 |
Yargıtay içtihatları bölümü
Yargıtay Kararı
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 1979/4-548
K. 1982/46
T. 20.01.1982
DAVA VE KARAR : Taraflar arasındaki "tazminat" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; ( İstanbul 10. Asliye Hukuk Mahkemesi )nce davanın zamanaşımı sebebiyle reddine dair verilen 24.11.1971 gün ve 518-928 sayılı kararın incelenmesi davacılar vekili tarafından istenilmesi üzerine; Yargıtay 4. Hukuk Dairesi' nin 29.1.1973 gün ve 5686-688 sayılı ilamiyle, ( ...Uyuşmazlık tapu sicilinin tutulmasından doğan zararın zamanaşımına ilişkindir. Beşiktaş Cihannüma Mahallesi, Bostan Sokakta bulunan, sınırları, kapı numaraları kaydında yazılı, fakat miktarı yazılı olmayan Sultan Beyazidi Veli Vakfı'ndan, üzerinde ondokuz adet bekar odaları bulunan iki bostan ( mülkleri ve gediği ) temessük kaydından naklen Kanunuevvel 1299 tarihli defterden 255 numara ile Mustafa Reşit Paşa oğlu Celil Paşa adına kayıtlı iken ölümüyle evlatlarına geçmiş, Hasan Paşa Deresi'nden Yıldız Sarayı'na giden yolun genişletilmesi nedeniyle parçalanmış, yola giden bölümü dışında kalanı kısmen bölünerek yaklaşık olarak 9387 ziraı HÜseyin Hüsnü Paşa'ya iskan için verilip, kalanı zamanın Padişahı Abdülhamid'in emlaki arasına katılmıştır. Sınır ve alan tutarının belli edilmesi, haritasının çizilmesi evkafca istenilmesi üzerine Mahkeme'i Şer'iyye' den verilen ilama göre, tamamının 33.604 ziraı olup 9032 ziraının yola çevrilerek kalan 24.631 ziraı üçe bölünerek belli sınırlarla 13.051 ziraı gedikten çözülerek gedik malikleri tarafından Abdülhamid'e ferağ edilmiştir. Bu yer Hazine'-i Hassa'ya ait olduğundan ve Abdülhamid'in tegallüp ve zülmu ile kişisel mal durumuna sokulduğu düşüncesiyle 1324 yılında hürriyetin ilanını takip eden günlerde çıkartılan özel yasa ile 10.4.1301 günlü tapu Devlete intikal ettirilerek 26.6.1326 günü Hazine adına tescil edilmiştir. Daha sonra Devletçe Emlak ve İtam Bankası kurulurken yasada öngörülen Hazine payına karşılık 13.11.1928'de banka adına tescil edilmiş ve banka yeri satmaya karar verince tapudan yerin sınırlarının belli edilmesini istemiş tapu idaresi Eylül 1929' da yeniden ve tadilen banka adına tescil etmiş, banka 18.4.1937 de yarı pay malikleri Hüseyin Rahmi ve Abdullah Vehbi'ye ferağ etmiş, yeni malikler taşınmazın 2/5'ini davacıların miras bırakanı Abdülbaki ve Faik'e eşit paylar halinde 23.4.1945'de satmışlardır. Taşınmaz bu durumda iken 1951 yılında kadastro tesbitine girişilmiş, davacıların haritaya dayanan tapu kaydı içinde daha başka kişilerin yerleri de bulunduğu ileri sürülerek malik hanesi açık bırakılmış, davacılar kadastro mahkemesinde 22.3.1951 gününde muarazanın önlenmesi ve tescil davası açmışlar, dava birçok aşamalar geçirdikten sonra red olunarak 265 ada, 2 parsel sayılı arsanın Hazine adına tesciline 7.4.1967 gününde karar verilmiş ve Yargıtayca onanan bu karar 24.5.1968 günü kesinleşmiştir. Davacılar 24.5.1969 günü açtıkları bu dava ile tapu idaresinin yaptığı yanlışlık nedeniyle uğradıkları zararın ödetilmesini istemişler, mahkeme; ileri sürülen zamanaşımı savunması uyarınca "zarar daha sonra meydana gelmiş olsa bile zamanaşımının haksız eylem gününden işlemeye başlayacağı doktrin ve uygulamada bu yönün kabul edildiği, B.K.'nun 60. maddesi uyarınca on yıllık zamanaşımının gerçekleştiği" görüşüyle davayı red etmiştir. Ancak mahkeme kararında, haksız eylemin hangi günde işlendiği, olayın özelliklerine, ferağ ve iktisap tarihlerine göre ayrıntıları belirtilmiş değildir. Oysa davada M.K.'nun 917. maddesine dayanılarak Hazine'ye, tapu sicillerinin tutulmasından ötürü kusurdan müstakil sebep aranmaksızın tazmin sorumluluğu yöneltilmektedir.
