 |
Yargıtay içtihatları bölümü
Yargıtay Kararı
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 1976/1-3265
K. 1977/320
T. 30.03.1977
DAVA VE KARAR : Taraflar arasındaki tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; ( Erdemli Asliye Hukuk Mahkemesi ) nce davanın reddine dair verilen 12.11.1975 gün ve 308-340 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 1. Hukuk Dairesi'nin 30.1.1976 gün ve 11769-904 sayılı ilamıyla, ( Davacı vakıf, 27 parsel sayılı taşınmazın maliki olarak tapu siciline her ne kadar "davalının" ismi yazılmışsa da bu kaydın gerçeğe uymadığını asıl malikin ( M.F.S. ) olduğunu ileri sürerek sicildeki yanlışlığın düzeltilmesini istemiştir.
Mahkemece dava nedeni "muvazaa" olarak kabul edilmiş, geçerli ve yasal delil mevcut olmadığı gerekçe ve düşüncesiyle dava reddedilmiştir.
Uyuşmazlığına doğru bir çözüm yolu bulunması için isteğin niteliğinin sağlıklı olarak saptanması gereklidir. Mahkemece "Muvazaa" nın dava nedeni olarak kabul edilmesi doğru, yanıt ve kanıtların iddiayı isbata elverişli sayılmaması ise yanlıştır.
Muvazaa, Türk Hukukunda genellikle ön plandaki işlemin, yani ortada görülenin gerçeğe uygun olmaması anlamını taşır. Muvazaalı işlem, asıl amacı veya gerçek durumu örtüp gizlemek için kullanılan bir "paravandır" bu gibi hallerde gerçek, muvazaanın arkasında saklanmış ve gizlenmiştir.
Kişiler türlü nedenlerle muvazaalı işlemlere baş vurmaktan geri kalmazlar. Bu nedenlerin hepsini burada saymak ve saptamak gereği yoktur. Çok kez üçüncü kişilerin kovuşturmalarından kurtulmak veya onların haklarını iptal etmek yasaları etkisiz bırakmak için kişiler muvazaayı bir araç olarak kullanırlar.
Muvazaanın geniş bir alanı ve çeşitleri ve kanıtlama biçimleri vardır.
5.2.1947 günlü İçtihadı Birleştirme Kararında varlığı kabul edilen ve isbat şekli belirlenen "namı müstear" davalısının dahi muvazaa ile yakın ilişkisi bulunduğu kuşkusuzdur.
Olayda, 27 parsel sayılı taşınmazın gerçek malikinin tapu sicilinde adı yazılı olan davalı ( H ) değil ( M.F.S. ) olduğu iddiası bir "namı müstear" davasından başka bir şey değildir. Böylece taraflar arasında kendine özgü bir mülkiyet uyuşmazlığı niteliği taşıyan ve tapu siciline gerçek malikin adının yazılmasını sağlamak amacıyla açılan bu davanın İçtihadı Birleştirme Kararında öngörülen biçimde "Yazılı delil" ile isbat edilmesi olanağı vardır.
Davalı, 27 parsel sayılı taşınmazı 14.3.1970 tarihinde ( A ) tarafından yapılan bağış sonunda sicilde üstüne geçirmiştir. Davalı bu tarihten bir gün sonra 15.3.1970 gününde ( M.F.S. ) ye hitaben verdiği imzalı belgede ( A ) nın kendisine bağışladığı taşınmazın adı geçene değil ( M.F.S. ) ye ait olduğunu ve ( M.F.S. ) nin gösterdiği lüzum üzerine bağışlandığını, bağışa rağmen taşınmazın sahibi kendisi değil ( M.F.S. ) olduğunu, istenildiği zaman ( M.F.S. ) ye veya arzu ettiği kişiye taşınmazın ferağını vermeye hazır bulunduğunu kabul etmiştir.
Davalı ( H ) nin vekili olan Hüseyin'in imzasını taşıyan 24.3.1973 günlü ve başka belgede dilediği ise 27 parsel sayılı taşınmazın sahibinin ( M.F.S. ) olduğu taşınmazı adı geçenin kimseye devretmeğe hazır oldukları, yalnız taşınmazın mülkiyetleri altında bulunan döneme ilişkin masraf ve vergilerinin ( M.F.S. ) ye ait olduğu belirtilmek suretiyle yukardaki belgenin kapsamı doğrulanmıştır.
