 |
Yargıtay içtihatları bölümü
Yargıtay Kararı
T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
E: 1979/13-1905
K: 1982/966
T: 22.12.1982
- DANIŞIK [MUVAZAA]
- İŞTİRAK HALİNDE MÜLKİYETİN HÜKÜMLERİ
ÖZET:Mevsuf [nisbi] danışıkta [muvazaada) ilke olarak görünüşteki işlemin altına saklanan ve tarafların içerik [muhteva] ve sonuçlarıyla birlikte gerçekleştirmek istedikleri işlem (gizli sözleşme) geçerlidir. Ancak danışıkta gizli işlem biçime bağlıysa ve bu gizli işleme ilişkin irade açıklamaları biçimine uygun olarak yapılmamışsa, görünüşteki işlem yapılırken yaşaların ön gördüğü biçime uyulmuş olması, gizli işlemdeki biçime aykırılığı gidermez. Bu durumda görünüşteki işlem tarafların gerçek iradelerini yansıtmamasından ötürü bir sonuç doğurmadığı gibi gizli işlem de biçime aykırılık nedeniyle geçersizdir.
Gerçek sözleşme bağışlama olarak kabul edildiğinde hukuki işlemin konusu olan her iki taşınmaz tapu sicilinde kayıtlı olmadığına göre tapusuz taşınmazlar üzerindeki zilyetlikten ibaret olan hakkın devri hususuna ilişkin gizli sözleşme hiç bir biçim koşuluna bağlı olmadığından geçerlidir.
MK.nun 630 maddesinin son fıkrasında öngörülen (iştirak halindeki mülkiyet durumu devam ettikçe şayi cüzde tasarruf caiz değildir) biçimindeki hüküm sadece tasarruf (yani temlik) muamelesi için sözkonusudur.
(818 s. BK m. 18)
(743 s. MK m. 630)
(YİBK., 7.10.1953 gün ve 8/7 s.)
Taraflar arasındaki "senet iptali" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; (Ulubey Asliye Hukuk Mahkemesi)'nce davanın kabulüne dair verilen 1.6.1978 gün ve 9- 79 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine Yargıtay 13. Hukuk Dairesi'nin 26.4.1979 gün ve 1423 - 2300 sayılı ilamıyla; (...Davacılar, murisleri İbrahim'in davalıya iki parça tapusuz taşınmazını sattığına dair davalı tarafından 28.2.1979 tarihli bir senet ortaya çıkardığını, muris İbrahim davalı ile nikahsız evlenmiş olup davalıdan çocukları olduğunu, ortada gerçek bir satış olmadığı halde tesir altında muvazaalı olarak bu senedin verildiğini, satışı yapan İbrahim'in taşınmazın tümüne malik olmayıp iştirak hali bulunduğunu ve bu nedenle satışın geçersiz olduğunu, İbrahim'in satış tarihinde şuurunun da yerinde olmadığını ileri sürerek bu senedin iptalini istemişlerdir.
Mahkemece, senedin karşılıksız ve muvazaalı olarak verildiği, senette alıcı davalının imzasının bulunmadığı, bu nedenle şeklen eksik olduğu ve satılan taşınmazlar iştirak halinde olup satışın bu itibarla da geçersiz olduğu gerekçesiyle senedin iptaline karar verilmiştir.
Dava konusu olan ve miras bırakana ait bulunduğu kabul edilen tapusuz taşınmaz satışına ve bağışına ilişkin sözleşme kişisel hak doğuran bir sözleşme olup geçerlidir. Bu gibi sözleşmelerde alıcının da imzasının bulunması şart olmayıp, borç altına girenin imzasının bulunması yeterlidir. Öte yandan satış veya bağış konusu malın iştirak halinde bulunması da ortada objektif bir imkansızlığın bulunmaması nedeniyle sözleşmenin geçerliliğini etkileyemez. Kaldı ki bu yön ancak ayın davasında incelenmesi gereken bir husustur. Miras bırakan tarafından yapılan geçerli bir sözleşmenin ise mirasçılar tarafından bedelsizlik, muvazaa gibi nedenlerle iptali değil, MK.nun 507. maddesi hükmü uyarınca tenkisi istenebilir Mahkemece bu esaslar gözetilerek davanın reddedilmemiş olması usul ve kanuna aykırıdır...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Temyiz eden : davalı vekili.
Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Davacılar dava dilekçesinde özet olarak; (...miras bırakanları Ibrahim'in iki parça tapusuz taşınmazıni davalıya sattığına ilişkin 28.2.1979 tarihli bir senet düzenlenmiş ise de; ortada gerçek bir satış akdi olmayıp, senedin muvazaalı olarak verildiğini, murisin davalı ile nikahsız evlendiğini ve çocukları olduğunu; taşınmazlar iştirak halinde mülkiyet konusu olduklarından, satışın bu nedenle de geçersiz bulunduğunu; senette davalının imzası da olmadığını ve murisin satış tarihinde şuurunun yerinde bulunmadığını...) ileri sürerek, senedin iptaline karar verilmesini istemişlerdir.
Davalı ise, davanın reddini savunmuştur.
Yerel mahkeme, (...senedin karşılıksız ve muvazaalı olarak verildiği, senette alıcı davalının imzası bulunmadığından, şekleri eksik olduğu ve satılan taşınmazlar iştirak halinde olup, bu nedenle de satışın geçersiz olduğu...) gerekçesiyle senedin iptaline karar vermiş; bu karar, özel dairenin yukarıya metni aynen alman ilamı ile bozulmuş ise de; mahkeme, (...belgenin muvazaalı olarak düzenlendiğinden ve tapusuz taşınmazların iştirak halinde bulunması nedeniyle satışının geçersiz bulunduğundan...) söz ederek eski kararında direnmiştir.
BK.nun 18. maddesinde deyimini bulan muvazaa, (tarafların, üçüncü kişileri aldatmak amacı ile ve fakat kendi gerçek iradelerine uymayan ve aralarında hüküm ve sonuç doğurmayan bir görünüş yaratmak hususunda anlaşmalarıdır) şeklinde tanımlanabilir. Demek ki, irade açıklamasında bulunan tarafla, bu açıklamanın kendisine yapıldığı kişi, irade açıklamasının sonuç doğurmaması konusunda anlaşmışlar, yalnız gerçek bir hukuki işlemin bulunduğu görüşünü yaratmayı istemişlerse, muvazaadan söz açılır. Bilindiği gibi muvazaa iki türlü olabilir; taraflar herhangi bir hukuki işlemi yapmayı [oluşturmayı] istemezler, yalnız görünüşte bir hukuki işlem için gerekli irade açıklamasında bulunurlar; ya da taraflar gerçekten belli bir hukuki işlem yapmak isterler, ancak onu saklamak amaciyle, bir başka işlemin kurulduğu görüşünü yaratmak üzere irade açıklamasında bulunurlar (HGK., 4.5.1960 gün ve 2/24 E., 24 K.; HGK. 3.6.1964 gün ve 2/422 E., 398 K.; HGK. aynı gün 2/335 E., 397 K.; HGK. aynı gün ve 2/3 E. 390 K.; HGK. 4.5.1966 gün ve 2/406 E., 132 K.). Taraflar ister yalnız bir görünüş yaratmayı, ister ikinci bir gizli işlem yapmayı arzu etmiş olsunlar, görünüşteki [zahiri] işlem tarafların gerçek iradelerine uymadığından, ilke olarak herhangi bir sonuç doğurmaz. Muvazaada görünüşteki işlemin her türlü hukuki sonuçtan yoksun olması, tarafların ortak iradelerinin bu yolda olmasından ötürüdür. Şu halde, özellikle mevsuf {nisbi] muvazaada ilke olarak görünüşteki işlemin altına saklanan ve tarafların muhteva ve sonuçlarıyla birlikte gerçekleştirmek istedikleri işlem (gizli sözleşme) geçerlidir. Çünkü bu geçerlilik, yine tarafların gerçek ve uygun iradelerinin bu yolda olmasından kaynaklanır ve çünkü, onun muvazaalı hukuki işlemin altına gizlenmiş olması, kural olarak geçerliğini etkilemez. Ancak muvazaada, gizli işlem şekle bağlıysa ve bu gizli işleme ilişkin irade açıklamaları şekle uygun olarak yapılmamışsa, görünüşteki işlem yapılırken yasaların öngördüğü şekle uyulmuş olması, gizli işlemdeki şekle aykırılığı gidermez. Bu durumda, görünüşteki işlem tarafların gerçek iradelerini yansıtmamasından ötürü herhangi bir sonuç doğurmadığı gibi, gizli işlem dahi şekle aykırılıktan dolayı geçersizdir. Bu ilke, 7.10.1953 gün ve 8/7 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında çok açık bir şekilde dile getirilmiştir Bu kararda açıklanan görüş, Türk doktrini tarafından da benimsenmiş ve uygulama, herhangi bir sapma göstermeksizin bugüne deyin devam edegelmiştir.