M.K.'nun 917. maddesine dayanan sorumluluktan doğan dava hakkının B.K.'nun 60. maddesi hükmünce bir ve on yıllık zamanaşımına bağlı olduğunda kuşku bulunmadığına göre, zamanaşımının hangi günden başladığının tesbiti zorunludur. Eğer zarar bir ayni hakkın varlık veya sona ermesinden ibaretse hak sahibi, herşeyden önce aynen geri alma olanaklarını arayacak ve sonunda tapu iptali veya tescil davası red edilip kesinleşince, meydana gelen zararın giderilmesini bu kurala dayanarak Devletten isteyecektir. Örneğin ( Münderecatı sicildeki kayda uymayan veya sicile kaydedilmemiş bulunan ipotekli borç senediyle irat senedi hakkında tapu kütüğü münderecatına itibar olunur. Sicil kaydına uymayan bu gibi senetleri hüsnüniyetle iktisab edenlerin duçar olacakları zararın tazminini Devletten istemek hususundaki hakları bittabi mahfuzdur ). ( Bakınız: Velidedeoğlu / Esmer - Gayrimenkul Tasarrufları - 1956 Sh.410 ). Ayrıca Devlet tapu sicilinin çok muntazam tutulması ve gayrimenkullerin durumunu tesbit ve tescil bakımından ıslahı ve açık bir hale konulması meselesine büyük bir ehemmiyet vermiş ve bu sicillerin Devlet memurlarınca tutulmasından ileri gelecek bütün zararlardan dolayı vatandaşlara karşı fer'i değil, aynen İsviçre' de olduğu gibi asli bir mesuliyet yüklenmiştir ) ( a.g.e., Sh.556 ). Devletin bu sorumluluğunun asli ve geniş kapsamlı olduğunda bütün yazarlar birleşmektedir ( Akipek - Sh.303; Wieland - Sh.858 ). Bu esasa aykırı olarak eylemin işlendiği günde, henüz zarar doğmadan dava açma zorunluğunu kabul, bu takdirde mal varlığında henüz bir eksilme mevcut olmadan veya gerçekleşmeden açılan davanın reddini gerektirecektir. Çünkü, tazminat davası bir eksilmenin giderilmesini sağlama amacını güder. Dairemiz bu kararında bu yönü şöyle belirtmiştir: ( Borçlunun haczi kabil diğer gayrimenkullerin mevcudiyeti karşısı henüz zarar tahassül eylemediğine ve bu itibarla dava hakkı doğmamış olmasına binaen davanın reddedilmiş olması bozma nedenidir ), ( 4.H.D. 29.12.1955, E.7209, K.5764 ). Şayet zararın gerçekleşmesi beklenirse, bu takdirde zamanaşımı gerçekleşecek, bir kısım zararlı işlemlerin Devletin tazmini yükümlülüğü dışında bırakılması sonucunu doğuracaktır. Bu da bütün yazarların kabul ettikleri Devletin bu konudaki geniş kapsamlı sorumluluğunu öngören yasa koyucunun amacına aykırı düşer. Bu müddetlerin başlamasında tapu sicilinde yapılan yanlış muamele değil, maddi zararın meydana gelmesinde sebep olan işlem dikkate alınacaktır ( Bakınız: Safa Reisoğlu - Türk Eşya Hukuku Ankara 1980 Sh.156/157 ). Dairenin ve Hukuk Genel Kurulu'nun zamanaşımının başlangıcı yönünden yerleşmiş uygulaması bu yoldadır ( Bu konuda bakınız: E.Şener - Yargıtay 100. Yıl Armağanı - Sh.503, 584'de dipnot 85-91 açıklanan içtihatlar ). O halde zarar sonradan doğmuş olsa bile zamanaşımının haksız eylemin işlendiği günden işlemeye başlayacağı açıklanarak ve hangi günde ne suretle işlendiği açıklanmadan, zararın muarazanın önlenmesi ve tescil davasının reddi gününde doğmuş olduğu sicile izafe edilen enfüsi değerin gereksiz ve dayanaksızlığının o gün belirdiği gözetilmeden verilen karar bozulmalıdır. Yapılacak iş, zamanaşımı savunması reddedilip, davacıların ellerinde bulunan tapu kaydının ilişkin bulunduğu yerin kendi adlarına tescil konusunda Muhammet Zafir mirasçılarından 40 kişiye karşı yönelttikleri dava bekletici sorun sayılarak sonucuna göre işin esası incelenerek karar vermekten ibarettir... ) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; Mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
M.K.'nun 917. maddesine dayanılarak Hazine aleyhine açılan bu davanın, tapu kaydının düzeltilmesi davasının reddine ilişkin kararın kesinleşme tarihinden 1 yıl içinde açıldığı hususunda uyuşmazlık bulunmamaktadır. Özel daire ile yerel mahkeme arasındaki uyuşmazlık, on yıllık zamanaşımının başlangıç tarihi hakkındadır. Yerel mahkeme bu sürenin tapudaki yanlışlık tarihinden başlayacağı görüşündedir.
Sağlıklı bir sonuca varabilmek için zamanaşımının kabul ediliş nedenleriyle, tapu sicilinin tutulmasında hakim olan ilkelere kısaca değinmekte yarar vardır.
Belli bir süre içinde kullanılmayan dava edilebilme niteliğini kaybetme olan zamanaşımının kabul nedenleri, iddia edilen alacağın aradan uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen kullanılmaması, kendi alacağına karşı uzun süre kayıtsız kalan kimsenin bu hakkının artık korunmaya layık olmadığını kabul etmiş sayılacağı, uzak geçmişte kalan olaylardan dolayı uyuşmazlığın sürdürülmesinde kamu yararı bulunmaması olarak özetlenebilir.
Tapu siciline hakim temel prensipler ise; tescil prensibi, illiyet prensibi, aleniyet prensibi, güven prensibi, ayni aleniyet prensibi ve Devletin sorumluluğu prensipleridir.
Taşınmazların tapu siciline kaydolunmasının Devlet bakımından gösterdiği önemledir ki; M.K.'nun 917. maddesiyle "Hazine tapu sicillerinin tutulmasından mütevellit bütün zararlardan mes'uldür. "Hazine, bu zararlar kendi kusurundan mütevellit memurlara aledderecat rücu etmek hakkını haizdir" hükmü getirilmiştir.
Görüldüğü gibi bu maddede, zamanaşımının sözkonusu olup olmadığı, sözkonusu ise hangi zamanaşımının uygulanacağı konusunda bir açıklık yoktur.
Öğreti ve uygulama kıyas ( benzetme ) yoluyla B.K.'nun 60. maddesindeki zamanaşımının uygulanacağı sonucuna varmıştır. Kıyas ( benzetme ) yoluyla uygulamada ise, müessesenin bünyesi ve niteliğinin gözardı edilmemesi gerekir.
M.K.'nun 917. maddesi gereğince, Hazine'nin sorumlu olabilmesi tapu sicilinin tutulmasından zarar doğmuş bulunması, memurun, hukuka aykırı eylemi olması, zarar ile eylem arasında illiyet ( nedensellik ) bağı bulunması koşullarına bağlıdır. Zarar doğmadıkça Hazine'nin sorumluluğundan söz edilemeyeceği açıktır. Tapu kaydının düzeltilmesi olanak içinde bulundukça zarardan söz edilemeyecek, Hazine'ye karşı tazminat davası açılamayacaktır.
Mülkiyet hakkına dayanılarak açılacak bir davada, zamanaşımının bahis mevzuu olamayacağı, 16.5.1956 gün, E.1 , K.7 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı gereğidir.
M.K.'nun 933. maddesi gereğince haklı bir sebep olmaksızın yapılan bir tescil mülkiyet hakkını sona erdiren, tek başına yeterli bir neden değildir.