Davalı taraf 15.3.1970 günlü belgedeki imzayı açıkça inkar etmemiş muhtevasına itiraz etmemiş, ancak resmi şekilde düzenlenmediğinden bahisle iddiayı isbata elverişli olmadığını ileri sürmüş, davaya etkisi olmayan tevilli savunmalarda bulunmuştur.
15.3.1970 günlü yazılı belgenin biçim ve kapsam yönlerinden muvazaa iddiasını isbata yeterli sayılacak güç ve nitelik taşıdığı kuşkusuzdur. Bu belgeye göre, taşınmazın gerçek maliki ( H ) değil, ( M.F.S. ) dir. Bu açıklamalara dayanılarak muvazaa iddiasının sübuta erdiğini, taşınmazın asıl malikinin ( H ) değil ( M.F.S. ) olduğunu ve sicilde malikin kişiliğini gösteren kaydın gerçeğe uymadığını kabul etmek gerekir.
Bu suretle taşınmazın asıl maliki olduğu saptanan ( M.F.S. ) noterde düzenlediği 11.9.1975 günlü belge ile bu konudaki dava hakkını davacı Vakfa devrettiğine vakfın kuruluşunu sağlayan tüzüğün 5. maddesinde Vakfın bu gibi devir işlemlerini kabule yetkili olduğu yazılı bulunduğuna göre davanın aktif husumet ehliyeti yönünden incelenmesine engel olabilecek bir durum yoktur, gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; Mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Vakıf tarafınan açılan davanın konusu taşınmaz malın davalı ( H ) adına olan tapu kaydının iptali ile davacı Vakıf adına tescili isteminden ibarettir. Dosyadaki belgelere göre taşınmaz mal ( A ) dan hibe yolu ile ( H ) ye intikal ederek ( H ) adına 14.3.1970 tarihinde tescil edilmiş ( H ) nin ( M.F.S. ) ye yazdığı 15.3.1970 günlü yazıda, uyuşmazlık konusu taşınmazı ( A.K. ) dan devraldığını, aslında taşınmazın ( M.F.S. ) ye ait iken ( A ) da emanet olduğunu ve gördükleri lüzum üzerine hibe yolu ile teferruğ ettiğini ve tamamen ( M.F.S. ) ye ait bulunup istediği zaman kendisine veya istediği kimseye ferağ vermeye hazır olduğunu açıklamıştır. Daha sonra bu belgeyi teyit eden 24.2.1973 günlü belgede ( M.F.S. ) ile ( H ) vekili Hüseyin tarafından imzalanmıştır. Bu son belgede de mülkiyete ilişkin husus 15.3.1970 günlü belge doğrultusunda açıklandıktan sonra bütün vergi, resim, harç ve devir sırasında doğabilecek bütün masraf vergi ve harçları ( M.F.S. ) nin ödeyeceği kabul edilmiştir. ( M.F.S. ) 11.9.1975 gününde noterde düzenlediği belge ile de mülkiyet aslında kendisine ait iken muvazaa yoluyla ( H ) adına tescil edilen 185.000 metrekare arazideki her türlü hakkını yardım ve İyilik vakfını devir ve temlik etmiştir. Bu belgelere göre maddi olay şöyle özetlenebilir: Taşınmaz mal önce ( A ) adına kayıtlı iken hibe yolu ile ( H ) ye geçmiş ve tescilin ertesi günü ( H ), ( M.F.S. ) ye yazdığı yazıda taşınmazın tamamen ( M.F.S. ) ye ait bulunduğunu beyan ile istediği zaman kendisine veya dilediği kimseye ferağını vermeyi kabul etmiş; ( M.F.S. ) de taşınmazın davacı Vakıf adına tescil edilebilmesi için her türlü hakkını bu arada dava hakkını vakfa devrettiğini noterde düzenlediği 11.9.1975 günlü belge ile açıklamıştır. Uyuşmazlığın çözümlenebilmesi önce davacı "Yardım ve İyilik Vakfının" dava hakkı bulunup bulunmadığı sorunu ile, sonra da dava hakkı bulunduğu takdirde olayların yukarda özetlenen durumuna göre, tapuda kayıtlı bulunan bir taşınmazın tapu kaydının resmi niteliği haiz bulunmayan belgelere dayanılarak iptal isteğinin kabul edilebilip edilemiyeceği sorunlarının çözümüne bağlıdır.
