangıçta Hazine adına yapılan kadastro işleminin 13.6.1943 gününde kesinleştiği tesbit olunmuştur.
Halime ile birlikte hükmü temyiz eyleyen Hasan, Hüseyin ve temyiz talebi de bulunmayan Emre vekilleri Avukat Bedrettin tarafından verilen 23.10.1975 günlü dilekçe ile ve diğer müdahil davacılar Hacer, Ahmet, Şevket ve arkadaşları vekilleri Avukat Beyhan tarafından verilen tarihsiz dilekçe ile de 4.12.1975 günlü oturumda davacılar yanında davaya müdahale talebinde bulunulmuş olup, bunların müdahale talepleri kabul edilmiştir.
Sonuçta davacı Halime ile müdahil davacıların davaları zamanaşımı sebebiyle reddedilmiş ve bu hüküm davacılar Halime ile bir kısım müdahil davacılar vekili Avukat Bedrettin tarafından temyiz edilmiş ve dairece yukarıda açıklanan gerekçelerle hüküm bozulmuş; mahkeme ise, önceki kararda direnmiştir.
Mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık, 2613 sayılı Yasanın 22/H maddesinde açıklanan 10 yıllık sürenin hak düşürücü süre mi, yoksa zamanaşımı olduğu noktasında toplanmaktadır.
2613 sayılı Yasanın 22. maddesinin (H) fıkrası yapılacak ilanlar ve tahkik üzerine sahibi bulunmayan taşınmazların Hazine namına kaydolunacağı hükmünü taşımaktadır.
Mahkemece (kararın yazılışından) hak düşüren süre ile zamanaşımı süresinin arasındaki nitelik ayrımına iyice özen gösterilmediği görülmektedir.
Zamanaşımı, yasada belirtilmiş koşullar altında ve belli bir süre içinde alacaklının hareketsiz kalması sonucu, alacağın ifasını isteme yetkisinin sona ermesi biçiminde tanımlanabilir (Kenan Tunçomağ -Borçlar Hukuku- Cilt 1, Sahife 1233). Alacağın öne sürülmesinin zaman yönünden sınırlandırılması çok önceleri uygulanmış bir ilkedir. Bu esasa göre, alacağını uzun süre borçlusundan istemeyi savsaklayan alacaklı alacağım değil; fakat alacağını borçlusundan dava yolu ile elde edebilme olanağını yitirir. Bu kurum, öncelikle, borçlunun korunmasını sağlayan ve hiç değilse, az da olsa uzun süredir istenmeyen borcun ödendiği (veya diğer bir yolla sona erdirildiği) belirtisine dayanır. Ancak, her şeye karşın bir borç henüz ermemişse hakkına korumada ihmali apaçık ortada olan alacaklının bu sonuca, daha değişik bir deyimle bu zarara katlanması doğaldır.
Zamanaşımının eşya hukukundaki çeşidi kazandırıcı zamanaşımıdır (MK. 638, 639, 701); kazandırıcı zamanaşımında zilyet kendisinde eksik bulunan ayni hakkı, belli bir sürenin geçmesiyle kazanmaktadır. Aradaki benzerlik nedeniyle zamanaşımına ilişkin birçok kurallar, kazandırıcı zamanaşımında uygulanmaktadır. Borcu isteme yetkisini sona erdiren iskati zamanaşımı BK.nun 125 - 240. maddelerinde düzenlenmiştir.
Zamanaşımını, hak düşürücü süreden dikkatle ayırmak gerekir. Her ne kadar doğurdukları sonuç bakımından aralarında belli bir ölçüde benzerlik bulunmakta ise de; her iki müessese arasında önemli farklılıklar mevcuttur.
Zamanaşımında, alacağın belli bir süre içinde herhangi bir yolla ileri sürülmemesi sonucu alacağı isteme yetkisi düşer.
Oysa hak düşürücü sürede, yasa veya sözleşmede kabul edilmiş belli bir süre içinde bir hakkın korunmasına yarayan eylemlerin yapılmamasıyla hakkın kendisi sona erer. Diğer bir deyimle hak düşürücü sürede hakkın sona erişinin nedeni belli bir sürenin geçmesi değilde, o süre içinde gerekli bazı eylemlerin yapılmamış olmasıdır. Bundan ayrı zamanaşımın, kural olarak alacaklarda sözkonusu olurken; hak düşürücü süre alacak yanında, yenilik doğuran haklar, telif ve ihtira haklarında da sözkonusu olur. En önemlisi, hak düşürücü sürenin zamanaşımı hilafına kesilmesi ve durması sözkonusu olmadığından böyle bir sürenin geçip geçmediği Hakim tarafından kendiliğinden gözönünde tutulması da zorunludur.