Bunun içindir ki, sahte vekaletname veya bu nitelikteki bir veraset ilamıyla yapılan tescile rağmen eski malik ( davacı ), tapu tashihi davası sonuçlanıp kesinleşinceye kadar, taşınmazın mülkiyetini henüz yitirmiş değildir.
15.3.1944 gün, E.1943/13, K.1944/8 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında belirtildiği gibi, tapuda yanlışlık başlı başına hukuki bir mevcudiyet ifade etmeyip, ancak sebebiyet verdiği zarar itibariyle hukuki bir mevcudiyet ifade eder. Bunun doğal ( tabii ) sonucu ise zamanaşımının kayıt tashihine ait davanın reddine ilişkin kararın kesinleşme tarihinden başlamasıdır. Aksinin kabulü, 917. maddenin konuluş amacına da ters düşer. Nitekim Hazine'nin açacağı rücu davasında da zamanaşımının tapudaki yanlışlık tarihinden değil, ödeme tarihinden başlayacağı, yerleşmiş uygulama gereğidir.
Yerel mahkemece, bu ve özel daire bozma kararında gösterilen nedenler gözetilmeksizin direnme kararı verilmesi Usul ve Yasa'ya aykırı olup bozma nedenidir.
SONUÇ : Davacı vekillerinin temyiz itirazlarının yukarıda ve özel daire bozma kararında gösterilen nedenlerle kabulüyle HUMK.'nun 429. maddesi gereğince direnme kararının ( BOZULMASINA ), davacılar lehine takdir olunan 1.000 lira avukatlık ücretinin davalılardan alınarak davacılara verilmesine oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY YAZISI ( I )
Temyize konu bu dava, Hazine aleyhine açılan ve M.K.'nun 917. maddesinden kaynaklanan bir tazminat davasıdır. MK. m.917'ye göre Devlete karşı açılacak tazminat davalarında B.K.'nun 60. maddesinde öngörülen zamanaşımının uygulanacağı yolunda öğretide ve uygulamada tam bir görüş birliği vardır. Bu yön Hukuk Genel Kurulu'nun 26.9.1962 gün ve E.4/21, K.76 sayılı içtihadında veciz bir şekilde dile getirilmiştir. Nitekim, yerel mahkeme ile özel daire ve özel dairenin çoğunluk görüşü ile azınlık görüşü arasında bu konuda herhangi bir uyuşmazlık mevcut değildir. O halde, kusurlu ya da kusursuz sorumluluk ayırımı yapılmaksızın bütün haksız eylemlere ( ayrık durumlar ve özel düzenlemeler hariç olmak üzere ) uygulanan BK. m.60'taki zamanaşımı ve özellikle 1 ve 10 yıllık zamanaşımının hangi tarihlerden itibaren başlayacağı konusu üzerinde kısaca durulmasında yarar görmekteyiz.
Bilindiği gibi, konumuzla ilgili olmak üzere anılan maddede iki tür zamanaşımı öngörülmüştür. Bu yön m.60'da şu şekilde deyimini bulmuştur.
( ...Zarar ve ziyan yahut manevi zarar namıyle nakdi bir meblağ tediyesine müteallik dava, mutazarrır olan tarafın zarar ve failine ıttıla tarihinden itibaren bir sene ve her halde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra istima olunamaz..."
A ) Görülüyor ki, maddede öngörülen bir yıllık Asli Zamanaşımı süresi kural olarak "zararın ve onu giderme borcu altında bulunan kişinin öğrenilmesinden ( bilinmesinden ) itibaren" işlemeye başlayacaktır. İstikrarla vaki Yargıtay uygulamalarında, "...zararın varlığını öğrenmenin zamanaşımının işlemesi için yeterli olduğu, kapsam ve miktarının öğrenilmesinin şart olmadığı" kabul edilmektedir. ( Geniş bilgi için Bakınız: İsmet Sungurbey - Medeni Hukuk Sorunları - İstanbul 1973 - Sayfa 98 vd. ); ( Selim Kaneti - İsviçre Federal Mahkemesinin Borçlar Hukuku Kararları - Cilt I - Sayfa 182. 165 numaralı karar ). Buna karşılık, zarar görenin zararın varlığını öğrendiği anda, ilerde doğabileceğini öngöremediği zararlar sonradan ortaya çıkarsa, bir başka ifade ile zarar gelişen bir durum gösteriyorsa, bu zararların tazmini için zamanaşımı, bunları öğrendiği günden işlemeye başlar. Cismani zararların sonuçları pek güç öngörülebileceğinden, bu durum özellikle cismani zararlarda söz konusu olur. ( Sungurbey - age - 119, N.4 ); ( Kaneti - age - 183 ve 185 ).
