 |
Yargıtay içtihatları bölümü
Yargıtay Kararı
T.C.
YARGITAY
13. Hukuk Dairesi
E: 1981/1576
K: 1981/2103
T: 25.03.1981
DAVA : Taraflar arasındaki sözleşmenin yerine getirilmesi davasının yapılan yargılaması sonunda; ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davalı avukatı tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:
KARAR : 1 - Davacılar, davalının yaptığı dairelerden arsa paylı bağımsız bölümler satın aldıklarını, davalının sözleşmenin 6. maddesi uyarınca kullanma iznini sağlamak ve öte yandan 24.10.1973 günlü belge ile de plaj alanı ve denizin tarapın temizlenmesi işini yüklendiğini ileri sürerek davalının bu yükümlerinin yerine getirilmesine karar verilmesi için istemde bulunmuşlardır. Yerel mahkemece istem doğrultusunda "aynen ifaya" karar verilmiştir.
2 - Davacıların, öncelikle dava konusunda geçen mavi şehir plaj alanının kumlanması, denizin taranıp temizlenmesi için dava açma niteliği (sıfatı) eş deyişle "aktif husumet ehliyeti" olup olmadığının saptanması gerekir. Önemle vurgulayalım ki, davada nitelik (sıfat) maddi hukuka göre belirlenir. Bir davada davacı olmak hakkın sahibine (hamiline) tanınmıştır. O nedenle yanlar arasında yapılan sözleşmeden davacı yararına bir hak doğup doğmadığı konusunda tartışma açılmalıdır. Bu yönden ilkin plaj alanı ve deniz üzerinde davacıların hak sahibi olup olmadıkları aydınlığa kavuşturulmalıdır. Şöyle ki; doğal nitelikleri gereğince özel mülkiyete konu olmayan ve herkesin, bütün halkın yararlanacağı yerler, kamu malı sayılır. örneğin denizler, kara suları, deniz kıyıları, büyük göller, büyük nehirler. Bunlara doğal kamu malı denir ve yönetimin özgülenmesinden (idari tahsisten) değil de, nitelikleri (mahiyetleri) gereğince halkın yararlanmasına, kullanmalarına açık yerlerden olduğu için, yönetimin yani devlet, belediye ya da köy gibi kamu tüzel kişilerinin bir kararla bunlardan, halkın yararlanacağı yer niteliğini kaldırmaya yetkisi kabul edilemez. Medeni Yasa md. 641, fıkra I'de, deniz kıyıları gibi halkın yararlanacağı (menfaati umuma ait) yerlerin devletin hüküm ve tasarrufunda olduğu belirtilmiş, fıkra II'de de, "sahipsiz nesneler (şeyler)" denilen tarıma elverişli topraklarda kişilerin özel mülkiyeti bulunduğunun tanıtlanabileceği (ispat edilebileceği kabul edilmişken, pek haklı ve yerinde olarak deniz kıyıları gibi "halkın yararlanacağı yerlerin" özel mülkiyete konu olacağını kabul etmediği için deniz kıyılarında böyle tanıtlamaya izin vermemiştir. Öte yandan devlet, belediye köy gibi kamu tüzel kişilerinin yönetimsel (idari) bir kararla deniz kıyılarının halkın yararlanacağı yer niteliğini kaldırmaya ve bunları özel kişilere satmaya asla yetkisi yoktur. Özel mülkiyete elverişli olmayan deniz kıyılarının özel kişiler adına tescillerindeki hükümsüzlük ise, M.K. md. 932'deki yolsuzluktan daha ileri giden bir hükümsüzlük olup kişiler adına tapu kütüğüne güvenerek deniz kıyısı bir yeri satın almış olan üçüncü kişiler için de hiç bir mülkiyet hakkı doğmaz (Bkz. Prof. Dr. ismet SUNGURBEY, Medeni Hukuk Eleştirileri, C. II, Sh. 197-200). Yargıtay, 13.3.1972 gün, 7/4 sayılı inançları birleştirme kararında; kıyıların denizlerin uzantısı olup bütünleyici parçayı oluşturduğu, denizlerden yararlanmanın kıyılar aracılığı ile sağlanabileceği belirtilmiştir. Bu karar göre, "tamamen bir ülkenin sınırları içinde kalan denizlerle sair denizlerin kara suları o devletin hükümranlık sahasına girdiklerinden menfaati umuma aittir. Medeni Yasanın 641. maddesi uyarınca, menfaati umuma ait olan mallar devletin hüküm ve tasarrufu altındadır, kimsenin mülkü değildir."