a ) DAVA HAKKI YÖNÜNDEN SORUNUN ÇÖZÜMÜ:
( M.F.S. ) 11.9.1975 günlü belgede aynen şöyle demiştir. "...Mülkiyeti aslında bana ait iken muvazaa yolu ile ( H ) adına tescil edilen 185.000 metrekare arazideki her türlü hakkımı Yardım ve İyilik Vakfına devir ve temlik etmiştim. Bu devir ve temlikteki kastım sözü edilen taşınmazın Yardım ve İyilik Vakfı adına geçebilmesi için gereken her türlü hakkımın bu arada dava hakkımın da devir ve temlikini kapsar. Gördüğüm lüzum üzerine sözü edilen taşınmazın Yardım ve İyilik Vakfı adına tescil edilebilmesi için gereken her türlü dava ikamesi hak ve yetkilerinin dahi bu Vakfa devir ve temlik edilmiş olduğunu tavzihen ve teyiden beyan ederim." Bu yazıdan hiçbir tereddüde yer vermiyecek biçimde anlaşılmaktadır ki ( M.F.S. ) dava hakkını davacı Vakfa devretmiş bulunmaktadır. Şu halde davacı Vakfın dava hakkını varlığının kabulü icabeder. Esasen mahalli mahkeme dahi önceki kararının gerekçe bölümünün 1 sayılı bendinde, dosyadaki noter senedinden davacının ( M.F.S. ) nin tüm haklarını devir aldığı anlaşıldığından "davacının davacı olma sıfatı doğmuştur" demek suretiyle davacının dava hakkını kabul ettiği gibi özel daire dahi bu yönü benimsemiş bulunmakta ve bunun sonucu olarak mahalli mahkeme özel daire arasında davacının dava hakkının varlığı konusunda görüş ayrılığı söz konusu olmamaktadır.
Hukuk Genel Kurulu'ndaki görüşmelerde bazı üyeler davacı Vakfın dava açabilmesi için dava konusu taşınmaz üzerinde olunmuş bir hakka sahip olması gerektiğini ileri sürmüşler ise de çoğunluk aşağıda ( b ) bendinde açıklanan nedenlerle bu hakkın dahi gerçekleşmiş olduğu düşüncesiyle belirtilen görüşe katılmamıştır.
b ) ESAS YÖNÜNDEN:
Hukuk Genel Kurulu'ndaki görüşmeler sırasında uyuşmazlığın 5.2.1947 gün ve 6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile 7.10.1953 günlü ve esas 8, karar 7 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararlarından hangisi uyarınca çözümlenmesi gerektiği sorunu tartışılmış ve bir kısım üyeler 7.10.1953 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı karşısında 5.2.1947 günlü olanının uygulanma niteliğini kaybettiğini ve olayda 7.10.1953 günlü İçtihadı Birleştirme kararının uygulanması gerektiği görüşünü ileri sürmüşler ise de çoğunluk şu gerekçelerle bu görüşe katılmamıştır: 1947 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararı 1. Hukuk Dairesi'nin bir olayda namı müstear iddiaların resmi senetle isbatı lüzumuna, diğerinde ise alelitlak yazılı deliller isbatının mümkün olabileceğine karar vermesi dolayısıyle hasıl olan İçtihat ayrılığını giderilmesi amacıyla çıkarılmış olup sonuçta namı müstear davaların mesmu ve yazılı delil ile isbatının caiz bulunduğuna karar verilmiştir. 1953 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararı ise, karının taşınmaz malı üçüncü kişi durumunda bulunan eski malik ile yaptığı satım aktine dayanarak taşınmazı adına satın alması için karısına parasını verdiği halde kocasının mümessili olarak hareket etmeyerek ve taahhüdünü yerine getirmeyerek doğrudan doğruya kendisinin iktisap etmesi halinde kocanın taşınmazın tapudaki kaydının adına düzeltilmesini karısını hasım göstererek isteyip isteyemeyeceği konusunda meydana gelen içtihad aykırılığının giderilmesi amacıyla çıkarılmış olup, İçtihadı Birleştirme Kurulu olayları vekalet akti olarak niteledikten sonra" aralarında mevcut olduğunu iddia ettiği akti bir münasebete müsteniden tapuda malik sıfatiyle mukayyet bulunan bir şahıstan sicildeki kaydın namına tashihini isteyen kimsenin Medeni Kanun'un 634 üncü maddesine uygun şekilde davalı ile beyinlerinde inikad etmiş muteber bir akte istinat etmesi lazımdır. Böyle bir aktin inikad etmediği davacının beyanından anlaşıldıktan sonra Kanun'un mevcut olmadığını kabul ettiği bir halin isbatı da artık mahkemece düşünülemez. Bu gibi hallerde davanın hukuki sebepten mahrum bulunması bakımından" reddi gerektiğine karar vermiştir.