B ) Ancak hemen belirtmek gerekir ki: zarar görenin, zararı ve tazmin ile yükümlü kişiyi öğrenmesinden başlayarak bir yıl içinde dava açabilmesinin de bir üst sınırı olmak gerekir. Bu yön zamanaşımı müessesesinin kabul ediliş amacının doğal bir sonucudur. Nitekim yasa koyucu, BK m.60/1 ile buna bir sınır koymuş ve ( ...ve her halde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra... ) maddi ve manevi tazminat davalarının dinlenemeyeceğini açık bir dil ile vurgulamıştır. Bu yönü bir örnekle belirtmek gerekirse; zarara ve onu tazmin ile yükümlü kişiye ıttıla, eylemin işlenmesinden üç yıl, beş yıl ya da dokuz yıl sonra vaki olmuşsa zarar gören bir yıl içinde tazminat davasını açabilir; ancak ıttıla mesela dokuz buçuk yıl sonra vaki olmuşsa, bu takdirde zarar gören ancak altı ay içinde dava açmak zorundadır. Çünkü, anılan maddedeki on yıllık zamanaşımı süresi, tazminat isteme hakkını doğuran eylem ya da olgu ile işlemeye başlayacaktır. On yıllık sürenin başlaması için zarar unsurunun var olup olmamasının, bir başka deyim ile zararın doğmuş olup olmamasının hiç bir etkisi yoktur. Zarar sonradan meydana gelmiş olsa bile on yıllık zamanaşımı, eylem ya da olgu tarihinden işlemeye başlayacaktır. Bu yön, İsviçre / Türk doktrininde asla tartışılmayan bir konudur. Esasen m.60'ın düzenlenme biçimi, başkaca bir yoruma elverecek nitelikte değildir. İsviçre uygulamasının da ( davacı vekili Tekinay'ın iddiası hilafına bu doğrultuda olduğu gözlenmektedir. ( Bakınız. Kaneti - age - sayfa 185, 168 numaralı ve keza sayfa 230'daki 220 numaralı karar ). Bern İstinaf Mahkemesi' nin 7 Mart 1929 tarihli kararında da ( ZBJV. Cilt 66, sayfa 496 vd. ); ( ...Herne kadar iddia edilen zarar ancak 1923 yılında, söz konusu taşınmazın devri dolayısıyle tapu sicilinin bir hükmü olarak ortaya çıkmış ise de, bidayet mahkemesi doğru bir şekilde 10 yıllık tali zamanaşımının varlığını kabul etmektedir. Zira, B.K.'nun 60. maddesi, tazminat talebinin her halde zarar verici fiilin vukuundan itibaren 10 yıl sonunda zamanaşımına uğrayacağını öngörmektedir. Bu hüküm borçlunun menfaatına vazedilmiştir ve böylece kendisinin sorumluluğunu gerektirebilecek fiilleri dolayısiyle sınırsız bir süre için takip edilebilmesine engel olunmak istenmiştir. Bu sebeble 10 yıllık süre, zarar verici fiilin yapılmasından itibaren başlar ve örneğin bu olayda olduğu gibi tazminat iddiası, iddia henüz dermeyan edilmeden zamanaşımına uğramış olabilir ( V.Tuhr, allg. Teil OR 347, N.36: Oser, Aufl. Art.60, N.14; vgl.auch BGE Art 352 und Staudinger N. 2 ) BK.60. maddesinde söz konusu edilen ( zarar verici fiil ), 1879 yılındaki hatalı kadastro yapılması sebebiyle ika edilmiştir. Bu fiil, herhalde daha sonra çıkan zararın sebebidir. Ayrıca, İsviçre Medeni Kanunu'nun mer'iyete vaz'ına dair kanunun 168. maddesi gereğince, 1913 yılında Kanton Tapu Sicillerinin, Federal Tapu Sicili hükmünde olduğu ve bunun Bungdorf kazasında da yürürlüğe girdiği açıklanmıştır. Bizatihi bu durum, zarar verici fiil olarak nitelendirilse dahi, zamanaşımı süresi gene geçmiş sayılır. ) Bu sebeble davanın zamanaşımı sebebiyle reddine karar verilmiştir... ) denilmek suretiyle konuya büyük bir açıklık getirilmiştir. Öte yandan Yargıtay Hukuk Genel Kurulu ile 4. Hukuk Dairesi de birçok kararlarında BK.m.60'ı böyle anlamış ve yukarıda anılan görüş doğrultusunda uygulamıştır ( HGK. 26.9.1962 gün ve E.4/21. K.76; 4.H.D. 31.10.1975 gün E.1013, K.11104 ve keza 30.11.1973 gün ve E.10397, K.9643 ). Demek oluyor ki, zararı doğuran eylem ya da olgudan doğan zarar, bilahare meydana gelmiş ise, zarar ve ziyan isteme hakkı, dava hakkının doğumundan önce zamanaşımına uğrayabilir.
Nitekim, mümeyyiz davacı vekili olan Tekinay da Borçlar Hukuku adlı eserinde aynen ( ...fiilden zarar gören, gerek sorumlunun kim olduğunu gerekse zararı ne zaman öğrenmiş olursa olsun, fiilin vukuundan itibaren 10 yıl geçince, tazminat davası zamanaşımına uğrar. Demek ki, zararın ve sorumlunun, fiil vukubulduktan 10 yıl sonra öğrenilmesi, zarar gören kişiye pek fayda sağlamaz; zira onun dava hakkı zamanaşımına uğramış bulunmaktadır... ) demek suretiyle aynı görüşü paylaşmıştır ( S.S.Tekinay - Borçlar Hukuku - 3. Bası - İstanbul 1974 - Sayfa 510 ). Mümeyyiz Vekili, 1971 yılında basılan Eşya Hukuku adlı kitabında da, bu tür olaylarda Hazine'nin ( Devletin ) aleyhine ( MK. m.917'ye dayanılarak açılacak davalarda ) B.K.'nun 60. maddesi hükmünün uygulanacağını bildirmiş; ne var ki 10 yıllık zamanaşımının başlangıcı yönünden bir açıklama yapmamıştır. Böyle bir açıklamanın yapılmamasının nedeni, kanımızca bu konuda herhangi bir kuşku ve duraksamanın söz konusu olmamasındadır. Ancak, mümeyyiz vekilinin daha sonra 1978 yılında yayınlanan Eşya Hukuku adlı kitabında ( sayfa - 313 vd. ) 10 yıllık sürenin başlama tarihinin ne olacağı sorusunu ortaya attığı ve sonuçta 10 yıllık sürenin dahi, zararın doğumu tarihinden itibaren başlayacağı sonucuna vardığı görülmektedir. Esasen, adı geçen mümeyyiz vekilinin duruşmada da aynı konuları dile getirdiği cihetle burada bu iddialara cevap verilmesinde zorunluk duyulmuştur. Zira, bu iddialara karşı verilecek yanıt, aynı zamanda Genel Kurulun çoğunluk görüşünün de yanıtını teşkil edecektir.
Ancak, yanıtlara geçmeden önce, Genel Kurul kararında yer alan bir konu ve yargıya katılmadığımızı hemen belirtmek istiyoruz. Gerek müzakereler sırasında ve gerekse çoğunluk kararında, B.K.'nun 60. maddesinde öngörülen ve haksız eylemlere ilişkin olan zamanaşımının, M.K.'nun 917. maddesinden kaynaklanan tazminat davalarına kıyasen uygulanacağı cihetle, Devletin tapu sicillerinden doğan tazminat davalarının taşıdığı özellik bakımından 10 yıllık zamanaşımının ancak zararın öğrenildiği veya hiç olmazsa fiilen gerçekleştiği tarihten başlaması, yani ayın hakkının sona erdiği tarihin zamanaşımına başlangıç olarak alınması gerektiği ileri sürülmüştür. Oysa hemen belirtelim ki, B.K.'nun 60. maddesi yukarıda kısaca değinildiği gibi, kusurlu ve kusursuz sorumluluktan doğan, yani daha genel bir ifade ile haksız eylemden doğan bütün tazminat davalarında kıyasen değil, doğrudan doğruya uygulanır. Daha değişik bir anlatımla eğer bir haksız eylem için yasalarda ayrı bir zamanaşımı öngörülmemiş ise bu takdirde BK. m.60 doğrudan uygulama yeri bulacaktır; tıpkı sözleşmelerle ilgili bir konuda ayrı bir zamanaşımı düzenlenmemiş olan durumlarda BK. madde 125 uygulandığı gibi. Nitekim MK. m.917, m.320'de ayrı bir zamanaşımı söz konusu olmadığından BK. m.60 bu eylemlerden doğan tazminat davalarında uygulanmaktadır. O halde MK. m.5 karşısında özellikle temyiz konusu bu davada kıyasen bir uygulamadan asla söz edilemez.
