Babaların Dramı - Yukarılarda başka oluyormuş meğerse
Sayın Reha Muhtarın yazısından alıntıdır...
Babalığın sadece biyolojik bir eylem olmadığını bilen babalara, sırf kadına acı çektireyim canı yansın demeyen babalara, sırf dışarıdan bakıldığında ne duyarlı babaymış densin diye düşünmeyen babalara, çocuğunu hafta sonunda alıp anasının babasının evine bırakmayıp evladı / evlatları ile kaliteli vakit geçiren babalara ithafen... Ve tabiii bunun karşılığını tüm iyi niyeti ile çocuklarının geleceği için, huzuru için, mutluluğu için katlanan, çaba gösteren annelere ithafen.. Diğerleri üzerlerine alınmasınlar lütfen... Saygılarımla sunarım....
Sadece benim mi canım yanıyor demeyin lütfen. Baba yüreği her yerde her koşulda her ortamda aynı işte... Örneğinde görüldüğü gibi.. Acı varmı ? evet var.. Hemde çoooook derinde belliki...
"Dışarda fırtına ve kar var... Deniz taşıyor, dalgalar bütün şiddetiyle rıhtıma vuruyor...
Köpük köpük deniz...
Huzursuz, dalgalı, içi fırtınalı, dışı taşkın...
Bir aydır görmemiştim çocuklarımı...
Dün akşamüstü Derya isimli bir kız aradı beni...
Çok dikkatli, sesini mümkün olduğunca kısarak konuşuyor, hiçbir şey olmadığını anlatırcasına, basit bir “formaliteyi” aktarmaya çalışıyordu...
Formalite...
Kızcağızın “formalite” diye aktarmaya çalıştığı şey, bir “baba”nın yaşamı boyunca belki de tüm inandığı şeyleri sorgulayacak, hayata karşı tüm inancını, duruşunu, yaşam güzergahını derinden yaracak bir “kırılma”ydı...
***
“İki minik yazı gönderiyorum Reha Bey size” dedi... “Birini yarın imzalayıp vereceksiniz, diğerini imzalatıp alacaksınız ertesi günü... Formalite bu...”
Yazı şöyleydi:
“.... küçükler Poyraz Deniz Muhtar ve Mina Deniz Muhtar’ı 11.12.2010 saat 10.00’da aldım... Çocukları 12.12.2010 saat 17.00’da annesine teslim edeceğimi beyan ve taahhüt ederim. 11.12.2010.”
İkinci bir belge daha vardı...
Ertesi günü bu kez o belgeyi, imzalatıp ben alacak ve “herhangi bir duruma karşı suçsuz olduğumu” kanıtlayabilecektim...
“... Küçükler Poyraz Deniz Muhtar ve Mina Deniz Muhtar ... tarafından 12.12.2010 saat 17.00’da annelerine iade ve teslim edilmiştir. 12.12.2010.”
***
Bir mahkum gibi, suç işlemeye meyyal potansiyel bir azılı suçlu gibi, elektronik prangaya takılmış bir suçlu gibi hissediyordum kendimi...
Kendi kanımdan, kendi canımdan, kendi tohumumdan, kendi yüreğimden dünyaya getirdiğim çocuklarımı bir suçluymuşcasına, suç işlemeye meyyal bir azılı şüpheliymişim gibi, “Çocukları aldım... Teslim edeceğimi beyan ve taahhüt ederim...” diyordum...
***
18 ay önce hastanede “Sünnet ettirmek ister misiniz” demişlerdi...
“Ettirelim” demiştik...
Poyraz‘ı yatağa yatırdılar...
Bir haftalıktı...
Annesine “Siz girmeyin” dediler...
“Babası girsin...”
Yavrum daha bir haftalık minnacık haliyle doktora bakarken, aniden pipisinin üzerindeki deriyi alıverdiler...
Kan fışkırmaya başlamıştı kesilen yerden...
Ne olduğunu anlayamamıştı Poyraz...
Ani acıyla deli gibi ağlamaya başlamıştı...
Bir haftalık yavrumun önü kan olmuş, ağlıyordu...
O anda gözümden damla damla yaşlar süzülmeye başladı...
Tutamıyordum kendimi...
Hayatımda ilk defa, yavrumun “acı”sının, kendi acımdan çok daha fazla olduğunu farketmiştim...
***
Sabah saat 10’da eve geldiler...
16 Kasım’da üç günlüğüne Paris‘e giderken evde bırakmıştım onları...
Uyuyorlardı daha sabahın körüydü...
