 |
Yargıtay içtihatları bölümü
Yargıtay Kararı
T.C.
YARGITAY
4.HUKUK DAİRESİ
E. 1978/6787
K. 1979/3245
T. 12.3.1979
DAVA VE KARAR : Bir idari işlemin, yetkili yargı organlarınca iptal edilmesi, bu işlemin yasalarca öngörülen koşulları taşımadığının saptanması demektir. Bu nitelikteki kararlara, Anayasa'nın 132. maddesi hükmünce yasama, yürütme ve idare organlarının uyması zorunludur. Bu itibarla anılan organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiç bir surette değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez. Kuşku yoktur ki, bir idare işleminin Danıştay'ca konu, sebeb, şekil, yetki ve amaç yönünden yasaca öngörülen koşulları taşımadığı saptanınca, o işlem sakat demektir. Sakatlığı, yargı organı tarafından saptanmış olan bir işlemin ise, artık hukuk düzeninde yeri olamaz. O halde, sakatlığı bir kararla tescil edilmiş bir idari işlemin ortadan kaldırılması, sonuçlarının olabildiği ölçüde silinmesi, eski halin iadesi gerekli ve zorunludur. Çünkü, uyuşmazlıklar yargısal yollarla bir kez çözülünce, artık o çözümün tartışılmaması, aynı sorunun tekrar yargı organı önüne getirilmemesi için bu çözümlere ( hukuksal gerçeklik ), yani ( kesin hüküm ) gücü tanınmıştır. Bu itibarladır ki iptal davaları, 1961 Anayasa'sının kabul ettiği ve ( yargının üstünlüğü ) ilkesi ile dile getirdiği hukuk düzeni içinde ayrı bir anlam kazanmaktadır. O halde, bir idari işlemin iptaline ilişkin olarak Danıştay'ca verilen bir iptal kararının Anayasa'nın 132. maddesi hükmünce hemen uygulanması gerekir. Çünkü, Anayasa hükümlerinin emredici, uyulması gerekli hükümler olduğu kuşkusuzdur. Anayasa hükümleri yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır ( Anayasa 8/2 ). Bu buyurucu, üstün hukuk kurallarına rağmen kesinleşmiş olan bir iptal kararını uygulamamak özellikle kişisel bir kusur teşkil edecektir. İşte davalı aleyhine açılan bu dava, kesin bir yargı kararının uygulamaması hukuki nedenine dayanmaktadır.
Davacı, ( Ç ) Çalışma Bakanlığı müsteşarı iken 3.6.1975 gününde 14826 sayılı kararname ile bu görevinden alınmış ve araştırma kurulu üyeliğine atanmıştır. Davacı gerek kendisinin ve gerekse yerine atanmış olan ( M.E. ) adlı kişinin atama işleminin ( tayin tasarrufunun ) iptali için Danıştay 5. Dairesi'ne iptal davası açmıştır. Danıştay 5. Dairesi her iki işlemin icrasını 15.9.1975 gün ve 1975/1845 sayılı kararla "savunma alınıncaya kadar" ve 24.10.1975 gün ve 1975/3756 sayılı kararla da "dava sonuna kadar" durdurmuştur. Bu kararlar Çalışma Bakanlığı'na 19.9.1975 ve 7.11.1975 gününde tebliğ olunmasına ve atama işlemi aynı dairenin 8.12.1975 gün ve 3756/8053 sayılı kararıyle iptal edilmesine rağmen bu karar uygulanmamış, üstelik zamanın Çalışma Bakanı olan ( A.T.P. ) bu kerre davacının atandığı araştırma kurulundaki görevine devam etmediği gerekçesiyle davacıyı müstafi saymış; ne var ki davacının bu kararın iptaline ilişkin olarak açtığı dava sonunda, bu idare işlemi de Danıştay 5. Dairesi'nin 7/2926 sayılı ve 18.5.1976 günlü kararıyle iptal edilmiştir. Davacı bu kesin yargı kararlarını uygulamayan Çalışma Bakanı ( A.T.P. ) aleyhine Ankara Asliye Hukuk Mahkemesi'nde manevi tazminat davası açmış ve yapılan yargılama sonunda adı anılan Bakan 29.12.1976 gün ve 268/708 sayılı ilamla elli bin lira manevi tazminat ödemeye mahkum edilmiş ve bu karar Yargıtay'ca da onanmak suretiyle kesinleşmiştir.