Mümeyyiz vekili Tekinay, 1978 baskılı Eşya Hukuku adlı kitabının 314. sahifesinde aynen şöyle demektedir ( ki bu görüşünü duruşmada ve temyiz aşamasında da yinelemiştir. ( ...Kanaatımızca, tapu sicilinin tutulmasındaki yolsuzluk devam ettikçe hukuka aykırılık da sürüp gider. Diğer söyleyişle, tapu kütüğündeki yolsuz kayıt düzeltilinceye kadar Hazine'nin sebebiyet verdiği hukuka aykırı durumun devam ettiği söylenebilir. Böyle hallerde zamanaşımı, zararın öğrenildiği veya hiç değilse fiilen gerçekleştiği tarihten başlatılmalıdır. Bu çözüm tarzı kabul edilmezse, birçok hallerde, ayni hakkın doğduğuna ve varlığına yıllarca inanarak zilyetliğini sürdüren bir kimse, elindeki taşınmazdan yoksun kalınca -aradan 10 yıl geçtiği için- devletin doğruluğunu garanti ettiği tapu kaydının koruyucu desteğinden hiç bir şekilde faydalanamaz. Bu sonuç, iktisabın hükümsüzlüğünü kısa zaman sonra öğrenen bir kimsenin duyacağı ızdıraptan çok daha ağır bir acı doğurur... ) demekte, BK. m.60 ile ilgili ilk görüşü ile çatışır nitelikte bir öneride bulunmaktadır. Bir temenni niteliğinde de olsa bu görüşe, B.K.'nun bugün yürürlükte bulunan 60. maddesinin düzenleme ve anlaşılış biçimine göre katılma ve bu görüşü paylaşma mümkün değildir. Şöyle ki:
1 - Bilindiği gibi haksız eylemler; ani, temadi ya da teselsül eden haksız eylem şeklinde tezahür ederler.
a ) Ani haksız eylemlerde, eylem uzamaz ( imtidat etmez ). Yani ani olarak başlar ve ani olarak tamamlanır ve zararı meydana getirir. Bu tür ani haksız eylemlerde, eylem işlendiği anda vücut bulmuştur. Bu durumda zamanaşımı ( özellikle 10 yıllık zamanaşımı ), zararı doğuran eylemin tekemmül ettiği andan itibaren işlemeye başlar.
b ) Temadi eden haksız eylemlerde, kural olarak eylem sürüp gittikçe ( devam edegeldikçe ) zamanaşımı işlemez, bu gibi durumlarda zamanaşımı ancak temadinin son bulduğu günde işlemeye başlar. Çünkü, eylem devam edegeldikçe, haksız eylem son bulmamış demektir.
c ) Teselsül eden haksız eylemlerde ise, aynı kararın sonucu olsa dahi, haksız eylemin tekrarlanması durumunda, her yeni eylemden doğan zarar için yeni bir zamanaşımı işlemeye başlar; gerçi, yasa koyucu, TCK.nun 103. maddesi ile suçlu yararına öngördüğü kural gereğince müteselsil ( zincirleme ) suçlarda ( suç kastının tek olması bakımından ) teselsül eden eylemlerin hepsini bir tek eylem sayıp, zamanaşımını teselsülün bittiği günden başlattığı görülmekte ise de, Ceza Yasasının bu kuralı, böyle bir kural bulunmayan Borçlar Hukukundaki zamanaşımına aktarılamaz ve borçlunun aleyhine olarak uygulanamaz ( Sungurbey - age. - 103, 110, 112, 119 ). O halde, aynı kastın ya da kararın icrası cümlesinden de olsa tekrarlanan her haksız eylem bağımsız bir eylem sayılıp, her biri hakkında ayrı zaman aşımı uygulanmak gerekir.
Tapu sicillerinin tutulmasından doğan zararların ( somut olayda olduğu gibi ) ani bir haksız eylem sonucu oluştuğu ( meydana geldiği ) kuşkusuzdur. Nitekim olayımızda 1939 yılında yolsuz tutulmuş, tesis edilmiş bir tapu kaydı mevcuttur ve davacıların miras bırakanına tapu idaresinde yapılan satış üzerine 1945 yılında zararın doğmasına neden olan yanlış işlem tesis olunmuştur. O tarihten sonra zarar verenin başkaca bir eylemi söz konusu değildir. O halde, zarar verenin başkaca bir katkısı olmaksızın, haksız bir eylemle yaratılmış olan zarar verici durum yalnızca devam ediyorsa, haksız eylemin devamı ya da tekrarı söz konusu olmadığından, zarar görenin zarar verici durumu öğrendiği anda bir yıllık zamanaşımı ve eylemin işlendiği, hatalı işlemin yapıldığı tarihten itibaren de 10 yıllık zamanaşımı işlemeye başlar ( Sungurbey - age - s. 119 vd. ). Çünkü burada yalnızca yaratılmış olan ihlal ( zarar ) durumu devam eder; yoksa zarara yol açan eylem devam etmez ve çünkü tekrarlanan bir hatalı tapu işlemi yoktur. Bundan dolayı... zaten doğmuş olan zararın yalnızca devamı söz konusudur. Nitekim, mümeyyiz vekili dahi eserinde eylemin devam ettiğini kabul edememiş ve sadece tapu sicilinde yanlış kayıt durdukça hukuka aykırılığın ( hukuka aykırı durumun ) devam edeceğini, hukuka aykırı durum devam ettikçe de zamanaşımının işlemeye başlamasının hakkaniyete aykırı bir sonuç doğuracağını ( mürafaada ) ileri sürmüştür. Oysa BK. m.60.'da özellikle 10 yıllık zamanaşımının haksız eylem gününden başlayacağını vurgulanmıştır. Hukuka aykırılığın, yukarıda açıklandığı gibi ihlalin ( zararın ) devamı süresince zamanaşımının işlemeyeceğini kabul, maddenin açık hükmü karşısında mümkün değildir. Çünkü anılan maddede öngörülen eylem sözcüğünün, eylem ( olgu ) hakkında değişik açıdan yürütülen bir değer yargısı olan hukuka aykırılık halini de kapsayacak şekilde yorumlanması, keyfi bir yorumdan ileri gidemez. Böyle bir yorumu kabul, mesela yayın yoluyla işlenen haksız eylemlerden doğan tazminat davalarının, o yayının zararlı sonuçları devam ettikçe, diğer bir ifade ile yayının yapıldığı gazete ya da kitap ortada durdukça hiç bir zaman zamanaşımına uğramayacağı sonucunu doğurur ki, Sungurbey'in deyişi ile ( ...zamanaşımının başlangıcını tamamiyle belirsiz bir tarihe ve davacının keyfine bırakan böyle bir çözümün, yasa koyucunun, uyuşmazlıkları bir an önce tasfiye etmek amacını güden ve bu amaçla kabul ettiği 60. madde hükmüne aykırı düşeceği kuşkusuzdur. Oysa, az yukarıda verilen örnekte, tazminat davası ( Yargıtay uygulamasına ve bilimsel görüşlere göre ), yayının yapıldığı tarihen itibaren işlemeye başlayan zamanaşımına bağlı tutulmuştur.