Oysa, BK.nun 140. maddesine göre, zamanaşımını Hakim resen nazara alamaz.
Gerçekten 2613 sayılı Yasanın 22. maddesinin (H) bendinin yazılışı on yıllık sürenin zamanaşımı süresi olmayıp hak düşüren bir süre olduğunu bildirmektedir. Çünkü gerçek malikin bu süre içinde hakkını ileri sürmemiş olması halinde hakkın kendisi sona ermekte, sönmektedir. Bu nedenle direnme. kararında anılan on yıllık sürenin zamanaşımı olarak nitelendirilmesi doğru görülmemiştir.
2613 sayılı Yasanın 22. maddesinin (11) bendi, toplu taşınmazlar yönünden Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilmiş olup, tapusuz taşınmazlar yönünden yürürlüktedir.
Davada davacılar, başından sonuna kadar zilyetliğe dayanmışlardır. Halime tarafından yenilenmeden sonra verilen 26.4.1965 tarihli dilekçede tapudan da söz edilmişse de, sonraki oturumlarda bu tapunun konusu taşınmazlara ait olup, dava taşınmazın miras bırakanlarına ait olduğunu göstermesi bakımından buna dayandığı açıklanmıştır. Yoksa çekişme konusu için açıkça tapu gibi bir kayda dayanılmamıştır.
7.2.1955 günlü ve 4/23 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararına göre 10 yıllık hak düşürücü sürenin başlangıcı, taşınmazın Hazine adına tapuya tescil tarihi olmaktadır.
Bilirkişi raporuna göre, taşınmazın Hazine adına tescil tarihi 13.6.1943 'dür. Akkadın tarafından Kadastro Mahkemesine açılan dava 24.2.1947 tarihini taşıdığına göre, bu dava hak düşürücü süre içinde açılmıştır.
Yakın miras bırakan Ahmet'in ölüm tarihine göre Akkadın ile Hamza çocukları Hasan, Hüseyin, Emine, Akkız'a isabet eden miras iştirak halinde mülkiyet hükümlerine tabidir.
Yukarıda adları açıklanan Hamza mirasçıları 23.10.1975 tarihinde davaya asil müdahil olarak girmişlerdir. Hak düşürücü sürenin bu tarihe göre hesaplanması gerekir. Bunlar ile miras payı müşterek mülkiyet hükmüne tabi olan Halime arasında, ihtiyari dava arkadaşlığı olduğu için Halime tarafından açılan davanın süresinde açılmış olmasından başkaları yararlanamaz.
Oysa, Hamza çocukları ile Akkadın arasındaki ilişki zorunlu dava arkadaşlığı şeklindedir. 0 halde, 23.10.1975 tarihinde, Akkadına ait ilk dava hak düşürücü süre içinde açılmışsa, Hamza mirasçıları da bundan yararlanacaklardır; kural budur. Ne varki, anılan tarihte Akkadın ve Rasım'in davası açılmamış sayılan bir dava durumundadır. Süreyi koruduğu kabul edilemez. Gerçekten de, Akkadın'ın 24.2.1947 tarihinde açtığı dava, tescil tarihine göre 10 yıllık süre içinde açılmışsa da 8.9.1973 tarihinde yürürlüğe giren 1086 sayılı HUMK.nun 1711 sayılı Yasa ile değişik 409/V. maddesine göre bir yıl içinde yenilenmemiş olduğundan 8.9.1974 tarihinde açılmamış sayılmaktadır. Mahkemece davanın açılmamış sayılması hususunda bir karar verilmemiş olması bu sonucu değiştirmez. Çünkü, anılan madde hükmü davaların gereğinden fazla sürüncemede bırakılmasını önleme amacına yöneliktir. 0 halde Hamza mirasçıları, açılmamış sayılan Akkadın'ın davasının daha önce hak düşürücü süreyi saklı tutmuş olmasından yararlanamayacaklardır. Zira açılmamış sayılması gereken bir davanın hak düşürücü süreyi saklı tutma özelliği esasen düşünülemez.
O halde, çekişmeli 1967 ada 31 parselin Hazine adına tescil tarihi olan 16.3.1943 tarihinden hükmü temyiz eyleyen bir kısım davacılar Hasan, Hüseyin, Anakız'ın dava açtıkları 23.10.1975 tarihine kadar 2613 sayılı Yasanın 22. maddesinin (H) bendinde açıklanan 10 yıllık hak düşürücü süre geçmiş olduğundan bunlara ait davanın reddine ilişkin direnme kararı sonucu bakımından doğrudur. Öyle ise direnme kararının bu bölümü onanmalıdır.