Temyiz incelemesi yapılan bu davanın konusunu oluşturan bu olayda biran için mahkemenin benimsendiği gibi miras bırakan İbrahim'in davalı Fatma ile yaptığı gerçek sözleşme bağışlama olarak kabul edilse dahi, hukuki işlemin (yani sözleşmenin) konusu olan her iki taşınmaz tapu sicilinde kayıtlı bulunmadığına göre, tapusuz taşınmazlar üzerindeki zilyetlikten ibaret olan hakkın devri hususuna ilişkin gizli sözleşme hiçbir şekil şartına bağli olmadığından geçerlidir. O halde, davacı tapusuz taşınmazların muvazaalı bir şekilde bağış yoluyla davalı tarafa zilyetliğin devir ve teslim olunduğuna ilişkin belgenin iptalini istemesi mümkün değildir. İptali istenen belge geçerli olduğuna göre, davacı taraf ancak koşulları gerçekleşirse tenkis isteyebilir.
Kaldı ki bu davada davacı taraf, muvazaa iddiasını yeterli kanıtlarla isbat etmiş de değildir.
Öte yandan, Genel Kurul görüşmeleri sırasında bir kısım üyeler (...iptali istenen belgeye konu tapusuz taşınmazların iştirak halinde zilyetlik şeklinde tasarruf edildiğini, hal böyle olunca bu tapusuz taşınmazların zilyetliğinin devri sözleşmesinin geçerli olabilmesi için, bütün hak sahiplerinin iştirakinin şart olduğunu, oysa bu sözleşmeye bütün hak sahiplerinin katılmadığını...) ileri sürerek, sözleşmenin geçersiz bulunması nedeniyle iptali gerektiğini ileri sürmüşler ise de, kurul çoğunluğu bu görüşede katılmamıştır. Şöyleki:
Bilindiği gibi, genelde temlik borcu doğuran sözleşmelerden olan satım sözleşmelerinde satış konusu olan malın, sözleşmenin yapıldığı anda mevcut olmasına ya da satıcının malvarlığında bulunmasına gerek yoktur. Bu itibarla ilerde yapılacak veya üretilecek yahut hasıl olacak şeyler de satışa konu teşkil edebilirler. Bir başka anlatımla, satıcı başkasına ait şeyleri de satabilir. Eğer satıcı başkasına ait şeyi satmış ve ifa zamanına kadar da o şey üzerinde tasarruf yetkisini elde edememişse ve bu yüzden borcunu yerine getiremiyorsa, ademi ifa nedeniyle tazminat ödemekle yükümlü tutulabilir (BK. 96). 0 halde özetle belirtilecek olursa kural olarak başkasının zilyetliğindeki tapuda kayıtlı olmayan taşınmazların satışı ve başkasına ait tapuda kayıtlı taşınmazların noter tarafından düzenlenen satış vaadi kişisel borç doğuran bir sözleşme olması nedeniyle geçerlidir. Bir başka deyimle, borç doğuran bir sözleşmenin geçerliği, hiç bir zaman satıcının satış tarihinde veya daha sonra o şeye malik olması şartına bağlı değildir. Ancak, maliki olmadığı bir taşınmazı satmış bulunan kişi aleyhine açılacak (ifa ve mülkiyetin alıcıya geçirilmesi) davasının redde müncer olması, böyle bir satışın BK.nun 20. maddesinde öngörülen afaki imkansızlık (objektif imkansızlık) nedeniyle geçersiz sayılmasını gerektirmez. Çünkü böyle bir sözleşme, (borç doğuran) bir