Yukarda özetlenen her iki İçtihadı Birleştirme kararı, bu kararların kapsamlarından açıkça anlaşılmaktadır ki farklı olaylar için çıkarılmışlardır ve 1953 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararı karşısında 1947 tarihli olanın uygulanma kabiliyetinin kalmadığından söz edilemez. Şu halde her iki İçtihadı Birleştirme Kararının da hayatiyetlerini koruduklarının kabulü gerekir.
1947 ve 1953 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararlarına yol açan uyuşmazlıklara esas olaylar ve o kararlarda benimsenen esaslar ve bakılmakta olan bu davadan maddi olaylarla iddia ve savunmalar hep birlikte değerlendirildiğinde uyuşmazlığın çözümünde 1947 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanması gerektiği sonucuna varılmıştır. Gerçekten olayda uyuşmazlık konusu taşınmazın gerçek malikinin tapu sicilinde yazılı olan ( H.D. ) değil ( M.F.S. ) olduğu yolundaki iddia hukuksal açıdan bir nam-ı müstear davası niteliğini taşımaktadır. O halde iddianın 1947 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararında açıklanan esaslar uyarınca, 15.3.1970 günlü belge ile isbatına olanak vardır. Az önce sözü edilen belgede taşınmazın malikinin ( H ) değil, ( M.F.S. ) olduğu ve sicilde malikin kişiliğini gösteren kaydın gerçeğe uymadığı bizzat kayden malik gözüken ( H ) nin beyanları ile imzaları inkar edilmeyen ve 1947 günlü İçtihadı Birleştirme Kararına göre geçerli olan belgeden anlaşılmaktadır. Bu nedenlerle mahkemece Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen özel daire bozma kararına uyulmak gerekirken önceki kararda direnilmesi Usul ve Yasa'ya aykırıdır. Direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarda ve özel daire bozma kararında gösterilen nedenlerle Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 429 uncu maddesi uyarınca ( BOZULMASINA ), davacı yararına takdir olunan 1.400 lira avukatlık parasının davalıdan alınıp davacıya verilmesine, ikinci görüşmede yarıdan bir fazlayı geçen çoğunlukla karar verildi.
KARŞI OY YAZISI
Karşı oy yazısı vermiş bulunan Sayın 8. Hukuk Dairesi Başkanı ( S.E.A. ) ile Sayın 7. Hukuk Dairesi Başkanı ( A.N.O. ) nun görüşlerine tümü ile katıldığım gibi ayrıca esas yönden şu hususları da eklemek zorunluğunu gördüm. Şöyleki:
İçtihadı Birleştirme Kararına uyma zorunluğu vardır. Ancak duraksamadan hemen belirtmek gerektirki hiç bir yargısal kararın yasa hükümlerini değiştirdiği düşünülemez. Bazı olaylar karşısında Yargıtay dairelerinden birbirine aykırı karar çıkması halinde olayların özelliğine göre İçtihadı Birleştirme Kararları vücuda getirilir. Bu kararlar uygulamaya genel anlamda bir takım ilkeler getirirler. Uygulama bakımından tartışılan birbirine zıd iki İçtihadı Birleştirme Kararı vardır. Bunlardan 5.2.1947 gün ve 6 sayılı olan: "Namı müstear davaları yazılı delille ispat edilebilir" ilkesini getirmiş buna karşılık diğer 7.10.1953 gün ve 7/8 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ise "Namı müstear durumu bir inançlı temlikin, bir muvazaalı muamele arkasında gizlenmesi şeklinde kendini gösterirse bu takdirde geçerli bir sözleşme olmadıkça namı müstear iddiasında bulunan kişiye dava hakkı tanınamaz" ilkesini getirmiştir. 1953 tarihli bu içtihadı birleştirme kararı gerek yargısal alanda ve gerekse Doktrinde bu biçimde yorumlanmaktadır.