Kaldı ki, mümeyyiz vekilinin temenni niteliğindeki önerisine dayanak yaptığı 15.3.1944 günlü İçtihadı Birleştirme Kararının da bu olayla uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Öte yandan, yine mümeyyiz vekili, "...İsviçre doktrininin modern bir görüşle BK. m.132/6 hükmünü geniş bir tarzda yorumladığını ileri sürerek, bu hükmün dahi zamanaşımının durmasını gerektireceği..." görüşünü ileri sürmüştür. Halbuki olayımızda bu hükmün uygulanması da mümkün değildir. Çünkü, davacı ayın davasını açtığı tarihte ayrıca bir tespit davası açmak olanağına da sahipti ( Mustafa Reşit Karahasan - Sorumluluk ve Tazminat Hukuku - İstanbul 1981 - Sayfa 1604/c ); ( Sungurbey - age - 115, 104 ). Görülüyor ki mümeyyiz vekilinin temenni niteliğindeki görüşüne hiç bir yönden katılmak mümkün değildir. Zira, yanlış tapu işleminin ( hukuka aykırı durumun ) devamı süresince zamanaşımının işlemeyeceğini kabul, bir anlamda gerek MK. m.917'den kaynaklanan gerekse basın araçlarıyla ( gazete, kitap, mecmua ile ) işlenen haksız eylemlerden doğan davaların zamanaşımına uğramayacağı sonucunu doğurur ki, BK. m.60'ın uygulanmasını da ortadan kaldıracak olan böyle bir yoruma herşeyden önce bizzat 60. madde hükmü engeldir.
Öte yandan bir kısım bilim adamları ( ...BK. m.60'da on yıllık sürenin de zarar verici fiilde bulunulduğu tarihten itibaren işlemeye başlayacağı ifade edildiğine göre, eğer zarar gören her halde sicilin yolsuz tutulmasından itibaren on yıl içinde dava açmamışsa, zarar, on yıl sonra meydana gelse dahi, durum değişmeyecek, dava zamanaşımına uğramış olacaktır. Fakat tapu sicilinin yolsuz tutulmasında, zarar görenin çoğu kez zarar verici fiilden haberdar olmaksızın dahi on yılın geçebileceği düşünülecek olursa, bu sürenin çok kısa olduğu ortaya çıkar. Bu durumda tapu sicilinin daima kişilerin denetimi altında bulundurulması gerekir. Oysa hiç kimseye sicildeki hakkının yerinde durup durmadığını devamlı olarak araştırma görevi yüklenemez. Bu herşeyden öne, tapu sicilinin amacına aykırı düşer. Bütün bunlardan dolayıdır ki, bizim de katıldığımız bir görüşe göre, buradaki 10 yıllık sürenin hiç olmazsa, zararın doğduğunun kesin olarak tespit edildiği tarihten itibaren işlemeye başlayacağını kabul etmek gerekir... ) demektedirler ( Lale Sirmen - Tapu Sicilinin Tutulmasından Doğan Zararlardan Devletin Sorumluluğu - Ankara 1976 - Sayfa 104 ). Yukarıda da belirttiğimiz gibi böyle bir yorum ve uygulama, ancak temenni olarak düşünülebilir. Çünkü, bir yasa hükmünün yorumu ile boşluk doldurma çabalarını birbirine karıştırmamak gerekir. Ratio Legis' e göre yorum, kanundan çıkan anlama ve ondaki değerlendirmelere bağlıdır ve bu yüzden yorumcu, boşlukların doldurulmasında olduğu gibi, serbest bir değerlendirme yapamaz. Çünkü, serbest bir değerlendirme ancak, kanundan somut olaya ilişkin gerekli karar için bir norm çıkarılamadığı zaman mümkündür. Bundan dolayı bu ayırımın yapılmaması tehlikelidir. Kanunun anlamına göre yorumundan meydana gelecek sonuç, kişisel olarak adaletli bulunmadığında, serbest değerlendirme ile norm kazanılmaya girişilecektir ki, bunda doğrultu olarak, iyiniyetle, hukuk idesi ( adalet ) seçilse bile, ortada kanuna bir aykırılık vardır, contra legem bir hüküm verme söz konusudur. Hukukun serbestçe bulunmasına, ancak kanunun anlamından bir şey çıkarılamıyorsa, belli bir konuda boşluk varsa girişilebilir. O kadar ki, kanun koyucunun önceden görülemediği yeni ilişki biçimlerinin ortaya çıkmasında dahi, eğer kanun anlamına göre bu ilişkilere uygulanabilecek ise, yine bir boşluk doldurma çabasına girişilemez. Hukukçu, uygulayıcı, kanunların amaç ve ilkelerine, kendi arzu ve idealleri adına dahi olsa, aykırı davranamaz, yorumlamak ve uygulamakla görevli bulunduğu kanunları çiğneyemez, özellikle onlarla ilgisini kesemez ( Prof.Dr. Vecdi Aral - Hukuk ve Hukuk Bilimi Üzerine - 3. Bası - İstanbul 1979 - Sayfa 205 vd. ). O halde, zararı doğuran eylemin işlendiği tarihten itibaren başlayacak 10 yıllık sürenin, somut olay yönünden çok kısa olduğundan sözederek, zamanaşımının işlemeye başlamasını 60. maddenin öngörmediği bir koşula ( zararın kesin olarak tespit edildiği tarihe ) bağlamak, yoruma dahi gerek bulunmayan 60. maddenin lafzına ve ruhuna aykırı düşer. Kaldı ki, 10 yıllık sürenin kısa olduğu iddiası da asla varit değildir. Zira, M.K.'nun 638., 766 sayılı Tapulama Kanunu'nun 31. maddelerinde de öngörülen 10 yıllık süre içinde mülkiyet hakkının kaybı konusu düzenlenmiştir. Bir an için bu sürenin kısa olduğu kabul edilse dahi salt bu gerekçe, yasa hükmünün değişik bir şekilde yorumlanmasını ve uygulanmasını gerektirmez. Bir Federal Mahkeme Kararında da açıkça belirtildiği gibi ( ...alacaklı henüz alacağı doğuran ya da kapsamına etkili olan olayları öğrenmeden, alacağın zamanaşımına uğraması şaşılacak bir durum değildir. Alacaklının, alacağını bilmemesine önem vermeyen ve OR. 127/BK. 125'ten daha kısa zamanaşımı süreleri öngören kurallar da vardır. Ayrıca OR.60/I, 67/I - BK.60/I, 66/I zamanaşımı süresinin, alacaklının zararı ve zarardan sorumlu kişiyi ya da sebebsiz zenginleşmeyi öğrendiği andan başlayacağı yolundaki kuralı da sınırsız bırakmamış olup, zamanaşımının zarar verici olaydan ya da talebin doğuşundan başlayarak on yılın sonunda herhalde gerçekleşeceğini belirtmişlerdir........ Alacaklının henüz alacağı doğuran olayları öğrenmeden alacağı zamanaşımına uğrasa bile, bu madde hükümlerinin uygulanmasından vazgeçilemez. Alacaklı yönünden böyle bir adaletsizliği önlemenin mi, yoksa alacağın muacceliyetinden başlayarak on yıl geçtikten sonra artık koğuşturmaya uğramak istemeyen borçluyu korumanın mı daha ağır bastığı kanun koyucunun çözümleyeceği bir sorundur. Yargıç, alacaklıyı korumak için, kanunun koyduğu düzenden ayrılamaz..... ) ( Kaneti - age - sayfa 232 ve özellikle 233 ).
Nihayet, Yüce Genel Kurul çoğunluk kararında, rücu davalarının paranın ödenmesinden sonra açıldığı olgusunun da ek bir gerekçe olarak karara dayanak yapılması görüşüne de katılamıyoruz. Çünkü bu ilkenin, BK. m.60'ta öngörülen 10 yıllık zamanaşımının başlaması ile ilgisi ve alakası mevcut değildir.
O halde bütün bu nedenlerle, zamanaşımının ayın davasının redle sonuçlandığı tarihten itibaren işlemeye başlayacağı yolundaki görüş, BK. m.60'ta öngörülen 10 yıllık tali zamanaşımının uygulanmasını ortadan kaldıracağı cihetle benimsenememiştir. Bu bakımdan yasa hükümlerine uygun olan direnme kararının onanması gerektiği görüşüyle çoğunluk kararına muhalifiz.
1. Başkanvekili
Nihat RENDA
Üye
Galip ONURSAN
Üye
Cahit KESKİN
KARŞI OY YAZISI ( II )
M.K.'nun 917. maddesinin birinci fıkrasındaki tazminat, hukuki nitelikçe haksız eylemden doğan tazminatın bir türüdür. Tazminatın haksız eylem esasına dayandığı anlaşılınca zamanaşımı yönünden de B.K.'nun 60. maddesinin gözönünde bulundurulması gerekir. Sözü edilen maddenin birinci fıkrası uyarınca zarar ve sorumluyu öğrenme gününden itibaren 1 yıl ve her halde zararı meydana getiren eylemin işlenmesinden başlayarak 10 yıl geçtikten sonra dava zamanaşımına uğrar ( Bakınız: Yargıtay HGK.nun E.4-21, K.76 sayılı ve 26.9.1962 günlü kararı ).
Tapu sicili, memur tarafından tutulur. Tapu sicilinin tutulmasından doğan zararı o memurun sicili tutarken yapacağı müsbet bir eylemi veya imtina şeklindeki hareket ile oluşur. ( Bakınız: O.Wieland, Kanunu Medenide Ayni Haklar Tercümesi; 2.cilt, 2.baskı 1949, sahife 857 ). Bu eylem veya hareket sürekli bir durum değil, tek bir davranıştan ibarettir. Bu itibarla 10 yıllık zamanaşımının başlangıç günü tapu dairesinde muamelenin yapıldığı tarihtir ( Bakınız: Yargıtay HGK.nun E.4/58, K.64 sayılı ve 5.10.1956 günlü kararı ).
Davaya konu olan olayda Emlak Bankası idari yoldan tapu dairesine başvurarak Hazinece kendisine sermaye hissesi olarak verilen taşınmazın tapuda kayıtlı sınırlarını genişleterek alanını artırmıştır. Böylece tapu dairesi, Hazine ye ait yerleri de Emlak Bankası'na verilen taşınmaza katmak suretiyle hukuka aykırı bir işlem yapmıştır. Sözü edilen bu işlemle ve hatta Emlak Bankası'nın davacının satıcısına ve davacının satıcısından davacıya yapılan satışlar ile bu tazminat davasının açıldığı güne kadar 10 yıldan çok fazla bir süre geçmiştir. Bu nedenle davada B.K.'nun 60. maddesinin birinci fıkrasında gösterilen 10 yıllık tali zamanaşımının gerçekleşmiş olduğunun kabulü gerekir.