sözleşme olarak geçerlidir ve sonuçta subjektif imkansızlık nedeniyle tasarrufi işlemin, yani ifanın yerine getirilememesi sonunda meydana gelen zararın tazmini, yukarıda da kısaca değinildiği veçhile BK. nun 96. maddesi gereğince satıcıdan istenebileceği gibi, eğer bir ceza, şartı kararlaştırılmış ise bunun da ödetilmesi yine BK. nun 158. maddesi uyarınca alıcı tarafından istenebilir (HGK.nun 21.2.1962 gün ve 6/3 E., 9 K.; keza 16.11.1978 gün ve 1/771 E., 755 K. sayılı kararları). Bunun gibi, bir kimsenin iştirak halinde mülkiyet şeklinde tasarruf edilen bir taşınmazın tamamını ya da böyle bir taşınmaz üzerindeki hakkını diğer bir kimseye devretmeyi vaadetmesi ya da iştirak' halinde zilyetliğin söz konusu olduğu tapusuz bir taşınmazın tamamını veya böyle bir taşınmaz üzerindeki ortaklık hakkını devretmesi (satması) borç doğuran bir işlem olarak geçerlidir ve yasa yollarına başvurup taşınmazın paylaştırılması sonunda iştirak halindeki mülkiyet, müşterek mülkiyete çevrilip meydana gelecek müşterek mülkiyet payının temliki veya tapusuz taşınmazın diğer paydaşlarının muvafakatını sağlaması suretiyle ifanın yerine getirilmesi mümkün bulunduğu cihetle, bu tür sözleşmelerde afaki imkansızlık söz konusu değildir (HGK. 26.12.1962 gün ve, 1/65 E., 94K.; HGK. 16.1.1971 gün ve 1/429 E., 17 K.). Demek oluyor ki, MK.nun 630. maddesinin son fıkrasında öngörülen (iştirak halindeki mülkiyet durumu devam ettikçe şayi cüzde tasarruf caiz değildir) şeklindeki hüküm, sadece tasarruf (yani temlik) muamelesi için söz konusudur. Hal böyle olunca da borç doğuran bir muamele olarak geçerli bulunan dava konusu belgenin iptaline karar vermek mümkün olamaz. Zira, yukarıda verilen her iki örnekte, hukuki işlemin tamamlanması için mal ile paranın değiştirilmesi hususundaki anlaşma yeterlidir; ayrıca şeyin teslimi ve paranın ödenmesi satışın tamam olması için şart değildir. Rızai bir sözleşme olan satım, sadece borç doğuran, ayni sonuç husule getirmeyen bir sözleşmedir; başka bir deyimle, satım sözleşmesi tamamlanır tamamlanmaz doğrudan doğruya malın mülkiyetinin veya hakkın nakli sonucunu doğurmaz; ancak bu hususta satıcıya nakil borcu yükler. Bu borç ayrı bir tasarruf işlemiyle yerine getirilir. Bu itibarla, bu ayın davasında sonucu etkileyen tasarruf işleminin, şahsi hak doğuran belgenin iptaline ilişkin bu davada sonuca etkisi yoktur.
O halde, bütün bu nedenlerle, Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenen özel daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Sonuç: Temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının özel daire bozma kararında gösterilen sebeplerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince (BOZULMASINA), 22.12.1982 gününde oyçokluğuyla karar verildi.