1 - Yargısal görüşte: Her iki İçtihadı Birleştirme kararını karşılaştıran Yüksek Yargıtay 4. Hukuk Dairesi'nin 5.3.1970 gün ve E.969/13041, K.970/1789 sayılı kararında 1947 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararının -Geçerlik biçim koşulunu ortadan kaldırmamış olduğunu ve 7.10.1953 gün ve 7/8 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında olduğu gibi muvazaa iddiaları resmi şekilde düzenlenmiş bir belgeye dayanmadıkça dinlenemez, olduğunu belirtmiştir.
2 - Doktrinde ( Prof. Dr. M.Kemal Oğuzman ve Doç.Dr.Özel Seliçi ) - Eşya Hukuku adlı yapıtlarının 296. sahifesinde 7.10.1953 tarihli içtihadı birleştirme kararında varılan sonucu namı müstear durum bir inançlı temlikin, bir muvazaalı muamele arkasında gözlenmesi şeklinde tezahür ederse bu takdirde muvazaa ve inançlı muamele hükümleri uygulanmak gerekeceği ve bunun resmi şekilde yapılmadıkça hükümsüz olacağı, biçiminde yorumlamışlardır."
Belirttiğimiz yargısal ve bilimsel yorumların ışığı altında 1953 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararının Medeni Yasa'nın Tapu Sicili, müessesine ve bu davaya her yönü ile uygun bulunduğu görülmekte olduğu gibi yürürlükte olan ve birbirine aykırı iki yasa hükmünün varlığında daima sonraki Yasa'nın uygulanacağı ana kuralından hareketle burada da daha sonraki tarihi taşıyan 7.10.1953 gün ve 7/8 sayılı İçtihadı Birleştirme kararının yürürlükteki yasa hükümleri karşısında olaya uygulanması zorunlu bulunmaktadır.
Bunun aksini düşünmek adi bir el yazısına dayalı namı müstear ( muvazaa ) iddialarını noter huzurunda düzenlenen satış vaadi sözleşmeleri ile en az bir ölçüyle eş değere çıkarmak demek olurki bunun arkası alınamaz. Kötü niyetli kişilere yeşil ışık yakmak gibi olur.
Kaldıki dosyanın oluşumu itibariyle olayda namı müstearında kabul etmeye olanak yoktur. Zira dava konusu taşınmaz Hazine'yle davalaşma sonucu ( A ) adına 1961 yılında hükmen tescil edilmiştir. Bu taşınmaz 220 pay kabul edilerek ( A ) bunun 35 payını 1961 yılında bir şahsa satmıştır. Geri kalan 185 payını da 1970 yılında davalı ( H )'ye bağışlamış bulunmaktadır. ( H ), ( M.F.S. ) ye bir mektupla taşınmazın kendisine ait olduğunu bildirmiştir. Şimdi burada namı müsteardan söz edebilmek için bağışta bulunan kişinin bunu bilmesi şarttır. Zira bağış iradesi diğer akit türlerinde farklı bir ortam içindedir. Borçlar Kanunu'nun 234. maddesinde tanımlandığı gibi Bağış-Bağışta bulunacak kişinin malını ivazsız olarak dilediği kimseye vermesidir. Burada seçimlik hakkı bağışta bulunan kimseye aittir. Onun için bağış iradesinin bilgisi altında ancak namı müstear teşekkül edebilir. Diğer bir deyişle ( A ) tek başına ya da ( M.F.S. ) beraber ( H ) yi dava edişinde ancak bir namı müsteardan söz edilebilir. Aksi takdirde bağışta namı müsteardan söz edilemez. Olayda ( M.F.S. ), ( H ) yi dava etmiş olmasına göre ( H ) nin tek taraflı yazdığı mektup, bir teminat, ya da hibe vaadi olarak verilmiş olması ihtimali olduğu gibi yasaların yasakladığı bir amaç içinde verilmiş olması mümkündür. Nitekim dosyada bulunan 24.2.1973 günlü protokol ve 5.3.1973 günlü mektup münderecatları ve bunlara benzer belgeler taraflar arasında hesap mahsup ve ibralaşma gibi ticariya da mahiyeti karanlık bir ilişkinin var olduğunu açıkça göstermektedir. Tüm bu olasılıkların hangisi düşünülürse düşünülsün olay namı müstear olarak nitelendirilemez. Zira hukuki bir sebebe dayalı olmaktan yoksun bulunmaktadır.