M.K.'nun 917. maddesinin 1. fıkrası hükmüne dayanan tazminat davalarında ayni hakkın kurulması için açılan davanın reddine ilişkin kararın kesinleştiği gün 10 yıllık zamanaşımına başlangıç olarak kabul edilemez. Bu kesinleşmenin bilindiği gün ancak 1 yıllık zamanaşımı için başlangıç olabilir. Fakat bu arada eylemin işlendiği günden itibaren 10 yıl geçmişse artık 1 yıllık sürenin geçmemiş olmasına bakılmaz. Çünkü bu gibi hallerde tazminat talebi hakkı, doğumundan önce zamanaşımına uğramaktadır.
Öte yandan tapunun iptaline dair kesinleşmiş kararlar, inşai niteliktedirler ve bu niteliklerinden ötürü hükmün kesinleşmesinden itibaren sonrası için geçerli olmak üzere yeni bir hukuki durum oluştururlar. Bu gibi davaların reddine ilişkin kararlar varlığı iddia edilen hakkın mevcut olmadığını tesbit ederler. ( Bakınız: Prof. Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 1979, Sahife 939 ). O halde, bir tapu iptali davasının reddine dair kesinleşmiş karar davacının ayın hakkını düşürmez. Aksine onun ayın hakkının esasen var olmadığını gösterir. Bu hukuki esas Yargıtay HGK.nun 5.10.1955 günlü ve E.4/58, K.64 sayılı kararında da benimsenerek ( davacının ayni hakkı tapu sicil muhafızlığında yapılan muamele ile bertaraf edilmiştir. ) denilmek suretiyle ayın hakkının ne zaman düştüğüne işaret edilmiştir.
Bu nedenlerle yasaya uygun olan direnme kararının onanması oyundayım.
Üye
Şerafettin SEYHUN
KARŞI OY YAZISI ( III )
M.K.'nun 917. maddesi uyarınca, Hazine aleyhine açılan tazminat davasının bir haksız fiil tazminat davası türü olduğu, zamanaşımı bakımından B.K.'nun 60/1. maddesi hükmüne tabi bulunduğu hususlarında, Yargıtay İçtihatları ve öğreti tam uyum içindedir. Anlaşamayan görüşler, dava konusu olayda görüldüğü gibi, zamanaşımının hangi hal veya olaydan başlayacağı ve bunun tesbiti keyfiyetindedir.
B.K.'nun 60/1. maddesi metninde ( ...zarara ve failine ıttıla tarihinden itibaren 1 sene ve herhalde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren 10 sene geçmekle dinlenmez ) deniyor. Görülüyor ki kanun, özellikle 10 senelik zamanaşımı açısından, zararın gerçekleştiği tarihle zararı doğuran eylem gününü birbirinden tamamen ayırmış olup zamanaşımı başlangıcını eylemin işlendiği tarihe bağlamışır. Madde metni yoruma ve kuşkuya yer vermeyecek kadar açıktır. Kanun yapıcı zamanaşımı ilkelerini borçlu yararına getirmiş olup, sarsıntılı olan duruma belli süre geçmesinden sonra hukuki kisve giydirmiş, alacak veya hak gerçekte mevcut olmasına rağmen, dava yolu ile himaye edilir olmaktan çıkarmıştır.
B.K.'nun 60/1. maddesindeki 1 yıllık sürenin zararı ve failini öğrenme tarihinden başlayacağı kuşkusuzdur. Ancak bu süre, zarar ve failin öğrenilememesinden dolayı il nihaye uzatılamaz, bu ıttılaın her halde 10 yıl içinde gerçekleşmesi zorunludur. Zararı meydana getiren haksız işlemden başlayarak 10 yıl geçmekle dava zamanaşımına uğrar. Zarar 10 yıl geçtikten sonra meydana gelse bile hukuki durum değişmez. Zararın malın mamelekten çıktığı tarihte gerçekleşmiş sayılması hali, ancak 1 yıllık zamanaşımı süresinin başlaması bakımından önemli olup, 10 yıllık sürenin başlangıcı sayılamaz. Zira, ıttılaın her halde 10 yıl içinde gerçekleşmiş olması şarttır.
Konu, M.K.'nun 917/2. maddesinde yer bulan "rücu" davası yönünden de önemlidir. Senelerce süren davalar sebebi ile hatta 20-25 yılı geçen zamandan sonra, Hazine rücu davası açmak zorunda kalmamalıdır. Bu davanın çoğu zaman delilleri kaybolmuştur. İlgili memur emekli olmuş, belki de ölmüştür. Memur 20-25 yıl önceki işlemin hesabını nasıl verecek ve savunacaktır? Bir tapu memuru veya mirasçıları yıllar yılı dava tehdidi altında bırakılmamalıdır.
Tapu sicilinin yanlış tutulmasından zarara uğrayan kişinin fiilin vukuundan itibaren işleyecek 10 yıllık zamanaşımı süresini kaçırması ve Hazine'yi dava edememesi, tüm haklarını kaybettiği anlamına gelemez. B.K.'nun 51, M.K.'nun 917, 931, 933. maddeleri hükümlerinden faydalanarak hakkını elde etme imkanına sahiptir. Haksız tescil veya işlemin tapu sicilinde durduğu sürece haksız eylemin devam eylediği görüşüne katılmak mümkün değildir. Zira temadi eden ve her gün yeniden haksız fiil oluşturan bir eylem ( mütemadi suç ) karşısında değiliz.
Nitekim öğretide, 10 yıllık zamanaşımı süresinin fiilin vukuu tarihinden işleyeceğini benimseyen pek çok görüş vardır: ( Galip Esmer, Mevzuatımızda Gayrimenkul Hükümleri Sh.470 ); ( Dr.Zahid Çandarlı, Borçlar Hukukunda Zamanaşımı Sh.20 ); ( Prof.Dr. Haluk Tandoğan, Türk Mesuliyet Hukuku Sh.360 - M.Reşit Karahasan, Tazminat Davaları Sh.226 - Becker, Borçlar Kanunu - K.Reisoğlu Tercümesi Sh.361 - Borçlar Hukuku Oser Şerhi, R.Seçkin Tercümesi Sh.545, 547 ).
SONUÇ : Yukarıda açıkladığım gerekçe ile direnme kararı yasaya uygun olmakla, bozma biçiminde oluşan çoğunluk görüşüne katılmıyorum.
Üye
Y.Semih ÖKTEMER