Uyandırmamış yataklarında öpmüştüm onları...
Sonra başka şeyler oldu göremedim çocuklarımı...
Altın Mimir hafta başında mahkemeden çıkıp “müjdeyi!!” verdi...
-”Onbeş günde bir, Cumartesi-Pazar alabilmenizi sağlayabildik...” dedi...
Büyük bir başarı kazanmış gibi konuşuyordu...
-”Onbeşte bir mi?..” diye sormuşum...
-”Ne diyorsunuz Reha Bey?.. Karşı tarafın avukatı gece kalmaması için çok şiddetle itiraz etti... Bebeklerin gece kalmalarının çok sakıncalı olacağını söyledi... Hakim çok duyarlıydı, bir gece kalmalarına izin verdi...”
***
Ortaokulda Edebiyat öğretmenim Türkan Hanım, “sen çok iyi bir avukat olursun” derdi...
12-13 yaşlarındaydım daha...
Türkan Hanım‘ı çok sevdiğimden ben de avukat olmayı bayağı benimsemiştim...
Üniversiteye girerken, ön kayıtla Ankara Hukuk Fakültesi‘ne giriyordum...
Babamla okula kayıt yaptırmaya gitmiş, son anda kapıdan dönüp, yanıbaşındaki Siyasal’ın Gazeteciliği’ne kayıt yaptırmıştım...
Babasıyla yavrularının onbeş günde tek bir gece, “beraber kalmalarını sakıncalı” bulan o avukatı düşündüm...
Sonra Türkan Hanım‘ı...
O avukat bir baba mıydı bilmiyorum?..
Acaba dünyada herhangi bir baba; “yavrularıyla tek bir geceyi beraber geçirmek isteyen” babayı sakıncalı bulabilecek bir savunma vicdanına sahip olabilir miydi?..
Ben çocuklarıma bir şey mi yapmıştım ki “sakıncalı olabiliyordum?..”
O avukat benim beraber olduğum kadından neden ayrıldığımı biliyor muydu?..
Benim eşimden ayrılmamla, yavrularımdan ayrılma arasında ne gibi bir bağlantı vardı?..
Eş bağlantım yoksa, “baba” olma hakkım elimden mi alınacaktı?..
Sınırlanacak mıydı?..
Kısıtlanacak mıydı?..
***
Hiçbir hukuk, hiçbir müvekkil hakkı, hiçbir mahkeme taktiği bana bunu istetemezdi bir hakimden...
Anlaşılıyordu ki ben iyi bir avukat olamayacaktım...
Türkan Hanım‘a ve benimle kayıt için Hukuk Fakültesi’nin kapısına kadar gelen babama artık söyleyebilirdim:
“İyi ki olmamışım avukat...”
***
Çocukların gelmesine yakın babamı telefonla aradım...
“Hazırlandık yavrum” dedi;
Sesi heyecanlıydı...
Mina‘yla Poyraz saat 10’da geldiler...
Çocukları bir ay sonra görüyordum...
Bana bakıyorlar, hiç ses çıkarmıyorlardı...
Tanımışlardı ama bir tepki verip vermemekte kararsızdılar...
Ne olduğunu ve daha doğrusu ne olacağını kestiremiyorlardı...
Birlikteyken yaptığımız bir şeyi yapmam, ortak hayatımızı hatırlatacak bir anıyı yaşatmam lazımdı onlara...
Sık sık onları yatakta yan yana yatırıp, gıdıklar “Beşiktaş’ım oley” diye ellerini havaya kaldırttığım bir tribün şarkısı söylerdim...
Havaya kalkan elleri çok sever, hemen eşlik ederlerdi...
Odamın kapısını kapattım...
İki yavrumla üç kişi baş başa kaldık...
Yan yana yatağa yatırdım onları...
Gıdıklamaya başladım ikisini birden...
İkisi de bir süre sonra gülmeye başladılar...
Poyraz hatırlamıştı bu çok sevdiği oyunu...
Ellerini kaldırdı...
Hep beraber şarkı söylememizi bekliyordu...
Ben de mutluydum...
Çocuklar hatırlamıştı...
Şarkıya başlayacak ve hayatı yeniden yaşayacaktık...
O an boğazım düğümlendi...
Sesim çıkamadı...
***
Sonra babam geldi, annem geldi hep beraber oyunlar oynandı...
Babaanneleri balon getirmişti...
Kırmızı beyaz Türk bayrağı olan balonlar...
Mina çok sevdi balonları...
Onlarla oynadılar...
Birkaç saat sonra yoruldular...