Halime'nin temyizine gelince:
Halime, 21.11.1947 tarihinde sözlü yöntemle dava açmıştır. Çekişme konusu taşınmazın miras bırakan Abdullah'dan kendisine ve diğer mirasçılara kaldığını ileri sürerek Hazine üzerindeki kaydın miras payı oranında düzeltilmesini istemiştir. Mevcut mirasçılık belgelerine göre Halime'nin payı eski hükümler uyarınca müşterek mülkiyet şeklindedir.
Mahkemece, Halime'nin isteği ve delilleri tutanağa geçirilmiş olduğundan o tarihte dava açılmış sayılmaktadır. Gerçekten de Kadastro Mahkemesinde bir dava dilekçesi yerine, isteğin tutanağa geçirtilmesi suretiyle dava açılması mümkündür.
21.11.1947 tarihinde Kadastro Mahkemeleri vardı; bu mahkemeler daha sonra 5572 sayılı Yasayla kaldırılmıştır. 0 nedenle, 1947 tarihinde bu davaya 2613 sayılı Yasadaki hükümler uygulanmakta idi. 2613 sayılı Yasanın 29/3. maddesine göre Kadastro Mahkemelerinde HUMK.nun sözlü usule ilişkin hükümleri uygulanmaktadır.
HUMK.nun 474/4. maddesinde okuyup yazma bilmeyenlerin isteklerini ve delillerini tutanağa yazdırmak suretiyle dava açabilecekleri kabul edilmiştir. Halime'nin o tarihte okur yazar olmadığı vekaletname ve dilekçelerdeki mühürden anlaşılmaktadır. Bütün bu açıklamalardan çıkan sonuç şudur: Halime 21.11.1947 tarihinde sözlü şekilde dava açmış ve davasını 21.6.1950 tarihinde müracaata bırakmış ve 16.3.1964 tarihinde yenilemiştir. Yenileme tarihi ile müracaata bırakma tarihi arası da 10 yıldan fazla süre geçmişse de 2613 sayılı Yasanın 22. maddesinin (II) bendinde yazılı süre, zamanaşımı olmayıp hak düşürücü süre olduğundan süresinde dava açılmakla bu süre korunmuştur (Baki Kuru - Hukuk Muhakemeleri Usulü - 1974 - sayfa 642, dipnot 86 ile ilgili metin).
8.9.1973 tarihinde yürürlüğe giren 1711 sayılı Yasa ile değişik HUMK.nun 409. maddesinin 2 ve 5. fıkraları hükmünün bu olayda uygulanma yer ve olanağı da bulunmamaktadır.
Bu açıklamalara göre Halime'nin davası süresinde açılmış ve harç verilerek yöntemine uygun biçimde yenilenmiş olduğundan 2613 sayılı Yasanın 22. maddesinin (H) bendinde yazılı 10 yıllık hak düşürücü süre geçmemiştir.
Hazine adına yapılan tescil 2613 sayılı Yasaya dayanmakta olup, tapulama ile ilgisi olmadığından 766 sayılı Tapulama Yasasının 31. maddesinin 2. fıkrası. hükmünün ve olağan zamanaşımına ilişkin bulunan MK.nun 638. maddesinin olaya uygulanmaları mümkün bulunmamaktadır.
O halde, davacılardan Halime bakımından, iddia ve savunmanın gözönünde tutulması, delillerin o dairede değerlendirilmesine ilişkin Özel Dairenin bozma ilamına uyulmak gerekirken, önceki hükümde direnilmesinde isabet görülmemiştir. Hükmün bu bölümü bozulmalıdır.
Sonuç: Yukarıda açıklanan nedenlerle:
1 - Yerel mahkemece verilen ve davacılardan Hasan, Hüseyin, Anakız'ın davalarının reddine ilişkin olan bölümüne yöneltilen temyiz itirazlarının reddiyle, direnme kararının bu bölümünün (ONANMASINA), (500) lira temyiz onama harcının adları geçen davacılardan alınmasına, peşin harcın mahsubuna,
2 - Bir kısım davacılar vekili Avukat Bedrettin'in Hakime adına yaptığı temyiz itirazları yerinde olduğundan kabulü ile hükmün Halime'ye ilişkin bölümünün (BOZULMASINA), 22.2.1984 gününde oyçokluğuyla karar verildi.
KARŞI OY YAZISI
Dava konusu gayrimenkul 3.11.1942 tarihinde 2613 sayılı Kanunun 22/H maddesi gereğince Hazine adına tesbit edilmiş, ilamlar sonucu kesinleşerek tapu siciline 13.6.1943 tarihinde tescil edilmiştir. Buna rağmen Akkadın adındaki kişi Ankara Kadastro Hakimliği'ne 24.2.1947 tarihinde müracaatla kadastro tesbitine itiraz etmiş, gayrimenkulün murisi Abdullah'dan kaldığını ileriye sürmüştür. Bu davaya 21.3.1947 tarihinde Rasım, 21.11.1947 tarihinde de Halime katılmışlar, dava 21.6.1950 tarihinde HUMK.nun 409. maddesi gereğince tarafların müracaatlarına talik edilmiş ve 23.11.1950 'de işlemden kaldırılmıştır. Halime 16.3.1964 tarihinde ise müracaatla bu davayı yenilemiştir.