Bundan sonra 10.11.1976 gününde çalışma bakanı değişmiş ve davalı ( ş.K. ) bakan olmuştur. Bu değişiklik üzerine davacı 19.4.1977 gününde Ankara 6. Noterliği kanalıyla davalı bakana durumu ihtar etmiş ve o güne kadar ısrarla uygulanmayan iptal kararlarının bir hafta içinde uygulanmasını istemiştir. Bu ihtarnamenin 28.4.1977 gününde davalı Bakan ( ş.K. ) nin sekreterine tebliğ edildiği dosyadaki belge ile gerçekleşmiştir. Ancak, davalı bakan'ın bakanlıktaki görevinin son bulduğu 22.6.1977 gününe kadar bu kesin yargı kararlarını uygulamadığı ve böylece Anayasa'nın 132. maddesinin çok açık ve buyurucu emrine aykırı davranış içine girdiği anlaşılmaktadır. Nitekim bu yön ve özellikle davalının dahi kesin yargı kararlarını uygulamakla yükümlü olduğu yerel mahkeme kararında da açıkça benimsenmiştir. Ne var ki yerel mahkeme, bu maddi ve hukuki olguyu aynen benimsemesine rağmen, davayı reddetmiştir. Red gerekçesi ( iptal kararlarını uygulamayan eski bakan aleyhine dava açılıp manevi tazminat alınmıştır. Bundan sonra sırf bakanın değişmesi nedenine dayanılarak ve olayın tekrarlandığı iddiasıyle yeniden manevi üzüntüye düşülmesi söz konusu olamaz. Böyle bir iddia, Devlet hizmetinin ve hükümet düzeyinde yapılan hizmetlerin devamlılığı açısından kabul edilemez. Yani davalı Bakan ( ş.K. ) nin Danıştay kararlarını uygulamaması yeni ve başka bir haksız eylem niteliğinde sayılamaz. Aksi görüşü kabul, yasa hükümlerine uygun düşmez ) görüşüne dayandırılmıştır. Hemen belirtmek gerekir ki, böyle bir görüş ( kesin olmamakla beraber olsa olsa ve oda sorumluluk için öngörülen koşulların gerçekleştiği hallerde ) bakanlığın hizmet kusuruna dayanılarak Danıştay'da açılacak manevi tazminat davalarında kabul edilebilir. Bunun dışında kişisel kusurları ile kesin yargı kararlarını uygulamayan kişiler hakkında böyle bir görüşe yer vermek olanaksızdır. Çünkü, bu kesin yargı kararlarını Anayasa'nın 132. maddesinin buyurucu hükmüne aykırı olarak kim uygulamıyor, yerine getirmiyor ise elbette ayrı ayrı manevi tazminat ile sorumlu olacaktır. Bu durumlarda her bakanın kişisel kusuru, yani yasaya aykırı eylem ve davranışı bir bütün olarak nitelendirilemez ve kabul edilemez. Esasen bu gibi durumlarda birbiri ile halepselef olan bakanlar arasında bir zincirleme sorumluluk da söz konusu olamaz. Zira, eski Bakan ( A.T.P. ) kendi zamanı idaresinde Danıştay kararını uygulamamak suretiyle davacıya karşı haksız eylem işlemiş ve görevinden ayrıldığı anda bu haksız eylem sona ermiştir. ( A.T.P. ) den sonra Çalışma Bakanı olan davalı ( ş.K. ) nin eylem ve davranışı ise, eski bakanın eyleminden tamamen ayrı, bağımsız bir haksız eylemdir. Bu durumda bu davalı haksız eyleminin sonuçlarına ayrıca katlanmak durumundadır. şu itibarla, icra kuvvetinin devlet hizmetinde bir süreklilik ve devamlılık arzetmesi ilkesinin bu tür olaylarda sonuca etkisi olamaz. Kaldı ki, yine koşulları gerçekleştiği takdirde her iki bakanın eylemlerinin suç niteliğinde tezahür etmesi de mümkündür. O halde bu durumlarda her iki bakanın suçlarının tek bir suç olarak benimsenmesi nasıl mümkün değil ise, suç niteliğinde sayılmayan bu tür haksız eylemlerde de eylemin birliğinden söz etmek mümkün değildir.
Kaldı ki, Danıştay 8. Dairesi'nin, mükerreren uygulanamayan ilamlar nedeniyle idareyi defaatle tazminata mahkum ettiği göz önüne alındıkta, idareye karşı dahi ileri sürülemiyecek olan bu tutarsız iddiaya, olayımızın özelliği bakımından katılmaya hukuksal yönden olanak bulunmamaktadır. Nitekim emsal bir davada aynı davalı aleyhine verilen bir tazmin kararı, dairemizin 22.1.1979 gün, 3951/539 sayılı ilamiyle onanmıştır.
SONUÇ : O halde, bütün bu yazılı, nedenlerle davacının, davalıdan ayrıca manevi tazminat istemesi mümkündür. Ancak, davacının önceki bakandan aldığı manevi tazminat miktarı, bu davada hükmedilmesi gereken manevi tazminatı kapsam yönünden etkileyecektir. Bu durumda davacının isteğinin bu koşullar altında değerlendirilmesi, duyduğu elem ve ızdırabın ve manevi acının kapsamının bütün olaylar gözetilerek tesbit edilmesi ve hak ve adalete uyğun düşecek bir manevi tazminata hükmedilmesi için karar bozulmalıdır.