Uyku saatleri geldi...
Yukarıya çıktım, baktım bakıcı Mina‘yı sallıyor uyuması için...
Poyraz sırasını bekliyor...
Aldım onu, kendi yatağıma götürdüm...
Yatağın başucundaki aynayı farketti...
O aynada her sabah kendini seyreder, bağırır, gürler, havaya girer, gülerdi...
Yine aynısını yapmaya başladı...
Artık evine geldiğini anlamıştı...
Mutluydu...
Bir süre sonra, iyice yoruldu...
Kafasını babasının omzunun yanına koydu...
Sırtını ellerime dayamıştı...
Güven vardı yüzünde...
Huzurluydu...
Beş dakika geçti geçmedi, yüzünde tatlı bir ifade uyudu kaldı...
Bir süre elimi çekmedim üzerinden...
Yorganı örttüm...
Sonra çıktım Mina‘ya baktım yatağında uyuyordu...
***
BUGÜN AYŞE NAZLI DA GELİYOR...
Amerikalı siyahi boksör Rubin Hurricane‘nın hayatının filmleştirildiği 16. Round isimli bir film vardır...
Denzel Washington oynar bu ünlü boksorü filmde...
Rubin Hurricane haksız yere, 22 yıl hapse mahkum olur...
Suçsuz yerde hapiste geçen uzun yıllardan sonra, Rubin Hurricane‘a sorarlar:
-”Nasıl dayanıyorsun?..”
Hurricane yıllar yılı hapiste kalmaya dayanmasını şöyle izah eder:
“I do not allow myself to want or to need anything that is outside... (Kendimin dışındaki hiçbir şeye ihtiyaç duymamayı ve onu istememeyi öğrendim...)
Than I free myself my desires... (Sonra kendimi arzularımdan azad ettim...)
“O zaman onların silahlarını ellerinden almış oluyordum...”
***
Dün sabah Ayşe Nazlı‘yı aradım...
-”Kardeşlerin geliyor, sen de gel, geceyi beraber geçiririz...” dedim...
-”Çok ödevim var baba...” dedi...
-”Bitireyim geleyim... Çok özledim kardeşlerimi, yarın sabah erkenden geliyorum...”
Keyifli bir Pazar geçirirsiniz umarım...
Ben üç çocuğum ve annem babamla bir Pazar kahvaltısı için de olsa mutluyum... "
Babalığın sadece biyolojik bir eylem olmadığını bilen babalara, sırf kadına acı çektireyim canı yansın demeyen babalara, sırf dışarıdan bakıldığında ne duyarlı babaymış densin diye düşünmeyen babalara, çocuğunu hafta sonunda alıp anasının babasının evine bırakmayıp evladı / evlatları ile kaliteli vakit geçiren babalara ithafen... Ve tabiii bunun karşılığını tüm iyi niyeti ile çocuklarının geleceği için, huzuru için, mutluluğu için katlanan, çaba gösteren annelere ithafen.. Diğerleri üzerlerine alınmasınlar lütfen... Saygılarımla sunarım....
Sadece benim mi canım yanıyor demeyin lütfen. Baba yüreği her yerde her koşulda her ortamda aynı işte... Örneğinde görüldüğü gibi.. Acı varmı ? evet var.. Hemde çoooook derinde belliki...
"Dışarda fırtına ve kar var... Deniz taşıyor, dalgalar bütün şiddetiyle rıhtıma vuruyor...
Köpük köpük deniz...
Huzursuz, dalgalı, içi fırtınalı, dışı taşkın...
Bir aydır görmemiştim çocuklarımı...
Dün akşamüstü Derya isimli bir kız aradı beni...
Çok dikkatli, sesini mümkün olduğunca kısarak konuşuyor, hiçbir şey olmadığını anlatırcasına, basit bir “formaliteyi” aktarmaya çalışıyordu...
Formalite...
Kızcağızın “formalite” diye aktarmaya çalıştığı şey, bir “baba”nın yaşamı boyunca belki de tüm inandığı şeyleri sorgulayacak, hayata karşı tüm inancını, duruşunu, yaşam güzergahını derinden yaracak bir “kırılma”ydı...
***
“İki minik yazı gönderiyorum Reha Bey size” dedi... “Birini yarın imzalayıp vereceksiniz, diğerini imzalatıp alacaksınız ertesi günü... Formalite bu...”
Yazı şöyleydi:
“.... küçükler Poyraz Deniz Muhtar ve Mina Deniz Muhtar’ı 11.12.2010 saat 10.00’da aldım... Çocukları 12.12.2010 saat 17.00’da annesine teslim edeceğimi beyan ve taahhüt ederim. 11.12.2010.”