Tüm bu açıklamaların ışığı altında belirtmek gerekirse; deniz ve denizin etkisi altında bulunan kumluk alan özel mülkiyete konu olamaz. Öyleyse davacı, kamu malı niteliğindeki deniz ve plaj alanı üzerinde özel mülkiyet hakkına sahip bulunmadığından, davalıya karşı plaj alanının kumlanması ve denizin taranması konusunda her hangi bir istem ileri sürebilmesi, sözleşme ile hak ve borçların doğması olanaklı değildir. (B.K. md. 20).
Yerel mahkemece, bu yönlerin gözden kaçırılması, usul ve yasaya aykırı olup hükmün bozulmasını gerektirir.
3 - Davalı, inşaatı yapıp bağımsız bölümleri satmıştır. 6785 sayılı İmar Yasası hükümlerine göre, kullanma iznini alınması için, maliklerin belirli işlemleri yapmaları ve başvurmaları gerekir. Davalının, onlar adına hareketle kullanma iznini sağlamasını yüklenmesi, bu yönden yanlar arasında vekillik ilişkisinin kurulduğunu kanıtlar. Ne var ki, böyle bir sözleşme, tam iki yanlı (karşılıklı) bir sözleşme olarak nitelenemez. Çünkü burada edimlerin değiş-tokuşu söz konusu değildir. Bir başka anlatımla, vekillik sözleşmesi eksik iki yanlı bir sözleşme olup karşılıklı borç doğurmakla birlikte, karşılıklı iki edimin değiş-tokuşu amacına yönelik bulunmamaktadır. İki yanlı sözleşmeleri, tam ve eksik iki yanlı sözleşmeler biçiminde ayırmanın uygulama açısından önemi ise, şuradadır. Somut olayla sınırlı olarak belirtmek gerekirse; borçlu temerrüdü durumunu hükme bağlayan B.K. md. 106-108, yalnızca tam iki yanlı sözleşmelere uygulanır (Bkz. Prof. Dr. Kenan TUNÇOMAĞ, Türk Borçlar Hukuk, C. I, Genel Hükümler, 1976, sh. 144-145). Bu duruma göre, yerel mahkemece, kullanma izni alınmasına ilişkin yüklenimin B.K. md. 106/2 uyarınca aynen yerine getirilmesine karar verilmesi, yasal dayanaktan yoksundur. Yineliyerek vurgulayalım ki, eksik iki yanlı sözleşme olan vekillik sözleşmesinde, B.K. md. 106 uygulama alanı bulmaz. Gerçekte de, davalının kullanma izni yönünden "aynen ifa" ile zorlanması olanaklı değildir. Eğer davacı vekillik sözleşmesine aykırı davranmışsa, bunun yol açtığı zarar giderimle sorumlu tutulması söz konusu olabilir ki, davada böyle bir isteme yer verilmemiş, "aynen ifa" istenmiştir. Öyleyse, davanın bu bölümünün de reddi gerekir.
Yerel mahkemenin, tüm bu yönleri gözden kaçırması usul ve yasaya aykırıdır.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle, dava reddedilmek üzere, hükmün davalı yararına BOZULMASINA, istek olursa temyiz peşin harcının kendisine iadesine 25.3.1981 gününde oybirliğiyle karar verildi.