Olayda ( H ) tarafından ( M.F.S. ) ye yazılan ve taşınmazın ( M.F.S. ) ye ait olduğunu belirten el yazısı ile yazılı mektup taşınmaz mülkiyetini nakletme bakımından Borçlar Kanunu'nun 213. Medeni K.nun 634 ve Tapu Kanunu'nun 26. madde hükümleri karşısında geçersizdir, dava hakkı vermez. Olayın açıklanan özelliğine göre resmi bir belgenin aranması zorunludur. Bu nedenlerle mahalli mahkeme hükmünün onanması gerekir. Bozmayı ön gören çoğunluk görüşüne karşıyım.
Üye
( M.G. )
KARŞI OY YAZISI
Olayda davalı ( H ) tapu kayıt sahibidir. ( H ) ye karşı dava açan kişi ise vakıfdır. Davanın dayanağı, ( M.F.S. ) nin davacı vakfa dava hakkını devretmiş olması şeklindeki işlemdir. Davacı vakfın dava açabilmesi için herşeyden önce "davada sıfata" sahip olması gerekir. Yani bir hakka dayanmalıdır. Kuşkusuz bu hak dava konusu taşınmaz üzerinde oluşmuş bir hak olmalıdır. Oysa olayda tapu kaydı davalı ( H ) üzerindedir. ( M.F.S. ), ( H ) nin taşınmazın aslında ( M.F.S. ) ye ait bulunduğu yolunda vermiş olduğu bir mektuba dayanarak taşınmazı davacı vakfa devir işlemi yapmıştır. Kuşkusuz tüm bu işlemler tapu dışı yapılmış işlemlerdir. Hiç bir zaman taşınmazın mülkiyetini vakfa geçirmez. ( M.F.S. ) namı müstear iddiasında bulunmuş olsa ve bir an için taşınmazın sahibi olduğu kabul olunsa bile Medeni Kanun'un 633. maddesi hükmü gereğince taşınmaz ( M.F.S. ) adına tescil edilmedikçe ( M.F.S. ) vakfa temlikte bulunamıyacağı için davacı vakıfta davada sıfat yok demektir. Bu nedenle de dava açamaz. Her ne kadar uygulamalarda dava hakkının devrinden söz edilmekte ise de, dava hakkının devrinin deyimlediği anlam dava açma hakkı veren hakkın devridir. Bir başka deyimle asıl hakka sahip olmayan kimsenin dava hakkı söz konusu olamaz. Hüküm bu nedenle ilk aşamada onanmak gerekir.
Esasa gelince: 7.10.1953 günlü içtihadı birleştirme kararı namı müstear işlemlerinde taşınmazı iktisap eden akit ile onun arkasında bulunan ve sözleşmede yer almayan akit arasında mülkiyeti nakletmeye elverişli ve geçerli bir sözleşme yapılmadıkça namı müstear iddiasında bulunan kişiye dava hakkı tanımamaktadır. Olayda ( H ) nin ( M.F.S. ) ye vermiş olduğu ve taşınmazın ( M.F.S. ) ye ait bulunduğunu belirten belge Medeni K.nun 634 ve Tapu K.nun 26. maddeleri hükümlerince geçersizdir. Bu nedenlerle hükmün onanması gerekir. Bozmayı öngören çoğunluk görüşüne karşıyız.
8.HD.Bşk. 7.HD.Bşk.
( E.S.A. ) ( A.N. O. )
Yargıtay Hukuk Daireleri Kararları