İkinci bir belge daha vardı...
Ertesi günü bu kez o belgeyi, imzalatıp ben alacak ve “herhangi bir duruma karşı suçsuz olduğumu” kanıtlayabilecektim...
“... Küçükler Poyraz Deniz Muhtar ve Mina Deniz Muhtar ... tarafından 12.12.2010 saat 17.00’da annelerine iade ve teslim edilmiştir. 12.12.2010.”
***
Bir mahkum gibi, suç işlemeye meyyal potansiyel bir azılı suçlu gibi, elektronik prangaya takılmış bir suçlu gibi hissediyordum kendimi...
Kendi kanımdan, kendi canımdan, kendi tohumumdan, kendi yüreğimden dünyaya getirdiğim çocuklarımı bir suçluymuşcasına, suç işlemeye meyyal bir azılı şüpheliymişim gibi, “Çocukları aldım... Teslim edeceğimi beyan ve taahhüt ederim...” diyordum...
***
18 ay önce hastanede “Sünnet ettirmek ister misiniz” demişlerdi...
“Ettirelim” demiştik...
Poyraz‘ı yatağa yatırdılar...
Bir haftalıktı...
Annesine “Siz girmeyin” dediler...
“Babası girsin...”
Yavrum daha bir haftalık minnacık haliyle doktora bakarken, aniden pipisinin üzerindeki deriyi alıverdiler...
Kan fışkırmaya başlamıştı kesilen yerden...
Ne olduğunu anlayamamıştı Poyraz...
Ani acıyla deli gibi ağlamaya başlamıştı...
Bir haftalık yavrumun önü kan olmuş, ağlıyordu...
O anda gözümden damla damla yaşlar süzülmeye başladı...
Tutamıyordum kendimi...
Hayatımda ilk defa, yavrumun “acı”sının, kendi acımdan çok daha fazla olduğunu farketmiştim...
***
Sabah saat 10’da eve geldiler...
16 Kasım’da üç günlüğüne Paris‘e giderken evde bırakmıştım onları...
Uyuyorlardı daha sabahın körüydü...
Uyandırmamış yataklarında öpmüştüm onları...
Sonra başka şeyler oldu göremedim çocuklarımı...
Altın Mimir hafta başında mahkemeden çıkıp “müjdeyi!!” verdi...
-”Onbeş günde bir, Cumartesi-Pazar alabilmenizi sağlayabildik...” dedi...
Büyük bir başarı kazanmış gibi konuşuyordu...
-”Onbeşte bir mi?..” diye sormuşum...
-”Ne diyorsunuz Reha Bey?.. Karşı tarafın avukatı gece kalmaması için çok şiddetle itiraz etti... Bebeklerin gece kalmalarının çok sakıncalı olacağını söyledi... Hakim çok duyarlıydı, bir gece kalmalarına izin verdi...”
***
Ortaokulda Edebiyat öğretmenim Türkan Hanım, “sen çok iyi bir avukat olursun” derdi...
12-13 yaşlarındaydım daha...
Türkan Hanım‘ı çok sevdiğimden ben de avukat olmayı bayağı benimsemiştim...
Üniversiteye girerken, ön kayıtla Ankara Hukuk Fakültesi‘ne giriyordum...
Babamla okula kayıt yaptırmaya gitmiş, son anda kapıdan dönüp, yanıbaşındaki Siyasal’ın Gazeteciliği’ne kayıt yaptırmıştım...
Babasıyla yavrularının onbeş günde tek bir gece, “beraber kalmalarını sakıncalı” bulan o avukatı düşündüm...
Sonra Türkan Hanım‘ı...
O avukat bir baba mıydı bilmiyorum?..
Acaba dünyada herhangi bir baba; “yavrularıyla tek bir geceyi beraber geçirmek isteyen” babayı sakıncalı bulabilecek bir savunma vicdanına sahip olabilir miydi?..
Ben çocuklarıma bir şey mi yapmıştım ki “sakıncalı olabiliyordum?..”
O avukat benim beraber olduğum kadından neden ayrıldığımı biliyor muydu?..
Benim eşimden ayrılmamla, yavrularımdan ayrılma arasında ne gibi bir bağlantı vardı?..
Eş bağlantım yoksa, “baba” olma hakkım elimden mi alınacaktı?..
Sınırlanacak mıydı?..
Kısıtlanacak mıydı?..