Görüldüğü gibi davacı Akkadın'ın davası Kadastro tesbiti kesinleştikten sonra açılmıştır. Davacı Halime de o safhada davaya katılmış bulunmaktadır. Yüksek Yargıtay'ın yerleşmiş görünüşüne göre ve Kadastro Mahkemelerinin daha sonra kaldırmış olması da dikkate alındığında, bu davaya Tapu iptal ve tescil davası olarak devam edilmesi gerekmiştir. Şu hali ile davacı Halime'nin davasını 2613 sayılı Kanunun 22/H maddesinde yer alan hak düşürücü süre içinde açılmış kabul etmek mümkündür. Fakat bu dava 23.12.1950 tarihinde işlemden kaldırıldığı halde 16.3.1964 tarihine kadar 15 yıla yakın bir zaman içinde hiçbir işleme tabi tutulmamıştır.
Sayın çoğunlukla sözkonusu sürenin hak düşürücü süre olduğu, hak düşürücü süreler için BK.nun 133. maddesinin uygulama 'olanağının bulunmadığı yönlerinde ittifak halinde bulunmaktayız. Kanunlar da hak düşürücü süre içinde kullanılması öngörülen işlemlerin yapılması ile o hak muhafaza edilmiş olur. Artık o sürenin yeniden işlemesi hiçbir zaman sözkonusu olmaz. Hakkı kullanan o çerçevede işlemleri sürdürmek durumundadır. Esasen kanunlarda hak düşürücü sürelerin, zamanla teessüs etmiş kamu düzenini koruma amacıyla konulduğu düşünülürse, başka bir sonuca varmak da mümkün değildir. HUMK.nun 409. maddesine göre işlemden kaldırılan bir davayı yenileme hakkını, ilelebet kullanma imkanının tanınması bu amaçla bağdaşmaz. MK.nun 2. maddesi gereğince herkes haklarını kullanmak ve borçlarını ifada hüsnüniyet kurallarına uymak mecburiyetindedir. Olayımızda 21.11.1947'de açılan dava 23.12.1950'de müracaata bırakıldıktan sonra 16.3.1964 yılına kadar aralıksız 15 yıla yakın bir süre takip edilmemiştir. 15 yıl sonraki yenileme müracaatını iyi niyet kuralları ile bağdaştırmak mümkün değildir. Davalıyı sırf ızrar maksadına yönelik bir davranışı kanun himaye etmez.
Davacının davayı yenilemesi de, kendisine kanunun tanıdığı bir haktır. Bu hakkın kullanılması da BK. genel nitelikte zamanaşımını belirleyen 125. maddesine tabidir. Dava 16.3.1964 tarihinde yenilendikten sonra davalı tarafca verilen 4.4.1964 tarihli cevapla zamanaşımı def'inde bulunulmuştur. davacının 23.12.1950'de müracaata bırakılması ile 7.3.1964'de yenilenmesi arasında BK.nun 125. maddesinde gösterilen 10 yıllık her dava (her türlü hak) için azami zamanaşımı dolmuş, davacının davayı yenileme hakkı zamanaşımına uğramıştır (Y. HGK.nun 15.11.1961 T., 15/17 ve 10.9.1975 T., 427/953 sayılı kararlan).
Bu hal kanunun vaz'ı tarafından da daha sonra kabul edilip HUMK.nun 409. maddesinin 1711 sayılı Kanunla yeniden düzenlenmesi sırasında: 1 yıl (daha az bir hak düşürücü süre) içinde yenilenmeyen davanın açılmamış sayılmasına karar verileceği kabul edilmiştir. Şu halde davacının 21.11.1947 tarihde açtığı davaya devam etmesi mümkün değildir. Yukarıda da işaret olunduğu gibi hak düşürücü sürenin- yeniden işlemesi sözkonusu olamaz.
Davacının 16.3.1964 tarihli müracaatını yeni bir dava olarak kabul et. sek, bu defa da 2613 sayılı Kanunun 22/H maddesinde yer alan 10 yıllık hak düşürücü süre dolmuştur. Bu sebeplerle sayın çoğunluğun Halime'nin davası yönünden bozma yönündeki görüşlerine iştirak edilmemiştir. Mahalli mahkeme kararının o yönden de onanması gerekir.
Tahir ALP Üye