***
Hiçbir hukuk, hiçbir müvekkil hakkı, hiçbir mahkeme taktiği bana bunu istetemezdi bir hakimden...
Anlaşılıyordu ki ben iyi bir avukat olamayacaktım...
Türkan Hanım‘a ve benimle kayıt için Hukuk Fakültesi’nin kapısına kadar gelen babama artık söyleyebilirdim:
“İyi ki olmamışım avukat...”
***
Çocukların gelmesine yakın babamı telefonla aradım...
“Hazırlandık yavrum” dedi;
Sesi heyecanlıydı...
Mina‘yla Poyraz saat 10’da geldiler...
Çocukları bir ay sonra görüyordum...
Bana bakıyorlar, hiç ses çıkarmıyorlardı...
Tanımışlardı ama bir tepki verip vermemekte kararsızdılar...
Ne olduğunu ve daha doğrusu ne olacağını kestiremiyorlardı...
Birlikteyken yaptığımız bir şeyi yapmam, ortak hayatımızı hatırlatacak bir anıyı yaşatmam lazımdı onlara...
Sık sık onları yatakta yan yana yatırıp, gıdıklar “Beşiktaş’ım oley” diye ellerini havaya kaldırttığım bir tribün şarkısı söylerdim...
Havaya kalkan elleri çok sever, hemen eşlik ederlerdi...
Odamın kapısını kapattım...
İki yavrumla üç kişi baş başa kaldık...
Yan yana yatağa yatırdım onları...
Gıdıklamaya başladım ikisini birden...
İkisi de bir süre sonra gülmeye başladılar...
Poyraz hatırlamıştı bu çok sevdiği oyunu...
Ellerini kaldırdı...
Hep beraber şarkı söylememizi bekliyordu...
Ben de mutluydum...
Çocuklar hatırlamıştı...
Şarkıya başlayacak ve hayatı yeniden yaşayacaktık...
O an boğazım düğümlendi...
Sesim çıkamadı...
***
Sonra babam geldi, annem geldi hep beraber oyunlar oynandı...
Babaanneleri balon getirmişti...
Kırmızı beyaz Türk bayrağı olan balonlar...
Mina çok sevdi balonları...
Onlarla oynadılar...
Birkaç saat sonra yoruldular...
Uyku saatleri geldi...
Yukarıya çıktım, baktım bakıcı Mina‘yı sallıyor uyuması için...
Poyraz sırasını bekliyor...
Aldım onu, kendi yatağıma götürdüm...
Yatağın başucundaki aynayı farketti...
O aynada her sabah kendini seyreder, bağırır, gürler, havaya girer, gülerdi...
Yine aynısını yapmaya başladı...
Artık evine geldiğini anlamıştı...
Mutluydu...
Bir süre sonra, iyice yoruldu...
Kafasını babasının omzunun yanına koydu...
Sırtını ellerime dayamıştı...
Güven vardı yüzünde...
Huzurluydu...
Beş dakika geçti geçmedi, yüzünde tatlı bir ifade uyudu kaldı...
Bir süre elimi çekmedim üzerinden...
Yorganı örttüm...
Sonra çıktım Mina‘ya baktım yatağında uyuyordu...
***
BUGÜN AYŞE NAZLI DA GELİYOR...
Amerikalı siyahi boksör Rubin Hurricane‘nın hayatının filmleştirildiği 16. Round isimli bir film vardır...
Denzel Washington oynar bu ünlü boksorü filmde...
Rubin Hurricane haksız yere, 22 yıl hapse mahkum olur...
Suçsuz yerde hapiste geçen uzun yıllardan sonra, Rubin Hurricane‘a sorarlar:
-”Nasıl dayanıyorsun?..”
Hurricane yıllar yılı hapiste kalmaya dayanmasını şöyle izah eder:
“I do not allow myself to want or to need anything that is outside... (Kendimin dışındaki hiçbir şeye ihtiyaç duymamayı ve onu istememeyi öğrendim...)
Than I free myself my desires... (Sonra kendimi arzularımdan azad ettim...)
“O zaman onların silahlarını ellerinden almış oluyordum...”
***
Dün sabah Ayşe Nazlı‘yı aradım...
-”Kardeşlerin geliyor, sen de gel, geceyi beraber geçiririz...” dedim...
-”Çok ödevim var baba...” dedi...
-”Bitireyim geleyim... Çok özledim kardeşlerimi, yarın sabah erkenden geliyorum...”
Keyifli bir Pazar geçirirsiniz umarım...
Ben üç çocuğum ve annem babamla bir Pazar kahvaltısı için de olsa mutluyum... "